Mustafa Demirci-Bedir Savaşı
Peygamber (s.a.v.) orduyu düzene soktu ve elinde bir okla her askerin önünde durup hem onlara moral verdi, hem de safları düzene soktu. Çok geride kalan ensârdan birine, elindeki okla göğsünü hafifçe vurarak: “Sıraya gir, Sevad” dedi.Sevad: “Ey Allah’ ın Rasûlü, canımı yaktın. Allah seni hak ve adaletle gönderdi, o halde karşılığını ver” dedi. Peygamber (s.a.v.) kendi göğsünü açarak elindeki oku uzattı ve “Al!” dedi. Sevad ise eğildi ve tam Peygamber (s.a.v.)’in kendisine vurduğu yerden öptü. “Niye böyle yaptın?” diye sordu Peygamber (s.a.v.). Sevad şu cevabı verdi: “Ey Allah’ın Rasûlü, gördüğün gibi düşmanla karşı karşıyayız; seninle geçirebileceğim son dakikalar olabilecek şu anda; sana dokunmak,istedim.” Peygamber (s.a.v.) onun için dua etti.
Kureyş ilerlemeye başlamıştı. Fakat dalga dalga yayılmış olan kum tepecikleri arasında olduklarından daha az görünüyorlardı. Buna rağmen Peygamber (s.a.v.) onların gerçek sayısını ve iki ordu arasındaki dengesizliği biliyordu. Ebû Bekir’le birlikte gölgeliğine döndü ve Allah’a, vadettiği yardımı göndermesi için dua etti.
Hafifçe uyukladı ve uyandığında: “Neşelen ey Ebû Bekir: Allah’ın yardımı geldi. İşte Cebrâîl, elinde bir atla geliyor, savaş için hazırlanmış” dedi.
Arap tarihinde birçok savaş, iki ordu karşı karşıya geldikten sonra tam çatışmaya başlanacağı anda son bulmuştu. Fakat Peygamber (s.a.v.) bu kez savaşın olacağından emindi. İşte bu karşılarındaki ordu ona vadedilen iki gruptan biri idi. Akbabalar da savaşın kaçınılmaz olduğunu anlamış gibi, iki ordunun da ölülerini yemek için kayalıklara tünemişlerdi. Kureyş’in hareketlerinden saldırıya hazırlandıkları anlaşılıyordu. Çok yaklaşmışlar ve Müslümanların yaptığı sarnıcın yakınına konaklamışlardı. İlk hareketlerinin sarnıcı ele geçirmek olacağı anlaşılıyordu.
Mahzûm kabilesinden Esved diğerlerinin önüne geçti ve su içmek üzere ilerledi. Onun karşısına Hamza (r.a.) çıktı; ilk kılıç darbesiyle bacağını dizinin ortasından yaraladı, ikinci darbeyle de öldürdü. Onun arkasından, hâlâ Ebû Cehil’in alaylarına maruz kalan Utbe, safların önüne fırladı ve teke tek karşılaşmayı teklif etti. Ailenin şerefini yükseltmek için kardeşi Şeybe ve oğlu Velîd onun iki tarafında yer aldılar. Bu meydan okumayı ilk kabul eden, ensârdan Peygamber (s.a.v.)’e ilk biat eden altı kişiden biri olan Hazrec’li Neccâr kabilesinden Avf (r.a.) oldu. Avf ile birlikte kardeşi Muavviz de ileri çıktı. Medîne’de Kesva, Hicretin son konağını onların mahallesinde yapmıştı. Meydan okumaya karşı çıkan üçüncü kişi ise, İbn Übey’i Peygamber (s.a.v.)’e nazik davranması için uyaran Abdullah İbn Revâha (r.a.) idi.
