Web sitemize hoşgeldiniz, 18 Aralık 2024
Beğen 2

Mustafa Demirci-Hayber’den Sonra

Hayber’in fethinden sonra biri Ali (r.a.), diğeri Ebû Bekir (r.a.) yönetimindeki nisbeten küçük iki ordu, Yemen’e giden yolu kapatan iki düşman Hevâzin kabilesi üzerine yürüdü. Hayber’den sonra düzenlenmiş küçük çapta toplam altı seferden ikisi bunlardı. Diğer ikisi doğuda ve kuzeydeki Gatafan kabileleri, geri kalan iki sefer de şimdi Peygamber’e ait olan Fedek Ovası’na yakın bir yerde yerleşik olan Benî Mürre üzerine yapıldı. Fedek Yahudileri Medîne’den, bedevîlere karşı yardım ve koruma istemişlerdi. Bu çapulcuların sayısı Medîne’de tam tahmin edilemediği için otuz kişilik bir grup gönderildi. Fakat düşman umulandan fazla idi ve otuz kişinin hemen hemen hepsi öldürüldü. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) gecikmeksizin iki yüz kişilik bir ordu gönderdi. Düşman çok adam kaybederek kaçmak zorunda kaldı. Develerin ve koyunların yanı sıra birkaç da esir ele geçirildi. On yedi yaşında olan Üsâme (r.a.) de bu sefere katılmıştı. Hendek’te de orduyla birlikteydi, fakat bu onun gerçek anlamda ilk seferi oluyordu. Çarpışma sırasında Mürre’li bir adam onun çok genç oluşuyla alay etti. Ona haddini bildirmeye kararlı olan Üsâme, daha önceden hep birlikte savaş yerinde kalma emri verilmiş olmasına rağmen, adamı çölün içlerine kadar izledi. Sonunda onu yakalayıp yaraladı. Bunun üzerine Mürre’li ‘Lâ ilâhe illallah’ (Allah’tan başka ilah yoktur) diye bağırdı. Fakat adam şehâdet getirmesine rağmen Üsâme onu öldürdü. Seferin lideri Galib İbn Abdullah idi; çarpışma bittikten sonra liderin ilk sorusu “Üsâme nerede?” oldu. O ve bütün ordu, Rasûlullah (s.a.v)’ın Zeyd’in oğlunu ne kadar çok sevdiğini biliyordu. Bu nedenle zafere rağmen ordu çok üzüntülüydü. Üsâme (r.a.) hava karardıktan bir saat sonra geldi. Galib, ona sert bir şekilde çıkıştı. “Benimle alay eden bir adamı kovalıyordum” dedi genç: “Tam onu yakalayıp yaraladığımda da ‘Lâ ilâhe illallah’ dedi.” Galib, “Sen de bunun üzerine kılıcını kınına koydun değil mi?” dedi. “Hayır,” dedi Üsâme (r.a.), “ancak ona ölüm şerbetini içirdikten sonra koydum”. Bunun üzerine bütün kamptakiler onu kötüleyen laflar söylediler. Üsâme (r.a.) utanç içinde başını elleri arasına aldı. Eve dönerken kendisinde bir şey yiyecek güç bulamadı. Kâfir bir adamın tam öldürüleceği sırada Müslüman olduğunu açıklaması ile ilgili meydana gelen birkaç olay nedeniyle nâzil olan âyetleri yaşlılar iyi biliyorlardı. Bu olaylardan birinde silahları ve zırhı ganimet olarak almak isteyen mü’min, “Sen bir mü’min değilsin” deyip karşısındakini öldürmüştü. Üsâme (r.a.) nin durumunda dürtü ganimet değil şeref idi, fakat prensip aynıydı. Bu konuda inen vahiy şöyle diyordu:
