Web sitemize hoşgeldiniz, 29 Mart 2024
Beğen 2

İman Esasları-Mehmet Dikmen İlmihali

İMAN ESASLARI
“Îman; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe ve (bir de) hayır ile şer (her şey)’in Allah’ın takdiri ile olduğuna inanmandır..”
Hadîs-i şerîf
DİN
Din Nedir?
Din, Allah tarafından konulmuş bir kanundur. İnsanlara, yaratılış gayesini ve varoluş hikmetini bildirir. Yüce Rablerine karşı ne şekilde ibâdette bulunacaklarını öğretir. İyi ve faydalı şeyler yapmaya sevkeder, zararlı işlerden de alıkoyar.
Din, insan aklının kendi kendine sorup durduğu, “Ben kimim, nereden gelip, nereye gidiyorum?” suâllerinin tatmîn edici yegâne cevab kaynağıdır.
Din, imkânların tükendiği, ümidlerin söndüğü yerde başlayan imkân yolu ve ümid ışığı, ilâçların dindiremediği acıların ilâcı, yıkık gönüllerin sığınağıdır.
Din; adâlet, iyilik, fedakârlık, doğruluk, fazilet gibi duyguların hayat menbaı, insan vicdanındaki inanma ihtiyacının tam karşılığıdır.
İnsanlar, dinleri peygamberlerden öğrenmişlerdir.
Peygamberler, vahiy yoluyla Allah’dan aldıkları dinî hükümleri, aldıkları şekliyle insanlara bildirmişlerdir. Bu bakımdan, dinlerin hakikî sahibi, Allah Teâlâ’dır. Peygamberler ise dînin hükümlerini insanlara bildiren birer elçi durumundadırlar.
İnsan Hayatında Dinin Yeri Nedir?
Din inancı, insanla beraber doğmuştur. Çünkü insanlık tarihinin hiçbir döneminde din duygusundan mahrum bir millete rastlanamamaktadır. Nerede insan varsa, orada bir nevi îman, ibâdet ve din duygusu görülmüştür.
Bundan anlaşılıyor ki, din, insanlığın yaratılışından getirdiği fıtrî ve zarurî ihtiyacıdır. İnsanoğlu vâr oldukça, din de vârolacaktır.
Filozof Auguste Sabatier bu konuda der ki:
“Diyânet, gayet kuvvetli bir ağaç gibi, insaniyetin geçirdiği inkılâpların hepsinde hayatını muhafaza etmiş ve edecektir. Zaman geçmekle, onun kaynağı kurumak şöyle dursun, bilâkis, gittikçe o menbaın derinleştiğini, genişlediğini görmekteyiz. Binaenaleyh, insan hayatı diyânetle başlamış olduğu gibi, diyânetle kuvvet bulacak, diyânetle nihayetlenecektir.”
“Ben niçin dinliyim” suâlini nefsime sorar sormaz, şu cevabı alıyorum: Dindarım, çünkü başka türlü olmaya muktedir değilim. Dindar olmak, varlığım ve benliğim için vazgeçilmez bir ihtiyaçtır.”
Benjamin Konstan ise şöyle der:
“Din, insanlık tarihinde en fazla hâkim olmuş bir varlıktır. Dinî hayat, tabiatımızın değişmez vasfı ve ondan ayrılmayan bir özelliğidir. İnsanın mahiyeti düşünülünce, zihne derhal bir de din fikrinin gelmemesi mümkün değildir..”
Batılı ilim ve fikir adamlarının bu tesbitleri de gösteriyor ki: İnsan fıtraten dindardır; din duygusu insan tabiatının zarurî bir ihtiyacıdır. Tarihin hiçbir devrinde dinsiz, yani, inançsız ve mâneviyatsız bir insan olmamıştır.
Dinin Fertlere ve Cemiyete Sağladığı Faydalar Nelerdir?
1. İnsan, akıl ve şuur sahibi, varlığı üzerinde düşünebilen bir canlıdır. Nereden gelip nereye gittiğini, niçin yaratıldığını, hayat yolunun onu nasıl bir sonuca ulaştıracağını, vicdânıyla başbaşa kaldığı zaman, kendi kendine sorup durmaktadır. Bu konuda tatmîn olmak, içinde geleceğe ait olarak beliren endişelerden kurtulmak, sükûnete ve iç huzura ermek ihtiyacındadır. Bu huzuru, insan, ancak insanüstü bir hakikata inanıp bağlanmakla bulabilir. Bu hakikatı ise, ona ancak din verir ve öğretir.