“Kimsiniz?” diye sordu Kureyşliler. Adamlar cevap verince Utbe: “ Siz soylusunuz ve bizim dengimizsiniz. Fakat bizim sizinle işimiz yok. Bizim meydan okuyuşumuz sadece kendi kabilemizden olanlara” dedi. Daha sonra Kureyş’in habercisi şöyle bağırdı: “Ey Muhammed, bizim karşımıza kendi kabilemizden uygun adamlar çıkar.” Peygamber (s.a.v.) böyle bir şeye niyetlenmemişti, fakat ensârın aceleciliği bu duruma sebep olmuştu. Bu nedenle Peygamber (s.a.v.) en fazla kendi ailesinin bu savaşa sebep olduğunu düşünerek ailesinden üç kişiyi çağırdı. Meydan okuyanlardan ikisi orta yaşlı, biri gençti. Peygamber (s.a.v.), “Kalk ey Ubeyde! Kalk ey Ali! Kalk ey Hamza!” dedi. Ubeyde ordudaki en yaşlı ve en deneyimli adamdı; o da Abdu’l-Muttalib’in torunu oluyordu. Ubeyde Utbe ile Hamza Şeybe ile Ali de Velîd ile karşılaştı. Çarpışmalar uzun sürmedi: Kısa bir süre sonra Şeybe ve Velîd yerde ölmüş bir halde yatıyorlardı. Hamza ve Ali (r.a.) ise yaralanmamışlardı bile. Fakat Ubeyde tam Utbe’yi yere düşürmüşken bacağına bir kılıç darbesi yedi. Bu üçlü bir mücâdeleydi; üçe karşı üç. Bu nedenle Hamza ve Ali kılıçlarını Utbe’ye çevirdiler ve Hamza’nın kılıç darbesiyle Utbe öldü. Daha sonra yaralı kuzenlerini geriye taşıdılar. Ubeyde (r.a.) çok kan kaybetmişti, kopan bacağının yarasından hâlâ kan fışkırıyordu. Fakat onun sadece bir tek düşüncesi vardı: “Ben bir şehid değil miyim, ey Allahın Rasûlü?” dedi. Peygamber (s.a.v.) ona yaklaştı ve: “Elbette şehidsin” cevabını verdi.
İki düşman arasındaki durgunluk Kureyş’in attığı bir okla bozuldu. Ok Ömer’in azadlılarından birine isabet etti, adam ağır yaralı bir şekilde yere yuvarlandı. İkinci ok da, sarnıcın başında su içmekte olan Hazrec’li genç Hârise’nin boynuna saplandı. Peygamber (s.a.v.) adamlarına moral vererek şöyle dedi: “Muhammed (s.a.v.)’in nefsini kudret elinde tutana yemin olsun ki, bugün mükâfat umarak çarpışan ve öldürülen, geriye dönmeyip hep ilerleyen kim varsa, Allah onları Cennet’e koyarak mükâfatlandıracak” Onun söylediklerini duyanlar, uzakta olup da duyamayanlara ulaştırdılar. Hazrec kabilesinin Selime kolundan olan Umeyr (r.a.) elindeki bir avuç dolusu hurmayı yiyordu. “Allah! Allah! diye bağırdı, “Benimle Cennet arasında şu adamların beni öldürmesinden başka bir şey kalmadı mı?” Hemen elindeki hurmaları fırlattı ve emre hazır bir şekilde elini kılıcının üstüne koydu.
Avf (r.a.), Peygamber (s.a.v.)’in yanında ayakta duruyordu ve kendisi ilk kabul eden olduğu halde birebir çarpışmada kendisinin kabul edilmemesi onu hayal kırıklığına uğratmıştı: “Ey Allah’ın Rasûlü! Allah’ın kuluyla alay ettirmesinin sebebi neydi?” Peygamber hemen şu cevabı verdi: “Sen zırhsız bir şekilde düşmanların ortasına dalacaksın.” Bunun üzerine Avf, hemen giydiği zırhı üzerinden çıkardı. O sırada Peygamber (s.a.v.) yerden bir avuç çakıltaşı aldı, Kureyş’e doğru “O yüzler harap olsun!” diyerek fırlattı. Bunun onlara felâket getireceğinin farkındaydı. Daha sonra saldırı emri verdi. Onlara söylediği savaş çağrısı, “Yâ Mansûr Emit!” sözleri ağızdan ağıza dolaşıyordu. Zırhsız olan Avf ve Umeyr ilk çarpışanlar arasındaydılar ve öldürülene kadar mücadele ettiler. Müslümanlardan ölenlerin sayısı, onların ölümü, Ubeyde ve Kureyş oklarıyla ölen iki kişi ile beraber toplam beşi buluyordu. Müslümanlardan o gün dokuz kişi daha ölecekti. Bu dokuz kişinin arasında Peygamber (s.a.v.)’in çok genç olduğu için geri göndermek istediği Sa’d’ın kardeşi Umeyr (r.a.) de vardı.
“Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü” (Enfâl: 17).
