Web sitemize hoşgeldiniz, 28 Mart 2024
Beğen 1

Risale-i Nur-Ramazan Risalesi Tamamı

RAMAZAN RİSALESİ-TAMAMI-TIKLA İNDİR

 

Ramazan-ı Şerife dairdir
Birinci kısmın âhirinde şeair-i İslâmiyeden bir nebze bahsedildiğinden şeairin içinde en parlak ve muhteşem olan Ramazan-ı Şerife dair olan bu ikinci kısımda, bir kısım hikmetleri zikredilecektir.
Bu İkinci Kısım, Ramazan-ı Şerifin pek çok hikmetlerinden dokuz hikmeti beyan eden “Dokuz Nükte”dir.
بِسْمِاللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
1شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِى اُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَ بَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدَى وَ الْفُرْقَانِ
BİRİNCİ NÜKTE
Ramazan-ı Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeair-i İslâmiyenin âzamlarındandır.
İşte Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri; hem Cenâb-ı Hakk’ın Rububiyetine, hem insanın hayat-ı içtimaiyesine, hem hayat-ı şahsiyesine, hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı İlâhiyenin şükrüne bakar hikmetleri var.
Cenâb-ı Hakk’ın Rububiyeti noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Cenâb-ı Hak, zemin yüzünü bir sofra-i nimet suretinde halkettiği ve bütün enva’-ı nimeti o sofrada 2مِنْحَيْثُلاَيَحْتَسِبُ bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle, kemal-i Rububiyetini ve rahmaniyet ve rahîmiyetini o vaziyetle ifade ediyor. İnsanlar gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde o vaziyetin ifade ettiği hakikatı tam göremiyor, bazan unutuyor. Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i îman birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelî’nin ziyafetine davet edilmiş bir surette akşama yakın “Buyurunuz” emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubudiyetkârane göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli rahmaniyete karşı, vüs’atli ve azametli ve intizamlı bir ubudiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle ulvî ubudiyete ve şeref-i keramete iştirak etmeyen insanlar insan ismine lâyık mıdırlar?
İKİNCİ NÜKTE
Ramazan-ı Mübareğin savmı, Cenâb-ı Hakkın nimetlerinin şükrüne baktığı cihetle, çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Birinci Sözde denildiği gibi, bir padişahın matbahından bir tablacının getirdiği taamlar bir fiyat ister. Tablacıya bahşiş verildiği halde, çok kıymettar olan o nimetleri kıymetsiz zannedip onu in’âm edeni tanımamak nihayet derecede bir belâhet olduğu gibi; Cenâb-ı Hak, hadsiz envâ-ı nimetini nev-i beşere zemin yüzünde neşretmiş, ona mukàbil, o nimetlerin fiyatı olarak şükür istiyor. O nimetlerin zâhirî esbabı ve ashabı, tablacı hükmündedirler. O tablacılara bir fiyat veriyoruz, onlara minnettar oluyoruz. Hattâ müstehak olmadıkları pek çok fazla hürmet ve teşekkürü ediyoruz. Hâlbuki Mün’im-i Hakikî, o esbabdan hadsiz derecede, o nimet vasıtasıyla şükre lâyıktır. İşte Ona teşekkür etmek, o nimetleri doğrudan doğruya Ondan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur.
İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, hakikî ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Çünkü sair vakitlerde mecburiyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakikî açlık hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kıymetini derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, hususan zengin olsa, ondaki derece-i nimet anlaşılmıyor.
Hâlbuki iftar vaktinde, o kuru ekmek, bir mü’minin nazarında çok kıymettar bir nimet-i İlâhiye olduğuna kuvve-i zâikası şehadet eder. Padişahtan tâ en fukaraya kadar herkes, Ramazan-ı Şerifte o nimetlerin kıymetlerini anlamakla bir şükr-ü mânevîye mazhar olur.
Hem gündüzdeki yemekten memnûiyeti cihetiyle, “O nimetler benim mülküm değil. Ben bunların tenâvülünde hür değilim. Demek başkasının malıdır ve in’âmıdır; Onun emrini bekliyorum” diye, nimeti nimet bilir, bir şükr-ü mânevî eder.
