Web sitemize hoşgeldiniz, 16 Nisan 2024
Beğen 2

İktisad Risalesi-19.Lem'a

İktisat ve kanaate, israf ve tebzîre dairdir.
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ – كُلُوا وَاشْرَبوُا وَلاَ تُسْرِفُوا 1
ŞU ÂYET-İ KERİME, iktisada kat’î emir ve israftan nehy-i sarih suretinde gayet mühim bir ders-i hikmet veriyor. Şu meselede Yedi Nükte var.
BİRİNCİ NÜKTE
Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. 2 İsraf ise şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisat ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır.
Evet, iktisat hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hürmet, hem kat’î bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem mânevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhalif olduğundan, vahîm neticeleri vardır.
İKİNCİ NÜKTE
Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve muntazam bir şehir misalinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zâikayı bir kapıcı, âsâb ve damarları telefon ve telgraf telleri gibi, kuvve-i zâika ile merkez-i vücuttaki mide ile bir medar-ı muhabereleridir ki, ağza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene, mideye lüzumu yoksa “Yasaktır” der, dışarı atar. Bazan da, bedene menfaati olmamakla beraber, zararlı ve acı ise, hemen dışarı atar, yüzüne tükürür.
İşte, madem ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır; mide, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev’inden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Tâ ki, kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp, vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dahiline sokmasın.
İşte, bu sırra binaen, şimdi iki lokma farz ediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddî maddeden kırk para, diğer lokma en âlâ baklavadan on kuruş olsa; bu iki lokma, ağza girmeden, beden itibarıyla farkları yoktur, müsavidirler. Boğazdan geçtikten sonra, ceset beslemesinde yine müsavidirler. Belki, bazan kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak ne kadar mânâsız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin.
Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. “Hâkim benim” der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak.
“Aman, doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün” dedirmeye mecbur edecek.
İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü ü et’imeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE
Sabık İkinci Nüktede, “Kuvve-i zâika kapıcıdır” dedik. Evet, ehl-i gaflet ve ruhen terakki etmeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Onun telezzüzü hatırı için isrâfâta ve bir dereceden on derece fiyata çıkmamak gerektir.
Fakat hakikî ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatin ve ehl-i kalbin kuvve-i zâikası, Altıncı Sözdeki muvazenede beyan edildiği gibi, kuvve-i zâikası rahmet-i İlâhiyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir. Ve o kuvve-i zâika da taamlar adedince mizancıklarla nimet-i İlâhiyenin envâını tartmak ve tanımak, bir şükr-ü mânevî suretinde cesede, mideye haber vermektir. İşte, bu surette kuvve-i zâika yalnız maddî cesede bakmıyor. Belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle, midenin fevkinde hükmü var, makamı var. İsraf etmemek şartıyla ve sırf vazife-i şükrâniyeyi yerine getirmek ve envâ-ı niam-ı İlâhiyeyi hissedip tanımak kaydıyla ve meşru olmak ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak şartıyla, lezzetini takip edebilir. Ve o kuvve-i zâikayı taşıyan lisanı şükürde istimal etmek için leziz taamları tercih edebilir. Bu hakikate işaret eden bir hadise ve bir keramet-i Gavsiye:
Bir zaman, Hazret-i Gavs-ı Âzam Şeyh Geylânî’nin terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın birtek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan zaafiyetiyle, validesinin şefkatini celb etmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs’ın yanına şekvâ için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş:
“Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!”
Hazret-i Gavs tavuğa demiş: “Kum biiznillâh!” 3 O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemet ve mevsuk çok zatlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zâtın bir kerameti olarak, mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: “Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin.” 4
İşte, Hazret-i Gavs’ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir.
“İktisat eden, maişetçe aile belâsını çekmez” meâlindeki 5 لاَ يَعُولُ مَنِ اقْتَصَدَ hadis-i şerifi sırrıyla, “iktisat eden, maişetçe aile zahmet ve meşakkatini çok çekmez.”
Evet, iktisat kat’î bir sebeb-i bereket ve medar-ı hüsn-ü maişet olduğuna o kadar kat’î deliller var ki, had ve hesaba gelmez. 6 Ezcümle, ben kendi şahsımda gördüğüm ve bana hizmet ve arkadaşlık eden zatların şehadetleriyle diyorum ki:
İktisat vasıtasıyla bazan bire on bereket gördüm ve arkadaşlarım gördüler. Hattâ dokuz sene (şimdi otuz sene) evvel 7 benimle beraber Burdur’a nefyedilen reislerden bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim için, zekâtlarını bana kabul ettirmeye çok çalıştılar. O zengin reislere dedim: “Gerçi param pek azdır. Fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim.” Mükerrer ve musırrâne tekliflerini reddettim. Câ-yı dikkattir ki, iki sene sonra, bana zekâtlarını teklif edenlerin bir kısmı, iktisatsızlık yüzünden borçlandılar. Lillâhilhamd, onlardan yedi sene sonra, o az para, iktisat bereketiyle bana kâfi geldi, benim yüzsuyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı hâcete mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu olan “nâstan istiğnâ” mesleğini bozmadı.
Evet, iktisat etmeyen, zillete ve mânen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir. Bu zamanda isrâfâta medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazan haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazan mukaddesât-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, mânevî yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal alınır.
Eğer iktisat edip hâcât-ı zaruriyeye iktisar ve ihtisar ve hasretse,
8 اِنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ sırrıyla,
9 وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِى اْلاَرْضِ اِلاَّ عَلَى اللهِ رِزْقُهَا sarahatiyle, ummadığı tarzda, yaşayacak kadar rızkını bulacak. Çünkü şu âyet taahhüt ediyor.
