Mustafa Demirci-Hüzün Yılı
M.S. 619 yılında, boykotun kaldırılmasından kısa bir süre sonra Peygamber (s.a.v.) büyük bir kayıpla, karısı Hatîce’nin ölümüyle üzüntüye boğuldu. Hatîce yaklaşık altmışbeş, kendisi ise elli yaşlarındaydı. Yirmibeş yıl ahenkli ve mutlu bir evlilik yaşamışlardı. Hatîce, Peygamber (s.a.v.)’in sadece karısı değil, aynı zamanda onun en yakın arkadaşı, danışmanı ve Ali ve Zeyd dahil tüm ailesinin annesiydi. Dört kızı annelerinin ölümüne çok üzülmüşlerdi. Fakat Peygamber (s.a.v.) onları, Cebrâîl’in bir keresinde gelip, Hatîce (r.a.)’ye Rabbinden selam getirdiğini ve Cennet’te ona bir döşek hazırladığı müjdesini verdiğini söyleyerek teselli etti.
Hatîce (r.a.)’nin ölümünü, aslında daha küçük, fakat dışarıda büyük etkiler uyandıran bir kayıp daha izledi. Ebû Tâlib hastaydı ve ölümünün yakın olduğu durumundan belliydi. Ölüm yatağında bir grup Kureyşli lider -Utbe, Şeybe, Abdu Şems’ten Ebû Süfyân, Cumah’tan Ümeyye, Mahzûm’dan Ebû Cehil ve diğerleri- onu ziyaret ettiler ve ona şöyle dediler: “Ebû Tâlib, seninle gurur duyduğumuzu biliyorsun; şimdi ise başına bu hastalık geldi ve biz senin için korkuyoruz. Yeğeninle bizim aramızda geçenleri biliyorsun. Onu yanına çağır, bizden ona bir hediye ver ve o bizi, biz de onu rahat bırakalım. Bizi dinimizle barış halinde bıraksın” dediler. Bunun üzerine Ebû Tâlib Peygamber (s.a.v)’e “halkının soyluları seninle anlaşmak istiyorlar” dedi. Peygamber (s.a.v.): “Peki öyle olsun bana bir tek söz verin, tüm Arap ve İranlıları yönetiminiz altına alabileceğiniz bir söz” dedi. Ebû Cehil: “Babanın üzerine yemin ederim ki, bu karşılıklar için bir değil, on söz veririz” dedi. Peygamber (s.a.v.): “Allah’tan başka tanrı yoktur” demelisiniz ve O’ndan başka taptığınız her şeyden vazgeçmelisiniz” dedi. Ellerini çırptılar ve : “Ey Muhammed (s.a.v.), tanrıları bir tek tanrı mı yapacaksın? Senin teklifin gerçekten çok acaip” dediler. Kendi kendilerine: “Bu adam istediğimiz hiçbir şeyi bize vermeyecek, o halde kendi yolumuza gidelim ve Allah onunla bizim aramızda hükmünü verinceye dek babalarımızın dinine uymaya devam edelim” dediler.
Onlar gittikten sonra Ebû Tâlib, Peygamber (s.a.v.)’e “Ey kardeşimin oğlu, gördüğüm kadarıyla sen onlardan kötü bir şey istemedin” dedi. Bu kelimeler Peygamber (s.a.v.)’in kalbini amcasının Müslüman olması isteğiyle doldurdu. “Amca”, dedi, “O kelimeleri söyle ki, Mahşer gününde senin için şefaat edebileyim.” Ebû Tâlib: “Ey kardeşimin oğlu, eğer Kureyşlilerin bu kelimeleri ölüm korkusuyla söylediğimi zannedeceklerini bilmeseydim, onları söylerdim. Söylediklerimle seni de memnun ederdim” dedi. Ölüm Ebû Tâlib’e yaklaştığında, Abbâs dudaklarının kıpırdadığını gördü ve kulağını dudaklarına yaklaştırdı. “Kardeşim, senin ona söylediğin kelimeleri söyledi” dedi. Fakat Peygamber (s.a.v.): “Ben duymadım” dedi.
Korunması olmayanların Mekke’deki durumları gittikçe kötüleşiyordu. Peygamber (s.a.v.)’e tabi olmadan önce Ebû Bekir (r.a.) çok nüfuzlu bir adamdı, fakat Ömer (r.a.) ve Hamza (r.a.) gibi sert ve hiddetli değildi. Bu yüzden, onun manevî gücünü görenlerden başkasında korku uyandırmıyordu. İslâm, onunla Kureyşliler arasına girdiğinde ise, Mekkeliler arasındaki tüm nüfûzu kayboldu. Fakat buna paralel olarak mü’minler arasındaki nüfûzu arttı. Ebû Bekir, birçok kişinin Müslüman olmasına neden olduğu için müşriklerin özel düşmanlığını üzerine çekiyordu. Hatîce’nin üvey kardeşi Nevfel’in oğlu Esved (r.a.)’in Müslüman olmasına da Ebû Bekir vesile olmuştu. Bu yüzden Nevfel, Ebû Bekir ve Talha üzerine bir saldırı düzenledi ve onları yaralı bir şekilde yolun ortasına bıraktı. Teym kabilesinden hiç kimse Esedlilerin bu saldırısına karşı çıkmadı. Bu da Müslüman olan iki ileri gelen adamlarını kendi kabilelerinden dışladıklarını gösteriyordu.
