Mustafa Demirci-Kureyş’in İleri Gelenleri
Peygamber (s.a.v.)’ e tabi olanlar sürekli bir artış gösteriyordu; fakat yeni dine girenlerin hemen hemen hepsi ya köle, ya azatlı, ya da Mekke dışındaki Kureyşlilerden oluşuyordu. İslâm’a girenler Vadi Kureyşlilerden olsa bile, nüfûzlu bir aileden gelen, fakat kendileri nüfûzlu olmayan ve İslâm’a girişleriyle ailelerinin ve akrabalarının düşmanlığını üzerlerine çeken zayıf kişiler oluyordu. Abdurrahman, Hamza ve Erkam istisna idi; fakat onlar da lider konumunda olmaktan uzaktılar. Bu nedenle Peygamber (s.a.v.) içlerinden hiçbirinin, hatta amcası Ebû Tâlib’in bile kendisine uymaya yanaşmadığı Kureyş ileri gelenlerinden hiç olmazsa birkaçını kazanmak istiyordu. Eğer Ebû Cehil’in amcası Velîd gibi güçlü bir şahsiyetin -Velîd hem Mahzûmîlerin şefi, hem de Kureyş’in gayri resmî şefi idi- desteğini kazanırsa, davetini daha kolay bir şekilde yapabileceği inancındaydı. Velîd aynı zamanda diğer Kureyş liderlerine göre daha anlayışlı ve tartışmaya açık bir kimseydi ve bir gün Peygamber (s.a.v.) Velîd’le yalnız konuşabileceği bir fırsat buldu. Fakat onlar sohbete dalmış bir haldeyken, henüz İslâm’a girmiş kör bir adam yanlarından geçti; Peygamber (s.a.v.)’in sesini duyunca orada durup kendisine Kur’ân’dan bir bölüm okumasını rica etti. Biraz sabırlı olması ve uygun bir zaman beklemesi söylendiğinde kör adam o kadar ısrar etti ki, sonunda Peygamber hiddetlendi ve yüzünü çevirdi. Sohbeti yarıda kesilmişti; fakat bu bölünme hiçbir kayıba sebep olmadı, çünkü Velîd zaten, mesaja, ümitsiz denebilecek derecede kapalıydı. O anda şu sözlerle başlayan yeni bir sûre nâzil oldu:
“Surat astı ve yüz çevirdi; kendisine o kör geldi diye”
Vahiy şöyle devam ediyordu: “Fakat kendini müstağni (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan) gören ise, işte sen, onda ‘yankı uyandırmaya çalışıyorsun.’ Oysa, onun temizlenip arınmasından sana ne? Ama koşarak sana gelen ise, ki o ‘içi titreyerek korkar’ bir durumdadır, sen ona aldırış etmeden oyalanıyorsun.” (Abese: 5-10).
Bundan kısa bir süre sonra Velîd kendini beğenmişliğini şu sözlerle ortaya koyuyordu: “Ben Kureyş’in en üstünü ve şefi olduğum halde, bana gelmiyor da Muhammed’e vahiy geliyor? İkimiz de iki şehrin iki büyüğü olduğumuz halde o ne bana ne de Sakîf’in reisi Ebû Mes’ud’a gelmiyor da ona mı geliyor?” (Zuhruf: 31). Ebû Cehil’in karşı çıkışı ise daha az cüretli fakat daha tutkulu idi. “Biz ve Abdu Menâf oğulları aramızda şeref konusunda yarış ederiz. Onlar başkalarını doyururlar ve korurlar, biz de aynısını yaparız. Onlar verirler, biz de onlarla aynı yarışta burun buruna giden atlar gibi eşit oluncaya dek veririz. Şimdi onlar “Bizim adamlarımızdan biri Peygamber’dir, ona gökten vahiy geliyor” diyorlar. Biz onun bir eşini ne zaman elde edeceğiz? Tanrı’ya andolsun ona hiçbir zaman inanmayacağız ve onun gerçeği söylediğini kabul etmeyeceğiz.” Şems’li Utbe’nin tutumu daha az olumsuzdu, fakat değerlendirmede onlarla aynı hataları yapıyordu. Çünkü onun ilk düşüncesi ‘eğer Muhammed gerçekten peygamberse ona uyulmalıdır’ değil, onun Peygamberliği Abdu Menâf oğullarına şeref getirecek’ olmuştur. Bir gün Ebû Cehil bu konudaki kızgınlığını belirterek Utbe’ye: “Ey Abdu Menâf oğulları, işte sizin Peygamber’iniz var” dediğinde Utbe şiddetle şu karşılığı verdi: “Biz bir krala veya bir peygambere sahip olduğumuz için siz gücenmek zorunda mısınız?” Buradaki kral kelimesi Kusayy için kullanılıyor ve Mahzûmîlere, Abdu Menâf’ın Kusayy’ın oğlu olduğu, halbuki Mahzûm’un sadece Kusayy’ın yeğeni olduğu hatırlatılmak isteniyordu. Peygamber (s.a.v.), bu söylenenleri duyacak kadar yakındaydı, hemen yanlarına geldi ve onlara “Ey Utbe! sSn ne Allah, ne de onun rasûlü için tartışıyorsun. Sana gelince ey Ebû Cehil, sana bir felâket gelecek ve sen çok ağlayıp az güleceksin.” (Tab. 1203,3.).
