Web sitemize hoşgeldiniz, 27 Nisan 2024
Beğen 2

Mustafa Demirci-Ahenk ve Uyuşmazlık

Peygamber (s.a.v.) yeni aldığı bahçeye bir cami yapılmasını istedi. Kuba’daki gibi hemen yapıma başladılar. Binanın çoğunu kerpiç briketlerden yaptılar; fakat kuzeydeki duvarın, yani Kudüs’e yönelik olan duvarın ortasındaki mihrabın iki tarafına taş koydular. Bahçedeki hurmaları kestiler ve kerestelerini, hurma dallarından oluşan çatıya destek yapmakta kullandılar. Bahçenin hepsinin üstünü kapatmadılar, büyük bir kısmı çatısızdı.
Peygamber (s.a.v.) Medîneli Müslümanlara yardımcılar anlamına gelen ensâr, kendi yurdunu bırakıp vadiye göç eden Kureyşlilere ve diğer kabilelerden Müslümanlara da, göç edenler anlamına gelen muhâcir adını verdi. Peygamber (s.a.v.) de dahil hepsi inşaatta çalıştılar. Çalıştıkları sırada sürekli şu beyiti tekrarlıyorlardı:
“Allah’ım, âhiret gününden başka iyi gün yoktur.
Ensâr ve muhâcirîne yardım et!”,
Veya
“Âhiret yurdundan başka gerçek hayat yoktur.
Allah’ım, ensar ve muhâcirîne merhamet et!”
Bu iki grubun bir üçüncü ile güçlendirileceği ümit ediliyordu. Sonunda Peygamber (s.a.v.), Yahudilerle Müslümanlar arasında, iki grubu bir toplum haline getiren, fakat dinlerinde serbest bırakan karşılıklı bir anlaşma imzaladı. Müslümanlar ve Yahudiler eşit statülere sahip olacaklardı. Eğer bir Yahudi’ye zarar verilirse, ona hem Müslümanlar hem de Yahudiler yardım edecekti. Aynı durum bir Müslüman için de söz konusuydu. Putperestlere karşı bir tek topluluk olarak savaşacaklar ve ne Müslümanlar ne de Yahudiler birbirlerinden ayrı barış yapamayacaklardı. Eğer görüş farklılıkları, tartışmalar, anlaşmazlıklar ortaya çıkarsa, bu mesele Rasûlullah (s.a.v.) aracılığıyla Allah’a götürülecekti. Bununla birlikte, anlaşma metninde, Muhammed (s.a.v.)’e hep Allah’ın Rasûlü olarak değinilmesine rağmen, Yahudilerin normal olarak onun Allah’ın elçisi olduğunu kabul etmek zorunda olduklarını ifade eden bir madde yoktu.
Yahudiler bu anlaşmayı politik nedenlerden ötürü kabul etmişlerdi. Peygamber (s.a.v.) Medîne’nin en güçlü adamı olmuştu ve gücü daha da artacağa benziyordu. Kabul etmekten başka seçenekleri yoktu; fakat yine de aralarından çok azı Allah’ın Yahudi olmayan bir peygamber göndereceğine inanıyordu. İlk önceleri dışa karşı samimi görünüyorlardı. Buna rağmen kendi seçilmiş topluluklarının üstün olduğu inancındaydılar ve bu konuyu kendi aralarında konuşuyorlardı. Yeni dine karşı, şüpheli tavırlarını gizli tutmalarına rağmen, bu tavrı vahyin ilâhî kaynağından şüphe duyan Araplarla paylaşmaya hazırdılar.