Evet, rızık ikidir: 10
Biri hakikî rızıktır ki, onunla yaşayacak. Bu âyetin hükmü ile, o rızık taahhüd ü Rabbânî altındadır. Beşerin sû-i ihtiyarı karışmazsa, o zarurî rızkı herhalde bulabilir. Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeye mecbur olmaz.
İkincisi, rızk-ı mecazîdir ki, sû-i istimâlâtla hâcâtı gayr-ı zaruriye hâcât-ı zaruriye hükmüne geçip, görenek belâsıyla tiryaki olup, terk edemiyor. İşte bu rızık taahhüd-ü Rabbânî altında olmadığı için, bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır. Başta izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazan alçak insanların ayaklarını öpmek kadar mânen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazan hayat-ı ebediyesinin nuru olan mukaddesât-ı diniyesini feda etmek suretiyle o bereketsiz, menhus malı alır.
Hem bu fakr u zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdana rikkat-i cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm, o gayr-ı meşru bir surette kazandığı parayla aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırıyor. Böyle acip bir zamanda, şüpheli mallarda, zaruret derecesinde iktifa etmek lâzımdır. Çünkü
11 اِنَّ الضَّرُورَةَ تُقَدَّرُ بِقَدْرِهَا sırrıyla, haram maldan, mecburiyetle zaruret derecesini alabilir, fazlasını alamaz.
Evet, muztar adam, murdar etten tok oluncaya kadar yiyemez. Belki ölmeyecek kadar yiyebilir. Hem, yüz aç adamın huzurunda kemâl-i lezzetle fazla yenilmez.
İktisat, sebeb-i izzet ve kemal olduğuna delâlet eden bir vakıa:
Bir zaman, dünyaca sehâvetle meşhur Hâtem-i Tâî, mühim bir ziyafet veriyor. Misafirlerine gayet fazla hediyeler verdiği vakit, çölde gezmeye çıkıyor. Bakar ki, bir ihtiyar fakir adam, bir yük dikenli çalı ve gevenleri beline yüklemiş, cesedine batıyor, kanatıyor. Hâtem ona dedi:
“Hâtem-i Tâî, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor. Sen de oraya git; beş kuruşluk çalı yüküne bedel beş yüz kuruş alırsın.”
O muktesit ihtiyar demiş ki: “Ben bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım; Hâtem-i Tâî’nin minnetini almam.”
Sonra Hâtem-i Tâî’den sormuşlar: “Sen kendinden daha civanmert, aziz kimi bulmuşsun?”
Demiş: “İşte o sahrâda rast geldiğim o muktesit ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmert gördüm.” 12
BEŞİNCİ NÜKTE
Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, en fakir adama en zengin adam gibi ve gedâya, yani fakire, padişah gibi, lezzet-i nimetini ihsas ettiriyor. Evet, bir fakirin, kuru bir parça siyah ekmekten açlık ve iktisat vasıtasıyla aldığı lezzet, bir padişahın ve bir zenginin israftan gelen usanç ve iştahsızlıkla yediği en âlâ baklavadan aldığı lezzetten daha ziyade lezzetlidir.
Câ-yı hayrettir ki, bazı müsrif ve mübezzir insanlar, böyle iktisatçıları hısset ile ittiham ediyorlar. Hâşâ! İktisat, izzet ve cömertliktir. Hısset ve zillet, ehl-i israf ve tebzîrin zâhirî merdâne keyfiyetlerinin içyüzüdür. Bu hakikati teyid eden, bu risalenin telifi senesinde Isparta’da hücremde cereyan eden bir vakıa var. Şöyle ki:
Kaideme ve düstur-u hayatıma muhalif bir surette, bir talebem iki buçuk okkaya yakın bir balı, bana hediye kabul ettirmeye ısrar etti. Ne kadar kaidemi ileri sürdüm, kanmadı. Bilmecburiye, yanımdaki üç kardeşime yedirmek ve Şâbân-ı Şerif ve Ramazan’da o baldan iktisatla otuz kırk gün üç adam yesin ve getiren de sevap kazansın ve kendileri de tatlısız kalmasın diyerek, “Alınız” dedim. Bir okka bal da benim vardı. O üç arkadaşım, gerçi müstakim ve iktisadı takdir edenlerdendi. Fakat her ne ise, birbirine ikram etmek ve herbiri ötekinin nefsini okşamak ve kendi nefsine tercih etmek olan, bir cihette ulvî bir hasletle iktisadı unuttular. Üç gecede iki buçuk okka balı bitirdiler. Ben gülerek dedim: “Sizi otuz kırk gün o bal ile tatlandıracaktım. Siz otuz günü üçe indirdiniz. Afiyet olsun!” dedim. Fakat ben, kendi o bir okka balımı iktisatla sarf ettim. Bütün Şâban ve Ramazan’da hem ben yedim, hem, lillâhilhamd, o kardeşlerimin herbirisine iftar vaktinde birer kaşık (HAŞİYE-1) verip, mühim sevaba medar oldu.
Benim halimi görenler, o vaziyetimi belki hısset telâkki etmişlerdir. Öteki kardeşlerimin üç gecelik vaziyetlerini bir civanmertlik telâkki edebilirler. Fakat hakikat noktasında, o zâhirî hısset altında ulvî bir izzet ve büyük bir bereket ve yüksek bir sevap gizlendiğini gördük. Ve o civanmertlik ve israf altında, eğer vazgeçilmeseydi, bir dilencilik ve gayrın eline tamahkârâne ve muntazırâne bakmak gibi, hıssetten çok aşağı bir hâleti netice verirdi.
