Mustafa Demirci-Kuşatma
Kureyş ordusunun Akik Ovası’na yaklaştığı haberi ulaştığında hendek bitmek üzereydi; hendeğin yapımı toplam altı gün sürmüştü. Kureyş ordusu şehrin güney batısından yaklaşıyor, Gatafan ve diğer Necd kabileleri doğudan Uhud’a doğru ilerliyorlardı. Vahanın dış bölümlerindeki bütün evler boşaltılmış ve bu evlerin sakinleri barınaklara yerleştirilmişti. Peygamber (s.a.v) kadınların ve çocukların, kalelerin yüksek odalarından birine yerleştirilmesini emretti. Daha sonra kendisi de adamlarıyla birlikte -yaklaşık üç bin kişi- seçtikleri yerde kamp kurdu. Kırmızı deriden yapılmış olan çadırı Sel Dağı’nın eteklerine kurulmuştu. Âişe (r.a.) Ümmü Seleme (r.a.) ve Zeyneb (r.a.) sırayla onunla birlikte olmak için çadıra geliyorlardı.
Mekke ordusu ve müttefikleri Uhud’un yakınında ayrı ayrı kamp kurdular. Kureyşliler, ekinlerin hasat edilmiş olduğunu görünce hayal kırıklığına uğradılar. Develeri Akik Ovası’nın akasya yapraklarıyla yetinmek zorundaydı. O sırada Gatafan’ın develeri de ovanın Uhud yakınındaki çalılıklarda yetişen ılgın otlarıyla karınlarını doyuruyorlardı. Fakat iki ordu da getirdikleri yem dışında atlarına yedirecek bir şey bulamıyorlardı. Bu nedenle mümkün olduğu kadar çabuk düşmanı yenmeliydiler. Bu amaçla iki ordu birleşti ve şehre doğru ilerlemeye başladı. Ebû Süfyân başkomutandı. Fakat her kabile lideri sırayla savaş sırasında orduyu yönetme görevini üstlenecekti. Hâlid ve İkrime yine süvarilere kumanda ediyorlardı ve Amr, Hâlid’in bölüğünde idi.
Yaklaştıklarında düşmanın şehrin dışında kamp kurmuş olduğunu görünce cesaretleri daha da arttı. Düşmanın kalelerde mevzilenmesinden korkuyorlardı; zira meydan muharebesinde sayıca fazla oldukları için onları kolayca yenebilirlerdi. Fakat biraz daha yaklaştıklarında karşı tarafa sıralanmış okçularla aralarında geniş ve derin bir hendeğin olduğunu görünce çok şaşırdılar. Atları oraya zorlukla ulaşabilirdi; oraya ulaştıktan sonra da onları daha zor olan karşıya geçme problemi bekleyecekti. Şimdiden başlayan ok yağmuru düşmanın saldırı alanına girdiklerini gösteriyordu. Bu nedenle biraz geri çekildiler.
Günün geri kalan kısmı istişare ile geçti. Sonunda düşmanın büyük bir bölümünü, başka yerleri savunmak zorunda bırakarak şehrin kuzeyinden uzaklaştırmaya karar verdiler. Eğer hendeğin etrafında düşman askeri bulunmazsa karşıya geçmek zor olmayacaktı. Akıllarına, Medîne’ye güney-doğudan yapılacak olan saldırıları kale şeklindeki evleriyle koruyan Benî Kurayza Yahudileri geldi. Benî Nadir’den Huyay, orduya katılmak üzere Hayber’den gelmişti. Ebû Süfyân’a, Beni Kurayza Yahudilerini Muhammed (s.a.v)’le yaptıkları anlaşmayı bozmaya ikna edebileceğini söyleyerek onlara elçi olarak gitmek istediğini belirtti. Onlar, yardıma ikna edilebilirse şehir iki taraftan saldırıya muraz kalacaktı. Ebû Süfyân onun önerisini kabul etti ve vakit kaybetmeden yola çıkmasını söyledi.
Benî Kurayzalılar, Huyay’dan korkarlardı. Onu uğursuz ve kendi kabilesini felâkete sürükleyen kötü bir adam olarak görürlerdi. İzin verirlerse Benî Kurayza’ya da kendi kabilesine yaptığını yapacaktı. Ondan korkmalarının asıl sebebi de karşı koyulmaz manevî bir gücünün olmasıydı.