Bu sözler, hemen savaştan sonra indirilen âyetin bir bölümüydü. Fırlatılan çakıl taşları ilâhî yardımın tek örneği değildi. Kureyş’in karşı koyma gücünün en çetin olduğu bir anda mü’minlerden birinin kılıcı kırıldı. Cahş ailesinin akrabalarından, Ukkaşe adındaki bu adamın ilk düşüncesi gidip Peygamber (s.a.v.)’den başka bir silah istemek oldu. Peygamber (s.a.v.) ağaçtan bir sopayı ona uzatarak “Ukkaşe, bununla dövüş” dedi. Ukkaşe sopayı aldı, düşmana karşı salladığında sopa uzun, keskin bir kılıç haline geldi. Ukkaşe, Bedir’de ve diğer savaşlarda bu kılıçla savaştı. Kılıca ilahî yardım anlamına gelen “el-Avn” adını verdiler.
“Mü’minler, savaşırlarken yalnız değildiler. Çünkü Allah, Peygamber (s.a.v.)’e yardım vadetmişti: Şüphesiz ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım ediciyim.” (Enfâl: 9).
Allah, meleklere de şu mesajı vermişti:
“Rabbin meleklere vahyetmişti ki: ‘Şüphesiz ben sizinleyim; iman edenlere sağlamlık (güç ve metanet) katın, küfre sapanların kalblerine amansız bir korku salacağım. Öyleyse (ey Müslümanlar), vurun boyunlarının üstüne, vurun onların bütün parmaklarına.” (Enfâl: 12)
Meleklerin inananlara yardımcı, kâfirlere ise korku verici olarak varolduğunu oradaki herkes hissediyordu. Fakat çok azı onları görüp, algılayabildi. Komşu Arap kabilelerinden iki adam, savaştan sonraki ganimetlerden çalmayı ümit ederek bir tepede savaşın bitmesini bekliyorlardı. Üstlerinden bir bulut geçti, at kişnemeleriyle dolu bir bulut. Adamlardan biri o anda düşüp öldü. Yanındaki adam daha sonra şöyle dedi: “Korkudan kalbi çatlamıştı.”
Sonunda Kureyşliler kaçmaya başladılar. Ebû Cehil kaçmaya çalışırken Avf’ın kardeşi Muâz onu yere düşürdü. Ebû Cehil’in oğlu İkrime de Muâz’a hücum etti ve onu omuzundan yaraladı. Muâz sağlam koluyla savaşa devam etti, diğer kolu yanında sadece derisiyle bedenine bağlı bir şekilde sallanıyordu. Çok acımaya başlayınca Muâz eğildi, kesik elini ayağının altına koyarak kendini yukarı doğru çekti, yaralı kolu koptu. Muâz düşmanını takibe devam etti. Ebû Cehil hâlâ yaşıyordu. Fakat Avf’ın diğer kardeşi Muavviz onu yerde yatarken fark etti ve kılıcıyla öldürdü. Daha sonra o da Avf gibi ilerledi ve öldürülene dek savaştı.
Kureyşlilerin çoğu kaçmıştı. Elli kadar Kureyşli ya savaş sırasında ya da kaçarken yakalanıp öldürülmüş veya ağır yaralanmıştı. Peygamber (s.a.v.) arkadaşlarına şöyle seslendi: “Hâşimoğulları’nın ve diğerlerinin bizimle dövüşmek istemeden zorla buraya getirildiklerini biliyorum.” Ve eğer yakalanmışlarsa, öldürülmemeleri gereken birkaç isim saydı. Fakat ordunun çoğu zaten, esirlerini öldürmek yerine fidye almayı tercih etmişti.