Bundan daha kötü olaylara da rastlanıyordu. Ebû Bekir’in Bilal’in eski sahibi ve aralarında yaşadığı Cumah’ın lideri olan Ümeyye ile arası gittikçe kötüleşiyordu. Bu yüzden göç etmekten başka seçeneği olmadığını fark etti, Peygamber (s.a.v.)’den Habeşistan’a gitmek için izin istedi ve yola koyuldu. Fakat Kızıl Deniz’e ulaşmadan önce, Kureyşlilerin müttefiki olan ve Mekke’den biraz uzakta yaşayan bir grup kabilenin başkanı olan İbnu’d-Duğunne ile karşılaştı: Bu bedevî lider, şimdi gezgin bir münzeviyi andıran Ebû Bekir’i zengin ve nüfuzlu olduğu dönemlerden beri tanıyordu. Bu değişikliğin sebebini soran bedevîye Ebû Bekir: “Halkım bana kötü davrandı ve beni dışarıya sürdü, şimdi benim tek yapacağım şey Allah’a ibadet ederek yeryüzünde dolaşmaktır” dedi. “Bunu neden yaptılar?” dedi İbnu’d-Duğunne. “Sen kabilenin ileri gelen tüccarlarından biriydin, herkese yardım eder, hakkı korur ve doğruluktan ayrılmazdın. Geri dön, çünkü sen benim korumam altındasın.” Onu Mekke’ye geri götürdü ve topluluk önünde: “Ey Mekkeliler! Ben Ebû Kuhâfe’nin oğlunu korumam altına alıyorum, ona iyilikten başka bir şey yapılmasına izin vermeyin” dedi.
Kureyşliler onun korumasını kabul ettiler ve Ebû Bekir’in emniyette olacağına söz verdiler. Fakat Beni Cumahlılar, İbnu’d-Duğunne’ye: “Ona Rabbine duvarlar arasında ibadet etmesini, duyulmadan ve görülmeden namaz kılıp Kur’ân okumasını söyle. Çünkü onun görünüşü çok etkileyici, kadınlarımızı ve oğullarımızı saptırmasından korkuyoruz” dediler. İbnu’d-Duğunne bunları Ebû Bekir’e iletti ve Ebû Bekir belli bir süre evinde namaz kılıp Kur’ân okudu. Bu süre içinde Beni Cumahlılarla ilişkisi düzeldi. Ebû Tâlib’den sonra Hâşimîlerin başına Ebû Leheb geçti. Fakat Ebû Leheb’in yeğenini koruması sadece sözde kalıyordu ve Peygamber (s.a.v.)’e her zamankinden daha kötü davranılıyordu. Bir gün evinin önünden geçen bir adam kapısını açtı ve yemek kabının içine kokmuş sakatat attı. Bir keresinde de, evinin bahçesinde namaz kılarken adamın biri üstüne kan ve pislik dolu bir işkembe attı. Peygamber (s.a.v.) onu atmadan önce bir sopanın ucuna taktı ve kapının önünden: “Ey Abdu Menâf oğulları, bu ne biçim korumadır?” diye bağırdı. İşkembeyi atanın, Rukiyye’nin kocası Osman’ın üvey babası olan Şems’li Ukbe[84] olduğunu görmüştü. Eve döndüğünde kızlarından biri onu hem yıkayarak temizliyor, hem de ağlıyordu. “Ağlama küçük kızım” dedi, “Allah babanı koruyacak.”
