Mustafa Demirci-Anlaşmanın Bozulması
Anlaşmaya rağmen Bekr kabilesinden bir grup, Huza’a kabilesi ile aralarında varolan kan davasını sürdürüyordu. Amr (r.a.)’ın Suriye’ye gitmesinden kısa bir süre sonra Bekr’in bir kolu bir gece Huza’a’ya baskın yaptı ve onlardan birini öldürdü. Meydana gelen çatışmada -çatışmanın bir bölümü haram bölgede yapılmıştı- Kureyş’liler müttefiklerine silah vererek yardım ettiler. Gece karanlığında bir veya iki Kureyş’li de çatışmaya katıldı Huza’a kabilesinin Benî Kâ’b kolu, derhal Medîne’ye Peygamber’e (s.a.v) haber veren ve yardım isteyen bir grup heyet gönderdiler. Peygamber (s.a.v) onlara kendisine güvenebileceklerini söyledi ve ülkelerine geri gönderdi. Onlar gittikten sonra Âişe’ye gitti. Yüzünden çok sinirli olduğu anlaşılıyordu. Gusül etmek için bir miktar su istedi. Suyu üstüne dökerken Âişe (r.a.) O’nun, “Eğer Ka’b oğullarına yardım etmezsem, ben de yardım edilmeyeyim” dediğini duyuyordu.
O sırada Mekkeliler olayların muhtemel sonuçlarını düşünerek tedirgin oldular. Bu nedenle, eğer gerekirse, Peygamber (s.a.v)’i yatıştırmak üzere Ebû Süfyân’ı gönderdiler. Ebû Süfyân yolda geri dönen Huza’alı elçilere rastladı ve çok geç kalmış olmaktan korktu. Peygamber (s.a.v)’in düşünceli halini görünce korkusu daha da arttı. “Ey Muhammed!” dedi, “Hudeybiye antlaşmasında ben yoktum. Müsaade et de şimdi bu antlaşmayı güçlendirelim ve uzatalım.” Peygamber (s.a.v) onun ricasını şu soruyla cevapladı: “Sizin tarafınızdan hiç onu bozan oldu mu?” Ebû Süfyân tedirgin bir şekilde, “Allah korusun!” dedi. Peygamber (s.a.v), “Biz de aynı şekilde Hudeybiye’de yaptığımız anlaşmaya aynı süre için uyuyoruz. Onu değiştirmeyeceğiz. Onun yerine başka bir anlaşmayı da kabul etmeyeceğiz” dedi. Daha fazla söyleyecek bir şeyi olmadığı anlaşılıyordu. Bu nedenle Ebû Süfyân kendisine yardım etmesi ümidiyle kızı Ümmü Habîbe’ye gitti. On beş yıldan beri görüşmüyorlardı. Odada oturulacak en iyi yer Peygamber (s.a.v)’in kilimiydi. Ebû Süfyân orada oturmaya niyetlendiğinde, kızı kilimi hemen onun altından çekti. Babası, “Küçük kızım” dedi; “bu kilim mi benden daha değerli, yoksa ben mi bu kilime oturmayacak kadar değerliyim?” Kızı, “Bu Peygamber (s.a.v)’in kilimi, sen ise putperestsin ve temiz değilsin” dedi. Daha sonra şunları ekledi: “Babacığım sen Kureyş’in büyüğüsün ve onların liderisin. Nasıl oldu da İslâm’a girmedin ve nasıl oldu da, ne gören ne de duyan taşlara tapıyorsun?” Ebû Süfyân, “Allah Allah!” dedi. “Muhammed’in dinine uymak için atalarımın yaptığı şeylerden mi vazgeçeceğim?” Kızından hiçbir yardım göremeyeceğini anlayan Ebû Süfyân, anlaşmayı yenilemek için aracı olmalarını istediği Ebû Bekir (r.a.) ve diğer sahâbilere gitti. Çünkü Peygamber açıkça söylemediği halde o, bir önceki çatışma nedeniyle anlaşmanın bozulduğundan artık emindi. Fakat bu aynı zamanda anlaşmanın tekrar yenilenmesine sebep teşkil edebilirdi. Yani eğer nüfuzlu bir adam, iki grup arasında teker teker genel bir himaye açıklaması yaparsa kan dökülmesine engel olunabilirdi. Ebû Süfyân bu seçeneği Ebû Bekir’e önerdi. Fakat o sadece, “Ben Allah’ın Rasûlü’nün verdiği himaye sınırları içinde himaye verebilirim” dedi. Diğerleri de hemen hemen aynı cevabı verdiler. Ebu Süfyân son olarak iki kardeş olan Hâşim ve Abdu Şems’in torunları oldukları için akrabalık bağlarına güvenerek Ali (r.a.)’nin evine gitti. Fakat Ali şu cevabı verdi: “Yazıklar olsun sana Ebû Süfyân! Allah’ın Rasûlü senin teklifini geri çevirmeye karar verdi. Hiç kimse onun aleyhinde olduğu bir konu hakkında O’ndan olumlu bir ricada bulunamaz.” Çünkü sahabiler Kur’ân’da Peygamber’e de şöyle dendiğini biliyorlardı:
