Web sitemize hoşgeldiniz, 18 Aralık 2024
Beğen 2

Mustafa Demirci-Hendek

Hayber’e yerleşen Beni Nadir Yahudileri kaybettikleri toprakları tekrar kazanmaya kararlıydılar. Ümitleri, Kureyş’in Peygamber (s.a.v) üzerine düzenleyeceği son ve büyük saldırıdaydı. İslâm’ın beşinci yılının sonlarına doğru -MS. 627’nin başları- bu hazırlıklar, Huyay ve Hayber’deki diğer birkaç Yahudi liderinin Mekke’yi ziyaret etmesiyle karara bağlandı. Ebû Süfyân’a: “Muhammed’i ortadan kaldırmada seninle birlikteyiz” dediler. Ebû Süfyân da: “Bize sevgili olanlar, Muhammed’e karşı bize yardım edenlerdir” cevabını verdi. Bunun üzerine Safvân, Ebû Süfyân ve diğer Kureyş liderleri Yahudileri Kâ’be’nin içine soktular ve orada amaçlarına ulaşıncaya kadar birbirlerini terk etmeyeceklerine dair Allah adına and içtiler. Kureyşliler bu fırsattan yararlanarak, Yahudilere yeni dinin kurucusu ile aralarındaki çatışma konusu olan inançlarıyla ilgili sorular sordular. Ebû Süfyân: “Ey Yahudiler!” dedi. “Siz ilk kutsal kitabın geldiği topluluksunuz ve sizin bilginiz var. Bizim Muhammed’e karşı konumumuzun ne olduğunu bize söyleyin. Bizim dinimiz mi daha iyi, yoksa onunki mi?” Yahudiler şu cevabı verdiler: “Sizin dininiz onunkinden daha iyidir ve siz gerçeğe daha yakınsınız.”
O andan itibaren anlaşan taraflar plan hazırlamaya koyuldular. Yahudiler, Medîne’den hoşlanmayan tüm Necd kabilelerini ayaklandırma görevini üzerlerine almışlardı. Onları ayaklanmaya razı edemezlerse, rüşvetle bu işi halledeceklerdi. Benî Esed onlara yardım etmeye hazırdı.
Benî Gatafan’a gelince, Yahudilere katılmalarına karşılık onlara Hayber’in hurma hasadının yarısı verilecekti. Benî Gatafan’dan Fazare, Mürre ve Aşça kollarının anlaşmaya dahil olmasıyla ordu yaklaşık iki bin askere ulaştı. Yahudiler Benî Süleym’den de yedi yüz kişinin kendilerine katılmasını sağladı. Bu sayı daha da fazla olabilirdi; fakat Mauna kuyusu yakınındaki katliamdan sonra, küçük ancak sürekli artan bir grup Müslüman olmuştu. Süleym’in güney komşusu Benî Amir ise, Peygamber (s.a.v)’le yaptığı anlaşmaya sadık kaldı.
Kureyş ve müttefikleri toplam dört bin kişiyi buluyordu. Güneyden gelecek olan birkaç grup destekle birlikte Mekke’den, Medîne’ye giden sahil yolunu takip edeceklerdi. Uhud’da da aynı yolu izlemişlerdi. Daha az birlik teşkil eden ikinci bir ordu da, Medîne’nin doğusundan yani Necd ovasından yaklaşacaktı. İki ordunun toplam olarak Kureyş’in Uhud’daki gücünün üç katı olacağı tahmin ediliyordu. Orada Müslümanlar üç bin kişilik bir orduya yenilmişlerdi. Şimdi ise on bin kişi karşısında ne yapabilirlerdi? Bunun yanı sıra Kureyş bu kez iki yüz atlı yerine, üç yüz atlı almıştı ve Gatafan’ın da aynı büyüklükte bir grupla onları desteklemesi bekleniyordu.