Bu olaydan sonra Peygamber (s.a.v.) Taif’te yaşayan Sakif’lilerden yardım istemeye karar verdi. Bu karar onun Mekke’deki durumunun ne kadar kötü olduğunu göstermektedir. Allah’ın Evi ile eşdeğer gördükleri Lât putunun koruyucuları olan Taiflilerden ne beklenebilirdi? Taif’te de Mekke’de olduğu gibi istisna kişiler bulunabilirdi. Bu yüzden, Peygamber (s.a.v.) yeşil otlaklar, meyve bahçeleri ve ekin tarlalarıyla etrafı çevrili Taif’e giderken ümitsiz değildi. Oraya vardığında Sakif’in lideri olan Amr İbn Umeyye’nin evine gitti. Amr İbn Umeyye, Velîd’in kendisinin Taif’teki eşdeğeri olduğunu söylediği adam ve “İki şehrin iki büyük adamı)nın ikincisi”ydi. Fakat Peygamber (s.a.v.) onlara İslâm’ı tebliğ edip, düşmanlarına karşı korunma istediğinde içlerinden biri hemen: “Eğer Allah seni gönderdiyse, Kâ’be’de asılı olanların hepsini aşağıya indiririm” dedi. Bir diğeri: “Allah senden başka gönderecek adam bulamadı mı?” Üçüncüsü: “Seninle konuşamam! Çünkü eğer sen söylediğin gibi Allah’ın Rasûlü isen, benim hitap edemeyeceğim kadar yücesin; ve eğer yalancı isen seninle konuşmam uygun olmaz” dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) belki de Taifli başkalarını denemek üzere onlardan ayrıldı. O ayrılır ayrılmaz Sakifliler çocuklarını ve kölelerini onun üzerine saldılar ve onunla alay edip bağırdılar. O denli büyük bir kalabalık toplandı ki Peygamber (s.a.v.) özel bir bahçeye sığınmak zorunda kaldı. O, içeri girdikten sonra kalabalık dağılmaya başladı, devesini bir hurma ağacına bağlayarak bir asmanın gölgesine sığındı. Kendini güvenlik ve barış içinde hissedince şöyle dua etti: “Allah’ım insanlar karşısındaki zayıflığımı, güçsüzlüğümü ve çaresizliğimi sana söylüyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi, sen zayıfların Rabbisin. Ve sen benim Rabbimsin. Beni kimin ellerine emanet ediyorsun? Bana kötü davranan yabancı birinin ellerine mi? Yoksa bana karşı silahlandırdığın bir düşmana mı? Buna aldırmam, yeter ki, senin gazabın olmasın. Fakat senin yardımın benim için daha geniş ve daha rahattır! Tüm karanlıkları aydınlatan ve bu dünyayı da âhireti de düzene sokan Nûr’una sığınıyorum. Yeter ki senin kızgınlık ve gazabın üzerime olmasın. Dilediğine yardım etmek senin elindedir. Senden başka güçlü ve kuvvetli yoktur.”
Peygamber’in sığındığı yer göründüğü gibi boş değildi. Her Kureyşli zengin olup, Mekke’nin sıcak günlerinde serinlemek için Taif’ten yeşil bir bahçe satın almak isterdi. Peygamber (s.a.v.)’in sığındığı bahçe Sakif’lilerin değil, Şemş’li lider Utbe ile Şeybe’nin malıydı. İkisi de olanları görmüş ve Sakiflilerin bir Kureyşliye böyle davranmasına öfkelenmişlerdi. Çünkü Muhammed (s.a.v.) de kendileri gibi Abdu Menâf oğullarındandı. Aralarındaki mesele henüz kapanmamıştı, onu son olarak Ebû Tâlib’in ölümünde görmüşlerdi ve şimdi ne kadar korumasız olduğunu görüyorlardı. Biraz cömertlik yapıp Hıristiyan köle Addâs’ı çağırdılar ve ona: “Şuradan birkaç salkım üzüm al, tabağa koyup, şu adama ver” diye emrettiler. Addâs emredilenleri yaptı. Peygamber (s.a.v.) üzümden alırken: “Allah’ın adıyla” dedi. Addâs merakla onun yüzüne baktı ve: “Bu sözler, bu ülke halkının söylediği sözlerden değil” dedi. Peygamber (s.a.v.) “Nerelisin?” ve “Hangi dindensin?” diye sordu. Addâs: “Ben Hıristiyanım ve Ninova’lıyım” dedi. Peygamber (s.a.v.) “Yani doğruluk timsali Metta’nın oğlu Yûnus’un şehrindensin” dedi. “Sen Metta’nın oğlu Yûnus’u nereden biliyorsun?” diye sordu Addâs. Peygamber (s.a.v.): “O benim kardeşimdir. O peygamberdi, ben de peygamberim” cevabını verdi. Bunun üzerine Addâs onun başını, ellerini ve ayaklarını öptü.
Bunu görünce iki kardeş aynı anda bağırdılar: “Bu köle de fazla oldu! Hemen ona kapıldı!” Addâs, Peygamber’den (s.a.v.) ayrılıp yanlarına gelince: “Yazıklar olsun sana Addâs!
Neden o adamın başını, ellerini ve ayaklarını öptün?” dediler. Onlara şu cevabı verdi: “Ey sahibim! Dünyada bu adamdan daha değerli bir şey yok. Bana sadece bir Peygamber (s.a.v.)’in bileceği şeyler söyledi.” “Yazıklar olsun sana Addâs!” dediler, “onun seni zehirlemesine izin verme.”