“İş konusunda onlarla müşâvere et. Eğer azmedersen Allah’a tevekkül et.” (Âl-i İmrân: 159)
Onlar Peygamber’in bir şeye karar verdiğinde artık onu kararından vazgeçirmenin imkânsız olduğunu deneyimlerinden biliyorlardı. Ebû Süfyân şimdi de kucağında Hasan’la yerde oturan Fâtıma (r.a.)’ya dönmüştü: “Ey Muhammed (s.a.v)’in kızı!” dedi. “Küçük oğluna, tek tek insanlar arasında himaye kurmasını emret ki, sonsuza dek Arapların başkanı olabilsin.” Fakat Fâtıma (r.a.), çocukların himaye edemeyeceklerini söyledi. Ebû Süfyân tekrar Ali (r.a.)’ye döndü ve ne yapması gerektiği konusunda ondan yalvararak yardım istedi. “Başka çaresi yok” dedi, Ali; “Sen kalkıp tek tek insanlar arasında himaye kurmalısın. Sen Kinâne’nin başkanısın.” Ebû Süfyân, “Bu bana bir şey kazandırır mı?” diye sordu. “Vallahi zannetmem” dedi. “Fakat bence yapabileceğin başka bir şey yok”. Bunun üzerine Ebû Süfyân, mescide gitti ve yüksek sesle: “Dinleyin, ben insanlara teker teker himaye veriyorum. Muhammed’in de beni onaylamaktan geri kalacağını zannetmiyorum” dedi. Daha sonra Peygamber (s.a.v)’e gitti ve “Ey Muhammed! Benim verdiğim himayeyi reddedeceğini zannetmiyorum” dedi. Fakat Peygamber (s.a.v) sadece şu cevabı verdi: “Ey Ebû Süfyân! Bu senin düşüncen.”
Peygamber (s.a.v) sefer hazırlıklarına başlanmasını emretti. Ebû Bekir kendisinin de sefere hazırlanmasının gerekip gerekmediğini sordu. Peygamber (s.a.v) ona hazırlanması gerektiğini ve Kureyş’e karşı sefere çıktıklarını söyledi. Ebû Bekir (r.a.), “Anlaşma süresinin bitmesini beklememiz gerekmez mi?” dedi. Peygamber, “Onlar bize ihanet ettiler ve anlaşmayı bozdular” dedi. “Ben de onların üstüne yürüyeceğim. Fakat sana söylediğim şeyi bir sır olarak sakla. İsteyen Allah’ın Rasûlü’nün Suriye için hazırlandığını zannetsin, isteyen Taif, isteyen de Hevâzin üzerine yürüyeceğimi düşünsün. Allah’ım! Kureyş’in bizi görmemesini ve yaptığımız hazırlıktan haber almamasını sağla. Böylece onları aniden ülkelerinde bastırabilelim.” Bu duasına cevap olarak Allah’tan, Hâtib adındaki bir muhâcirin sırrı öğrendiğini ve uyarmak üzere Kureyş’e bir mektup gönderdiğini bildiren bir haber geldi. Hâtib mektubu Mekke’ye gitmekte olan Muzeyne’li bir kadına vermişti. Kadın mektubu saçlarının arasına saklamıştı. Peygamber Zübeyr (r.a.) ve Ali (r.a.)’yi onun arkasından gönderdi. Ali (r.a.) ve Zübeyr (r.a.) mektubu kadının çantasında bulamayınca, onu üzerini aramakla tehdit ettiler. Bunun üzerine kadın mektubu verdi. Onlar da Peygamber (s.a.v.)’e götürdüler. Peygamber (s.a.v) mektubu yazanı yanına çağırttı. “Ey Hâtib, bunu niçin yaptın?” diye sordu. Hâtib, “Ey Allah’ın Rasûlü! Ben gerçekten Allah’a ve Rasûlü’ne inanıyorum. Ben ne imanımı değiştirdim, ne de onun yerine gönlüme bir şey yerleşti. Fakat ben Mekke’de nüfûzu ve güçlü akrabaları olmayan bir adamım. Aralarında yaşayan oğlum ve ailem için onların desteğini kazanmak istedim” dedi. Ömer (r.a.), “Ey Allah’ın Rasûlü, bırak da kafasını uçurayım. Bu adam bir münafık” dedi. Fakat Peygamber (s.a.v) ona, “Ey Ömer! Allah’ın Bedir Savaşı’na katılanlara bakıp da ‘ne isterseniz yapın, çünkü sizi affettim’ demediğini ne biliyorsunuz?”[284] dedi.