İşte, bu suretle oruç çok cihetlerle hakikî vazife-i insaniye olan şükrün anahtarı hükmüne geçer.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE
Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
İnsanlar maişet cihetinde muhtelif bir surette halk edilmişler. Cenâb-ı Hak, o ihtilâfa binaen, zenginleri fukaraların muavenetine davet ediyor. Hâlbuki zenginler fukaranın acınacak acı hallerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise, şükr-ü hakikînin bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir; ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz, yapsa da tam olamaz. Çünkü hakikî o hâleti kendi nefsinde hissetmiyor.
DÖRDÜNCÜ NÜKTE
Ramazan-ı Şerifteki oruç, nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telâkki eder. Hattâ mevhum bir rububiyet ve keyfemâyeşâ hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor.
Hususan, dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım etmişse, bütün bütün gasıbâne, hırsızcasına, nimet-i İlâhiyeyi hayvan gibi yutar.
İşte, Ramazan-ı Şerifte, en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki, kendisi mâlik değil, memlûktür; hür değil, abddir. Emrolunmazsa, en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye, mevhum rububiyeti kırılır, ubûdiyeti takınır, hakikî vazifesi olan şükre girer.
BEŞİNCİ NÜKTE
Ramazan-ı Şerifin orucu, nefsin tehzib-i ahlâkına ve serkeşâne muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:
Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zayıf ve zevâle maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Adeta polattan bir vücudu var gibi, lâyemûtâne, kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedit bir hırs ve tamahla ve şiddetli alâka ve muhabbetle dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemâl-i şefkatle terbiye eden Hâlıkını unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez; ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır.
İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, en gafillere ve mütemerridlere, zaafını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor; midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin firavunluğunu bırakıp, kemâl-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü mânevî eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır eğer gaflet kalbini bozmamışsa!
ALTINCI NÜKTE
Ramazan-ı Şerifin sıyâmı, Kur’ân-ı Hakîmin nüzulüne baktığı cihetle ve Ramazan-ı Şerif, Kur’ân-ı Hakîmin en mühim zaman-ı nüzulü olduğu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:
Kur’ân-ı Hakîm, madem şehr-i Ramazan’da nüzul etmiş. O Kur’ân’ın zaman-ı nüzulunu istihzar ile, o semâvî hitabı hüsn-ü istikbal etmek için Ramazan-ı Şerifte nefsin hâcât-ı süfliyesinden ve mâlâyâniyat hâlâttan tecerrüt ve ekl ve şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek ve bir surette o Kur’ân’ı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitâbât-ı İlâhiyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekremden (a.s.m.) işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrâil’den, belki Mütekellim-i Ezelîden dinliyor gibi bir kudsî hâlete mazhar olur. Ve kendisi tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur’ân’ın hikmet-i nüzulünü bir derece göstermektir.
Evet, Ramazan-ı Şerifte güya âlem-i İslâm bir mescid hükmüne geçiyor. Öyle bir mescid ki, milyonlarla hâfızlar, o mescid-i ekberin köşelerinde o Kur’ân’ı, o hitab-ı semâvîyi arzlılara işittiriyorlar. Her Ramazan,
شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِۤى اُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْاٰنُ 3 âyetini, nuranî, parlak bir tarzda gösteriyor; Ramazan Kur’ân ayı olduğunu ispat ediyor. O cemaat-i uzmânın sair efradları, bazıları huşû ile o hâfızları dinlerler. Diğerleri kendi kendine okurlar.
Şöyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesâtına tâbi olup, yemek içmekle o vaziyet-i nuranîden çıkmak ne kadar çirkinse ve o mesciddeki cemaatin mânevî nefretine ne kadar hedef ise, öyle de, Ramazan-ı Şerifte ehl-i sıyâma muhalefet edenler de o derece umum âlem-i İslâmın mânevî nefretine ve tahkirine hedeftir.
YEDİNCİ NÜKTE
Ramazan’ın sıyâmı, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeye gelen nev-i insanın kazancına baktığı cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Ramazan-ı Şerifte sevab-ı a’mâl, bire bindir. Kur’ân-ı Hakîmin, nass-ı hadisle, herbir harfinin on sevabı var;4 on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-ı Şerifte herbir harfin on değil, bin ve Âyetü’l-Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler ve Ramazan-ı Şerifin Cumalarında daha ziyadedir.5 Ve Leyle-i Kadirde otuz bin hasene sayılır.6Evet, herbir harfi otuz bin bâki meyveler veren Kur’ân-ı Hakîm, öyle bir nuranî şecere-i tûbâ hükmüne geçiyor ki, milyonlarla o bâki meyveleri Ramazan-ı Şerifte mü’minlere kazandırır. İşte, gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki, bu hurufâtın kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasârette olduğunu anla.
