Web sitemize hoşgeldiniz, 18 Aralık 2024
Beğen 3

Mustafa Demirci-Fil Yılı

O yıllarda Yemen, Habeşistan’ın yönetimindeydi ve Ebrehe adında bir Habeş’li tarafından yönetiliyordu. Ebrehe, San’a’da bütün Arabistan’ın hac yeri olarak Mekke’den daha ileri olmasını istediği büyük bir katedral yaptırdı. Bu katedral için Saba Melikesi’nin terk edilmiş saraylarından mermerler getirtti, altından haçlar, fildişi ve abanozdan minberler yaptırttı ve Necâşi’ye şunları yazdı: “Kralım, sizden önce hiçbir krala nasip olmayan bir kilise yaptırdım. Sizi ve tüm Arapları bu kiliseye haccetmeye razı edene kadar uğraşacağım.” Bu dileğini gizli de tutmuyordu. Bu nedenle Hicaz ve Necd Arapları arasında büyük bir gerginlik ortaya çıkmıştı. Sonunda Kureyş’e yakın kabilelerden biri olan Kinane’li bir adam San’a’ya kiliseyi pisletmek için gitti. Bir gece gizlice gidip, sağ salim geri döndü.
Ebrehe bunu duyunca, Kâ’be’yi yerle bir etmeye and içti. Hazırlıklarını tamamlayıp büyük bir ordu ile Mekke’ye doğru yola çıktı. Ordunun önünde ise bir fil gidiyordu. San’a’nın kuzeyindeki birtakım Arap kabileleri onu durdurmaya çalıştılar, fakat Habeşistanlılar onları yendi ve Kes’am kabilesinin lideri Nufeyl’i esir aldılar. Nufeyl hayatının bağışlanmasına karşılık onlara rehberlik etmeyi kabul etti.
Ordu Taif’e vardığında Sakîf kabilesi, Ebrehe’nin Kâ’be yerine kendi tapınakları Lât’ı yıkmasından korkarak onu karşılamaya çıktılar. Varmak istediği yere henüz ulaşmadığını söyleyip, geri kalan yolda onlara rehberlik etmesi için beraberine bir adam verdiler. Ebrehe yanında Nufeyl olmasına rağmen teklifi kabul etti. Fakat yanına verdikleri adam Mekke’ye iki mil kala, Muğammis’te öldü, onu oraya gömdüler. Araplar bu mezarı bugüne dek hep taşlayagelmişlerdir.
Ebrehe Muğammis’te mola verdi ve Mekke tepelerine atlı bir grup gönderdi: Bu öncü grup yolda ne bulurlarsa aldılar ve Ebrehe’ye Abdu’l-Muttalib’in iki yüz devesini de içeren bir sürü gönderdiler. Kureyş ve komşu kabileler savaş konseyi topladı ve düşmana karşı koymanın bir anlamı olmadığına karar verdiler. O sırada Ebrehe, Mekke’ye beraberinde oranın şefini getirmesi için bir elçi gönderdi. Elçi onlara savaş etmek istemediklerini, sadece Kâ’be’yi yıkacaklarını ve kan dökülmesini istemiyorlarsa şefin kendisiyle birlikte Habeşlilerin karargâhına gelmesi gerektiğini söyledi.
Haklar ve görevler Abdu’d-Dâr ve Abdu Menâf sülâleleri arasında bölüştürüldüğünden beri Kureyş’in resmî bir başkanı yoktu. Fakat herkesin fikrinde kabilelerden birinin başkanı, Mekke’nin şefi olarak yer etmişti. Bu kez elçi Abdu’l-Muttalib’in evine yöneldi ve Abdu’l-Muttalib, oğullarından biriyle beraber elçinin arkasından gitti. Ebrehe onu gördüğünde görünüşünden o denli etkilendi ki selamlamak için ayağa kalktı ve halının üstüne, onun yanına oturdu. Ebrehe tercümana Abdu’l-Muttalib’den bir şey sorup sormak istemediğini öğrenmesini söyledi. Abdu’l-Muttalib, askerlerin ikiyüz devesini aldığını ve onların geri verilmesi gerektiğini söyledi. Ebrehe biraz şaşırdı ve hayal kırıklığına uğradığını belirtti. Develerinden çok yıkılmak istenen dinini düşünüyor olmalıydı. Abdu’l-Muttalib şu cevabı verdi: “Ben develerin sahibiyim, Kâ’be’nin de onu koruyan bir sahibi vardır”.