2. İnsanlığın kendi dünyasında maddeten ve mânen inkişaf etmesi, gerçek insanlık mertebesine ulaşması için de, din mutlaka gereklidir.
Bu hususu Bediüzzaman şöyle ifâde eder:
“Nev’-i beşerin ahvaline dikkatle bakılsa görülür ki, ruhun mânen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkin eden, yani aşılayan şeriatlardır. Vücud veren tekliftir. Hayat veren peygamberlerin gönderilmesidir. İlham eden dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı. Ve insandaki bu kadar kemâlât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı.” (İşârâtü’l-İ’caz). Aynı konuda Ali Fuad Başgil ise şöyle der:
“En âliminden câhiline kadar insan, nerden gelip nereye gittiğini kendi kendine soracak; insanüstü âlemlerden yüksek bir ideâl mesnedi ve bir hareket ve faaliyet prensibi arayacaktır. Fakat bu aradıklarına ve sorduklarına dînin dışında -ne ilimde, ne de felsefede- tatmin edici ve iç ferahlatıcı bir cevab bulamıyacaktır. Neticede ya dindâr olup, dinî hakikatlere gönül bağlayacak ve insan hayatı yaşayacaktır, yahut da hayvanlaşıp, fizikî hisler ve bayağı zevkleriyle yaşama yolunu tutacaktır. Bu yol, insanlığı uçuruma götürülecektir.” (Din ve Lâiklik)
3. Din, cemiyet hayatını düzenleyici ve disipline edici olarak da, insanlık için lüzumludur.
* Dinî duygu, insandan hiçbir vakit ayrılmayan, onu daima murakabe altında bulunduran mânevî bir bekçidir. Bu bekçi, vicdanlar üzerinde son derece etkili olduğundan, hem insanı gizli âşikâr bütün fenalıklardan alıkoyar, hem de her nevi iyiliklere sevkeder. “Din, insan ihtiraslarını frenliyen en kuvvetli mânevî bir dizgindir.”
* Din sayesinde Allah’ın herşeyi bileceğini, hiçbir şeyin ondan gizlenemeyeceğini idrâk eden insanda kuvvetli bir irâde hâsıl olur. Böyle kuvvetli irâde ve seciye sahibi kişilerden meydana gelen bir cemiyette ise, âsâyiş ve istikrar, nizam ve âhenk bulunur.
* Din her türlü ahlâkî fazîletin kaynağıdır. İnsanlık için dinin getirdiği ahlâkî sistemin ehemmiyeti çok büyüktür. Aleksi Betran şöyle der:
“Dindar kimselerde mevcut olan îman, ahlâk için pek kıymetli bir istinad noktasıdır.”
Bir milletin ahlâkî yönden alçalması kadar müdhiş bir felâket yoktur. Tarih boyunca pek çok milletler, ahlâken tefessüh ettikleri için batmış, tarih sahnesinden silinip gitmişlerdir.
4. Dinsizlik, herşeyden önce ahlâk fikrini yıkar. Çünkü din olmadığı takdirde, ahlâk için hiçbir yaptırıcı güç kalmadığından, dinsizlik her türlü kötülüğün yayılmasına ve genişlemesine ve neticede cemiyetin çökmesine sebeb olur.
Dinsizlik, aynı zamanda hukuk fikrini de ortadan kaldırır. Kendini herhangi bir ahlâkî müeyyideye bağlı hissetmeyen dinsiz insan, hiçbir hak ve hukuku yerine getirmez. Eline fırsat geçtiğinde zulüm yapmaktan, gasbetmekten, her türlü kötülüğü işlemekten geri durmaz.
“Maddeye tapan ve şehvetlerine esîr olan dinsiz insanda, insanlık seciyeleri silinmekte; fazîlet, ferâgat ve fedakârlık yerine feci bir ‘BOŞVER’ zihniyeti hâkim olmaktadır. Bu zihniyet ise, bir cemiyet için felâkettir.”
Dinler Kaça Ayrılır?
İslâm âlimleri dinleri başlıca iki kısma ayırırlar:
1. Hak dinler.
2. Bâtıl dinler.
Tek Allah’a îmanı esas alan ve yalnızca O’na kulluk ve ibâdeti emreden dinlere Hak dinler denir.