İşte, Ramazan-ı Şerif adeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hâsılat için gayet münbit bir zemindir. Ve neşvünemâ-i a’mâl için, bahardaki mâ-i Nisandır. Saltanat-ı rububiyet-i İlâhiyeye karşı ubûdiyet-i beşeriyenin resmigeçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan, yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcâtına ve mâlâyâni ve hevâperestâne müştehiyâta girmemek için, oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî hâcâtını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek, savmı ile Samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir.
Evet, Ramazan-ı Şerif, bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kısa bir hayatta, bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bâkiyeyi tazammun eder, kazandırır. Evet, birtek Ramazan, seksen sene bir ömür semerâtını kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise, nass-ı Kur’ân ile bin aydan daha hayırlı olduğu, bu sırra bir hüccet-i kàtıadır.
Evet, nasıl ki bir padişah, müddet-i saltanatında, belki her senede, ya cülûs-u hümayun namıyla veyahut başka bir şâşaalı cilve-i saltanatına mazhar bazı günleri bayram yapar. Raiyetini, o günde umumî kanunlar dairesinde değil, belki hususî ihsânâtına ve perdesiz huzuruna ve has iltifatına ve fevkalâde icraatına ve doğrudan doğruya lâyık ve sadık milletini has teveccühüne mazhar eder. Öyle de, Ezel ve Ebed Sultanı olan on sekiz bin âlemin Padişah-ı Zülcelâli, o on sekiz bin âleme bakan, teveccüh eden ferman-ı âlişânı olan Kur’ân-ı Hakîmi, Ramazan-ı Şerifte inzal eylemiş. Elbette o Ramazan, mahsus bir bayram-ı İlâhî ve bir meşher-i Rabbânî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yı hikmettir.
Madem Ramazan o bayramdır. Elbette bir derece süflî ve hayvanî meşagilden insanları çekmek için, oruca emredilecek. Ve o orucun ekmeli ise, mide gibi bütün duyguları, gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani, muharremattan, mâlâyâniyattan çekmek ve herbirisine mahsus ubûdiyete sevk etmektir. Meselâ, dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak ve o lisanı, tilâvet-i Kur’ân ve zikir ve tesbih ve salâvat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek; meselâ gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur’ân dinlemeye sarf etmek gibi, sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktır. Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruçla ona tatil-i eşgal ettirilse, başka küçük destgâhlar kolayca ona ittibâ ettirilebilir.
SEKİZİNCİ NÜKTE
Ramazan-ı Şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
İnsana en mühim bir ilâç nev’inden maddî ve mânevî bir perhizdir. Ve tıbben bir hımyedir ki, insanın nefsi yemek, içmek hususunda keyfemâyeşâ hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi, hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, adeta mânevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir, serkeşâne dizginini eline alır. Daha insan ona binemez; o insana biner.
Ramazan-ı Şerifte, oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır, riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Biçare zayıf mideye de, hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmakla hastalıkları celb etmez. Ve emir vasıtasıyla helâli terk ettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeye kàbiliyet peydâ eder. Hayat-ı mâneviyeyi bozmamaya çalışır.
Hem insanın ekseriyet-i mutlakası açlığa çok defa müptelâ olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete muhtaçtır. Ramazan-ı Şerifteki oruç, on beş saat, sahursuz ise yirmi dört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandır. Demek, beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilâcı da oruçtur.
Hem o mide fabrikasının çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-ı insaniye var. Nefis, eğer muvakkat bir ayın gündüz zamanında tatil-i eşgal etmezse, o fabrikanın hademelerinin ve o cihazatın hususî ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de, o mânevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celb eder. Ulvî vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondandır ki, eskiden beri çok ehl-i velâyet, tekemmül için riyazete, az yemek ve içmeye kendilerini alıştırmışlar.
Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki, sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair cihazat, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerifte melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler, nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki, Ramazan-ı Şerifte mü’minler derecâtına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, mânevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letâifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen, onlar mâsumâne gülüyorlar.