ALTINCI NÜKTE
İktisat ve hıssetin çok farkı var. Tevazu, nasıl ki ahlâk-ı seyyieden olan tezellülden mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memdûhadır. Ve vakar, nasıl ki kötü hasletlerden olan tekebbürden mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memdûhadır. Öyle de, ahlâk-ı âliye-i Peygamberiyeden olan ve belki kâinattaki nizam-ı hikmet-i İlâhiyenin medarlarından olan iktisat ise, 13 sefillik ve bahillik ve tamahkârlık ve hırsın bir halitası olan hısset ile hiç münasebeti yok. Yalnız sureten bir benzeyiş var. Bu hakikati teyid eden bir vakıa:
Sahabenin Abâdile-i Seb’a-i meşhuresinden olan Abdullah ibni Ömer Hazretleri ki, Halife-i Resulullah olan Faruk-u Âzam Hazret-i Ömer’in (r.a.) en mühim ve büyük mahdumu ve Sahabe âlimlerinin içinde en mümtazlarından olan o zât ı mübarek çarşı içinde, alışverişte, kırk paralık bir meseleden, iktisat için ve ticaretin medarı olan emniyet ve istikameti 14 muhafaza için şiddetli münakaşa etmiş. Bir Sahabe ona bakmış. Rû-yi zeminin halife-i zîşânı olan Hazret-i Ömer’in mahdumunun kırk para için münakaşasını acip bir hısset tevehhüm ederek, o imamın arkasına düşüp, ahvâlini anlamak ister.
Baktı ki, Hazret-i Abdullah hane-i mübarekine girdi. Kapıda bir fakir adam gördü. Bir parça eğlendi, ayrıldı, gitti. Sonra hanesinin ikinci kapısından çıktı, diğer bir fakiri orada da gördü. Onun yanında da bir parça eğlendi, ayrıldı, gitti.
Uzaktan bakan o Sahabe merak etti. Gitti, o fakirlere sordu: “İmam sizin yanınızda durdu, ne yaptı?”
Herbirisi dedi: “Bana bir altın verdi.”
O Sahabe dedi: “Fesübhânallah! Çarşı içinde kırk para için böyle münakaşa etsin de, sonra hanesinde iki yüz kuruşu kimseye sezdirmeden, kemâl-i rıza-yı nefisle versin!” diye düşündü. Gitti, Hazret-i Abdullah ibni Ömer’i gördü, dedi:
“Ya imam, bu müşkülümü hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende de şöyle yapmışsın.”
Ona cevaben dedi ki: “Çarşıdaki vaziyet iktisattan ve kemâl-i akıldan ve alışverişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadakatin muhafazasından gelmiş bir hâlettir, hısset değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemâlinden gelmiş bir hâlettir. Ne o hıssettir ve ne de bu israftır.”İmam-ı Âzam, bu sırra bir işaret olarak
لاَ اِسْرَافَ فِى الْخَيْرِ كَمَا لاَ خَيْرَ فِى اْلاِسْرَافِ demiş. Yani, “Hayırda ve ihsanda—fakat müstehak olanlara—israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur.”15
YEDİNCİ NÜKTE
İsraf, hırsı intaç eder. Hırs üç neticeyi verir:
BİRİNCİSİ:
Kanaatsizliktir. Kanaatsizlik ise sa’ye, çalışmaya şevki kırar. Şükür yerine şekvâ ettirir, tembelliğe atar. Ve meşru, helâl, az malı (HAŞİYE-2) terk edip, gayr-ı meşru, külfetsiz bir malı arar. Ve o yolda izzetini, belki haysiyetini feda eder.
HIRSIN İKİNCİ NETİCESİ:
Haybet ve hasârettir. Maksudunu kaçırmak ve istiskale mâruz kalıp teshilât ve muavenetten mahrum kalmak, hattâ
16 اَلْحَرِيصُ خَائِبٌ خَاِسرٌ yani, “Hırs, hasâret ve muvaffakiyetsizliğin sebebidir” olan darbımesele mâsadak olur.
Hırs ve kanaatin tesiratı, zîhayat âleminde gayet geniş bir düsturla cereyan ediyor. Ezcümle, rızka muhtaç ağaçların fıtrî kanaatleri, onların rızkını onlara koşturduğu gibi, hayvânâtın hırsla meşakkat ve noksaniyet içinde rızka koşmaları, hırsın büyük zararını ve kanaatin azîm menfaatini gösterir.
Hem zayıf umum yavruların lisan-ı halleriyle kanaatleri, süt gibi lâtif bir gıdanın, ummadığı bir yerden onlara akması ve canavarların hırsla noksan ve mülevves rızıklarına saldırması, dâvâmızı parlak bir surette ispat ediyor.
Hem semiz balıkların vaziyet-i kanaatkârânesi, mükemmel rızıklarına medar olması ve tilki ve maymun gibi zeki hayvanların hırsla rızıkları peşinde dolaşmakla beraber kâfi derecede bulmamalarından cılız ve zayıf kalmaları, yine hırs ne derece sebeb-i meşakkat ve kanaat ne derece medar-ı rahat olduğunu gösterir.