Hak dinler, Allah’ın göndermiş olduğu dinlerdir. Bu sebeble bunlara semavî dinler de denir. Hak dinlere, temelini, Allah’ın birliğine îman ve sadece O’na ibâdet esası teşkil ettiği için, Tevhid dini adı da verilir.
Allah tarafından gönderilmemiş, insanların kendilerinden uydurdukları, tek Allah’a îman esasını taşımayan inanç ve fikirlere ise, Bâtıl dinler denir.
Hak dinlerin bazıları, sonradan insanlar tarafından bozulmuş, içine dînin aslından olmayan hurâfeler ve bâtıl inançlar konulmuştur. Bu gibi, aslı hak iken sonradan bozulan dinlere, Muharref dinler denir. Yahudîlik ve Hıristiyanlık gibi.. Bunlar başlangıçta Hak din iken, sonradan içlerine hurâfeler ve tevhide aykırı fikirler girmesiyle bozulmuş ve birer muharref din olmuşlardır. Muharref dinler de, bâtıl dinlerden sayılır.
İnsanlığın İlk Dîni Hangi Dindir?
İnsanlığın ilk dîni, ilk insan ve ilk Peygamber Hz. Âdem Aleyhisselâm’a gönderilen ve Allah’ın bir olduğu inancına dayanan Tevhid dînidir. Sosyolojik araştırmalar da insanlığın ilk dîninin tevhid dîni olduğunu isbatlar mahiyettedir. Nitekim dinler tarihi araştırmacısı ve sosyolog Schmidt, yeryüzünde en ilkel insan cemiyeti olan Pigmeler üzerinde yaptığı araştırmalar sonucu, bunlarda “tek tanrı inancı”nın olduğunu ortaya koymuştur. Schmidt’in bu tesbitleri, Durkheim’in, insanlığın ilk dininin totemizm olduğu yolundaki iddialarını çürütmüş, bu konudaki yaygın Batılı kanâatleri yıkmıştır.
Bâtıl Dinler Nasıl Ortaya Çıkmıştır?
Hz. Âdem’den (as) sonra, zamanın ilerlemesiyle bazı insanlar nefislerine ve Şeytan’ın telkinlerine kapılarak tevhid inancından uzaklaşmış, Hak dîne yabancılaşmış, bir takım yanlış inançlara saplanmışlardır. Böylece bâtıl dinler ortaya çıkmıştır.
İnsanlar Hak dinden uzaklaşıp bâtıla saplandıkça, Cenâb-ı Hak onlara yeni bir Peygamber ve yeni bir din göndermiş, onları tevhid inancına dâvet etmiştir. Ancak insanların sadece bir kısmı bu dâvete uymuş, diğer kısmı ise bâtıl inançlarında ısrar etmiştir. Hattâ bunlar Hakka dönmemekle de kalmamış, dönenlere zorla mâni olma, baskı ve işkence yapma yollarına bile başvurmuşlardır. Böylelikle her asırda ve her devirde Hak dine inananlarla inanmayanlar arasında sürekli bir mücadele olagelmiştir. Günümüzde de çeşitli isimler ve şekiller altında bu mücadele sürmektedir ve kıyâmete kadar da sürecektir.
Son Din Hangisidir?
İnsanlığın son dini, tevhid dîni olan İslâm dînidir.
İlim ve Din Arasında Herhangi Bir Çatışma Söz Konusu mu?
İlim, madde âleminin, hayatın ve özellikle insanın nasıl vâr olduğunu inceler, bu âlemde cereyan eden İlâhî kanunları bulup çıkarır. Bu kanunlar sâyesinde insanlığın teknik ve medeniyette daha fazla ilerlemesine imkân hazırlar. Din ise, kâinatın ve madde âleminin niçin yaratıldığını ve yaratıcısının kim olduğunu ortaya koyar. Özellikle insanın varlıklar içindeki müstesna mevkiini, yaratılış gayesini ve bu dünyadaki vazifesinin mahiyetini belirtir.
Şu halde ilim ile din için: Varlık âleminin sır ve muamma kutularını açan iki anahtardır denebilir. Biri, varlıkların yaratılış şeklini, maddî mahiyetini ortaya koyarken; diğeri de yaratılış sebebini ve gayesini açıklamaktadır. Bu bakımdan ortada birbirleri ile çatışan bir durum yoktur. Bil’akis birbirlerini tamamlama söz konusudur.