DOKUZUNCU NÜKTE
Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubûdiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Nefis Rabbisini tanımak istemiyor; firavunâne kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir, abd olduğunu bildirir.
Hadisin rivayetlerinde vardır ki:
Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?”
Nefis demiş: “Ben benim, Sen sensin.”
Azap vermiş, Cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş: “Ene ene, ente ente.” Hangi nevi azâbı vermiş, enâniyetten vazgeçmemiş.
Sonra açlıkla azap vermiş. Yani aç bırakmış. Yine sormuş: “Men ene? Ve mâ ente?”
Nefis demiş:اَنْتَ رَبِّى الرَّحِيمُ – وَاَنَا عَبْدُكَ الْعَاجْزُ Yani, “Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. Ben senin âciz bir abdinim.7
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلٰوةً تَكُونُ لَكَ رِضَاۤءً وَلِحَقِّهِ اَدَاۤءً بِعَدَدِ ثَوَابِ حُرُوفِ
الْقُرْاٰٰنِ فِى شَهْرِ رَمَضَانِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ8
سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ العِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ – وَسَلاَمٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ – وَالْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ اٰمِينَ9
İtizar: Şu İkinci Kısım, kırk dakikada sür’atle yazılmasından, ben ve müsvedde yazan kâtip ikimiz de hasta olduğumuzdan, elbette içinde müşevveşiyet ve kusur bulunacaktır. Nazar-ı müsamaha ile bakmalarını ihvanlarımızdan bekleriz. Münasip gördüklerini tashih edebilirler.
Dipnotlar – Arapça İbareler – Haşiyeler :
1 : “O Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren, apaçık hidayet delillerini taşıyan ve hak ile bâtılın arasını ayıran Kur’ân, o ayda indirilmiştir.” Bakara Sûresi: 2:185.
2 : “Umulmadık yerlerden.”(Talak Suresi, 65: 3)
3 : Ramazan ayı, kendisinde Kur’ân’ın indirildiği aydır.” Bakara Sûresi, 2:185
4 : Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân, 16; Mecmeu’z-Zevâid, 7:163.
5 : Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, 3:130.
6 : bk. Kadr Sûresi, 97:3.
7 : El-Havbevî, Dürretüt’l-Vâizîn, s. 11.
8 : Allahım! Efendimiz Muhammed’e ve âl ve ashabına Senin razı olacağın ve onun lâyık ve müstehak olduğu bir rahmetle, Ramazan ayında okunan Kur’ân’ın harfleri adedince salât ve selâm et. Âmin.
9 : “İzzet sahibi Rabbin, onların yakıştırdıklarından münezzehtir. Bütün peygamberlere selâm olsun. Hamd ise Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” Sâffât Sûresi, 37:180-182.
Lügatler
abd : kul
âciz : güçsüz, zavallı
acz : acizlik, güçsüzlük
âdi : normal, sıradan
Âhir: son
âhiret : öteki dünya, öldükten sonraki hayat
ahlâk-ı seyyie : kötü ahlâk
alâka : bağlantı, ilgi
alâkadar : alâkalı, ilgili
âlem-i İslâm : İslâm âlemi
ân-ı nüzul : inme (gönderilme) ânı
arzlılar : dünyalılar
ashab : sahipler
Âyetü’l-Kürsî : Allah’ın varlığından ve bir kısım mühim sıfatlarından bahseden Bakara Sûresinin 255. âyeti
âyinedarlık : aynalık
azâb : işkence, eziyet
Âzam: en büyük
azamet : büyüklük, yücelik
bâki : devamlı, sürekli
bayram-ı İlâhî : İlâhî bayram
belâhet : aptallık, ahmaklık
beşer : insan
Beyan etmek: açıklamak, izah etmek
biçare : çaresiz, zavallı
binaen : dayanarak
celb etme : çekme
cemaat-i uzmâ : büyük cemaat
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
cihazat : organlar, âletler
cihazat-ı insaniye : insana ait organlar, duygular
cihet : taraf, yön
