Mustafa Demirci-Dereceler
Yeni dine girme sırasında insanları yönlendiren manevî dürtüler artık çok zayıflamıştı. Bu nedenle şu âyet nâzil oldu:
“Bedevîler, dedi ki: ‘İman ettik.’ De ki: ‘Siz iman etmediniz, ancak ‘İslâm (Müslüman veya teslim) olduk’ deyin. İman henüz kalblerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiçbirini eksiltmez.” (Hucurât: 14)
Bu âyet iman etmede teslim olmayı en aşağı derece olarak kabul ediyor ve iman derecelerine işaret ediyordu. Daha yüksek dereceler, Hudeybiye anlaşmasından birkaç ay önce Peygamber (s.a.v)’e nazil olan Nûr Sûresi’nin konusunu – daha doğrusu konularından birini- teşkil ediyordu. Kur’ân’da nûr, iman anlamına gelir ve aşağıda bu nûrun (aydınlanmanın) dört derecesi belirtilmiştir:
“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misali, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğuya da batıya da ait olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu) Nûr üstüne nûrdur. Allah, kimi dilerse onu kendi nuruna yöneltip iletir. Allah insanlar için örnekler vermektedir. Allah, her şeyi bilendir.” (Nûr: 35)
En alt derecede, aydınlatılan fakat kendisi ışık saçmayan kandil vardır. Daha sonra sırça gelir, onun üstünde de kutlu zeytin ağacı yer alır. Bu sembollerin anılması insana; “Allah insanlara örnekler verir” diye başlayan ve sebebini belirterek, “belki düşünürler” (Haşr: 21) diye biten başka âyetleri hatırlatıyor. Nûr âyetinin tümü insanı düşünmeye çağırır. Fakat derecelere gelince Kur’ân bu konuyu burada temsili bir şekilde anlatır. Halbuki ilk nazil olan âyetlerde imanın dereceleri daha açık bir şekilde anlatılmıştır. Bunlardan birinde (Vâkıa: 7-40) insanlar üç gruba ayrılmıştır: “Ashâb-ı meymene” (âhirette amel defteri sağdan verilen ya da sağ yanda olanlar), “ashâb-ı meş’eme” (âhirette defteri soldan verilenler, ya da sol yanda olanlar) ve “yarışıp öne geçmiş öncüler.” “Ashâb-ı meymene” kurtulanlar, “ashâb-ı meş’eme” de cezalandırılanlar, “öncüler” ise en üst derecededirler ve onlara Allah’ın kulları denilir…. Büyük melekleri diğer meleklerden ayırmak için kullanılan Allah’a yaklaştırılmış (mukarrebûn) deyimi bunlar için de kullanılır. İlk nâzil olan sûrelerden bazılarında mü’min kategorisinde, “öncüler”le (sâbikûn) “ashâb-ı meymene” arasında yer alan “iyiler” (ebrâr) diye bir sınıftan da bahsedilir. Bu üçü arasındaki ilişki Kur’ân’ın bu üç grubun Cennet’teki durumlarıyla ilgili anlattıklarından çıkarılabilir. “Ashâb-ı meymene”ye içmek için “saf su” verilirken, en yüce kaynaklar sadece “öncüler”e verilir. “İyiler”e ise, onların “öncüler”in ayak izlerine uyanlar olduğunu belirtir bir şekilde iki farklı kaynağın karışımı verilir. (İnsan: 5), (Mutaffifîn: 27).
Üstünlük derecesine Kur’ân’da kalbten bahsederken de değinilir. Kur’ân çoğunluktan bahsederken: “Gerçek şu ki, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalbler körelir” (Hac: 46) Der diğer taraftan Peygamber (s.a.v) tüm diğer peygamberler gibi, kalbinin devamlı uyanık olduğunu, yani kalb gözünün açık olduğunu söylemiştir. Kur’ân bunun belli ölçülerde başkaları tarafından da paylaşılabileceğini belirtir, çünkü bazen sadece “temiz akıl sahipleri”ne (ulü’l-elbâb) (Yûsuf: 111, Ra’d: 19) hitap eder.
Peygamber (s.a.v)’in Ebû Bekir hakkında şöyle söylediği rivayet edilir: “O sizi çok oruç tutmakla ve çok namaz kılmakla geçmedi; fakat o sizi kalbinde sabit olan bir şey sayesinde geçti.
Peygamber (s.a.v.) sık sık ashâbdan bazılarının diğerlerinden üstün olduğunu belirtirdi. Mekke’nin fethi sırasında Peygamber (s.a.v.)’in yanında Hâlid kendisini azarlayan Abdurrahman İbn Avf’a sinirlenip karşı çıkınca, Peygamber (s.a.v.), “arkadaşlarıma (ashâbıma) nazik davran Hâlid; çünkü senin Uhud Dağı büyüklüğünde altının olsa ve bunu Allah yolunda harcasan, yine de arkadaşlarımdan hiçbirinin faziletine ulaşamazsın” dedi.