Hem Yahudi milleti 17 hırs ile ribâ ile hile dolabı ile rızıklarını zilletli ve sefaletli, gayr-ı meşru ve ancak yaşayacak kadar rızıklarını bulması ve sahrânişinlerin, yani bedevîlerin, kanaatkârâne vaziyetleri, izzetle yaşaması ve kâfi rızkı bulması, yine mezkûr dâvâmızı kat’î ispat eder.
Hem çok âlimlerin (HAŞİYE-3) ve ediplerin (HAŞİYE-4) zekâvetlerinin verdiği bir hırs sebebiyle fakr-ı hale düşmeleri ve çok aptal ve iktidarsızların, fıtrî kanaatkârâne vaziyetleriyle zenginleşmeleri 18 kat’î bir surette ispat eder ki, rızk-ı helâl, acz ve iftikara göre gelir, iktidar ve ihtiyar ile değil.
Belki o rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile mâkûsen mütenasiptir. Çünkü çocukların iktidar ve ihtiyarı geldikçe rızkı azalır, uzaklaşır, sakilleşir.
19 اَلْقَنَاعَةُ كَنْزٌ لاَ يَفْنىَ hadisinin sırrıyla, kanaat bir define-i hüsn-ü maişet ve rahat-ı hayattır. Hırs ise, bir maden-i hasâret ve sefalettir.
ÜÇÜNCÜ NETİCE
Hırs, ihlâsı kırar, amel-i uhreviyeyi zedeler. Çünkü bir ehl-i takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı ister. Teveccüh-ü nâsı mürâât eden, ihlâs-ı tâmmı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok câ-yı dikkattir.
Elhasıl, israf, kanaatsizliği intaç eder. Kanaatsizlik ise, çalışmanın şevkini kırar, tembelliğe atar, hayatından şekvâ kapısını açar, mütemadiyen şekvâ ettirir. (HAŞİYE-5) Hem ihlâsı kırar, riyâ kapısını açar. Hem izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir.
İktisat ise, kanaati intaç eder.
20عَزَّ مَنْ قَنَعَ ذَلَّ مَنْ طَمَعَ hadisin sırrıyla, kanaat, izzeti intaç eder. Hem sa’ye ve çalışmaya teşcî eder. Şevkini ziyadeleştirir, çalıştırır. Çünkü meselâ bir gün çalıştı. Akşamda aldığı cüz’î bir ücrete kanaat sırrıyla, ikinci gün yine çalışır. Müsrif ise, kanaat etmediği için, ikinci gün daha çalışmaz. Çalışsa da şevksiz çalışır.
Hem iktisattan gelen kanaat, şükür kapısını açar, şekvâ kapısını kapatır. Hayatında daima şâkir olur. Hem kanaat vasıtasıyla insanlardan istiğnâ etmek cihetinde, teveccühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riyâ kapısı kapanır.
İktisatsızlık ve israfın dehşetli zararlarını geniş bir dairede müşahede ettim. Şöyle ki:
Ben, dokuz sene evvel mübarek bir şehre geldim. Kış münasebetiyle o şehrin menâbi-i servetini göremedim. Allah rahmet etsin, oranın müftüsü birkaç defa bana dedi: “Ahalimiz fakirdir.” Bu söz benim rikkatime dokundu. Beş altı sene sonraya kadar, daima o şehir ahalisine acıyordum.
Sekiz sene sonra yazın yine o şehre geldim. Bağlarına baktım. Merhum müftünün sözü hatırıma geldi. “Fesübhânallah,” dedim. “Bu bağların mahsulâtı, şehrin hâcetinin pek fevkindedir. Bu şehir ahalisi pek çok zengin olmak lâzım gelir.” Hayret ettim. Beni aldatmayan ve hakikatlerin derkinde bir rehberim olan bir hatıra-i hakikatle anladım: İktisatsızlık ve israf yüzünden bereket kalkmış ki, o kadar menâbi-i servetle beraber, o merhum müftü “Ahalimiz fakirdir” diyordu. Evet, zekât vermek ve iktisat etmek, malda bittecrübe sebeb-i bereket olduğu gibi, 21 israf etmekle zekât vermemek, sebeb-i ref-i bereket olduğuna hadsiz vakıat vardır.
İslâm hükemasının Eflâtun’u ve hekimlerin şeyhi ve feylesofların üstadı, dâhi i meşhur Ebu Ali ibni Sina, yalnız tıp noktasında, 22 كُلُوا وَاشْرَبوُا وَلاَ تُسْرِفُوا
âyetini şöyle tefsir etmiş. Demiş:
جَمَعْتُ الطِّبَّ فِى بَيْتَيْنِ جَمْعًا – وَحُسْنُ الْقَوْلِ فِى قَصْرِ الْكَلاَمِ
فَقَلِّلْ اِنْ اَكَلْتَ وَبَعْدَ اَكْلٍ تَجَنَّبْ – وَالشِّفَاۤءُ فِى اْلاِنْهِضَامِ
وَلَيْسَ عَلَى النُّفُوسِ اَشََدُّ حَالاً – مِنْ اِدْخَالِ الطَّعَامِ عَلَى الطَّعَامِ
Yani, ilm-i tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye, nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir. (HAŞİYE-6)
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 23
• Câ-yı hayret ve medar-ı ibret bir tevafuk: İktisat Risalesini, üçü acemî olarak, beş altı ayrı ayrı müstensih, ayrı ayrı yerde, ayrı ayrı nüshadan yazıp, birbirinden uzak, hatları birbirinden ayrı, hiç elif’leri düşünmeyerek yazdıkları herbir nüshanın elif’leri, duasız elli bir (51), dua ile beraber elli üç (53)’te tevafuk etmekle beraber, İktisat Risalesinin tarih-i telif ve istinsahı olan Rûmîce elli bir (51) ve Arabî elli üç (53) tarihinde tevafuku ise, şüphesiz tesadüf olamaz. İktisattaki bereketin keramet derecesine çıktığına bir işarettir. Ve bu seneye “Sene-i İktisat” tesmiyesi lâyıktır.