Kureyş’in çeşitli boyları arasında rekâbet sürüyor ve en güçlü olanlar sürekli değişiyordu. O zamanlar en güçlü iki boy Abdu Şems ve Mahzûm idi. Utbe ve kardeşi Şeybe, Şems boyunun bir bölümünden sorumluydular. Kuzenleri Umeyye kolunun lideri Harb ölmüş, yerine Utbe’nin kızı Hind’le evlenen Ebû Süfyân geçmişti. Onun hem politikada hem de ticarette başarılı olması bir bakıma adaleti korumasına, soğukkanlılığına ve bir avantaj kazanacağına inandığında sabırlı olmasına bağlanabilirdi. Onun bu soğukkanlılığı, çok çabuk sinirlenen ve aceleci olan Hind’in sık sık kızmasına neden oluyordu; fakat Ebû Süfyân kararını verdikten sonra karısının fikirlerini çok az dinlerdi. Beklendiği gibi, o Peygamber’e karşı Ebû Cehil’den daha az düşmanlık besliyordu.
Bununla birlikte, Kureyş liderlerinin Peygamber (s.a.v.)’e karşı tutumları farklı olsa da, hepsi de mesajı reddetme konusunda aynı fikirdeydiler. Hayatta belirli bir başarı kazanmış olarak, hepsinde bütün Arabistan’da kabul edilen, bir insanın hamiyeti ideali hakimdi. Zenginlik bu şerefin bir yönü değildi, fakat bu amaca ulaşmak için zenginlik gerekliydi. Şerefli ve kerem sahibi bir adam, bir koruyucu ve müttefik olmalıydı, yani kendisinin de dayandığı bazı müttefikler varolmalıydı. Bunu da kendi evlilikleri, kızları ve oğullarının evlilikleriyle kurduğu bağlar sayesinde başarabilirdi. Fakat böyle bir konumu kazanmada en önemli etken zenginlikti; çünkü şerefli bir adam iyi bir ev sahibi olmak zorundaydı. Birtakım iyi özelliklere sahip olmak sözkonusu idealin gerçekleşmesi için gerekliydi. Özellikle cömertlik bu idealde büyük bir rol oynuyordu, fakat bu iyi davranışların hiçbiri âhirette karşılık almak için yapılmıyordu. Bütün Arabistan’da, çok cömert, cesaretli ve koruma, ittifak, garanti veya başka herhangi bir şey için verdiği sözde duran biri olarak tanınmak ve öldükten sonra da böyle anılmak, onlar için yaşama asıl anlamını veren büyük bir şeref ve ölümsüzlük idi. Velîd gibi adamlar böyle bir şerefe sahip olduklarından emindiler; bu da onların, bu hayatın -yani onların başarı ve şeref kazandıkları hayatın- geçiciliğini vurgulayan bir davete kulaklarını kapatmalarına neden oluyordu. Onların şeref ve ölümsüzlükleri Arabistan’ın aynı kalmasına, Arap ideallerinin geçmişten geleceğe sürekli aktarılmasına bağlıydı. Hepsi de değişik derecelerde Vahyin diline ve üslûbuna karşı duyarlıydılar. Fakat anlamına gelince, aşağıdaki gibi babalarının hiçbir şey kazanmadığını ve onların tüm çabalarının boşa gittiğini vurgulayan âyetlere gönüllerini kapatmışlardı: “Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve (eğlence türünden) ‘ tutkulu bir oyalanmadır.’ Gerçekte âhiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi.” (Ankebût: 34).
Mustafa Demirci
Sitemizde sanatçıya ait toplam 50 eser bulunmaktadır. Sanatçının sayfasına gitmek için tıklayın.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.