“Ey iman edenler, Allah yolunda adım attığınız (savaşa çıktığınız) zaman, iyice açıklık kazandırın ve size (İslâm geleneğine göre) selâm verene, dünya hayatının geçiciliğine istekli çıkarak: ‘Sen mü’min değilsin’ demeyin. Asıl çok ganimetler, Allah katındadır. Bundan öne siz de böyle idiniz; Allah size lütufta bulundu. Öyleyse iyice açıklık kazandırın. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır” (Nîsâ: 94)
Medîne’ye varır varmaz Üsâme (r.a.), doğruca Peygamber (s.a.v)’e gitti. Onu sevinçle kucakladıktan sonra Peygamber (s.a.v), “Bana seferi anlat” dedi. Bunun üzerine Üsâme, yola çıkışlarından başlayıp o adamı öldürdüğü zamana kadar tüm olanları anlattı. Tam o olayı anlattığı sırada Peygamber (s.a.v), “Ey Üsâme! O Lâ ilâhe illallah dediği halde öldürdün mü?” diye sordu. Üsâme, “Ey Allah’ın Rasûlü! O sadece öldürülmekten kurtulmak için böyle söyledi” diye cevap verdi. “Sen de” dedi Peygamber (s.a.v) “Onun yalan mı, doğru mu söylediğini anlamak için kalbini açtın!” Üsâme: “Lailaheillallah diyen bir kimseyi daha öldürmeyeceğim” dedi. Daha sonraları: “O gün İslâm’a girmiş olmayı isterdim” derdi. Çünkü Rasûlullah (s.a.v), dine girildiği anda tüm eski günahların affolunacağını söylemişti.
Hayber’den döndükten sonra Peygamber (s.a.v) dokuz ay boyunca Medîne’de kaldı. Güneye ve kuzeye yapılan küçük seferlere rağmen bu aylar barış ve zenginlik dolu aylardı. Fakat Hicaz’ın bostanından elde edilen bu zenginlik birçok sorunları da beraberinde getirmişti.
Ömer (r.a.) bir gün Peygamber (s.a.v)’in evine geldi ve yaklaştığında Peygamber’in (s.a.v) huzurunda bağırılmayacak kadar yüksek sesle bağıran kadın sesleri duydu. Bunun yanı sıra kadınlar bir de Kureyş’liydi, yani muhâcirlerdendi. Bu da Ömer’in, onların Mekkeli kadınlara nazaran daha serbest ve kendine güvenen Medîneli kadınlardan kötü şeyler öğrendikleri konusundaki görüşünü doğruluyordu. Hepsinin de bildiği gibi Peygamber (s.a.v), bir ricayı geri çevrimekten nefret ederdi. Bu nedenle Peygamber (s.a.v)’den savaşta kendisine beşte bir olarak düşen çeşitli giysileri kendilerine vermesini istiyorlardı. Odanın bir köşesini örten bir perde vardı. Ömer (r.a.)’in içeri girme izni isteyen sesi duyulur duyulmaz, ses tamamen kesildi ve kadınlar o kadar hızla perdenin arkasına saklandılar ki Ömer içeri girdiğinde Peygamber (s.a.v) gülüyordu. Ömer (r.a.), “Ey Allah’ın Rasûlü! Allah tüm hayatını gülme ile doldursun” dedi. Peygamber (s.a.v), “Biraz önce benimle birlikte olan kadınlar, senin sesini duyunca nasıl da şaşılacak derecede hızla perdenin arkasına gizlendiler” dedi. “Bu benim değil, senin hakkın; benden değil senden korkup saygı duymalılar” dedi, Ömer. Daha sonra kadınlara hitap ederek: “Ey kendilerine düşman olanlar! Benden korkuyorsunuz da, Allah’ın Rasûlü’nden korkmuyor musunuz?” dedi. “Evet öyle” dediler, “Çünkü sen Rasûlullah (s.a.v)’tan daha sert ve haşinsin.” Peygamber (s.a.v), “Bu doğru ey Hattâb’ın oğlu” dedi ve sonra şunları ekledi: “Nefsimi kudret elinde tutana yemin olsun ki, eğer Şeytan senin belirli bir yoldan gittiğini fark etse, mutlaka o yoldan başka bir yol seçer.”