Ebrehe: “Bana karşı koruyamaz” dedi. Abdu’l-Muttalib: “Bunu göreceğiz, sen bana develerimi geri ver” dedi. Ebrehe de develerin geri verilmesi için emir verdi.
Abdu’l-Muttalib, Mekke’ye döndü ve Kureyşlilere şehrin üzerindeki tepelere çekilmelerini tavsiye etti. Daha sonra ailesinden bir grupla Kâ’be’ye gitti. Kâ’be’nin yanında durarak, Allah’a, Ebrehe ve askerlerine karşı kendilerine güç vermesi için yalvardılar. Abdu’l-Muttalib de Kâ’be’nin kapısındaki metal halkaya yapışarak “Allah’ım, kulun kendi evini korudu, Sen de kendi Ev’ini koru” diye yalvardı. Duayı bitirdikten sonra diğer Kureyşliler’le birlikte Mekke’nin dışındaki tepelere çıktılar, oradan aşağıda ne olup bittiğini görebiliyorlardı.
Ertesi sabah Ebrehe şehrin üzerine yürümek için hazırlandı. Kâ’be’yi yıkıp tekrar aynı yoldan San’a’ya dönmeyi düşünüyordu. Süslenen fil, zaten hazır olan ordunun en önüne geçirildi. Güçlü hayvan, konumunu aldıktan sonra, bakıcısı Üneys tarafından ordunun gittiği yöne, yani Mekke’ye doğru çevrildi. İsteksiz olmasına rağmen rehber yapılan Nufeyl, ordunun en önünde Üneys’le birlikte gitmek zorundaydı. Bu sırada Üneys’ten hayvana nasıl kumanda ettiğini de öğrenmişti. Ve Üneys ilerleme emrini anlayabilmek için başını çevirdiği bir anda Nufeyl filin kulağına yavaşça çökmesini fısıldadı. Bunun üzerine fil Ebrehe ve askerlerini şaşırtacak bir şekilde kendini yere bıraktı. Üneys ona kalkmasını emretti, fakat fil Nufeyl’in emrinden çıkmadı. Onu ayağa kaldırmak için ellerinden geleni yaptılar; hatta başına demir çubuklarla vurdular, karnını sivri çubuklarla dürtüklediler, fakat fil taş gibi yerinde sabit duruyordu. Daha sonra tüm orduyu Yemen tarafına yürütüp kendilerini takip etmesi için kaldırmayı denediler. Fil kalktı ve peşlerinden gitti. Orduyu tekrar Mekke yönüne çevirdiler, fil de o tarafa döndü, fakat bir adım bile atmadan oraya çöktü.