Peygamber (s.a.v) yardımlarına güvenebileceği bazı kabilelere de gelecek ayın, yani ramazanın başında Medîne’de bulunmalarını haber veren elçiler gönderdi. Bedevîler bu isteğe samimiyetle karşılık verdiler. Kararlaştırılan gün geldiğinde, o zamana kadar Medîne’den yola çıkan en büyük ordu toplanmıştı. Hiçbir sağlıklı Müslüman geride kalmamıştı. Muhâcirler yedi yüz kişiydiler ve üç yüz atları vardı. Ensâr ise dört bin kişiydi ve beşyüz atları vardı. Yola çıktıktan sonra orduya katılan kabilelerle birlikte toplam on bin kişi oluyorlardı. Atlılar, develerle yolculuk ettiler; ve atlarını yedeklerinde götürdüler. Sahâbeden Peygamber’e çok yakın olan birkaç kişi hariç hiç kimse düşmanın kim olduğunu bilmiyordu.
Yarı yola geldiklerinde, Abbâs, Ümmü’l-Fadl ve oğullarıyla karşılaştılar. Abbâs artık Mekke’den ayrılıp Medîne’de yaşamaya başlama zamanının geldiğine karar vermişti. Peygamber (s.a.v) onlara da sefere katılmalarını teklif etti. Onların bu teklifi kabul etmesi, en çok Peygamber’le birlikte gelen Meymûne’yi sevindirmişti.
Ümmü Seleme (r.a.) de Peygamber’le birlikteydi. Verdikleri molalardan birinde Ümmü Seleme’ye, iki Kureyş’linin kendisini görmek istediği söylendi. Onlardan biri üvey kardeşi, yani babası ile Peygamber (s.a.v)’in halası Atîke’in oğlu Abdullah idi. Diğeri ise Peygamber’in en büyük amcası Hâris’in oğlu şair Ebû Süfyân idi. Bir zamanlar Halîme onu da emzirmişti. Ebû Süfyân yanında küçük oğlu Ca’fer’i de getirmişti. Gelenlerin ikisi de vahiyden önce Peygamber’e çok yakındılar, fakat vahy gelmeye başlayınca ona sırt çevirmişlerdi. Şimdi ise ondan af dilemeye gelmişlerdi. Ve Ümmü Seleme (r.a.)’den aracı olmasını istiyorlardı. Ümmü Seleme (r.a.) Peygamber (s.a.v)’e gitti ve “Karının kardeşi, yani halanın oğlu ve senin süt kardeşin olan amcanın oğlu buradadır” dedi. Fakat Peygamber (s.a.v), “Onları görmek için ben çağırmadım. Kardeşim -yani Ümmü Seleme’nin kardeşi- bana söyleyeceğini Mekke’de söyledi. Amcamın oğluna gelince, o bana leke getirdi” cevabını verdi. Ebû Süfyân şiirlerinde onu taşlamıştı. Ümmü Seleme onlar için yalvardı, fakat bunun bir faydası olmadı. Bunu Ebû Süfyân’a haber verince o; “Ya beni görmeyi kabul edecek, ya da ben oğlumun elinden tutup çöle gideceğim, açlık ve susuzluktan ölene kadar ilerleyeceğim. Sen -Peygamber’i kasdediyordu-akrabalık bağımız bir yana, en çok üzülen kişi olacaksın” dedi. Ümmü Seleme (r.a.) bunları Peygamber (s.a.v)’e anlattığında, Peygamber onlara acıdı[285] ve onları çadırında kabul etmeye razı oldu. İkisi de onun çadırına gelip Müslüman oldular.
Yolculuk sırasında Peygamber (s.a.v), yolun kenarında yeni doğmuş yavrularını emziren yere uzanmış bir dişi köpek gördü ve adamlarından birinin onu rahatsız etmesinden korktu. Bu nedenle, Demre’li Cu’ayl’e herkes yoldan geçene kadar köpeğin yanında beklemesini söyledi.[286] Peygamber (s.a.v)’in bu adama Amr adını vermesine rağmen, Cu’ayl adı hâlâ kullanılıyordu. Kudeyd’de orduya, Benî Süleym’den dokuz yüz atlı daha katıldı. Onların sözcülerinden biri, “Ey Allah’ın Rasûlü!” dedi; “Sen bizi iki yüzlü zannediyorsun, oysa biz senin dayılarınız -sözcü kendi kabilelerinden olan Hâşim’in annesi Atîke’yi kasdediyordu-. Bu nedenle bizi sınaman için geldik. Biz savaşta sebat sahibi, çatışmada cesur ve eğer üzerinde sağlam duran adamlarız.”