İlim ilerledikçe dinî görüşlerin iflâs edeceğini sananlar, bu noktada yanılmışlardır. Bil’akis, ilmin ileriye doğru attığı her adım, her yeni buluş, düşünen insanlığı dinî akîdelere biraz daha yaklaştırmış ve Allah’ın büyüklüğünü biraz daha yakından göstermiştir. Şöyle ki:
“Kâinatta mevcut kusursuz bir nizamın dayandığı kanunların keşfinden ve bu kanunlardan istifade yollarının araştırılmasından ibaret olan ilimler”, bu muhteşem nizamı kuran ve işleten Allah’ın varlığına en kuvvetli bürhan ve şahidlerdir. O yüce Yaratanın varlığını, eşsiz kudretini inkâr etmek; ancak gözle görülen mevcut nizamı inkâr etmekle mümkün olur. Nizamın inkârı hâlinde ise, ortada ilim kalmaz.
Diğer taraftan ilimler, Allah’ın yarattığı varlıklar âlemini incelediklerinden, yaratılıştaki hârikaları, ince hesap ve ölçüleri ortaya koymakta ve varlıklar üzerinde tecelli eden İlâhî isim ve sıfatları meydana çıkarmaktadırlar. Bu bakımdan, ilimlerin Allah’ın isimlerine ayna olduklarını ve herbir ilmin Allah’ın bir ismine dayandığını ve hakikatını o isimden aldığını söyleyebiliriz. Bu hususu Bediüzzaman şöyle izah etmektedir:
“Her bir kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyatın, herbir fennin bir hakikat-ı âliyyesi [yüce bir hakikatı] var ki, o hakikat bir ism-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı [çeşitli tecellileri] ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemâlât, o san’at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir.
Meselâ: Hendese [geometri] bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehası [ulaşabileceği en son nokta], Cenâb-ı Hakk’ın ism-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip hendese âyinesinde o ismin hakîmane cilvelerini müşahede etmektir.
Meselâ: Tıb bir fendir. Hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikatı, Hakîm-i Mutlak’ın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrâsı olan rûy-i zeminde [yeryüzünde] Rahimâne cilvelerini, edviyelerde [devâlarda] görmekle tıb kemâlâtını bulur, hakikat olur.
Meselâ: Hakikat-ı mevcûdattan bahseden hikmetü’l-Eşyâ, Cenâb-ı Hakk’ın (Celle Celâlühû) ism-i Hakîminin tecelliyat-ı kübrâsını müdebbirâne, mürebbiyâne eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme ve ona dayanmakla şu hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafâta inkılâb eder ve mâlâyâniyât olur veya felsefe-i tabiiye misillû dalâlete [sapıklığa] yol açar.
İşte sana üç misâl! Sair kemâlât ve fünûnu [fenleri] bu üç misâle kıyâs et.” (Sözler)
Gerçekten de Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, ilim ve fenlerin hakikatının İlâhî bir isme istinad ettiği görülmez veya görmezlikten gelinirse, ilmin ya inançsızlğa yol açacağı, veya faydasız birer meşguliyet mahiyeti alacağı, günümüzde pek çok misalleriyle ortaya çıkmıştır.
İlim – Din İlişkisini Açıklayan Bazı Güzel Sözler:
“İlim, insanlığa, telgrafı, elektriği, teşhisi ve bir takım hastalıkları tedavi çarelerini verdi. Din de ferdlerde ruhî sükûneti ve ahlâkî muvazeneyi te’min eder.
İlim ve din, kâinatın hazinelerini açmak için kullandığımız hakikî iki anahtardır.
İnsan ilimden istifade eder, fakat din ile yaşar.”
(William James)
“Bir tabiat kanununu ifade eden her formül, Allah’ı öven bir İlâhîdir.”
(Maria Mitchell)
“Hangi sahada olursa olsun, ilimle ciddî şekilde meşgul olan herkes, ilim mâbedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır: “İmân et!” İman, ilim adamının vazgeçemiyeceği bir vasıftır.”
(Max Planck)
“Kâinatın Yaratıcısına olan inanç, ilmi araştırmanın en kuvvetli ve en asîl muharrik gücüdür.”