Peygamber (s.a.v.) Sakiflilerden bir şey elde edemeyeceğini anlayınca Taif’ten ayrıldı ve Mekke’ye doğru yola koyuldu. O gece geç saatte Nahle vadisine ulaştı. Nahle Mekke ile Taif’in tam ortasındaydı. Tam peygamberliğinin reddedildiğine inandığı bir anda, çok uzaklardan, Ninova’dan gelen bir adam onun peygamberliğini kabul etmişti. Nahle’de namaz kılarken, okunan Kur’ân’ı duyan bir grup cin -Nesibîn’den gelen yedi cin- yanında Kur’ân’ı dinlemeye koyuldular. Peygamber (s.a.v.) sadece insanlara gönderilmediğini biliyordu. Kısa bir süre önce gelen vahiy bunu te’yid ediyordu: “Biz seni âlemler için yalnızca bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ: 107) Daha önce indirilen sûrelerden (Rahmân) birinde de hem insanları, hem de cinleri, cennet ve cehennemle korkutmak için gönderildiği bildiriliyordu. Yeni gelen bir âyette de:
“De ki: ‘Bana gerçekten şu vahyolundu: Cinlerden bir grup dinleyip de şöyle demişler:- Doğrusu biz, (büyük) hayranlık uyandıran bir Kur’ân dinledik. O (Kur’ân), gerçeğe ve doğruya yöneltip iletiyor. Bu yüzden de biz ona iman ettik. Bundan böyle Rabbimize hiç kimseyi ortak koşmayacağız.” (Cin: 1-2)
Başka bir sûrede (Ahkaf: 30-1) de cinlerin nasıl kendi toplumlarına gidip, onları Allah’ın Peygamberi’ne (s.a.v.) itaate çağırdıkları anlatılır.
Peygamber (s.a.v.) iki gün kadar önce kendisini evinden ayrılmaya zorlayan şartlara geri dönmek istemiyordu. Eğer bir koruyucusu olsa görevini daha iyi yerine getirebilirdi. Beni Hâşim onu korumuyordu, bu yüzden o da annesinin kabilesine sığınmaya karar verdi. Annesinin kabilesinde durum biraz farklıydı, çünkü Zühre kabilesinin en etkili ve ileri gelen adamı aynı kabileden olmayan ve Taif’ten gelen Ahnas İbn Şerîk idi. Uzun süreden beri Zühre’nin müttefiki olduğu için, Zühreliler onu başkanları olarak kabul ediyorlardı. Peygamber (s.a.v.) ondan yardım istemeye karar vermişti. Yolu üzerinde, kendinden daha hızlı giden bir atlıya rastladı ve ondan Ahnas’a şöyle bir mesaj gönderdi: “Muhammed (s.a.v.) dedi ki: Allah’ın mesajını insanlara aktarabilmem için beni koruman altına alır mısın?” Atlı o denli hızlıydı ki Peygamber (s.a.v.) oraya ulaşmadan olumsuz cevabı geri dönerek iletti. Ahnas, sadece bir müttefik olduğunu ve kabilenin üstüne bir koruma yüklemeye hakkı olmadığını bildiriyordu. Mekke’den çok uzakta olmayan Peygamber (s.a.v.) aynı ricayı Süheyl’e gönderdi. Onun cevabı da aynı şekilde ümit kırıcıydı, fakat öne sürdüğü sebebin İslâm’a karşı çıkışıyla ilgisi yoktu; kabilelerarası bir meseleye yol açmak istemiyordu. Mekke vadisi içinde onun kabilesi diğerlerinden uzak bir konumdaydı, çünkü Luayy’ın[86] oğlu Amir’in soyundan geliyordu. Halbuki diğer bütün kabileler Kâ’b’ın soyundan geliyordu. Peygamber (s.a.v.) şehre girmekten vazgeçti ve ilk vahyin geldiği Hira mağarasına gitti. Oradan kendisine daha yakın olan ve boykotu kaldıran beş kişiden biri olan Nevfel’in şefi Mut’im’e haber gönderdi. Mut’im bunu kabul etti ve “Bırakın şehre girsin” diye haber gönderdi. Ertesi sabah oğulları ve yeğenleriyle silahlanmış bir şekilde, Muhammed (s.a.v.)’i Kâ’be’ye götürdü. Ebû Cehil onlara, Peygamber (s.a.v.)’in takipçileri mi olduklarını sordu. Onlar sadece: “Onu korumamız altına alıyoruz” dediler ve Mahzûmlu da: “Sizin koruduğunuzu biz de koruruz” demekten başka söyleyecek söz bulamadı.
Mustafa Demirci
Sitemizde sanatçıya ait toplam 50 eser bulunmaktadır. Sanatçının sayfasına gitmek için tıklayın.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.