Web sitemize hoşgeldiniz, 18 Aralık 2024
Beğen 2

Mustafa Demirci-Habeşistan

Muhâcirler Habeşistan’da iyi karşılandılar ve ibadetlerinde serbest bırakıldılar. Yanlarına aldıkları küçük çocukları saymazsak toplam seksen kişiydiler; fakat hepsi aynı zamanda hicret etmedi. Mekke’den ayrılma şekilleri gizli ve küçük gruplar halinde olmak üzere planlanmıştı. Eğer aileleri onların hicret ettiğini bilselerdi onları engelleyebilirlerdi. Fakat hicret o kadar gizli bir şekilde yapıldı ki hiç kimse tüm muhâcirler Habeşistan’a ulaşıncaya dek bir şey anlamadı. Olayın farkına vardıklarında, Kureyş liderleri onları kendi kontrollerinden uzakta, barış içinde bırakıp yeni ihtidaların (İslâm’a girenler) olmasına yardım etmemeleri gerektiğine karar verdiler. Bu nedenle hemen yeni bir plan yaptılar ve Habeşistanlıların en çok hoşuna giden şeylerden hediye etmek üzere topladılar. Onların herşeyden çok deri eşyalara değer verdiklerini duymuşlardı, bu yüzden Necâşî’nin bütün kumandanlarına yetecek kadar çok sayıda deri hazırladılar. Necâşî’nin kendisi için hazırlanan zengin hediyeler de vardı. Daha sonra aralarında elçi olmak üzere iki adam seçtiler, bunlardan biri Sehm kabilesinden Amr İbn’ül-As idi. Kureyşliler elçilere ne yapmaları gerektiğini bir bir anlattılar: Kumandanların hepsine teker teker gidecek, hediyelerini verip şöyle diyeceklerdi: “Halkımızdan bir grup deli erkek ve kadın bu krallığa sığındılar. Kendi dinlerini terk ettiler, sizin dininize de girmediler, fakat ne sizin ne bizim hiç duymadığımız yeni bir din ortaya koydular. Halkımızın soyluları bizi kralınıza gönderdi ve onları bize teslim etmenizi istiyorlar. Bu nedenle kralınıza bu konuyu açtığımızda bizi destekleyin, onları bize teslim etmesini ve onlarla hiç konuşmamasını tavsiye edin. Çünkü onlarla ilgili en iyi kararı kendi halkı verir.” Kumandanların hepsi bu konuda söz verdiler, iki elçi de Necâşî’nin hediyelerini götürüp, O’na muhâcirleri kendilerine teslim etmesi gerektiğini söylediler ve kumandanlara söylediklerini tekrarladılar. Konuşmalarının sonunda da şöyle dediler: “Halkının soyluları, onların amcaları, babaları ve akrabaları onların kendilerine teslim edilmesi için yalvarıyor”. Kumandanlar da oradaydı ve tek ses halinde Necâşî’ye sığınanların bu adamlara teslim edilmesi gerektiğini, çünkü onlarla ilgili en iyi kararı kendi akrabalarının verebileceğini söylediler. Fakat Necâşî memnun olmamıştı: “Hayır, Tanrı’ya andolsun; benim korumam altına sığınan, ülkemi yurt edinen ve herkese rağmen beni seçen bu adamları teslim etmeyeceğim! Onlarla konuşmadan ve bu adamların söylediklerinin doğru olup olmadığını öğrenmeden onları bırakmayacağım. Eğer bu adamlar doğru söylüyorsa onları teslim edeceğim, kendi adamları onlarla ilgilensin. Fakat eğer bunlar doğru değilse, onlar benim korumamı istedikleri sürece onları koruyacağım” dedi.