Müslümanlardan sayıca fazla olduğu için Kureyşlilerin geri dönüp tekrar savaşma ihtimalleri vardı. Bu yüzden Peygamber (s.a.v.)’i Ebû Bekir (r.a.)’le birlikte gölgeliğine çekilmeğe razı ettiler, ensârdan bazıları da gözcülüğe başladılar. Sa’d İbn Muâz gölgeliğin önünde kılıcı havada bekliyordu. Arkadaşlarının esirlerle birlikte kendisine doğru geldiklerini görünce, yüzünde bunu tasdik etmez bir ifade belirdi. Bu ifadeyi fark eden Peygamber (s.a.v.): “Ey Sa’d! Onların yaptıklarına galiba nefretle bakıyorsun?” dedi. Sa’d bunun doğru olduğunu söyledi ve şunları ekledi: “Bu, Allah’ın putperestlere gösterdiği ilk yenilgi, bu adamları diri görmektense öldürülmelerini tercih ederdim.” Ömer (r.a.) de Sa’d (r.a.) ile aynı fikirdeydi. Fakat Ebû Bekir, esirlerin er geç Müslüman olabilme ihtimalleri olduğu için, serbest bırakılması taraftarıydı. Peygamber (s.a.v.) de onun görüşüne katılıyordu. Günün geç saatlerinde Ömer, gölgeliğe girdiğinde Peygamber (s.a.v.) ve Ebû Bekir’i yeni gelen vahyin etkisiyle titrer bir durumda buldu. Gelen vahiy şöyleydi:
“Hiçbir peygambere, yeryüzünde (küfredenlere karşı) kesin bir zafer kazanıncaya kadar esir alması yakışmaz. Siz dünyanın geçici yararını istiyorsunuz. Oysa Allah (size) âhireti istemektedir. Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Enfâl : 67).
Daha sonra gelen vahiy, esirlerin öldürülmemesi fikrinin Allah tarafından desteklendiğini belirtiyordu. Peygamber (s.a.v.)’e esirlerle ilgili bir mesaj da vardı:
“Ey Peygamber! Ellerinizdeki esirlere de ki: Eğer Allah, sizin kalblerinizde bir hayır bilirse (görürse) size sizden alınandan daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” (Enfâl : 70).
Bununla birlikte yaşamasına izin verilemeyecek bir adam vardı: Ebû Cehil. Genelde herkes onun öldürüldüğü kanaatindeydi. Peygamber (s.a.v.) cesedinin aranması için emirler verdi. Abdullah İbn Mes’ûd (r.a.), İslâm’a diğer Mekkelilerin hepsinden daha fazla nefret gösteren bu adamın cesedini bulmak için bir kez daha savaş alanına gitti. Ebû Cehil, önünde ayakta duran düşmanını fark edebilecek kadar yaşadı. Abdullah, Kâ’be’nin önünde ilk defa sesli olarak Kur’ân okuyan adamdı. Ebû Cehil, onu koruyan kimsesi olmadığı, annesi Zühre’nin bir müttefiki olan bir köle olduğu için Kâ’be’nin önünde kılıçla yüzünden yaralamıştı. Abdullah ayağını Ebû Cehil’in boynuna koydu. Ebû Cehil, “Küçük çoban! Yeteri kadar yükseldin demek” dedi. Daha sonra, savaşı hangi tarafın kazandığını sordu. Abdullah: “Allah ve Rasûlü kazandı” dedi. Sonra başını kesip Peygamber (s.a.v.)’e götürdü.
Ebû Cehil, savaş bittikten sonra öldürülen tek Kureyşli lider değildi. Abdurrahman İbn Avf, ganimet olarak aldığı zırhı taşırken, bineğini kaybettiği için kaçamayan şişman Umeyye’ye rastladı. Yanında elinden tuttuğu oğlu Ali de vardı. Umeyye bir zamanlar arkadaşı olan bu adama: “Beni esir olarak al, çünkü ben birden fazla zırha değerim” dedi. Abdurrahman bu teklifi kabul etti ve elindeki zırhı bırakarak onu ve oğlunu elinden tutup götürmeye başladı. Fakat o, esirlerini kampa doğru götürürken Bilâl (r.a.) eski sahibi ve ona işkence eden adamı fark etti. “Umeyye! Küfrün başı! O yaşadıkça ben nasıl yaşarım?” diye bağırdı. Abdurrahman onların kendi esirleri olduğunu hatırlattı. Fakat Bilâl yine bağırmaya devam etti: “O yaşadıkça ben nasıl yaşarım!” Sinirlenen Abdurrahman: “Beni duymuyor musun ey kara kadının oğlu?” diye bağırdı. Bunun üzerine Bilâl, müezzin olmasını sağlayan gür sesinin tüm gücüyle bağırdı: “Ey Allah’ın yardımcıları, küfrün başı Umeyye! O yaşadıkça ben nasıl yaşarım?” Her taraftan adamlar koşuştu ve Abdurrahman’la iki esirin çevresini kuşattılar. Daha sonra bir kılıç çekildi ve Ali yere düştü, fakat ölmedi. Abdurrahman, Umeyye’nin elini bıraktı ve “Kendin kaçabilirsen kaç, çünkü ben senin için hiçbir şey yapamam” dedi. Etrafını saran adamlar her iki esiri de öldürdüler. Abdurrahman daha sonraki yıllarda şöyle derdi: “Allah Bilâl’e merhamet etsin! Zırhlarımı kaybettim.. Bilâl de beni iki esirimden etti.