• Evet, zaman, iki sene sonra bu keramet-i iktisadiyeyi, İkinci Harb-i Umumiyede her taraftaki açlık ve tahribat ve israfatla ve nev-i beşer ve herkes iktisada mecbur olmasıyla ispat etti.
Dipnotlar – Arapça İbareler – Haşiyeler :
1 : “Yiyin, için, fakat israf etmeyin.” A’râf Sûresi, 7:31.
2 : bk. İbrahim Sûresi, 14:7.
3 : “Allah’ın izniyle kalk (diril).”
4 : bk. Geylânî, Gunyetü’l-Tâlibîn s. 502; Nebhânî, Câmiu Kerâmâtü’l-Evliyâ 2:203.
5 : Müsned, 1:447; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 5:454, no: 7939; el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, 3:36, 6:49, 56, 57.
6 : Taberânî, Mu’cemü’l-Evsât 7:25; Beyhâkî, Şuabü’l-İman 5:254.
7 : Bahsedilen tarih 1926 senesidir.
8 : “Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.” Zâriyat Sûresi, 51:58.
9 : “Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah’a ait olmasın.” Hûd Sûresi, 11:6.
10 : bk. Cürcânî, Tarihü Cürcân s. 366; Gazâlî, el-Makasıdü’l-Esnâ s. 85-86.
11 : Zaruretler zaruret miktarınca sınırlandırılır.
12 : bk. Buhârî, Müsâkât 13, Zekat 50, Büyu’ 15; İbni Mâce, Zekat 25; Müsned 1:167.
(HAŞİYE-1) : Yani, büyükçe bir çay kaşığı iledir.
13 : Ebû Dâvûd, Edeb 2: Müsned 1:296.
14 : bk. Tirmizî, Büyû’ 3; İbni Mâce, Ticârât 1; Dârimî, Büyû’ 98.
15 : bk. Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn 1:262; Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân 7:110; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr 5:454.
(HAŞİYE-2) : İktisatsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına diker. O vakit hayat-ı içtimaiyenin medarı olan san’at, ticaret, ziraat tenakus eder. O millet de tedennî edip sukut eder, fakir düşer.
16 : bk. İbni Kays, Kura’d-Dayf 4:301; el-Meydânî, Mecmeu’l-Emsâl 1:214.
(HAŞİYE-3) : İran’ın âdil padişahlarından Nuşirevân-ı Âdil’in veziri, akılca meşhur âlim olan Büzürcmehr‘den (Büzürg-Mihr) sormuşlar: “Neden ulema, ümera kapısında görünüyor da, ümera ulema kapısında görünmüyor? Halbuki, ilim emâretin fevkindedir.” Cevaben demiş ki: “Ulemanın ilminden, ümeranın cehlindendir.” Yani, ümera, cehlinden ilmin kıymetini bilmiyorlar ki, ulemanın kapısına gidip ilmi arasınlar. Ulema ise, marifetlerinden, mallarının kıymetini dahi bildikleri için, ümera kapısında arıyorlar. İşte Büzürcmehr, ulemanın arasında fakr ve zilletlerine sebep olan zekâvetlerinin neticesi bulunan hırslarını zarif bir surette tevil ederek nâzikâne cevap vermiştir (Hüsrev)
(HAŞİYE-4) : Bunu teyid eden bir hadise: Fransa’da ediplere, iyi dilencilik yaptıkları için dilencilik vesikası veriliyor. Süleyman Rüştü
17 : bk. Bakara Sûresi, 2:61, 96.
18 : bk. ed-Deylemî, el-Müsned: 4:385.
19 : “Kanaat, tükenmez bir hazinedir.” bk. et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat: 7:84; el-Beyhakî, ez-Zühd: 2:88; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ: 2:133.
(HAŞİYE-5) : Evet, hangi müsrifle görüşsen, şekvâlar işiteceksin. Ne kadar zengin olsa da yine dili şekvâ edecektir. En fakir, fakat kanaatkâr bir adamla görüşsen, şükür işiteceksin.
20 : “Kanaat eden aziz olur; tamah eden zillete düşer.” bk. İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fî Ğarîbi’l-Hadîs: 4:114; ez-Zebîdî, Tâcü’l-Arûs: 22:90.
21 : bk. et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr: 10:128; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat: 2:161, 274; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ: 3:382, 4:84.
22 : “Yiyin, için, fakat israf etmeyin.” A’râf Sûresi, 7:31.
(HAŞİYE-6) : Yani, vücuda en muzır, dört beş saat fasıla vermeden yemek yemek, veyahut telezzüz için mütenevvi yemekleri birbiri üstüne mideye doldurmaktır.
23 : “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin.” Bakara Sûresi, 2:32.