Bu, bir adım bile ileri gitmemeleri gerektiğine açık bir uyarı idi. Fakat Ebrehe yaptırdığı mabedi kabul ettirmeye ve onun rakibini yok etmeye o kadar kararlı idi ki, bu uyarıyı göremez hale gelmişti. Eğer geri dönmüş olsalardı, belki büyük felâketten kurtulabilirdi. Ama geç kalmışlardı: birden batı tarafındaki gökyüzü karardı ve acayip bir ses duyuldu. Denizden gelen bu karanlık manzara genişledi ve yukarı baktıklarında gökyüzünün kuşlarla dolu olduğunu gördüler. Kurtulanlar, kuşların uçuşunun kırlangıca benzediğini ve her kuşun, biri ağzında ikisi ayaklarında olmak üzere, kuru fasülye büyüklüğünde üç çakıl taşı taşıdığını söylediler. Askerlerin üzerine çullandılar ve taşlamaya başladılar; taşlar o denli sert ve hızlı idi ki, zırhları bile delip geçiyordu. Her taş hedefini buluyor ve öldürüyordu; çünkü taş bedene değer değmez beden yavaş yavaş veya aniden çürümeye başlıyordu. Taşlar herkese isabet etmemişti, Üneys ve fil de bunlar arasındaydı. Kurtulanlardan bir kısmı Hicaz’da kaldı ve çobanlık ederek veya başka işler yaparak geçimlerini sağladılar. Fakat ordunun büyük bir çoğunluğu tekrar San’a’ya döndü. Çoğu yolda öldü, Ebrehe’nin de içinde bulunduğu diğer grup ise San’a’ya vardıktan sonra öldüler. Nufeyl ise ordunun dikkatinin file çevrildiği bir sırada oradan ayrılmış ve Mekke’nin üstündeki tepelere kaçmıştı.
O günden sonra Araplar Kureyşlilere “Tanrı’nın halkı” adını verdiler ve daha çok saygı göstermeye başladılar. Çünkü Allah, onların dualarını kabul etmiş ve Kâ’be’yi yıkılmaktan korumuştu. Kureyşliler birincisiyle pek ilgisiz olmayan ve aynı yılda, Fîl yılında meydana gelen başka bir olayla da şeref ve saygınlık kazanacaklardı.
Abdu’l-Muttalib’in oğlu Abdullah kuşların mucize gösterdiği sırada Mekke’de değildi. Kervanlardan biriyle Filistin ve Suriye’ye ticaret için gitmişti; dönüşte Yesrib’te babaannesinin akrabalarına uğradı ve orada hastalandı. Kervan Mekke’ye onsuz döndü. Oğlunun hastalık haberini duyunca Abdu’l-Muttalib, iyileştiğinde kardeşini geri getirmesi için oğlu Hâris’i gönderdi. Fakat Hâris, Yesrib’li kuzenlerinin evine vardığında teselli dolu selamlamalar aldı ve kardeşinin öldüğünü anladı.
Hâris döndüğünde Mekke üzüntüye boğuldu. Âmine’nin tek tesellisi doğacak olan bebeğiydi ve doğum yaklaştıkça kederi daha da azaldı. İçinde bir nur taşıdığının farkındaydı. Birgün kendisinden öyle bir ışık parladı ki Suriye’deki Basra kalelerini bile görebildi. Kendisine bir sesin şöyle dediğini duydu: “Sen karnında halkının önderi olacak bir şahsı taşıyorsun; doğduğunda şöyle de: “Onu her türlü kötülükten, Allah’ın koruması altına emanet ediyorum” ve adını Muhammed koy.
Birkaç hafta sonra çocuk dünyaya geldi. Âmine amcasının evindeydi. Abdu’l-Muttalib’e gelip torununu görmesi için haber gönderdi. Abdu’l-Muttalib çocuğu kucağına aldı ve Kâ’be’ye götürdü. Orada verdiği hediye için Allah’a şükretti. Daha sonra çocuğu tekrar annesine getirdi. Fakat dönüşte önce kendi evine uğradı ve çocuğu evdekilere gösterdi. Kendisi de Âmine’nin yeğeni Hâle’den kısa bir süre sonra çocuk sahibi olacaktı. O sırada en küçük oğlu, üç yaşındaki Abbâs’tı. Kapının önünde durmuş babasına bakıyordu. Abdu’l-Muttalib yeni doğmuş bebeği ona doğru uzatarak:
“Bu senin kardeşin, kardeşini öp” dedi. Abbâs da onu öptü.


Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.