Peygamber (s.a.v.) savaşta öldürülen tüm müşriklerin cesetlerinin bir kuyuya toplanmasını emretti. Utbe’nin cesedi taşınıp kuyuya atılırken oğlu Ebû Huzeyfe (r.a.)’nin yüzü sarardı ve üzüntüyle doldu. Peygamber (s.a.v.) bunu hissetti ve ona teselli dolu bir bakışla baktı. Ebû Huzeyfe şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasûlü! Babamla ilgili emrine ve oraya atılmasına karşı çıkmıyorum. Fakat onu akıllı, hikmet sahibi ve düşünceli bir adam bilirdim. Bu niteliklerin onu İslâm’a getirmesini ümit ediyordum. Fakat onun küfürde inatlaştığını ve o halde öldüğünü görünce üzüldüm.” Sonra Peygamber (s.a.v.), Ebû Huzeyfe (r.a.) için hayır dualar etti.
Kamptaki barış ve sessizlik sinirli birtakım seslerle bozuldu. Geride Peygamber (s.a.v.)’i korumak için kalanlar da ganimetten pay istiyorlardı. Düşmanı kovalayıp esir alanlar ve ganimetleri kendi ellerinde toplayanlar ise bunları vermek istemiyorlardı. Peygamber (s.a.v.)’in bu karışıklığı düzeltip eşit bir dağıtım yapmasına fırsat kalmadan bu konuda bir vahiy geldi.
“Sana savaş ganimetlerini sorarlar. De ki: Ganimetler Allah’ın ve Rasûlü’nündür.” (Enfâl: 1)
Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) ganimetlerin ve esirlerin artık özel mülkiyette olmadığını söyledi ve hepsinin yanına getirilmesini istedi. Hiç karşı çıkılmaksızın düzen hemen sağlandı.
En önemli esirlerden biri, Sevde’nin kuzeni ve ilk kocasının kardeşi olan, Amir kabilesinin şefi Süheyl idi. Peygamber (s.a.v.)’e daha yakın bağlarla bağlı olan esirler arasında amcası Abbâs, damadı, yani kızı Zeyneb’in kocası Ebû’l-As, ve kuzenleri Nevfel ile Akîl de vardı. Peygamber (s.a.v.) esirlere iyi davranılmasıyla ilgili genel bir emir vermişti. Fakat esirlerin bağlanması da gerekliydi, bu yüzden esirlerin bağlanmasına izin verdi. Fakat Peygamber (s.a.v.) o gece, amcasının böyle bir konumda olduğunu düşünerek uyuyamadı. Ve bağlarının gevşetilmesi için emir verdi. Diğer esirler, akrabalarından daha az ilgi gördüler. Mus’âb (r.a.), ensârdan biri tarafından esir alınan kardeşi Ebû Azîz’e rastladı. Mus’ab esir alana: “Onu sıkı tut, çünkü annesi çok zengindir, sana yüklü bir miktar fidye verebilir” dedi. Ebû Aziz: “Ey kardeşim! Beni başkalarına mı emanet ediyorsun?” deyince Mus’ab: “Şimdi senin yerine benim kardeşim o” cevabını verdi. Bununla birlikte Ebû Azîz, daha sonraki yıllarda, kendisini Medîne’ye götüren ve daha sonra annesinin verdiği 4.000 dirhem fidye karşılığı serbest bırakan ensârdan gördüğü iyi muameleyi anlatırdı.