Lügatler
acemî : göreve yeni başlamış
acip : hayret verici
acz : güçsüzlük
âdil : adaletli
ahali : halk
ahlâk-ı âliye-i Peygamberiye : Peygamberimizin yüce ahlâkı
ahlâk-ı seyyie : kötü ahlâk
âlâ : güzel, yüce, en üstün
âlem : dünya, evren
âlim : bilgin
amel-i uhreviye : âhireti kazanmak için yapılan amel, iş
Arabî : Hicrî takvime göre
arz-ı hâcet : ihtiyacını bildirme
âsâb : sinirler
âyet : Kur’an’da yer alan her bir cümle
âyet-i kerime : şerefli âyet, Kur’ân’ın herbir cümlesi
azîm : büyük
aziz : izzetler, aşağılığa tenezzül etmeyen kişi
bahillik : cimrilik
bedevî : çölde yaşayan, göçebe
belâ : büyük sıkıntı
bereket : bolluk
beşer : insanlık
beyan etmek : açıklamak
bilmecburiye : zorunlu olarak
binaen : dayanarak
bittecrübe : deneme yoluyla
câ-yı dikkat : dikkat çekici, ilginç nokta
câ-yı hayret : hayret verici, şaşırtıcı, hayret verici nokta
cehl : cahillik, bilgisizlik
celb etmek : çekmek
Cenâb-ı Hak : Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
cereyan etmek : meydana gelmek, gerçekleşmek
cihet : taraf, yön
civanmert : yiğit, mert
cüz’î : ferdî, az, sınırlı
dâhi-i meşhur : dehasıyla meşhur olmuş kişi
dair : ilgili, ait
darbımesel : atasözü
dâvâ : iddia
define-i hüsn-ü maişet : iyi geçim kaynağı
delâlet etme : delil olma, işaret etme
derk etmek : anlamak, algılamak
ders-i hikmet : hikmet dersi
düstur : kural
düstur-u hayat : hayat prensibi
edip : edebiyatçı
ehemmiyet : değer, önem
ehl-i gaflet : âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar
ehl-i hakikat : gerçeği bulup onun peşinden gidenler
ehl-i israf ve tebzîr : israf edenler, savurgan kişiler
ehl-i kalb : kalb ehli, manevî derecelere yükselen kişiler
ehl-i şükür : Allah’a karşı minnet duyan kişiler
ehl-i takvâ : takvâ sahipleri
ehl-i vicdan : vicdan ve merhamet sahibi kimseler
elem : acı, keder
elhasıl : kısaca, özetle
elif : Arap alfabesinin ilk harfi
emâret : amirlik, yöneticilik
envâ : türler, çeşitler
envâ-ı niam-ı İlâhiye : İlâhi nimetlerin çeşitleri
ezcümle : meselâ, örneğin
fakr : fakirlik
fakr u zaruret : yoksulluk ve çaresizlik
fakr-ı hal : fakirlik
farz etme : var sayma
fasıla : ara
Fâtır-ı Hakîm : her şeyi hikmetle ve üstün sanatıyla benzersiz olarak yaratan Allah
Fesübhânallah : “Allah’ı her türlü kusur, ayıp ve eksiklerden tenzih ederim” anlamında bir hayret ifadesi
fevkinde : üstünde
feylesof : filozof, felsefe bilgini
fıtrî : doğal
gayr : başkası
gayr-ı meşru : helâl olmayan, dine aykırı
gayr-ı zaruri : zarurî ve mecburî olmayan, kendisine fazlaca ihtiyaç duyulmayan
gedâ : fakir
geven : dikenli bir tür çalı
hâcât : ihtiyaçlar
hâcât-ı zaruriye : zorunlu ihtiyaçlar
hâcet : ihtiyaç
had ve hesaba gelmemek : sonsuz ve sınırsız olmak
hadis : Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış
hadise : olay
hadis-i şerif : Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış
hadsiz : sınırsız
hakikat : asıl, esas, gerçek mahiyet, doğru gerçek
hakikî : gerçek, asıl
hâkim : hükmeden, idaresi altında tutan
hâlet : durum, hal
Hâlık-ı Rahîm : bütün varlıkların yaratıcısı olan, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah
haram : Allah ve Resulü tarafından kesin olarak yasaklanmış şey
hararet : ısı
hasâret : zarara uğramak
haslet : huy, karakter
haslet-i memdûha : övülmüş ve methedilmiş özellik
hasretme : sadece belli şeylere odaklanma
hâşâ : asla
hat : yazı
hatıra-i hakikat : hakikate ulaşma yönünde yaşanmış bir hatıra
hayat-ı ebediye : ebedî ve sonsuz hayat, âhiret hayatı
hayat-ı içtimaiye : toplumsal hayat
haybet : elindekilerden mahrum kalmak, kaybetmek
hayır : iyilik, faydalı ve sevaplı amel
haysiyet : itibar, onur
hayvânât : hayvanlar
Hazret-i Gavs : Abdülkadir-i Geylânî (k.s.)
Hazret-i Gavs-ı Âzam Şeyh Geylânî : Abdül Kâdir-i Geylânî (k.s.)