Planlarına uygun olarak Mekke’den yola çıktılar. Aynı anda, büyük bir ihtimalle Abbâs’ın düzenlediği bir Huzaa’lı grup atlarıyla, Peygamber (s.a.v)’e saldırıyı haber vermek ve ordunun gücü konusunda bilgi vermek üzere Medîne’ye doğru yola çıktı. Bu grup Medîne’ye ancak dört günde varabildi. Yani Peygamber’e hazırlanmak için sadece bir hafta kalmıştı. Peygamber (s.a.v) bu haberi alınca hemen tüm Medîne’ye haber saldı ve arkadaşlarına, eğer sabreder, emirlere uyar ve Allah’tan korkarlarsa zaferin kendilerinin olacağı konusunda müjdeleyici sözler söyledi. Daha sonra, Uhud’da yaptığı gibi onları istişâre meclisine çağırdı. En iyi savunmanın nasıl olacağı konusunda çeşitli fikirler öne sürüldü. En sonunda Selmân (r.a.) ayağa kalktı ve şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasûlü! Biz İran’dayken atlıların saldırısından korktuğumuzda etrafımıza hendek kazardık. Şimdi de etrafımıza hendek kazalım.” Herkes Uhud’daki stratejiyi tekrarlamak istemediği için Selmân’ın önerisini kabul etti.
Zaman kısaydı ve savunmada bir boşluk bırakmamak için çabanın doruk noktasına kadar harcanması gerekiyordu. Fakat hendeğin sürekli olması gerekmiyordu. Şehrin sınırında, birçok yerde savnmayı sağlayacak kaleye benzer evler vardı. Kuzeybatıda ise kale vazifesi gören, fakat aralarının birleştirilmesi gereken büyük kaya yığınları vardı. Bunlardan en yakını Sel Dağı olarak bilinen yığındı ve hendeğin içinde kalması gerekiyordu. Çünkü bu dağın önündeki düzlük kamp yapmaya uygun bir yerdi. Hendek bu kamp yerini, bir kaya yığınından başlayıp şehrin güney duvarındaki bir noktaya kadar uzayarak kuzeyden çevreleyecekti. Bu kazılacak olan en uzun hendekti ve en önemlisi de buydu.
Stratejiyi ortaya koymanın yanı sıra Selmân, hendeğin hangi genişlik ve derinlikte olması gerektiğini de biliyordu. Benî Kurayza’da çalıştığı için onların, hendeğin kazılması için gerekli olan tüm araçlara da sahip olduklarını biliyordu. Bu ortak düşman karşısında Benî Kurayzalılar, bunları ödünç vermekten kaçınmadılar. Çünkü Peygamber (s.a.v)’i sevmemelerine rağmen, hepsi onunla yaptıkları anlaşmanın politik bir anlaşma olduğu ve bu anlaşmayı bozmamaları gerektiği kanısındaydılar. Bu nedenle Yahudiler kazma, kürek ve çapalarını ödünç verdiler. Bunun yanı sıra, sıkı hurma liflerinden örülmüş sağlam hurma sepetlerini de kazılan toprağı taşımak üzere verdiler.
Peygamber (s.a.v) topluluğun her grubunu belirli bir hendekten sorumlu olmak üzere görevlendirdi. Kendisi de onlarla birlikte çalıştı. Her şafak vakti namazdan sonra yola çıkıyorlar ve alacakaranlıkta evlerine dönüyorlardı. İlk günlerden birinde, sabahleyin hendek kazmaya giderken, Peygamber (s.a.v) onlara Mescid’i inşa ederken okudukları bir beyti hatırlattı:
“Allah’ım, âhiret saâdetinden başka saadet yoktur. Muhâcirleri ve ensârı bağışla!”
Hep birlikte bu beyti tekrarladılar. Bazen de şöyle derlerdi:
“Âhiret yurdundan başka gerçek hayat yoktur. Allahım, ensâr ve muhâcirîne merhamet et!”