Kur’ân’a göre bir derece ile diğerleri arasındaki fark âhirette, bu dünyadakinden daha büyüktür:
“Onlardan bir kısmını bir kısmına nasıl üstün tuttuğumuzu gör. Muhakkak âhiret dereceler bakımından daha büyüktür, üstünlük bakımından da daha büyüktür.” (İsrâ: 21)
Peygamber (s.a.v.) de şöyle demiştir: “Cennet ehli kendi üstlerindeki yüce yerin, şimdi en parlak gezegeni (Venüs) doğu ve batı ufkunda gördükleri yükseklik kadar yukarıda olduğunu görecekler.” İnsanlar arasındaki eşitsizlikler onun öğretme şekline de yansımıştır. Öğrettiklerinin bazılarını sadece anlayabileceklerini umduğu belirli bazı kişilere hasretmiştir. Ebû Hureyre, “Hafızama Rasûlullah (s.a.v.)’tan öğrendiğim iki tür bilgi biriktirdim. Bir kısmını açıkladım; eğer diğer kısmını da açıklarsam bu gırtlağı kesersiniz” diyerek boğazına işaret etmiştir. Mekke ve Huneyn zaferlerinden sonra dönüş yolculuğu sırasında Peygamber (s.a.v) arkadaşlarından bazılarına, “Küçük cihaddan, büyük cidaha dönüyoruz” dedi. İçlerinden biri: “Ey Allah’ın Rasûlü, büyük cihad nedir?” diye sorunca: “Nefse karşı cihad” cevabını verdi. İnsan nefsi iki bölüme ayrılmıştır. Onun aşağı bölümü hakkında Kur’ân:
“Gerçekten nefis var gücüyle kötülüğü emredendir.” (Yûsuf:53)
der. Şuur da denen iyi bölümüne de:
“Kendini kınayıp duran nefis.” (Kıyamet: 2)
adını verir. İşte alt-bene karşı ruhun yardımıyla cihadı yüklenen bu kısımdır.
En sonunda da savaşı sona ermiş ve artık içinde bir ayrılık taşımayan “mutmain (tatmin olmuş) nefis” vardır. “Öncüler”in (sâbikûn), “Allah’ın kulları”nın ve “Allah’a yaklaştırılmış olanlar”ın (mukarrebûn) nefisleri işte böyledir. Kur’ân bu kemâle ermiş olan nefse şöyle hitap eder: “Ey mutmain (tatmin olmuş) nefis. Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön] Artık kullarımın arasına gir. Cennetime gir.” (Fecr: 27-30) Bu lûtuflardaki ikili doğa, Kur’ân’ın mutmain nefis için verdiği iki Cennet va’dini ve Peygamber (s.a.v)’in kendi nihai durumunu anlatmak için söylediği “Rabbimle ve Cennetle buluşma” sözünü hatırlatıyor. “Mutmain nefis” için, “Cennetime gir” sözü “Rabbimle buluşma” sözüne tekabül ediyor: “Kullarımın arasına gir” sözü de “Cennet”e tekabül eder. Yüksek Cennet (Cennetü’l-a’lâ), yani “Rabbimle buluşma” Rıdvan’dan başka bir şey değildir. Aşağıdaki âyet bu sıralarda nazil olmuştu:
“Allah mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara içinde ebedî kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vadetmiştir. Allah’tan olan hoşnutluk (Rıdvân) ise en büyüktür. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ da budur.” (Tevbe: 72)
Peygamber (s.a.v) bu dünyada iken ulaşılabilecek en yüksek dereceden de bahsetmiştir. Kutsi hadislerden birinde şöyle denir: “Kulum gönüllü (nafile) ibadetleriyle bana yaklaşmayı ben onu sevinceye kadar devam ettirir; ben onu sevdiğimde, onun duyan kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum”.
Gönüllü ibadetlerin en başında “Allah’ı anmak veya Allah’ı çağırmak” anlamına gelebilecek olan “zikrullah” gelir. İlk inen âyetlerden birinde Peygamber (s.a.v) şöyle bir emirle karşılaşmıştı:
“Rabbinin ismini zikret ve her şeyden kendini çekerek yalnızca O’na yönel.” (Müzzemmil: 8)
Daha sonraları nazil olan bir âyette de şöyle deniyordu: “Hiç şüphe yok namaz, çirkince-utanmazlıklardan ve kötülüklerden vazgeçirir. Allah’ı zikretmek ise muhakkak en büyüktür” (Ankebût: 45).
Kalb ve kalbin körlüğüyle ilgili olarak Peygamber (s.a.v): “Her şeyin pasını silen bir cilası vardır, kalbin cilası ise Allah’ı zikretmektir” demiştir. Mahşer gününde Allah katında kimin en yüksek dereceye sahip olacağı sorulduğunda ise “Allah’ı en çok zikreden kadın ve erkekler” cevabını vermiştir. Bunların Allah yolunda savaşanlardan da yüksek bir derecede olup olmadıkları sorulduğunda ise cevabı şu olmuştur:
“Kişi müşrik ve putperestlere karşı kılıcı kana bulanıp kırılıncaya kadar savaşsa bile, Allah’ı zikretmek ondan daha yüksek bir dereceye sahip olacaktır.”
Mustafa Demirci
Sitemizde sanatçıya ait toplam 50 eser bulunmaktadır. Sanatçının sayfasına gitmek için tıklayın.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.