cilve-i saltanat : saltanatın görüntüsü
cülûs-u hümâyun : padişahın tahta çıkışı
derecât: dereceler
derece-i nimet : nimet derecesi
dergâh-ı İlâhiye : Allah’ın yüce katı
derk etmek : anlamak
destgâh : tezgah
ebedî : sonu olmayan, sonsuz
efrad : fertler, bireyler
ehl-i iman : Allah’a ve Allah’tan gelen herşeye inanan kimseler, mü’minler
ehl-i siyam : oruç tutanlar
ehl-i velâyet : velîler, Allah dostları
ekl : yeme
ekmel : daha mükemmel
ekseriyet-i mutlaka : genel çoğunluk
elîm : acı ve sıkıntı veren
enâniyet : benlik, gurur
ene : ben
ente : sen
envâ-ı nimet : nimet çeşitleri
Erkân-ı hamse: beş esas, şart
esbab : sebepler
Ezel Ebed Sultanı : varlığının başlangıcı ve sonu olmayan kudret ve hakimiyet sahibi Sultan, Allah
fakr : fakirlik, muhtaçlık
fâni : geçici olan, ölümlü
fena : gelip geçicilik
ferman-ı âlişân : şanı yüce ferman
fevkalâde : olağanüstü
feyiz : mânevî gıda, bereket
fıtrî : doğal, yaratılıştan gelen
Firavunâne : Firavun gibi
firavunluk : kendisini Firavun gibi ilâh seviyesine çıkaracak derecede büyük görme
fukara : fakirler, yoksullar
gafil : duyarsız, sorumsuz, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranan
gaflet : duyarsızlık, umursamazlık, dalgınlık, dikkatsizlik
galiz : çirkin, kaba
gasıbâne : hakkı olmadığı şeyi alarak, gasbederek
gayet : son derece, çok
gıybet : arkadan çekiştirmek, hazır olmayan birisinin aleyhinde konuşmak
güya : sanki
hâcât : ihtiyaçlar
hâcât-ı süfliye : aşağılık ve bayağı ihtiyaçlar
hademe : hizmetçi
hadis : Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış
hadsiz : sınırsız, sonsuz
hâfız : Kur’ân-ı Kerimi ezberleyen kişi
hakikat : doğru gerçek
hakikî : asıl, gerçek
hâlât : haller, durumlar
hâlet : durum, hâl
Hâlık : yaratıcı, herşeyi yaratan Allah
hâlis : temiz, katıksız
halk etme : yaratma
haram : dince kesin bir delil ile yasaklanan şey
hasâret : zarar
hasene : iyilik
hasılat : gelir
haşmetli : büyük, görkemli
hayat-ı bâkiye : devamlı ve kalıcı âhiret hayatı
Hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı
hayat-ı içtimaiye-i insaniye : insanlığın toplumsal hayatı
hayat-ı mâneviye : mânevî hayat, maddî olmayan hayat
hayat-ı şahsiye : kişisel hayat
hayat-ı uhreviye : ahiret hayatı
hayvaniyet : hayvanlık
helâl : dinen yapılmasına izin verilmiş şey
hevâperestâne : nefsin isteklerine düşkün bir şekilde
hevesât : gelip geçici arzu ve istekler
hımye : perhiz
hırs : aşırı istek, şiddetli arzu
hikmet : gaye, fayda
hikmet-i nüzul : iniş gayesi, hikmeti
hitâbât-ı İlâhiye : ilâhî hitaplar, seslenişler
hitâb-ı semavî : Allah tarafından gelen semavî hitaplar
hurufât : harfler
husus : konu, mevzu
hususan: özellikle
hususî : özel, kendine ait
huşû : korku ve sevgiyle bulunulan edebli hâl
hüccet-i kàtıa : kesin delil
hüsn-ü istikbal : güzel karşılama
idrak : anlayış, kavrayış
ihsan : bağış, ikram, lütuf
ihsânât : bağışlar, ikramlar, iyilikler
ihsas : hissettirme
ihtilâf : anlaşmazlık, uyuşmazlık
ihvan : kardeşler
iktidar: kudret, güç, egemenlik, kuvvet, idare gücü
ilticâ : sığınma
iltifat : gönül okşayıcı güzel söz
in’am : nimetlendirmeler
in’am etmek : nimet vermek
intizam : düzen, tertip
inzal edilme : indirilme
istiğfar : af dileme, tevbe
istihzar : hazır etme, gözönüne getirme
İştirak etmek: katılmak
itizar : bir sebep göstererek affını dileme
ittiba : tabi olma, uyma
kàbiliyet : dıştan gelen tesirleri alabilme gücü