İslâm, Evs ve Hazrec kabilelerinde hızla yayılmaya devam etti. Bazı mü’minler artık vadiye, Yahudilerin de anlaşmaya katılmasıyla ahenkli bir bütün olarak bakıyorlardı. Fakat vahiy onları gizli uyuşmazlık ve ihanetlere karşı uyarmaya başladı. Bu sıralarda, Kur’ân’ın en uzun sûresi olan ve Fâtiha’dan sonra ikinci sırayı alan Bakara Sûresi indirilmeye başlandı. Sûre doğru yolda olanların tanımlanmasıyla başlıyordu:
“Elif, Lâm, Mîm. Bu kendisinde şüphe olmayan, muttakîler (Allah’tan korkup sakınanlar) için de kılavuz olan bir kitaptır. Ki onlar, gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden, infak ederler. Ve (yine) onlar, sana indirilene, senden önce indirilenlere iman ederler ve âhirete de kesin bilgiyle inanırlar. İşte bunlar, Rablerinden olan bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de bunlardır”. (Bakara: 2-5).
Bunun arkasından Hakk’a karşı kör ve sağır olan müşrikleri tanımladıktan sonra üçüncü bir grup insandan bahsediliyordu:
“İnsanlardan öyleleri vardır ki: ‘Biz Allah’a ve âhiret gününe iman ettik’ derler, oysa onlar inanmış değildirler….. İman edenlerle karşılaştıkları zaman: ‘İman ettik’ derler.
Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise, derler ki: Kuşku yok, sizinle beraberiz. Biz (onlarla) yalnızca alay edicileriz.” (Bakara: 8, 14).
Bunlar Evs ve Hazrec’ten çeşitli samimiyetsizlik derecesinde şüpheciler, kararsızlar ve ikiyüzlüler (münâfıklar) idi. Onların şeytanları ise, onlardaki bu şüphe tohumunu sürekli besleyen inkârcılardı. Peygamber (s.a.v.) burada Mekke’de hiçbir zaman karşılaşmadığı bir olaya karşı uyarılıyordu. Orada Müslüman olanların samimiyetinden hiçbir zaman şüphe edilemezdi. Yeni dine girmelerinin sebebi sadece inanmaları ve samimiyetleriydi; çünkü yeni dine giriş dünyevî hayatla ilgili insana bir şeyler kazandırmıyor, belki de kayıplara uğratıyordu. Fakat şimdi, Medîne’de yeni dine girmenin sağlayacağı dünyevî yararlar vardı, hem de bu yararlar sürekli artış yolundaydı. Müslüman safları arasında hiçbir ikiyüzlünün bulunmadığı o günler artık geride kalmıştı.
Âyette değinilen şeytanlardan bazıları Yahudilerdi. Yine aynı sûrede şöyle deniyordu:
“Kitap ehlinden çoğu, kendilerine gerçek (hak) apaçık belli olduktan sonra, nefislerini (kuşatan) kıskançlıktan dolayı, imanınızdan sonra sizi küfre döndürmek arzusunu duydular.” (Bakara: 109).
Yahudiler Peygamber (s.a.v.)’in gelişini ruhî ve manevî aydınlanma için değil, Yesrib’de daha önce sahip oldukları üstünlüğü tekrar ele geçirmek için sabırsızlıkla bekliyorlardı. Fakat onların ümitlerinin tersine, gelen peygamber, İshak’ın değil, İsmail’in soyundandı. Bir Allah’a inanan bu peygamberin başarıları, ilâhî kaynaktan destek gördüğünü gösterecek şekilde çoğalıyordu. Yahudiler, onun gerçekten hak Peygamber olmasından korktular ve bu yüzden, O’nun gönderildiği topluluğa karşı kıskançlık duymaya başladılar. Bununla birlikte yine de onun gerçek peygamber olmadığına kendi kendilerini ikna ediyorlar ve başkalarına da onun semavî bir elçinin özelliklerini taşımadığını söylüyorlardı: “Muhammed (s.a.v.) kendisine gökten haber indirildiğini iddia ediyor, halbuki O daha devesinin nerede olduğunu bilmiyor.” Peygamber (s.a.v.)’nin devesinin kaybolduğu bir gün bir Yahudi böyle demişti. Peygamber (s.a.v.) bunu duyunca şöyle dedi: “Ben ancak Allah’ın bana bildirdiklerini bilirim. Şimdi O, bana gösterdi: deve size, söylediğim gibi yuları ağaca bağlı duruyor.” Ensâr’dan bir grup adam gittiler ve deveyi onun söylediği yerde buldular.