(Albert Einstein)
“Vicdanın ziyası ulûm-u diniyyedir [dinî ilimlerdir]. Aklın nuru fünû*-u medeniyyedir [modern fenlerdir]. İkisinin imtizacı ile hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervâz eder [uçar]. İftirak ettikleri [ayrıldıkları] vakit, birincisinde taassub; ikincisinde hîle, şübhe tevellüd eder.”
(Bediüzzaman)
“Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır.”
(Albert Einstein)
“İlim ile din, birbirini nefyetmez (inkâr etmez), bil’akis tamamlar. Çünkü bunlardan biri aklın, diğeri gönlün (kalbin) ışığıdır. Ve insan ne yalnız akıldan, ne de gönülden ibarettir. Fakat hem akıl, hem de gönül sahibi bir varlıktır. Dinsiz ilim belki aklı tatmîn eder, fakat muhakkak ki gönlü karartır. Nitekim ilimsiz din de ruhu ve gönlü ışıtır, fakat aklı karanlıkta bırakır.
Binaenaleyh, insanlığın hayrı ve faydası, ne bugün olduğu gibi yalnız ilme bağlanmaktır, ne de orta zamanlarda olduğu gibi yalnız dine sarılmaktır. Fakat her ikisine birden sahip olmaktır.” (Ali Fuad Başgil)
“Allahu Teâlâ’nın mahlûklarını inceleyen fen adamları, O’nun büyüklüğünü herkesten iyi anlarlar.”
(Fahreddin-i Razî)
İNSAN FITRATEN DİNDARDIR
Din, insana sadece birlik, beraberlik, kardeşlik, vatan sevgisi, bayrak sevgisi, devlete bağlılık gibi hakikaten cemiyet hayatının muhtaç olduğu şeyleri vermekle kalmaz; ayrıca ferdî hayatın da vazgeçilmesi mümkün olmayan fıtrî bir ihtiyacını karşılar.
Bugün bir kısım sosyologların ve psikologların tahlili şunu ortaya koymuştur: Nasıl ki insan acıkır, yemek yer; acıkmak fıtrî bir haldir. Soğuğa karşı elbise giyer. Çoğalma ihtiyacına sahiptir. Aynen bunun gibi insanın vazgeçmesi mümkün olmayan ihtiyaçlarından birisi de dindir.
İnsan fıtraten dindardır. Ben bu fıtrî dindarlığı ifâde etmek için dindar değil, dincil kelimesini kullanmak istiyorum. Çünkü kendisini dinden uzak hisseden insanlar var. Dindar dediğimiz zaman belli bir dine intisap etmiş, samimiyetle yaşayan insanı anlarız. Dilimizde, dindarın mânâsı budur. Dindar insan, inancının gereğini yerine getiren kimsedir. Dincil deyince kasdettiğimiz durum başka bir şeydir, fıtrî dindarlıktır. Örfî mânâda kendisini dindar bilmeyen, bütün semavî dinlere düşman olabilir, ama biz diyoruz ki böyle bir kimse bile her şeye rağmen dincildir, fıtrî dindarlıktan kendini kurtaramamıştır.
İşte bu durumu ifade edebilmek için yeni bir kelime bulma ihtiyacı hissettim. Bu mefhumu “dincil” kelimesiyle ifade etmeyi uygun buluyorum. Gerçekten insan dincil bir mahlûktur. Dindar olmanın dışına çıkamıyor.
Şöyle ki, zamanımızda yapılan bir kısım tahliller sonunda dindarlığın veya dinlerin birkaç temel esasa dayandırıldığını görüyoruz. Meselâ, “mukaddes” duygusu vardır. Belli günler, belli saatler mukaddestir, bunun dışına çıklamaz. Belli mekânlar mukaddestir. Mekân biteviye aynı değerde değildir. Mekânı bölüyor, zamanı bölüyor, eşyayı bölüyoruz; birini diğerinden, bir kısmını diğer kısmından değer yönüyle ayırıyoruz, yani, kudsiyet izâfe ediyor, ayrı bir değer veriyoruz.
Şahıslar veya eşya.. Hepsi aynı değerde değildir. Şu halde dinin temeli, bir nevi “mukaddes” ruhuna dayanıyor. Dinlerin böylesi bir tahliline “strüktürel tahlil” denmektedir. Strüktüralizm, her sahada hâdiseleri temel yapılarına göre tahlil etmek demektir.