Daha sonra Peygamber (s.a.v.)’in arkadaşlarına haber gönderdi ve kutsal kitaplarıyla gelen rahiplerini topladı. Amr ve yanındaki diğer elçi Necâşî ile sığınanların görüşmesini engellemeye çalışıyorlardı. Çünkü bu karşılaşma geç anlaşılsa da onların aleyhineydi. Elçiler, Habeşistanlıların kendilerine ticârî ve politik sebeplerle hoşgörü göstermelerine rağmen, putperest oldukları için küçük gördüklerinin ve aralarında büyük bir engelin olduğunun farkında değillerdi. Habeşlilerin çoğu samimi Hıristiyanlardı; hepsi vaftiz edilmişlerdi, hepsi bir tek Allah’a inanıyor ve damarlarında kutsal şarap ve ekmek ayininde yediklerinin kanını taşıyorlardı. Bu nedenle onlar, kutsal ve putperest arasındaki ayrıma karşı duyarlıydılar ve Amr gibi bir adamın, putperestliğin kiri ile kirlenmiş olduğunun farkındaydılar. Bu yüzden, mü’minler Necâşî’nin taht odasını doldurduğunda, onlardaki kutsal samimiyet ve enginliğin farkına vararak şaşırdılar -En çok da Necâşî, bu durum karşısında etkilendi.- Gelenlerin, Kureyşlilerden çok kendilerine benzediğini gördüklerinde, rahiplerin arasında hayret belirten mırıltılar yükseldi. Bu benzerlik ve engin görünüşün yanı sıra mü’minlerin çoğunluğunu gençler oluşturuyordu; hepsinde de, güzel davranışlarının bir yansıması olan doğal bir güzellik vardı.
Muhâcirlerin hepsi zorunlu kaldıkları için hicret etmemişti. Osman’ın (r.a.) ailesi onunla uğraşmaktan vazgeçmişti; fakat yine de Peygamber (s.a.v.), onun gitmesine ve Rukiyye’yi de beraberinde götürmesine izin verdi. Onların varlığı muhâcirler topluluğuna bir güç kaynağı oluyordu. Onlara güç veren diğer bir çift de Ca’fer ve karısı Esmâ idi. Ebû Tâlib oğlu ve gelinini saldırılardan koruyordu, fakat muhâcirlerin güzel konuşan bir adama ihtiyaçları vardı, Ca’fer de akıcı konuşurdu. Kişiliği bakımından da çok etkileyiciydi. Peygamber (s.a.v.) ona bir keresinde: “Görünüşün ve karakterin bana benziyor” demişti. Peygamber (s.a.v.) muhâcirlere başkanlık yapması için Ca’fer’i (r.a.) görevlendirmişti; akıl ve etkileyicilikte onu Abdu’d-Dâr sülâlesinden, daha sonra Peygamber’in (s.a.v.) çok önemli bir görev vereceği genç bir adam olan Mus’ab izliyordu. Bunlardan başka göç edenler arasında Şemmas adında, annesi Utbe’nin kardeşi olan bir Mahzûm’lu genç de dikkati çekiyordu. “Papazlara gönüllü yardım eden” anlamındaki ismi ona şu nedenle verilmişti: Bir keresinde Mekke’ye papazlara yardım edecek olan genç ve yakışıklı bir Hıristiyan gelmişti. Güzelliğiyle genel bir beğeni kazanmıştı. Bunun üzerine Utbe, “Size bundan daha güzel bir Şemmas getireceğim” diyerek, kız kardeşinin oğlunu onlara göstermiş, o günden sonra da çocuğun adı Şemmas kalmıştı. Safiyye’nin oğlu Zübeyr ve Peygamber’in (s.a.v) kuzenlerinden birkaçı daha muhâcirler arasındaydı: Erva’nın oğlu Tulayb; Umeyme’nin iki oğlu Abdullah İbn Cahş ve Ümeyye sülâlesinden karısı Ümmü Habîbe ile beraber olan Ubeydullah; eşleriyle birlikte Berre’nin iki oğlu: Ebû Seleme ve Ebû Sabra. Bu ilk hicretle ilgili anlatılanların çoğu Ümmü Seleme’den aktarılmıştır.