Yeni kazanılan servet ve maddî durumun çok rahatlaması, Ümmü Eymen (r.a.)’i bile bir istekte bulunmaya teşvik etti. Uzun süreden beri kendinin olduğunu söyleyebileceği bir deveye ihtiyaç duyuyordu. Bu nedenle Peygamber (s.a.v)’e gidip bir binek istedi. Peygamber (s.a.v)ona ciddi ciddi baktı ve “Seni bir devenin yavrusuna bindireceğim” dedi. Onun yavru deveyi kasdettiğini sanarak, “Ey Allah’ın Rasûlü! Bu bana uygun değil. Ben bunu istemem” dedi. Peygamber (s.a.v.) yine, “Seni bir devenin yavrusundan başka bir şeye bindirmem” dedi. Bu konuşma, Ümmü Eymen (r.a.)’in, Peygamber (s.a.v)’in yüzündeki gülümsemeden, onun her devenin mutlaka başka bir devenin yavrusu olduğunu anlatmak istediğini ve şaka yaptığını anlamasına dek sürdü. Başka bir gün Ömer (r.a.), Peygamber (s.a.v)’i elini yanağına koymuş bir şekilde üzüntülü dururken gördü. “Ey Ömer!” dedi, Peygamber (s.a.v): “Benden sahip olmadığım şeyleri istiyorlar”. Hayber’e giderken bu seferin zaferle sonuçlanacağını ve Medîne’ye zenginlikler getireceğini vadederek: “Bu sizin için iyi olmayacak” demişti. Bu söylediği diğerleri kadar kendi ev halkı içinde geçerliydi. O zamana kadar Peygamber (s.a.v) ve ailesi son derece sade bir hayat sürüyordu. Âişe (r.a.), Hayber’den önce hiçbir zaman doyuncaya kadar hurma yediğini hatırlamadığını söylerdi. Bakmakla yükümlü oldukları fakir muhâcirlerin sayısındaki sürekli artış, Peygamber (s.a.v) hanımlarının sadece ihtiyaçları olan şeyleri istemelerine, bazan onu bile istememelerine neden oluyordu. Verilebilecek olan şeyler dağıtılıyor, verilemeyecek olanlar da satılıp parasıyla birtakım ihtiyaçlar karşılanıyordu. Fakat Peygamber (s.a.v) şimdi hanımlarına hediyeler verebiliyordu. Bu da birçok problem doğuruyor ve onların daha fazla istemesine neden oluyordu. Çünkü eşitlik, birine verilen şeyin diğerine verilmesini gerektiriyordu.
Aynı zamanda diğer yönlerden de O’nun hoşgörüşünü kötüye kullanıyorlardı. Bir gün Ömer (r.a.), bir sebep yüzünden karısını azarladı, o da karşı cevap verdi. Ömer (r.a.) onu uyardığında ise karısı, Peygamber (s.a.v)’in hanımları bile kocalarına karşı cevap verdiklerine göre kendisinin neden vermeyeceğini sordu. Kızlarını kasdederek de, “Onlardan biri var ki o, sabahtan akşama kadar utanmaksızın tüm kafasındakileri söylüyor” diye ekledi. Buna çok üzülen Ömer (r.a.) doğruca Hafsa’ya gitti. Hafsa annesinin haklı olduğunu belirtti. Ömer (r.a.) kızının kendine olan güvenini sarsmak için, “Sende ne Âişe’nin zerâfeti, ne de Zeyneb’in güzelliği var” dedi. Bunun da bir etki uyandırmadığını görünce, “Siz Peygamber (s.a.v)’i kızdırdığınızda, Allah’ın sizi kendi gazabından helâk etmeyeceğinden bu kadar emin misiniz?” sözlerini ekledi. Daha sonra kuzeni Ümmü Seleme’ye gitti ve “Tüm düşüncelerinizi Allah’ın Rasûlü’ne söylediğiniz ve O’na saygısızca cevap verdiğiniz doğru mu?” diye sordu. Ümmü Seleme (r.a.), “Allah aşkına, sen Allah’ın Rasûlü ile hanımları arasına nasıl girersin? Evet, Allah’a andolsun, biz ona düşüncelerimizi söylüyoruz. Eğer bizim bu söylediklerimizi çekiyorsa, bu kendi bileceği bir şeydir. Eğer bize böyle yapmayı yasaklarsa biz ona, sana itaatimizden daha fazla itaat ederiz.” dedi. Ömer (r.a.) çok ileri gittiğini ve Ümmü Seleme (r.a.)’nin sitem etmekte haklı olduğunu anladı. Fakat Peygamber’in (s.a.v) evinde bir şeylerin iyi gitmediğinde şüphe yoktu.