Yahudilerin çoğu ilk önceleri vadide iç savaşın sona ermesine neden olan bu birliğe sevinmişlerdi. Fakat vadide çatışma olmasından onların daha büyük çıkarları oluyordu. Araplararası bir çatışma, Arap olmayanların değerini artırıyordu; çünkü onlara müttefik olarak ihtiyaç duyuluyordu. Evs’le Hazrec’in birleşmesi, bir taraftan Yesrib Araplarına büyük bir güç vermiş, diğer taraftan bu tür müttefiklere duyulan ihtiyacı da ortadan kaldırmıştı. Anlaşmaya giren Yahudilerin de bu güçten payları olacaktı. Fakat bu, aynı zamanda, vadi dışındaki Araplara karşı açılan savaşta onlara zorunluluklar yükleyen bir anlaşma idi. Henüz denemedikleri bu yeni yaşamda onlar için daha başka tehlikeler de ortaya çıkarabilirdi. Oysa eski yaşamlarına alışmışlardı, bu yüzden çoğu tekrar eski yaşamlarına dönmek istediler. Benî Kaynuka’lı, Evs’le Hazrec arasındaki anlaşmazlığı körüklemede usta bir politikacı olan yaşlı bir Yahudi, bu iki kabilenin birleşmesine çok kızmıştı. Bu yüzden sesi güzel olan bir gence, Ensâr toplu halde otururken, yanlarına gidip bir önceki iç savaştan (Buas) önce ve sonra, iki tarafın karşılıklı birbirlerini suçlama ve aşağılama için yazdığı şiirlerden bölümler okumasını söyledi. Genç söylenenleri aynen yaptı ve orada bulunanların hepsini geçmişe götüren, büyük bir ilgi topladı. Evs’liler kendi şiirlerini, Hazrec’liler de kendi şiirlerini alkışladılar; daha sonra bu iki taraf da birbirine bağırmaya, hakaret etmeye başladı. Sonunda: “Silahlanın! Silahlanın!” sesleri yükseldi. Kayalıklara gidip tekrar savaşmak için yola çıktılar. Bu haberler Peygamber (s.a.v.)’e ulaştığında Peygamber (s.a.v.) bütün muhâcirleri topladı ve aceleyle çatışma yerine gitti: “Ey Müslümanlar!” dedi ve sonra iki kez : “Allah, Allah!” dedi. “Câhiliye devrindeki gibi mi davranacaksınız?” diye devam etti; “Aranızda olmama, Allah’ın sizi doğru yola ulaştırıp şereflendirmiş, böylece sizi putperest adetlerden, küfürden korumuş ve kalblerinizi birleştirmiş olmasına rağmen hâlâ bunu mu yapıyorsunuz?” Ensâr, hata ettiklerini ve yoldan çıktıklarını kabul etti. Ağlayarak birbirleriyle kucaklaştılar ve Peygamber (s.a.v.)’le birlikte, onun sözlerini dinlemek ve itaat etmek üzere Medîne’ye döndüler.
Mü’minler topluluğunu daha çok birbirine bağlamak istediği için Peygamber (s.a.v.), ensâr ile muhâcirler arasında kardeşlik kurumunu ortaya koydu. Böylece ensâr’dan her biri, kendisine diğer ensâr’ın tümünden daha yakın bir muhâcir kardeşe, muhâcirlerden her biri de kendisine diğer muhâcirlerin tümünden daha yakın bir ensâr kardeşe sahip oluyordu. Fakat Peygamber (s.a.v.) kendisini ve ailesini bundan ayrı tuttu; çünkü ensâr’dan birini diğerine tercih edip kendisine kardeş seçmek çok zor bir işti. Bu yüzden Ali (r.a.)’nin elini tuttu ve “Bu benim kardeşimdir” dedi. Hamza (r.a.) ile de Zeyd (r.a.)’i kardeş yaptı.