Hepsi toplandığında Necâşî onlara şöyle dedi: “Ne bizim dinimize, ne de çevre ülkelerden birinin dinine uymadığınıza göre, sizi kendi halkınızdan ayrılmaya zorlayan bu din nedir?” Ca’fer ona cevap verdi: “Ey kral! Biz cehâlet içinde yüzen, putlara tapan, Allah adına kesilmemiş etleri yiyen, kötülük yapan ve güçlünün zayıfı ezdiği bir topluluktuk. Biz, Allah bize kendi aramızdan, soyunu bildiğimiz güvenilir bir elçi gönderene dek bu hal üzereydik. O bizi Allah’a çağırdı, O’nun birliğine inanmamız ve yalnızca ona ibadet etmemiz gerektiğini, bizim ve babalarımızın taptığı taş ve putlara tapmamamız gerektiğini öğretti. Bize doğru söylemeyi, verdiğimiz sözü tutmayı, akrabalık bağlarına ve komşu haklarına saygı göstermeyi, kötülüklerden ve kan dökmekten sakınmayı emretti. Biz bir tek Allah’a inanıyor, O’na ortak koşmuyoruz, O’nun yasakladıklarını haram, serbest bıraktıklarını helâl kabul ediyoruz. Bu yüzden halkımız bize karşı çıktı ve bizi dinimizden döndürmeye, tek Allah’a ibadeti bırakıp putlara tapmaya zorladı. Sizi diğerlerine tercih edip, bu ülkeye sığınmamızın sebebi bu; sizin korunmanız altında olmaktan memnunuz ve umuyoruz ki sizin yanınızda bize adaletsizlik yapılamaz”.
Saray tercümanları söylenenleri Necâşî’ye aktardılar. Necâşî daha sonra kendisine Peygamber’in (s.a.v.) getirdiği vahiyden bir bölüm okumalarını istedi. Bunun üzerine Ca’fer, Mekke’den ayrılmalarından kısa bir süre önce nazil olan Meryem Sûresi’nden bir bölüm okudu:
“Kitap’ta Meryem’i zikret. Hani O, ailesinden kopup doğu tarafından bir yere çekilmişti. Sonra onlardan yana (kendini gizleyen) bir perde çekmişti. Böylece ona rûhumuz (Cibrîl’i) göndermiştik. O da, düzgün bir beşer kılığında görünmüştü. Demişti ki: ‘Gerçekten ben, senden Rahmân (olan Allah)a sığınırım. Eğer takva sahibiysen (bana yaklaşma).’ Demişti ki: ‘Ben, yalnızca Rabbinden (gelen) bir elçiyim; sana tertemiz bir erkek çocuk armağan etmek için (buradayım).’
‘Benim nasıl bir erkek çocuğum olabilir? Bana hiçbir beşer dokunmamışken ve ben azgın-utanmaz (bir kadın) değilken’ dedi. ‘İşte böyle’ dedi. ‘Rabbin, dedi ki: – Bu benim için kolaydır. Onu insanlara bir âyet ve bizden bir rahmet kılmak için (bu çocuk olacaktır)’ Ve iş de olup bitmişti.” (Meryem: 16-21.)
Bu âyetleri dinlerken Necâşî de, rahipler de ağladılar, anlamları tercüme edildiğinde tekrar ağladılar ve Necâşî şöyle dedi: “Bu, İsâ’nın getirdiği ile aynı kaynaktan geliyor.” Ve Kureyşli elçilere dönerek: “Gidebilirsiniz; çünkü Tanrı’ya andolsun ki, onları size teslim etmeyeceğim; onlara ihanet edilmeyecek.” dedi.