Son günlerdeki bu zenginlik beklenmedik bir olayla daha da arttı. Peygamber (s.a.v)’in Mukavkıs’a gönderdiği İslâm’a çağrı mektubuna Mukavkıs kaçamak bir cevap yazmıştı. Fakat cevapla birlikte Mısır kralı yüz ölçek altın, yirmi tane iyi kumaştan elbise, katır, dişi at ve iki Kıptî Hıristiyan cariye ile birlikte bir de yaşlı harem ağasından oluşan zengin bir hediye göndermişti. Adları Mâriye ve Sirin olan kızlar kardeştiler ve ikisi de güzeldi. Fakat Mâriye daha da güzeldi. Peygamber (s.a.v) onun güzelliğine hayran oldu. Sirin’i Hassan İbn Sâbit (r.a.)’e verip Mâriye’yi, mescide bitişik odası yapılmadan önce Safiye (r.a.)’nin oturduğu eve yerleştirdi. Gece ve gündüz onu ziyaret ediyordu. Fakat Peygamber (s.a.v)’in eşleri o kadar kıskançlık gösterdiler ki cariye çok mutsuz oldu. Bu nedenle Peygamber (s.a.v), onu Yukarı Medîne’de bir eve yerleştirdi. Âişe (r.a.) ve diğer eşler ilk başta memnun olmuşlardı; fakat bir süre sonra hiçbir şeyin değişmediğini fark ettiler. Çünkü Peygamber (s.a.v) Mâriye (r.a.)’ye yaptığı ziyaretleri azaltmamıştı. Hatta yolun uzaklığı nedeniyle diğer eşlerinden daha uzun süreler ayrı kalıyordu.
Onların hepsi Peygamber’in (s.a.v) hakkı olan şeyleri -İbrahim’den ve daha öncesinden beri kabul edilen hakları-yaptığını biliyorlardı. Safiye (r.a.) hariç hepsi, İbrahim ile cariyesi Hacer’in birleşmesinden meydana gelen soya mensup değiller miydi? Mûsâ’ya indirilen Namus da bu hakkı destekliyordu. Kur’ân ise açıkça bir efendinin kölesini, eğer isterse, cariye olarak alabileceğini açıkça bildiriyordu. Fakat Peygamber’in (s.a.v) eşleri onun çok duyarlı olduğunu da biliyorlardı; şimdi ise onun tüm ev yaşantısı eşlerinin gizlenmemiş reaksiyonlarıyla sürekli bölünüyordu. Özellikle Hafsa (r.a.) o denli ileri gitti ki Peygamber (s.a.v) sonunda bir daha Mariye’yi görmeyeceğine yemin etti. Bu kez Âişe de Hafsa’nın suç ortağı idi.
Yeni nâzil olan sûrenin adı, Peygamber (s.a.v)’in Mâriye’yi kendisine haram kıldığını belirterek başladığı için Tahrîm Sûresi idi:
“Ey Peygamber! Eşlerinin hoşnutluğunu isteyerek Allah’ın sana helâl kıldıklarını niçin haram kılıyorsun?”
Bu şekilde başlayan sûre Peygamber’in yeminini çözdükten sonra i- simlerini anmayarak Âişe ve Hafsa’dan bahsediyordu
“Eğer sizler (Peygamberin iki eşi) Allah’a tevbe ederseniz (ne güzel). Çünkü kalbleriniz eğrilik gösterdi. Yok eğer karşı birbirinize destekçi olmağa kalkışırsanız, artık Allah onun mevlâsıdır, Cibril de ve mü’minlerin salih olan(lar)ı da, bunların arkasından melekler de onun destekçisidirler.”