Birbirlerine sürekli, zamanın kısa olduğunu hatırlatıyorlardı. Düşman her an gelebilirdi. Kim biraz gevşeklik gösterirse, hemen aralarında alay konusu oluyordu. Diğer taraftan Selmân, büyük bir saygı ve övünç kaynağı idi. O sadece güçlü ve sağlam vücutlu değil, aynı zamanda yıllardan beri Benî Kurayzalılar arasında yaşadığı için kazmacılık ve taşımacılıkta da becerikliydi. Kendi aralarında “O, on kişinin işini yapıyor” dediler ve dostça bir tartışmaya giriştiler. Birçok yerden göç ettiği için muhâcirler, “Selman bizimdir” diye iddia ettiler. Ensâr, “O bizden biri, bizim onda daha çok hakkımız var” diye karşı çıktı. Fakat Peygamber (s.a.v), “Selmân bizden, yani Ehl-i Beyt’ten biri” (Peygamberin ailesi) dedi. Düşmana karşı silah olarak kullanılabilecek olan taşlar hendek boyunca Medîne’nin çevresine yığıldı. Kazıdan çıkan toprak sepetlere doldurulup, baş üzerinde uzağa taşınıyor ve dönüşte aynı sepetlere taş doldurulup hendeğin yanına yığılıyordu. En iyi taşlar Sel Dağı’nın eteklerinde bulunuyordu. Adamların hepsi bellerine kadar çıplaktı. Sepet bulamayanlar üstlerinden çıkardıkları elbiseleri taş ve toprakları taşımakta çuval olarak kullanıyorlardı. Hendek kazmaya gittikleri ilk sabah onları bir grup genç takip etti, hepsi de bu çabada görev almak istiyorlardı. En küçük olanlar hemen geri gönderildi; fakat Peygamber (s.a.v) düşman görünür görünmez, kampı terk etmeleri şartıyla diğerlerinin kazma ve taşımada yardım etmelerine izin verdi. Uhud’dan geri gönderilen Üsâme (r.a.), Ömer’in oğlu Abdullah (r.a.) ve arkadaşları artık on beş yaşlarındaydılar ve sadece kazmada değil, savaşta da diğer mü’minlerle birlikte görev alacaklardı. Bunlardan biri olan Evs’in Hârise kolundan Bera, sonraki yıllarda hendek kenarında kırmızı cübbesi, tozlu göğsü ve omuzlarına değen uzun saçlarıyla Peygamber (s.a.v)’in ne kadar güzel olduğunu anlatmıştır. “Ondan daha güzelini görmedim” demişti. Onun ve genelde tüm manzaranın ne kadar güzel olduğunu fark eden sadece Bera değildi. Özellikle Peygamber (s.a.v), çevresine baktığında, çevresindekilerin sadeliğini ve ne kadar doğal olduklarını -insanın fıtratına ne kadar yakın olduklarını- görüp seviniyordu. Bu sevinçle, sonradan herkesin katıldığı bir şarkı okumaya başladı:
“Hayber’in bu güzelliği bir güzellik değil Ya Rab, bu daha saf, daha temiz bir şey”
O, bir muhâcirlerle, bir ensârla birlikte çalışıyordu; bazan kazma bazan kürek, bazan da sepet kullanıyordu. Fakat nerede olursa olsun, olağanüstü bir zorlukla karşılaşıldığında ona haber verilmesi gerektiğini herkes biliyordu. İş çok sıkı ve zor olmasına rağmen eğlenceli dakikalar geçiriyorlardı. Mescidde yaşayan Ehl-i Suffa’dan biri olan Benî Demre’li bir Müslüman’ın görünüşte acınacak bir hali vardı. Üstelik bir de ailesi ona “küçük böcek” anlamına gelen Cü’ayl adını vermişti. Peygamber (s.a.v) kısa bir süre önce onun adını, hayat ve rûhî sağlık anlamlarına gelen ‘Amr olarak değşitirmişti. Hendek’te onun halini gören bir muhâcir şu mısraları söylemekten kendini alamadı:
“Onun adını Cü’ayl’den Amr’a değiştirdi.
İşte o gün bu zavallı adama yardım etti”.
Muhâcir bu beyti Amr’a okudu. Onu duyan diğerleri de beyti şarkı haline getirip gülüşerek okudular. Peygamber (s.a.v) her seferinde vurguyla söylediği “Amr” ve “yardım” kelimeleri dışında bu şarkıya katılmadı. Daha sonra onları şu şarkıyı okumaya teşvik etti:
“Rabbim, biz hiçbir zaman sana yönelmez.
Zekât vermez ve namaz kılmazdık,
O halde üzerimize huzur indir.
Bu karşılaşmada ayaklarımızı sabit kıl.
Bu düşmanlar bizi bastırmak istiyor ve ifsad etmeye çalışıyorlar Fakat biz onlara karşı koyuyoruz.