kâtip : yazıcı, yazan
kemâl-i acz : tam anlamıyla âcizlik
Kemâl-i rububiyet: Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği
kemâl-i şefkat : tam ve mükemmel şefkat
keyfemâyeşâ : kendi keyfince, keyfi nasıl isterse, başıboş
kıymettar : kıymetli
kudsî : her türlü kusur ve noksandan uzak, mukaddes, kutsal
Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
kuvve-i zâika : tad alma duyusu
külliyetli : kapsamlı
lâyemûtâne : ölmeyecekmişçesine, ölümsüz olarak
letâif : lâtifeler, duygular
Leyle-i Kadir : Kadir Gecesi
mahiyet : asıl nitelik, özellik
mahsus : has, özel
mâ-i Nisan : Nisan yağmuru
maişet : geçim, yaşayış
mâlâyâni : anlamsız, faydasız
mâlâyâniyat : faydasız, insanı ilgilendirmeyen boş şeyler
mâlik : sahip
maruz : tesir altında kalan
mâsumâne : suçsuz, günahsız bir şekilde
matbah : mutfak
mazhar : erişme, nail olma
mecburiyet : zorunluluk
meclis-i ruhanî : ruhanîler meclisi, meleklerin ve ruhların toplanma yer ve zamanı
melekî : melek gibi, meleğe ait
melekiyet : meleklik
memlûk : kul, köle
memnûiyet : yasaklanmış olmak, men edilmek
men ene? : “ben kimim?”
men etme : yasaklama
mescid-i ekber : (en) büyük mescid
mescid-i mukaddes : kutsal mescid
meşagil : meşguliyetler ve çalışmalar
meşher : sergi yeri
meşher-i Rabbânî : Cenâb-ı Hakkın sergisi
mevhum : gerçekte olmadığı halde var sayılan
meyve-i Cennet : Cennet meyvesi
minnettar olmak : şükran duymak, teşekkür etmek
muamele : davranış, iş
muavenet : yardım
muhabbet : sevgi
muhalefet : zıt ve aykırı davranma
muharremât : haram kılınan şeyler
muhtelif : çeşitli
mukabele etmek : karşılık vermek
mukàbil : karşılık
mukteza-yı hikmet : Allah’ın hikmetinin gereği
muntazam : düzenli, intizamlı
musibet : belâ, büyük sıkıntı
muvakkat : gelip geçici
muvakkaten : geçici olarak
mübarek : bereketli, hayırlı
müddet-i açlık : açlık müddeti
müddet-i saltanat : saltanat süresi
mükellef : yükümlü
Mün’im-i Hakikî : gerçek nimet verici olan Allah
münbit : verimli
müptelâ : bağımlı, düşkün
müstehak olmak : lâyık olmak, hak etmek
müsvedde : karalama, ilk nüsha
müşevveş : karışık, düzensiz, dağınık
müşevveşiyet : düzensizlik, karışıklık
müştehiyât : hoşa giden lezzetli şeyler
Mütekellim-i Ezelî : ezelî kelâm sıfatına sahip olan ve konuşması, hiçbir varlığın konuşmasına benzemeyen Allah
mütemerrid : inatçı, dik kafalı
nam : ad, isim, ünvan
nâmahrem : dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın
nass-ı hadis : hadisin metni ve hükmü
nass-ı Kur’ân : Kur’ân’ın kesin ve açık hükmü
nazar : bakış, dikkat
nazar-ı dikkat : dikkatle bakış
nazar-ı müsamaha : hoşgörü bakışı
nâzil : inme
Nebze: az miktar
nefis : kişinin, kendisi; insanı daima kötülüğe maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet
nefisperest : nefsin arzu ve isteklerine çok düşkün olan
nefs : kişinin kendisi
nefs-i insaniye : insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu
nefs-i süfli : alçak şeyleri isteyen nefis
neşretmek : yaymak
neşvünemâ-i a’mâl : amellerin yeşermesi, büyümesi
netice-i hayat : hayatın neticesi, gayesi
nevi : tür, çeşit
nev-i beşer : insanlar, insanlık türü
nev-i insan : insan türü, insanlık
Niam-ı ilâhiye: Allah’ın verdiği nimetler
nihayet : son derece
nihayetsiz : sonsuz
nimet-i İlâhiye : Allah’ın nimeti
nuranî : nurdan yaratılmış
nükte : ince ve anlamlı söz
nüzul : inme
Padişâh-ı Zülcelâl : sonsuz büyüklük, yücelik ve azamet sahibi Padişah, Allah