helâl : dinen yapılmasına ve yenmesine izin verilen şey
hısset : cimrilik
hikmet : fayda, gaye
hikmet-i İlâhiye : Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye
hususan : özellikle
hücre : oda
hükema : filozoflar
hürmet etmek : saygı göstermek
iftikar : fakirliğini gösterme
ihlâs : ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme
ihlâs-ı tâmme : tam bir ihlâs ve samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme
ihsan : bağış, iyilik, lütuf
ihsas ettirmek : hissettirmek
ihtilâl : karışıklık
ihtiram : saygı gösterme
ihtisar : azaltma, özetleme
ihtiyar : dileme, istek, irade
ihtiyare : yaşlı kadın
İkinci Harb-i Umumi : İkinci Dünya Savaşı
ikram : bağış, ihsan
iktidar : güç ve kuvvete sahip olma
iktifa etmek : yetinmek
iktisar : sınırlandırma, daraltma
iktisat : tutumluluk
iktisatsız : savurgan, tutumlu olmayan
ilm-i tıb : tıp bilimi
intaç etmek : netice vermek, doğurmak
ispat etmek : kanıtlamak
israf : savurganlık
isrâfât : israflar, savurganlıklar
istiğnâ etmek : eldekini yeterli bulup başkasına ihtiyaç duymamak, tokgönüllülük
istihfaf : hafife alma
istimal etmek : kullanmak
istinsah etmek : el ile yazarak çoğaltmak
istiskal : hor görme, küçümseme
iştihâ-yı hakikî : gerçek iştah özelliği
iştihâ-yı kâzibe : yalancı iştah
itibarıyla : açısından
ittiham etmek : suçlamak
izzet : değer, itibar, şeref, yücelik
kâfi : yeterli
kaide : kural, prensip
kâinat : evren
kanaat : kısmetine razı olma, elindekiyle yetinmek
kanaatkâr : kısmetine razı olan
kanaatkârâne : kısmetine razı olarak, yetinerek
kanaatsizlik : elindekiyle yetinmeme
kat’î : kesin
kemâl-i kerem : tam ve mükemmel cömertlik keyfiyet : özellik, nitelik
kemâl-i lezzetle : tam bir lezzet olarak
kerâmât-ı harika : Allah’ın ikramı olan olağan üstü şeyler
keramet : Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hal ve hareket
keramet-i Gavsiye : Seyyid Abdülkadir Geylâni’nin kerâmeti
keramet-i iktisadiye : tutumlu olmanın ortaya çıkardığı keramet
kıyas etmek : karşılaştırmak
kuvve-i zâika : tad alma duyusu
külfetsiz : zahmetsiz
lâtif : güzel, hoş
lem’a : parıltı
leziz : lezzetli
lezzet-i nimet : nimetin lezzeti
lillâhilhamd : ne kadar hamd ve şükür varsa ve olmuşsa, hepsi Allah’a aittir
lisan : dil
lisan-ı hal : hal ve beden dili
maden-i hasâret : hüsrana uğrama kaynağı
mahrum : yoksun
mahsulât : ürünler
maişet : geçim
maksud : istenilen, hedef alınan şey
mâkûsen mütenasip : ters orantılı
mânâ : anlam
mânen : mânevî olarak
mânevî : maddî olmayan
mânevî tevatür : yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan toplulukların bir haberi aktarması veya aktarılırken susmak suretiyle doğruluğunu tasdik etmesi
marifet : bilme, ilim
mâruz kalma : uğrama, hedef olma
mâsadak : bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı
matbah : mutfak
mazhariyet : elde etme, üzerinde gösterme
meâl : anlam
mecbur : zorunlu
medar : dayanak noktası, kaynak
medar-ı hüsn-ü maişet : güzel geçinme kaynağı
medar-ı ibret : ibret vesilesi
medar-ı muhabere : haberleşme vasıtası
medar-ı rahat : rahatlık sebebi
medar-ı sıhhat : sağlıklı olmanın kaynağı
menâbi-i servet : zenginlik kaynakları
menfaat : fayda, yarar
menhus : uğursuz, kötü
merdâne : mert kişiye yakışır şekilde
merhum : rahmete kavuşmuş, vefat etmiş
merkez-i vücut : vücudun merkezi
meşakkat : güçlük, zorluk
meşhur : bilinen
meşru : yasak konulmayan, dine uygun
mevsuk : güvenilir ve sağlam kişi
mezkûr : adı geçen
minnet : iyilik karşısında kendini borçlu hissetmek
misal : görünüm
mizan : ölçü, denge
muavenet : yardım
mugaddî : gıdalı, besleyici
muhalif : aykırı hareket eden, zıt, ters düşen
muhterem : hürmete lâyık
mukabil : karşılık
mukaddesât-ı diniye : dinde mukaddes, kutsal sayılan şeyler
muktesit : iktisatlı, tutumlu
muntazam : düzenli
muntazırâne : beklenti içinde
murdar : pis, kirli, haram
musırrâne : ısrarlı bir şekilde
mutemed : güvenilir, emin kimse
muvaffakiyetsizlik : başarısızlık
muvafık : uygun
muvazene : denge
muzır : zararlı
muztar : çaresiz, zorda kalan
mübarek : bereketli, hayırlı
mübezzir : lüzumsuz, gereksiz harcayan
müfettiş : denetleyici
mühim : önemli
mükerrer : tekrarlanan
mülevves : kirli, pis
münasebet : bağlantı, ilgi
mürâât etmek : gözetmek, dikkate almak
müsavi : eşit
müsrif : israf eden, savurgan
müstahsil : üretici
müstakim : dosdoğru olan
müstehak : hak etmiş
müstehlik : tüketici
müstensih : el ile yazıp çoğaltan