Şimdi bu açıdan dinden uzak bir insanı, ruhî ve şahsî hayatı bakımından tahlil edelim. Onun ruhî hayatının dindar bir insanın hayatından farksız olduğunu göreceğiz. Şöyle ki, ben bir Müslüman olarak câmileri, Kâbe’yi veya Mekke’yi mukaddes kabul ediyorum. Yani, dindar bir kimse olarak bende bâzı mekânı diğer bâzısından ayırma duyğusu var. Ama diyorum ki bu duygu kimde yok?
En dinsiz bilinen insanda bile, mukaddes mekân duygusu vardır. Ama onun açısından doğduğu yer mukaddestir, sevdiği insanın yaşadığı veya öldüğü yer mukaddestir. Yani, onun hayatında da, dindar kimsede olduğu gibi, muhakkak mukaddes mekân duygusu vardır.
Meselâ, bu zamanın insanları “Anneler Günü” diyor. O günü mukaddes tanıyor. “Babalar Günü”, “yaş günü”, “doğum günü” diyor ve bunların hepsini mukaddes sayıyor. Mutlaka zamanın bir bölümüne kudsiyet izafe ediyor.
İlk insanlara âit efsanelerde de bu var. Efsanelerde, belli şeylerin yaratıldığı, vukua geldiği kabul edilen günler vardır ve bu günler mukaddes addedilerek çeşitli tarzlarda merasimlerle kutlanır. Söz gelimi efsane kahramanlarının doğum günleri, yaratılışın vukua geldiği gün, vs. mukaddes kabul edilir. Bu açıdan hareket ederek dinleri tahlil ettiğimiz zaman bütün dinlerde müşterek prensipler buluyor ve dindar, lâik, dinsiz her çeşit insanın yaşayışında dinî tezahürler görüyoruz. En dinsiz insan bile, fıtrî dincilliğin gerektirdiği dinî tezahürlerin dışında kalamıyor.
Bunun ispatını şöyle bir sualle yapabiliriz: Dîni afyon telâkki edecek kadar dinsizliği meslek edinmiş bir komünist, Karl Marks’ın mezarını ziyaret etmiyor mu, doğum yılını kutlamıyor mu, onun putu önünde bir takım merasimler icra etmiyor mu, onun Das Capitale adlı kitabını her kitabın üstünde tutmuyor mu?
Demek ki, bizi yaratan Cenâb-ı Hak, bizi dine muhtaç yaratmış ve fıtratımıza uygun bir din sistemi vermiştir. Hiç kimse bu fıtrî muhtaçlıktan hariç değildir. Öyleyse zamanı kudsîleştirmek, mekânı kudsîleştirmek fıtrî meyli ile lâik veya dine inanmadığını söyleyen ve inanmayan insanlar da, gerek zaman, gerek mekân ve gerekse eşyaya kudsiyet izâfe edecektir.
Hamidullah Hoca anlatmıştı. Bir Rus kızı Müslüman olmuş, Paris’e gelmiş. Hoca: “Nasıl müslüman oldun?” diye sormuş. Kız cevaben, Moskova’da bir merasim esnasında meydanda bulunduğunu, polisin, duruşunu beğenmeyerek müdahale ettiğini, “saygılı duracaksın” dediğini, kendisinin de, “Saygı bir mânevî değer oluyor. Var mı bizde, komünizmde bu?” dediğini ifade ediyor.
Bunun üzerine polis iki tane jop indiriyor. Kız, bu jopun üzerine düşünüyor ve Fransa’ya kaçıyor, daha sonra orada Müslüman oluyor.
Netice olarak diyebiliriz ki: Din, hakikaten yaradılıştan getirdiğimiz bir ihtiyacın karşılanmasıdır.


  • İLMİHAL DOSYALARI, Mehmet Dikmen
  • 22 Ağustos 2015 tarihinde eklendi.
  • tarafından eklendi.
  • İman Esasları-Mehmet Dikmen İlmihali için yorumlar kapalı
  • 1.072 kez görüntülendi

Mehmet Dikmen

Sitemizde sanatçıya ait toplam 1 eser bulunmaktadır. Sanatçının sayfasına gitmek için tıklayın.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.