İslâm’ın en büyük düşmanlarından ikisi, babaları tarafından biri Hazrec’li biri Evs’li, anne tarafından ise kuzen olan ve kabilelerinde büyük nüfuza sahip olan iki adamdı. Evs’li Ebû Amir’e, tüy bir elbise giydiği ve ara sıra inzivaya çekildiği için bazan “Rahip” derlerdi. Ebû Amir, İbrahim’in dinine bağlı olduğunu söylerdi; bu şekilde Yesribliler arasında prestij ve dinî otorite kazanmıştı. Peygamber (s.a.v.) Medîne’ye geldiğinde, Ebû Amir ona gitmiş ve yeni dinle ilgili sorular sormuştu. Peygamber (s.a.v.) ona bu vahyin, İbrahim’in dininin devamı olduğunu anlatan bir âyetle cevap verdi. Ebû Amir: “Fakat ben o dine bağlıyım” dedi ve inkârda direnerek, Peygamber (s.a.v.)’i İbrahim’in dinini yalanladığını ve bozduğunu iddia ederek suçladı. Peygamber (s.a.v.): “Hayır, ben onu bozmadım, temiz ve pak olarak getirdim” dedi. Ebû Amir: “Allah yalancıyı yalnız bir sürgün olarak öldürsün” dedi. Buna karşı Peygamber (s.a.v.) şu cevabı verdi: “Öyle olsun! Allah O söylediğini yalancının üzerine döndürsün.”
Ebû Amir daha sonra otoritesinin gittikçe azaldığını fark etti. Oğlu Hanzele’nin de Müslüman olup, Peygamber (s.a.v.)’e bağlanmasıyla prestiji daha da azaldı. Bundan kısa bir süre sonra, zaten çok az olan -on kişi-adamlarını toplayıp Mekke’ye gitti. Bu onun kendi kendine uyguladığı sürgünün başlangıcıydı.
Onun kuzeni olan Hazrec’li Abdullah İbn Übey de, Peygamber (s.a.v.)’in gelişine sevinmemişti. Onun gelişiyle Abdulah İbn Übey’in politik otoritesi sarsıldı; oğlu Abdullah ve kızı Cemîle’nin de Peygamber (s.a.v.)’e tabi olduğunu görünce daha çok sinirlendi. Fakat Ebû Amir’in aksine İbn Übey, yeni gelen adamın etkisinin er geç söneceğini düşünerek bekliyordu. O sırada uyguladığı politika karşı çıkmamakta, fakat bazen buna rağmen duygularını ele veriyordu.
Hazrec’in ileri gelenlerinden biri olan Sa’d İbn Muâz (r.a.)’ın hastalanması üzerine Peygamber (s.a.v.) onu ziyarete gitmişti. Vadideki bütün zengin adamlar evlerini kale şeklinde yaparlardı. Peygamber (s.a.v.) Sa’d’ı ziyarete giderken, bahçe duvarının önünde çevresinde diğer Hazreclilerle oturan Abdullah İbn Übey’in evinin (Muzahem) önünden geçiyordu. Bahçe duvarının dışında bineğinden indi ve ona selam verdikten sonra aralarında biraz oturup onlara Kur’ân okumak ve İslâm’ı anlatmak istedi; fakat tam anlatmaya başlayacağı sırada Abdullah İbn Übey O’na döndü ve şöyle dedi: “Senin anlatacakların gerçekse, hiçbir şey onlardan daha iyi olamaz. O halde evde, kendi evinde otur. Sana gelenlere anlat. Fakat sana gelmeyeni konuşmalarınla rahatsız etme ve istemediği halde topluluğuna girme.” “Hayır”, dedi bir ses, “Bize onu anlat, topluluklarımıza, mahallelerimize ve evlerimize gir. Çünkü biz onu seviyoruz, Allah bize merhamet etti ve bizi doğru yola ulaştırdı.” Konuşan Abdullah İbn Übey’in her zaman için kendisine güvenebileceğini düşündüğü bir adam olan Abdullah İbn Revâha idi. Hayal kırıklığına uğrayan lider (İbn Übey), suratını asarak arkadaşları tarafından terk edilen bir adamın yenilmeye mahkûm olduğunu anlatan bir beyit okudu. Artık karşı koymanın anlamsız olduğunu anlamıştı. Peygamber (s.a.v.) ise, Abdullah’ın tamir edici çabalarına rağmen çok üzgün bir şekilde yoluna devam etti. Hasta adamın evine vardığında reddedilmenin üzüntü izleri hâlâ yüzünden okunuyordu. Sa’d hemen onu üzen meselenin ne olduğunu sordu. Peygamber (s.a.v.) Abdullah İbn Übey’in küfrünün üzülmesine sebep olduğunu söylediğinde Sa’d: “Ey Allah’ın Rasûlü! Ona nazik davran; çünkü Allah seni bize verene dek biz ona taç giydirip, onu kral yapmayı tasarlıyorduk. Şimdi o kendi krallığını senin çaldığını sanıyor” dedi.