Medîne’den yola çıkan ana kuvvet gibi onlar da kendi bayrak ve flamalarını getirmişlerdi; fakat bunlar hemen açılmamış, sarılı duruyorlardı. Peygamber’den bayraklarını açmak için izin istediler ve ondan aralarında bir sancaktar seçmesini rica ettiler. Fakat sancakların açılma zamanı henüz gelmemişti. Çünkü onlara henüz nereye gittikleri bile söylenmemişti.
Yola çıkarken Peygamber (s.a.v) bir adam göndererek tüm orduya şu ilanı vermesini emretmişti: “Kim orucunu tutmak isterse bırakın tutsun, kim de orucunu açmak isterse bırakın açsın.” Ramazanda yolculuk söz konusu olduğunda, ramazandan sonra tutmak şartıyla oruç açma izni verilmişti. Peygamber ve çoğu kişi haram bölgeye yaklaşıncaya kadar oruçlarını bozmadılar. Yaklaştıkları zaman Peygamber, oruç açma emri verdi. Merr ez-Zehran’da konakladıkları zaman, oruç bozma sebeplerinin düşmana karşı güçlü olmak olduğunu orduya açıkladı. Bu iftar edilen yer konusunda birçok kişinin kafasında merak uyandırdı. Merr ez-Zehran’dan Mekke’ye bir günde uzun yolculuk yaparak veya kolayca iki günde ulaşılabilirdi. Fakat anlaşmaya bakıldığında, Kureyş’e karşı saldırıya geçmeleri imkânsız görünüyordu. Kamp kurdukları yer aynı zamanda düşman Hevâzin kabilelerinin yerleşim bölgesine giden yol üzerindeydi. Yoksa Peygamber (s.a.v) Hicaz’ın kuzeyindeki bostana sahip olduktan sonra şimdi de güney bostanını, Lât’ın tapınak merkezi olan Taif’i mi ele geçirmek istiyordu?
“Düşman kim?” sorusunun ağızdan ağıza dolaştığını duyan Kâ’b ibn Malik gönüllü olarak Peygamber’e gidip düşmanın kim olduğunu sormaya karar verdi. Fakat ona doğrudan sormaktan çekindiği için çadırın önünde oturan Peygamber (s.a.v.)’e gitti. Onun yanına diz çökerek bu sefer için yazdığı birkaç beyti okudu. Bu beyitlerde adamların kılıçlarını çekme noktasına geldiklerine; kendi aralarında düşmanın kim olduğunu soruşturduklarına ve eğer kılıçların dili olsa onların da aynı soruyu soracaklarına değiniliyordu. Fakat Peygamber’in cevabı gülümseme oldu. Ve Kâ’b hiçbir şey elde edemeden adamların yanına döndü.
Onların karşılaşacakları şeyi arzulamaları, Kureyş’in ve Hevâzin’in aynı soruya cevap araştırmalarıyla karşılaştırıldığında sadece kuru bir meraktan öteye gitmiyordu. Büyük Hevâzin kabilesi, Necd çölünün güney ucundaki tepeliklere yayılmış bir kabileydi. Taif de bu tepelerden birinin üzerindeydi. Taif’te yaşayan ve oradaki tapınağı koruyan Sakifliler, Hevâzin kabilesine Yesrib’den on bin kişilik bir ordunun yola çıktığını ve her ihtimale karşı hazır olmaları gerektiğini haber vermişlerdi. Hevâzin boylarının çoğu bu habere cevap verdi ve Taif’in kuzeyindeki uygun bir bölgeye asker yığmaya başladılar.