İlk yardım çağrısı, hiçbir aletin çıkarmaya güç yetiremediği bir kaya ile karşılaşan Câbir (r.a.)’den geldi. Peygamber (s.a.v) biraz su istedi ve suyun içine tükürdü. Dua ettikten sonra suyu kayanın üstüne döktü. Adamlar, kayayı sanki kum yığını imiş gibi kürekle alıp attılar. Diğer bir gün de muhâcirlerin yardıma ihtiyacı oldu. Rastladığı kayayı yerinden çıkarmak için bir hayli uğraşan, fakat kımıldatmayı başaramayan Ömer (r.a.), Peygamber (s.a.v)’e gitti. Peygamber (s.a.v) kazmayı onun elinden aldı ve kayaya bir darbe indirdi. Bu darbe ile birlikte kayanın üstünden şimşek gibi bir ışık çıktı, tüm şehri geçip güneye doğru kayboldu. Peygamber (s.a.v) ikinci kez vurduğunda kuzeye,Uhud’a doğru bir ışık çıktı. Kayayı parçalayan üçüncü vuruşla da doğuya bir ışık fışkırdı. Selmân (r.a.) bu üç ışığı da görmüş ve bir şeye delâlet ettiğini düşünerek Peygamber (s.a.v)’e sormuştu. Peygamber (s.a.v) ona şu cevabı vermişti: “Onları gördün mü, Selmân? İlk ışıkla Yemen kalelerini gördüm; ikinci ışıkla Suriye kalelerini gördüm; üçüncü ışıkla da Kisra’nın Medayin’deki beyaz sarayını gördüm. İlk ışıkla Allah bana Yemen yollarını açtı, ikincisiyle batıda Suriye’ye, üçüncüsüyle de doğuya yol açtı.”
Hendekte kazma işiyle uğraşanların çoğunun yeteri kadar yiyeceği yoktu ve ağır çalışma koşulları da açlığı artırıyordu. Câbir, hendekte kendisinden yardım istediği gün Peygamber (s.a.v)’in aşırı derecede zayıf olduğunu fark etmişti. O akşam eve geldiğinde karısından yemek hazırlayıp hazırlayamayacağını sordu. Karısı, “Bu kuzudan ve bir ölçek arpadan başka şeyimiz yok” dedi. Bunun üzerine Câbir (r.a.) kuzuyu kurban etti. Ertesi gün karısı kuzuyu haşladı, arpayı öğüttü ve ekmek yaptı. O gün hava çalışılmayacak kadar karardığında Câbir, hendekten ayrılmak üzere olan Peygamber (s.a.v)’in yanına gitti ve kuzu eti ve arpa ekmeği yemeye davet etti. Câbir şöyle dedi: “Peygamber (s.a.v) avuç içini benim avuç içime koydu ve parmaklarını kenetledi. Ben, onun yalnız gelmesini istiyordum. Fakat o bağırarak şöyle dedi: “Allah’ın Rasûlü ile birlikte Câbir’in evine gidin. İcâbet edin; çünkü Câbir sizi davet ediyor”. Câbir, bir felâket zamanında okunan şu âyeti okudu: “Biz Allah’a ait (kullar)ız ve şüphesiz O’na dönücüleriz.” (Bakara: 156)
Daha sonra uyarmak üzere karısının yanına gitti. Karısı: “O mu davet etti, yoksa sen mi?“ diye sordu. Câbir: “O davet etti.“ Dedi. Karısı: “O halde bırak gelsinler, çünkü o daha iyi bilir,” dedi. Yemek, Peygamber (s.a.v)’in önüne kondu. Peygamber (s.a.v.) dua etti, besmele çekti ve yemeye başladı. Onunla birlikte on kişi daha oturuyordu. Hepsi de doyana dek yedikten sonra kalkıp evlerine gittiler ve yerlerini diğer on kişiye bıraktılar. Hendekte çalışan tüm işçilerin karnı doyuncaya dek bu devam etti. Herkes doyduktan sonra bile hâlâ biraz et ve ekmek vardı.
Bir başka gün Peygamber (s.a.v) elinde bir şeyle kamp yerine gelen bir kız çocuğu gördü ve onu yanına çağırdı. Kız, Abdullah İbn Revâha (r.a.)’nın yeğeniydi. O günü kendisine şöyle anlatıyor: “Allah’ın Rasûlü’ne, amcam ve babam için hurma getirdiğimi söylediğim zaman, onları kendisine vermemi istedi. Ben de hurmaları onun avucuna boşalttım; fakat hurma avuçlarını dolduracak kadar çok değildi. Peygamber (s.a.v), bir bez parçası istedi. Yayılan bez parçasının üstüne hurmaları saçtı, örtünün her tarafı hurma olmuştu. Daha sonra yanındakilerden, hendek kazmakta olanları yemeğe davet etmelerini istedi. İşçiler geldiler ve yemeye başladılar. Hurmalar artıyordu, onlar karınlarını doyurup kalktığında hurma örtünün kenarlarından taşıyordu.”


Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.