müşahede etmek : gözlemlemek
mütemadiyen : sürekli olarak
mütenevvi : çeşit çeşit, çeşitli
nakletme : aktarma
namus : şeref, iffet
namzet : aday
nâstan istiğnâ : insanlara ihtiyaç duymama
nazdar : nazlı
nâzır : bakan, gözetici
nazikâne : nazik bir şekilde, kibarca
nefis : insanı kötülüklere yönelten duygu, bir kimsenin kendisi
nefyedilen : sürülen, sürgün edilen
nehy-i sarih : açık bir şekilde yasaklama
netice : son, sonuç
netice vermek : sonuçlanmak
nev’i : çeşit, tür
nev-i beşer : insanlar
nimet : iyilik, lütuf
nimet-i İlâhiye : Allah’ın nimeti
nizam-ı hikmet-i İlâhiye : Cenâb-ı Hakkın hikmetle bu âleme yerleştirdiği düzen
noksaniyet : noksanlık, eksiklik
Nuşirevân-ı Âdil : adaletiyle ün salmış meşhur, eski bir İran Sâsânî Hükümdarı
nükte : ince ve derin anlamlı söz
nüsha : yazılı hale getirilen eser
okka : 1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü risale : kitap
rahat-ı hayat : rahat yaşama
rahmet-i İlâhiye : Allah’ın sonsuz şefkat ve merhameti
reis : başkan
rızk : yiyecek ve içecek şeyler, gıda
rızk-ı helâl : helâl rızık
rızk-ı mecazî : asıl olmayan, gerçek olmayan rızık
ribâ : faiz
rikkat : acıma, yufka yüreklilik
rikkat-i cinsiye : insanın kendi cinsinden olana acıması
riyâ : gösteriş, başkalarına iyi görünme
riyazat : manevî ilerleme için gerçekleştirilen eğitim
Rûmîce : Rûmî takvime göre
sa’y : çalışma
sabık : geçen, önceki
sahrâ : çöl
sahrânişin : çölde oturan, bedevî
sakil : ağır
sarahat : açıklık
sarf etmek : harcamak
sebeb-i bereket : bolluk ve bereket sebebi
sebeb-i izzet : şeref ve üstünlük sebebi
sebeb-i izzet ve kemâl : değer, itibar ve olgunluk sebebi
sebeb-i meşakkat : zorluk sebebi
sebeb-i ref-i bereket : bereketin ortadan kalkmasının sebebi
sefalet : perişanlık, yoksulluk
sefillik : yoksulluk
sehâvet : cömertlik
semiz : besili, iri, büyük
Sene-i İktisat : İktisat Yılı
sû-i ihtiyar : iradeyi kötüye kullanma
sû-i istimâlât : eldeki nimetleri kötüye kullanma
sukut etmek : alçalmak, düşmek
sun’î : uydurma, yapmacık
suret : biçim, görünüş, şekil
sureten : görünüşte
Şâban-ı Şerif : hicri ayların sekizincisi ve mübarek üç ayların ikincisi olan değerli ve şerefli Şâban ayı
şâkir : şükreden
şehadet : şahitlik
şekvâ : şikâyet
şevk : şiddetli arzu ve istek
şifa : iyileşme, sağlıklı olma
şükr-ü mânevî : mânevî şükür
şükür : teşekkür etme, Allah’a karşı minnet duyma
taahhüd-ü Rabbânî : Allah’ın bütün varlıkların ihtiyaçlarını kendi idaresi altına alma garantisi
taahhüt etmek : garanti vermek
taam : yemek, yiyecek
tahribat : tahripler, yıkımlar
tahsil etmek : elde etmek, kazanmak
tamahkârâne : aç gözlü bir şekilde
tarih-i telif : bir eserin yazılma tarihi
tebzîr : israf, saçıp savurma
tedennî etmek : alçalmak, gerilemek
teellüm : elem ve acı çekme
tefsir : Kur’ân ayetlerinin çeşitli yönleriyle yorumlanması
tekebbür : büyüklenme
telâkki etmek : algılamak
telezzüz : lezzet alma, lezzetlenme
telif : yazma
tenakus etmek : noksanlaşmak, eksilmek
tenevvü-ü et’ime : yemeklerin çeşitliliği
terakki etmek : ilerlemek, gelişmek
terbiye : eğitim
tesadüf : rastlantı
teshilât : kolaylaştırmalar
tesirat : tesirler, etkiler
teskin etme : sakinleştirme, rahatlatma
tesmiye edilen : isimlendirilen
teşcî etmek : cesaretlendirmek
tevafuk : uygunluk
tevazu : alçakgönüllülük
teveccüh etmek : yönelmek
teveccüh-ü nâs : insanların teveccühü, ilgisi
tevfik-i hareket : uygun hareket
tevil etmek : yorumlamak
teyid eden : destekleyen
tezellül : alçalma
tiryaki : tutkun, bağımlı
ulema : âlimler
ulvî : yüce
umum : bütün
ümera : amirler, yöneticiler
üstad : hoca, öğretmen
vahîm : korku ve dehşet verici
vakar : ağırbaşlılık
vakıa : olay
vakıat : olaylar, hadiseler
valide : anne
vasıta : araç
vasıtasıyla : aracılığıyla
vazife-i şükrâniye : şükür görevi
vaziyet : durum, hal
vaziyet-i kanaatkârâne : kanaatkâr bir durum
vesika : belge
zaafiyet : zayıflık, güçsüzlük
zâhiren : dış görünüş itibariyle
zâhirî : dış görünüşte
zahmet : zorluk
zaruret : zorunluluk
zarurî : zorunlu
zat : kişi
zekâvet : zeki oluş
zîhayat : canlı
zillet : hor, hakir, aşağılanma
ziyade : çok, fazla


  • İhsan Atasoy, RİSALE-İ NUR
  • 7 Şubat 2015 tarihinde eklendi.
  • tarafından eklendi.
  • İktisad Risalesi-19.Lem'a için yorumlar kapalı
  • 1.792 kez görüntülendi

RİSALE-İ NUR

Sitemizde sanatçıya ait toplam 50 eser bulunmaktadır. Sanatçının sayfasına gitmek için tıklayın.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.