Kureyşliler ise Mekke’den çok Taif’in tehlikede olduğunu düşünmeyi tercih etmelerine rağmen, anlaşmayı bozduklarının farkındaydılar. Peygamber’in anlaşmayı reddetmesiyle birlikte, bu onları hemen hemen ümitsizlik noktasına getirdi. Peygamber (s.a.v) bunun farkındaydı. Bu nedenle, onların korkusunu daha da artırmak için karanlık bastırdığında herkesin dağılmasını ve birer ateş yakmasını emretti. Mescid-i Haram civarında on bin kamp ateşinin yandığı görülüyordu. Muhammed’in (s.a.v) ordusunun, korktuklarından daha büyük olduğunu bildiren haberler Mekke’ye ulaştı. Acele bir meclis toplantısından sonra Kureyşliler Ebû Süfyân’ın tekrar Peygamber’le görüşme teklifini kabul ettiler. Onunla birlikte, Bedir Savaşı’nı durdurmak için elinden geleni yapan Hatîce’nin yeğeni Hakim ve Hudeybiye’de Peygamber (s.a.v)’e yardım eden ve anlaşmanın bozulmasından sonra kabilesinden bazı adamlarla birlikte Medîne’ye giden Huzaa’lı Hudeyl de gittiler. Kampa yaklaştıklarında, beyaz bir katırın üstünde kendilerini karşılamaya gelen bir adam gördüler. Bu adam yolda Mekke’ye haber gönderebileceği bir adam bulma ümidiyle kamptan ayrılan Abbâs’tı. Ona göre, Kureyşliler çok geç kalmadan Peygamber’e bir heyet göndermeliydiler. Birbirlerini fark ettiklerinde selamlaştılar. Abbâs onları Peygamber’in çadırına götürdü. Ebû Süfyân, “Ey Muhammed!” dedi; “sen akrabalarına karşı bir kısmı tanınan bir kısmı tanınmayan bir sürü insanla geldin” Peygamber (s.a.v) onun sözünü keserek, “İhanet eden sizsiniz. Hudeybiye Anlaşması’nı siz bozdunuz. Benî Kâ’b’a da saldırdınız. Böylece Allah’ın haram bölgesine ve mescidine tecâvüz ettiniz” dedi. Ebû Süfyân konuyu değşitirmeye çalıştı ve “Sen asıl kızgınlık ve stratejini Hevâzin’e yöneltmeliydin. Çünkü onlar sana akrabalık yönünden uzak ve düşmanlıkta daha aşırıdırlar” dedi. “Ümit ederim ki,” dedi, Peygamber (s.a.v); “Rabbim bana bunların hepsini lütfedecek -Mekke’nin fethini, orada İslâm’ın zaferini ve Hevâzin’in bozgununu-. Yine ümit ederim ki, onların ailelerini esirler ve mallarını da ganimet olarak bahşedecek.” Daha sonra o üç adama dönerek: “Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim Allah’ın Rasûlü olduğuma şehadet edin” dedi. Bunun üzerine Hakim ve Hudeyl hemen Müslüman oldular; fakat Ebû Süfyân, sadece “Allah’tan başka ilah yoktur” dedi ve sustu. Şehadetin ikinci bölümünü de tekrarlaması söylendiğinde, “Ey Muhammed! Nefsimde bununla ilgili hâlâ bir tereddüd var, ona biraz mühlet ver” dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) amcasına, onları kendi çadırına götürmesini söyledi. Şafakta kampta sabah ezanı okunuyordu. Ebû Süfyân bu sesi duyunca şaşırmıştı. “Bu da nesi?” dedi, Ebû Süfyân. Abbâs, “Namaz” dedi. Ebû Süfyân, “Günde kaç defa namaz kılıyorlar?” diye sordu. Beş defa olduğunu söyleyince, “Tanrım, bu çok fazla!” dedi. Daha sonra adamların, Peygamber (s.a.v.)’in abdest suyundan bir damla alabilmek için itişip kakıştıklarını gördü. “Ey Fadl’ın babası, buna benzer bir bağlılık görmedim” dedi. Abbâs, “Yazıklar olsun, imana gel!” dedi. Ebû Süyfân, “Beni ona götür” dedi. Namazdan sonra Abbâs, onu tekrar Peygamber (s.a.v.)’e götürdü ve Ebû Süfyân orada kelime-i şehâdetin tamamını söyledi. Abbâs Peygamber’i kenara çekerek, “Ey Allah’ın Rasûlü! Ebû Süfyân’ın şeref ve ihtişâma ne denli önem verdiğini bilirsin. Bu yüzden ona bir şeyler lütfet” dedi. “Peki” diyen Peygamber (s.a.v.), Ümeyye’li liderin yanına gitti ve onu Kureyş’e döndüğünde şöyle demesini söyledi: “Kim Ebû Süfyân’ın evine girerse, güvenliktedir, kim kendi kapısını kitleyip içerde kalırsa güvenliktedir ve kim mescide girerse güvenliktedir.”
Mustafa Demirci
Sitemizde sanatçıya ait toplam 50 eser bulunmaktadır. Sanatçının sayfasına gitmek için tıklayın.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.