Diğer bir âyet tüm eşlerine hitap ediyordu:
“Belki onu Rabbi, -eğer o sizi boşayacak olursa- ona sizin yerinize sizlerden daha hayırlı Müslüman, mü’min, gönülden itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan (ya da Allah adına hicret edip seyahat eden) dul ve bâkire eşler verir.”
Sûre tarihteki iki iyi, iki de kötü kadını anlatarak son buluyordu:
“Allah, küfretmekte olanlara, Nûh’un eşini ve Lût’un eşini örnek olarak verdi. İkisi de, kullarımızdan sâlih olan iki kulumuzun nikâhları altındaydı; ancak onlara ihanet ettiler. Bundan dolayı da, onlara (kocaları) kendilerine Allah’tan gelen hiçbir şeye yarar sağlamadılar. İkisine de, ‘Ateşe diğer girenlerle birlikte girin’ denildi.”
“Allah, iman etmekte olanlara da, Firavun’un karısını örnek olarak verdi. Hani demişti ki: ‘Rabbim, bana kendi katında cennette bir ev yap, beni Firavun’dan ve onun yaptıklarından kurtar ve beni o zalimler topluluğundan da kurtar.’ İmrân’ın kızı Meryem’i de. Ki o kendi ırzını korumuştu. Böylece biz de ona kendi ruhumuzdan üfledik. O da Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti. O (Rabbine) gönülden bağlı olanlardandı”.
Peygamber (s.a.v) bu sûreyi eşlerine okuduktan sonra, üzerinde düşünmeleri için onları yalnız bıraktı ve onların odalarından başka sahip olduğu tek oda olan üstü kapalı bir sundurmaya çekildi. Tüm Medîne’ye onun eşlerini boşadığı haberleri yayıldı. Bu haber, gece Ömer (r.a.)’in kulağına da gitti. Şafakta her zaman olduğu gibi mescide gitti. Fakat namazdan sonra Ömer, tam Peygamber (s.a.v)’e sesleneceği sırada o köşesine çekildi. Ömer Hafsa’ya gitti ve onu gözyaşları içinde buldu. Ona, “Niçin ağlıyorsun?” dedi ve cevap vermesine fırsat bırakmadan “Sana bunun böyle olacağını söylememiş miydim? Allah’ın Rasûlü sizi boşadı mı?” diye sordu. “Bilmiyorum” dedi, Hafsa (r.a.); “Fakat o orada sundurmada duruyor.” Sundurmanın girişi mescidin içindeydi. Ömer (r.a.) o tarafa doğru yöneldi. Minberin etrafında bir grup adam toplanmış oturuyordu. Bazıları ağlıyordu. Ömer bir süre onlarla birlikte oturdu. Fakat duyguları artık dayanamayacak hale gelince, kapısında Peygamber (s.a.v)’in siyah kölesinin bulunduğu sundurmaya gitti. Çocuğa, “Ömer için içeri girme izni iste” dedi. Çocuk içeri girdi ve bir dakika sonra çıkıp, “Ona seni söyledik, fakat O hiçbir şey söylemedi” dedi. Ömer (r.a.) oturduğu yere geri döndü. Sonra tekrar gitti ve içeri girme izni istedi, fakat çocuk yine aynı cevabı verdi. Üçüncü kez de aynı şey oldu; fakat Ömer tam gitmek için geri dönmüştü ki, çocuk, Peygamber’in ona izin verdiğini söyledi. Ömer, içeri girdi ve O’nu bir hasırın üstünde yatar buldu. Arkasına uzandığı hasırın izleri çıkmıştı. Hurma lifi ile doldurulmuş deri bir yastığa dayanıyordu. Önüne bakıyordu. Ömer (r.a.) içeri girdiğinde ona bakmadı. “Ey Allah’ın Rasûlü!” dedi, Ömer: “Eşlerini boşadın mı?” Peygamber (s.a.v) gözlerini kaldırdı ve Ömer’in gözlerine bakarak, “Hayır boşamadım” dedi. Ömer (r.a.) tüm yakın evlerden duyulabilecek şekilde ‘Allahu Ekber!’ diye bağırdı. Ümmü Seleme (r.a.) daha sonraları şöyle anlatıyor: “Sürekli ağlıyordum. Birisi bana gelip ‘Allah’ın Rasûlü sizi boşadı mı?’ diye sorduğunda, ‘Vallahi bilmiyorum’ diyordum. Bu durum, Ömer, Peygamber (s.a.v)’e gidinceye kadar devam etti. Hepimiz odalarımızda iken onun tekbir getirişini duyduk ve Allah’ın Rasûlü (s.a.v)’nün Ömer (r.a.)’in sorusuna ‘Hayır’ cevabını verdiğini anladık.” Gerçekte herkesin kafasında aynı soru vardı; fakat, Ömer, kızı Rasûlullah’la evli olduğu için bu durumla daha yakından ilgilenmişti.