Hâlâ sayıca çok fazla olan sekiz yüz kişilik Mekke ordusunun, geri dönüp saldırmayacak kadar uzaklaştığı kesinleşince, Peygamber (s.a.v.), Abdullah İbn Revâha (r.a.)’yı zafer haberini vermek üzere Yukarı Medîne’ye, Zeyd’i de Aşağı Medîne’ye gönderdi. Kendisi ise orduyla birlikte Bedir’de kaldı. O gece, kâfirlerin cesedlerinin atıldığı kuyunun başında durdu ve: “Ey kuyudakiler, ey Peygamber’in akrabaları! Ona çok kötü bir akrabalık gösterdiniz. Beni başkaları kabul ederken, siz bana yalancı dediniz. Başkaları zafer kazanmamda bana yardım ederken, siz bana karşı savaş açtınız. Siz, Rabbinizin size verdiği sözün hak olduğunu gördünüz mü? Ben, Rabbimin bana verdiği sözün gerçekleştiğini ve hak olduğunu gördüm” dedi. Ashabdan bazıları onun ölülerle konuştuğunu duydular ve endişe ettiler. Peygamber (s.a.v.) onlara: “Siz benim sözlerimi onlardan daha iyi duyamazsınız. Onların sizden tek farkı bana cevap verememeleri” dedi. Ertesi sabah erkenden ordu ve esirlerle birlikte yola çıkıldı. Esirlerin en değerlileri, yani aileleri 4.000 dirhem fidye ödeyebilecek olanlardan ikisi Abdu’d-Dâr’dan Nadr ile Abdu Şems’ten Ukbe idi. Fakat bu iki adam İslâm’ın en azılı düşmanlarıydı ve eğer serbest bırakılırlarsa hemen eski kötü faaliyetlerine başlayacaklardı. Çünkü bu akılsızları, Bedir’de sayıca az olan Müslümanların zafer kazanması bile düşünceye sevk etmezdi. Peygamber (s.a.v.)’in gözü sürekli onların üstündeydi; fakat iki adamın da kalbinde bir değişiklik görünmüyordu. Yolculuk sırasında onların yaşamasının Allah’ın iradesine aykırı olduğu düşüncesi Peygamber’de belirdi. Konakladıkları bir yerde, Nadr’ın öldürülmesini emretti. Onun başını Hz. Ali kesti. Bir diğer konak yerinde de Ukbe, Evs’li bir adamın elinden aynı akıbete uğradı. Peygamber (s.a.v.) Medîne’ye yayan üç gün uzaktaki bir konak yerinde geri kalan esir ve ganimetleri paylaştırdı. Savaşta rol alan her adama eşit bir pay verdi.
O zamana kadar Zeyd ve Abdullah İbn Revâha (r.a.) Medîne’ye varmıştı ve Yahudilerle münafıklar hariç herkes bayram sevinci yaşıyordu. Fakat Zeyd getirdiği iyi haberlerin yanı sıra, kötü haberler de almıştı: Rukiyye ölmüştü. Osman ve Üsâme onu gömmüşler ve henüz yeni dönüyorlardı. Zeyd, Afra’ya, iki oğlunun da -Avf ve Muavviz- öldürüldüğü haberini verince, şehrin o bölgesindeki üzüntü daha da fazlalaştı. Sevde, iki evdeki matemi de teselli etmek için kendi eviyle Afra’nın evi arasında mekik dokuyordu. Afra için üzüntünün yanında sevinç de vardı; çünkü oğulları kahramanca çarpışmışlar ve şereflice ölmüşlerdi. Zeyd, Rubayyi’ye de sarnıçta su içerken boynundan okla vurulan oğlu Hârise İbn Suraka’nın ölüm haberini vermek zorundaydı. Birkaç gün sonra Peygamber (s.a.v.) Medîne’ye gelir-gelmez, Rubayyi hemen O’na gitti ve oğlunu sordu. Çünkü oğlu savaş başlamadan, İslâm için bir ok bile atmaya fırsat bulamadan öldürülmüştü. “Ey Allah’ın Rasûlü!” dedi Rubayyi, “Bana Hârise’nin Cennet’te olduğunu söylemeyecek misin? Eğer Cennet’te olduğunu söylersen bu kaybı sabırla karşılayayım; eğer Cennet’te değilse ağlayarak ona yas tutayım.” Peygamber (s.a.v.) bu tür sorulara her zaman genel cevaplar verirdi. O çoğu kez “Ameller niyetlere göredir” deyip, amacını yerine getirmese bile bir mü’minin, Allah için niyet ederse mükâfatını alacağını belirtmiştir. Fakat bu kez kadına özel bir cevap verdi: “Ey Hârise’nin annesi! Cennette birçok bahçeler vardır. Senin oğlun ise onların en yükseğinde, Firdevs’tedir.”
Mustafa Demirci
Sitemizde sanatçıya ait toplam 50 eser bulunmaktadır. Sanatçının sayfasına gitmek için tıklayın.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.