Peygamber (s.a.v.) bu sözleri hiç unutmadı. İbn Übey’e gelince; o, bir zamanlar çok büyük olan prestijinin gün geçtikçe azaldığını ve İslâm’a girmezse tamamen yok olacağını anladı. Diğer taraftan İslâm’ı sözde kabul etmiş görünmesi onun otoritesini güçlendirirdi; çünkü Araplar, büyük bir sebep olmadıkça eski anlaşma bağlarını koparmazlardı. Bu yüzden kısa bir süre sonra İslâm’a girdi.
Normal olarak Peygamber (s.a.v.)’e biat etmesine ve namazlara devam etmesine rağmen, mü’minler ondan hiçbir zaman emin olmadılar. Şüphe duydukları başka kişiler de vardı; fakat İbn Übey farklı biriydi. Onun etkisiyle samimi olmaksızın yeni dine girdiğini açıklayan grup gittikçe artıyor, bu da onun tehlikesini artırıyordu.
Mescidin henüz yapım halinde olduğu ilk aylardan birinde cemâat büyük bir kayıpla karşılaştı: Vadide Peygamber (s.a.v.)’e ilk biat eden kişi olan Es’ad ölmüştü. O iki Akabe biatı arasında Mus’ab’a ev sahipliği yapmıştı. Peygamber (s.a.v.) şöyle dedi: “Yahudiler ve Araplardan ikiyüzlüler benim hakkımda şöyle diyecekler: ‘Eğer o gerçekten peygamber olsaydı arkadaşı ölmezdi.’ Halbuki ben Allah’ın isteği dışında ne kendim, ne de arkadaşım için bir şey dileyemem.”
Belki de Esad’ın cenaze töreninde Selmân’la Peygamber (s.a.v.) ikinci defa karşılaştılar; çünkü sonraki yıllarda Selmân bu olayı şöyle anlatıyor: “Allah’ın Rasûlü, Bakî el-Garkad’da iken yanına gittim; orada bir arkadaşının tabutu başındaydı.” Selmân Peygamber (s.a.v.)’in oraya geleceğini biliyordu, bu yüzden zamanında oraya ulaşabilmek için işini bıraktı ve Peygamber (s.a.v.)’i ensâr ve muhâcirlerden bir grupla oturur buldu. “Onu selâmladım” dedi Selmân. “Daha sonra peygamberlik mührünü görme ümidiyle arkasına dolandım. Benim isteğimi anladı. Cübbesini sıyırarak sırtını açtı. Hocamın bana anlattığı şekilde mührü gördüm. Eğildim, mührü öptüm ve ağladım. Sonra Peygamber (s.a.v.) bana yanına gelmemi söyledi. Önüne oturdum ve başımdan geçenleri anlattım. Hikâyemi arkadaşlarının da dinlemesini istedi. Daha sonra Müslüman oldum.” Selmân bir köle olduğu için Beni Kurayzalılar arasında yaşıyor ve çok sıkı çalıştırılıyordu. Bu yüzden, bu olaydan sonraki dört yıl boyunca Müslümanlarla çok az beraber olabildi.