“Orada ayakta durdum ve Rasûlullah’ın ne durumda olduğunu anlamaya çalıştım” dedi, Ömer: “Daha sonra, ‘Biz Kureyşliler eskiden eşlerimiz üzerinde hâkimdik, fakat Medîne’ye geldiğimizde hanımların kocalarına hâkim olduğu bir toplulukla karşılaştık’ dedim.” Ömer, bu sözlerinden sonra Rasûlullah (s.a.v)’ın yüzünde tasdik eden bir gülümseme gördü. Bunun üzerine önceden Hafsa (r.a.)’ya uyarı amacıyla söylediği şeyleri anlattı. Peygamber (s.a.v) yine gülümsedi. Bundan cesaret alan Ömer yere oturdu. Odanın çıplaklığına bir kez daha şaşırdı -yerde bir hasır, üç tane de deri yastık vardı; başka hiçbir şey yoktu. Bu nedenle Peygamber (s.a.v)’e biraz daha lüks yaşamasını önererek Yunanlıları ve İranlıları örnek gösterdi. Fakat Rasûlullah (s.a.v) onun sözünü keserek, “Ey Hattâb’ın oğlu! Şüphe mi duyuyorsun? İyi şeyler onlara bu dünya için verilmiştir” dedi.
Henüz yeni bir aya girmişlerdi. Peygamber (s.a.v) bu ay geçene kadar hanımlarından hiçbirini görmek istemediğini ilan etti. O ay geçince ilk önce Âişe (r.a.)’nin odasına gitti. Onu görünce çok şaşıran ve sevinen Âişe (r.a.), “Tam yirmi dokuz gece” dedi. Peygamber (s.a.v), ‘Nereden biliyorsun?’ diye sordu. O da, ‘Günleri sayıyordum; nasıl saydım bir bilsen!’ dedi. Peygamber (s.a.v), ‘Fakat bu ay 29 çekiyordu’ dedi. Âişe (r.a.) ay takvimine göre bir ayın bazen otuz yerine sadece yirmi dokuz çektiğini unutmuştu. Peygamber (s.a.v) daha sonra ona kendisine gelen yeni vahiyden ve ona önereceği iki seçenekten bahsetti. Ona bu meselede danışmak için babasını çağırmak isteyip istemediğini sordu. “Hayır” dedi Âişe (r.a.), “Sana karşı bana kimse yardım edemez. Ey Allah’ın Rasûlü! Ne olduğunu çabuk söyle.” Peygamber (s.a.v), “Allah senin önüne iki seçenek koydu” dedi ve şu âyeti okudu:
“Ey Peygamber, eşlerine söyle: ‘Eğer siz dünya hayatını ve onun süslü çekiciliğini istiyorsanız, gelin sizi yararlandırayım (size boşanma bedelini vereyim) ve güzel bir salma tarzıyla sizi salıvereyim. Eğer siz Allah’ı ve Rasûlü’nü ve âhiret yurdunu istiyorsanız, artık hiç şüphe yok Allah, içinizden güzellikte bulunanlar için büyük bir ecir (mükâfat) hazırlamıştır.” (Ahzâb: 28-29)
Âişe (r.a.): “Şüphesiz ben Allah’ı Rasûlü’nü ve âhiret yurdunu istiyorum” dedi. Peygamber (s.a.v)’in bütün eşleri de aynı şeyleri söylediler ve onu seçtiler.


Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.