Fakat kralın huzurundan ayrıldıklarında Amr, arkadaşlarına: “Yarın onlara, aralarında gelişen bu iyi ilişkileri bozacak bir şey söyleyeceğim. Onların Meryem oğlu İsâ’ya kul (köle) dediklerini söyleyeceğim” dedi. Ve ertesi sabah Necâşî’ye giderek: “Ey kral! Onlar Meryem oğlu İsâ hakkında büyük bir yalan uyduruyorlar, onları çağır ve İsâ hakkında ne düşündüklerini sor” dedi. Bunun üzerine Necâşî, mü’minlere haber gönderdi ve İsâ hakkında ne bildiklerini sordu; mü’minler, bunu duyunca tedirgin oldular. Çünkü, bu konuda fazla bilgileri yoktu. Hepsi bir araya gelip, bu soru sorulduğunda ne cevap vereceklerini tartıştılar. Oysa onlar Allah’ın bildirdiklerinden başkasını söyleyemeyeceklerini biliyorlardı. Kralın huzuruna geldiklerinde Necâşî onlara: “Meryemoğlu İsâ hakkında ne diyorsunuz?” diye sordu. Ca’fer (r.a.) cevap verdi: “Biz onun hakkında ancak Peygamberimizin getirdiğini biliriz ve O’nun, Allah’ın kulu, rasûlü, O’nun ruhu ve bâkire Meryem’e indirdiği kelimesi olduğuna inanırız.” Necâşî yerden bir parça tahta aldı ve: “Meryem oğlu İsâ, sizin söylediklerinizden sadece şu sopa kadar farklıdır” dedi. Kumandanların karşı çıkarak etrafında toplandıklarını görünce: “Sizin tüm karşı çıkmalarınıza rağmen” diye ekledi. Daha sonra Ca’fer ve arkadaşlarına dönerek: “İstediğiniz yere gidin; çünkü benim ülkemdeyken güvenliktesiniz. Dağlar kadar altın karşılığında bile sizin birinize zarar vermem” dedi. Mekkeli elçilere de bir el işareti yaparak yardımcısına: “Bu adamların, getirdikleri hediyeleri geri verin, çünkü onlara ihtiyacım yok” dedi. Amr ve diğer elçi Mekke’ye aşağılanmış bir halde döndüler.
O sırada Necâşî’nin, İsâ hakkında söyledikleri halkı arasında yayılmıştı. Halk Necâşî’yi dinden çıkmakla suçlayarak bir açıklama istiyordu. Bunun üzerine Necâşî, Ca’fer’e haber gönderdi ve onlar için gerekli olduğunda yola çıkmak üzere sandallar hazırlattı. Daha sonra bir parşömen aldı ve üstüne: “O, Allah’tan başka tanrı olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve rasûlü olduğuna, Meryem oğlu İsâ’nın da O’nun kulu, rasûlü, Meryem’e indirdiği kelimesi ve ruhu olduğuna şehâdet etti” diye yazdı. Bu parşömen parçasını cübbesinin altına gizledi ve halkın huzuruna çıktı. Onlara “Ey Habeşliler, sizin kralınız olmaya en layık olanınız ben değil miyim?” diye sordu. “Evet” dediler. “Peki benim yaşamım hakkında ne düşünüyorsunuz?” “O, yaşamların en güzeli”, cevabını verdiler. Necâşî: “Peki sizi tedirgin eden nedir?” diye sordu. “Sen bizim dinimizi terk ettin ve İsâ’nın bir kul olduğunu kabul ettin” dediler. “Peki İsâ hakkında siz ne diyorsunuz?” diye sordu. “Biz O’nun Allah’ın oğlu olduğuna inanıyoruz” dediler. Bunun üzerine Necâşî elini göğsüne, tam gizlenmiş olan parşömenin üstüne koyarak “bu”na inandığına şehâdet ettiğini söyledi. Halk “bu” kelimesiyle kendi söylediklerini kasdettiğini zannetti.[75] Bu yüzden memnun ve teskin olarak ayrıldılar, çünkü Necâşî’nin yönetiminden memnundular ve sadece te’min edilmek istiyorlardı. Necâşî tekrar Ca’fer’e (r.a.) haber gönderdi ve evlerine dönebileceklerini, eskisi gibi emniyet içinde yaşamaya devam edebileceklerini söyledi.


Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.