Ehli Kitap’tan İslâm’a giren diğer bir adam da, Benî Kaynuka’nın dinî lideri Hüseyin İbn Selâm idi. İbn Selâm (r.a.) gizlice Peygamber (s.a.v.)’e gelmiş ve biat etmişti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) ona Abdullah ismini vermişti. Abdullah, halkının kendisinin Müslüman olduğunu duymadan önce, onlara kendi konumu hakkında sorular sorulmasını önerdi. Peygamber (s.a.v.) onun evine gitti ve Beni Kaynuka’nın ileri gelenlerini eve çağırdı. Onlara İbn Selâm’ın onlar arasındaki konumunu sordu. Beni Kaynukalılar: “O bizim başkanımız ve başkanımızın oğlu; o bizim hahamımız ve en bilgili adamımızdır” diye cevap verdiler. Abdullah ortaya çıktı ve onlara: “Ey Yahudiler, Allah’tan korkun ve O’nun size gönderdiği şeyi kabul edin. Çünkü siz bu adamın Allah’ın rasûlü olduğunu biliyorsunuz” dedi. Daha sonra kendisinin ve ailesinin Müslüman olduğunu açıkladı. Bunun üzerine halk, onun, daha önce tasdikledikleri konumunu reddettiler.
İslâm, artık vahada tüm teşkilâtıyla yerleşmişti. Vahiy, zekât vermeyi, Ramazan ayında oruç tutmayı farz kılmış, helâller ve haramları belirlemişti. Günde beş vakit namaz cemaatle kılınıyordu. Her namaz vakti Müslümanlar yaptıkları mescidin önünde toplanıyorlardı. Herkes namaz vaktini gökte güneşin konumuna, onun doğu ufkundaki ilk ışıklarına veya batıda güneşin batış şekline göre belirliyordu. Fakat kişiler farklı farklı vakitler belirleyebiliyordu. Bu yüzden Peygamber (s.a.v.), namaz vakti geldiğinde Müslümanları namaza çağıracak bir alete ihtiyaç duydu. İlk anda aklına Yahudilerin borusu gibi öttürecek bir adam tayin etmek geldi. Sonradan fikrini değiştirdi ve o zamanki Hıristiyanların kullandığı nakus adı verilen tahta çan kullanmaya karar verdi. Fakat bu iki aleti de hiçbir zaman kullanmadılar. Çünkü, İkinci Akabe’de biat eden bir Hazrec’li olan Abdullah İbn Zeyd (r.a.), bir rüya görmüş ve onu ertesi gün Peygamber (s.a.v.)’e anlatmıştı: “Üstünde iki parça kumaştan yeşil elbiseli bir adam yanımdan geçti, elinde bir nakus vardı. Ben : “Ey Allah’ın kulu, o nakus bana satar mısın?” dedim. ‘Onunla ne yapacaksın?’ diye sordu. ‘Onunla insanları namaza çağıracağız?’ dedim. ‘Sana bundan daha iyi bir yol göstereyim mi?’ Ben: “Nedir o yol?” diye sordum. Adam: “Allahu Ekber, Allah Büyüktür, demelisin” dedi. Ve bu ibareyi dört kez tekrarladı. Sonra ikişer kere de aşağıdakileri okudu: “Allah’tan başka ilâh olmadığına şehadet ederim. Muhammed’in Allah’ın rasûlü olduğuna şehadet ederim, Haydi namaza, haydi kurtuluşa! Allah Büyüktür’. Daha sonra bir kez, “Allah’tan başka ilâh yoktur” dedi”.
Peygamber (s.a.v.) bunun hak bir rüya olduğunu söyledi. Abdullah İbn Zeyd (r.a.)’den sesi çok güzel olan Bilâl (r.a.)’e rüyasında duyduğu sözlerin aynısını öğretmesini istedi. Camiye yakın en yüksek evlerden biri Neccâr kabilesinden bir kadına aitti. Bilâl (r.a.) oraya her gün şafaktan önce gelir ve şafağın ilk ışıklarını beklerdi. Doğuda ilk solgun ışığı gördüğünde ellerini yukarı kaldırır ve şöyle dua ederdi: Allah’ım, Sana hamdediyorum ve Kureyş’in Müslüman olması için senden onlara yardım etmeni istiyorum. Daha sonra ayağa kalkar ve ezan okurdu.


Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.