peydâ etme : kazanma, elde etme
polat : çelik
Rab : herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah
Rabb-i Rahîm : herbir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah
Rahîmiyet: Allah’ın her bir varlıkta tecelli eden merhamet ediciliği
Rahmâniyet : Allah’ın bütün varlıkları kaplayan merhamet ediciliği
Rahmâniyet: Allah’ın bütün varlıkları kaplayan merhamet ediciliği
raiyet : halk, vatandaşlar
Ramazan-ı Şerif: Şerefli Ramazan ayı
Resul-i Ekrem : Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)
rivayet : Peygamber Efendimizden (a.s.m.) bir haber veya hadisin nakledilmesi, aktarılması
riyâzet : gelip geçici şeylerden nefsi çekerek, kanaat içinde yaşama; ilim, ibadet ve fikirle meşgul olma
rububiyet : Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması
ruhanî : ruh âlemine ait
sadık : doğru söyleyen
sair : diğer, başka
salâvat : Peygamberimize edilen rahmet ve esenlik duası
Saltanât-ı Rubûbiyet-i İlâhiye : İlâhî Rablığın Saltanatı
Samediyet : Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç olması
savm : oruç
semâvî : gökten gelen, vahiyle gelen
semerât : meyveler, neticeler
serkeşâne : başıbozuk bir şekilde, baş kaldırır bir şekilde
sevab-ı a’mâl : amellerin sevabı, karşılığı
sıyâm : oruç
Sofra-i nimet: nimet sofrası
Sultan-ı Ezelî : hüküm ve saltanatının başlangıcı olmayan Sultan, Allah
Suret: biçim, görünüş, şekil
süflî : alçak, aşağılık, adi
sürur : mutluluk, sevinç
şâşaalı : gösterişli, göz alıcı bir şekilde
Şeâir-i İslâmiye/şeâir: işaretler, İslama sembol olmuş iş ve ibadetler
şecere-i tûbâ : Cennetteki tûba ağacı
şedit : şiddetli
şefkat : acıma, merhamet
şehadet : şahidlik, tanıklık
şehr-i Ramazan : Ramazan ayı
şeref-i keramet : şerefli vazife, görev
şükr-ü hakîki : gerçek şükür
şükr-ü mânevî : mânevî şükür
şürb : içme
taam : yemek
tâbi olma : uyma
tabir : açıklama, yorumlama
tablacı : yiyecek sunan, tezgahtar
tahakküm : baskı, zorbalık
tahammül : dayanma, katlanma, sabretme
tahayyül : hayal etme
tahkir : hakaret, aşağılama
tahtında : altında
takdir : beğeniyi dile getiren ifade
tamah : hırs ve açgözlülük
tashih etmek : düzeltmek
tatil-i eşgal : boş durma, işlere son verme, ara vermek
tavr-ı ubûdiyetkârâne : kulluğa yakışır tavır, hareket
tazammun : içerme, içine alma
tecerrüt : sıyrılma, soyutlanma
tecessüd : ceset şekline girme, cesetleşme
tefeyyüz : feyizlenme
tehzib-i ahlâk : ahlâkı güzelleştirme, kötü huyları giderme
tekemmül : mükemmelleşme, olgunlaşma
telâkki : anlama, kabul etme
telezzüz etmek : lezzet almak, tad almak
tenâvül : yemek veya içmek
terakkiyat : ilerleme, yükselme
terbiye : belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, olgunlaştırma
tesbih : Allah’ı kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma
teveccüh : ilgi, yönelme
tezahür : belirme, görünme
tilâvet-i Kur’ân : Kur’ân okumak
ubûdiyet : Allah’a kulluk, ibadet
ubûdiyet-i beşeriye : insanlığın ibâdet ve kulluğu
uhrevî : âhirete dair
ulvî : yüce, büyük
umum : bütün, genel
umumî : genel
vazife-i insaniye : insanlık görevi
vaziyet-i nûrânî : nurlu vaziyet, hâl, durum
ve mâ ente? : “sen kimsin?”
vücûd : varlık, beden
vüs’at : genişlik
zaaf : zayıflık, kuvvetsizlik
zahirî : açık, görünürde
zaman-ı nüzul : inme zamanı
zemin : yeryüzü, dünya
zevâl : geçicilik, yokluk
ziraat : tarım
ziyade : çok, fazla


Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.