Huyay, eğer bir şeyi isterse tüm karşı koyanları bastırır ve amacına ulaşıncaya dek ne kendisine, ne de karşısındakilere rahat vermezdi. Şimdi Benî Kurayza’nın şefi Kâ’b İbn Esed’e -Peygamber (s.a.v)’le anlaşma yapan lider- gitmiş ve kim olduğunu söyleyip kapısını çalıyordu. Kâ’b ilk önce kapıyı açmayı reddetti. “Bırak da içeri gireyim!” dedi Huyay. Onun ne istediğini çok iyi bilen Kâ’b: “Sen bırak! Ben Muhammed’le bir anlaşma yaptım ve onu bozmayacağım” dedi. Huyay, “İçeri gireyim de konuşalım” dedi. “Hayır” dedi Kâ’b. Fakat Huyay onu, yemeğini kendisi ile paylaşmak istemediği için kendisini içeri almamakla suçladı. Bu Kâ’b’ı o kadar sinirlendirdi ki kapıyı açtı. Huyay şöyle dedi: “Ey Kâ’b! Sana her zaman sürecek olan bir zafer ve köpüren deniz gibi bir güç getirdim. Sana liderleriyle birlikte Kureyş, Kinâne ve Gatafan’ı, bin kişisi atlı on bin kişilik bir ordu getirdim. Onlar bana, Muhammed (s.a.v) ve taraftarlarının kökünü kazıyıncaya kadar rahat etmeyeceklerine dair ant verdiler. Bu defa Muhammed (s.a.v) kaçamayacak”. Kâ’b: “Tanrı’ya andolsun ki, sen bana her zaman utanç getirdin; içinde şimşek ve gök gürültüsünden başka bir şey olmayan yağmursuz bir bulut. Yazıklar olsun sana ey Huyay! Beni olduğum gibi bırak” dedi. Huyay ondaki bu yumuşamayı fark etti ve güzel konuşmasıyla, eğer yeni din ortadan kalkarsa ne kadar avantajları olacağını anlatmaya başladı. Sonunda Allah adına şöyle bir yemin etti: “Eğer Kureyş ve Gatafan, Muhammed (s.a.v)’i öldürmeden yurtlarına dönerlerse, ben de seninle birlikte kalende oturup, kaderimi bekleyeceğim.” Bu Kâ’b’ı, İslâm’ın yaşamasının mümkün olmayacağı konusunda ikna etti. Daha sonra Peygamber (s.a.v)’le halkı arasında yapılan anlaşmayı bozacağını söyledi. Huyay, anlaşma metnini görmek istedi; okuduktan sonra metnin yazılı olduğu kâğıdı ikiye yırttı. Kâ’b da kabilesindekilere neler olduğunu haber vermeye gitti. Onlar “Eğer sen öldürülürsen, Huyay’ın da seninle birlikte öldürülmesinin ne gibi bir avantajı olabilir?” dediler. İlk anda kararına karşı çıkan çok oldu. Suriye’den Peygamber (s.a.v)’in gelişini karşılamak üzere gelen yaşlı Yahudi İbn el-Heyyeban, Benî Kurayza’lıların arasındaydı. O Peygamber (s.a.v)’i tarif etmiş ve gelmesinin yakın olduğunu haber vermişti. Çok azının Yahudi olmayan bir Peygamber (s.a.v)’e ilgi duymaya yatkın olmasına rağmen, çoğu Muhammed (s.a.v)’in tarif edilen kişi olduğunu hissediyordu. Yine aralarında, Yahudi olsun olmasın bir Peygamber (s.a.v)’e karşı çıkmanın ne kadar önemli olduğunu kavrayabilecek yeteneğe sahip olmayan çok az kişi vardı. Çoğunluğa gelince, onlar politik bir anlaşmayı bozmaya karşıydılar. Fakat birkaç münafığın, Huyay’ın söylediklerini doğrulayan haberler getirmesinden ve kendilerinden birkaç kişinin de gidip Kureyş ordusunu kendi gözleriyle görmesinden sonra, genel görüş Kureyş ve müttefikleri tarafına doğru kaymaya başladı. Gerçekten de hendeğin ötesindeki ovanın göz alabildiğine atlar ve adamlarla dolu olduğunu görmek insanı ürkütüyordu.
O sırada Hâlid ve İkrime geçilip geçilemeyeceğini anlamak üzere belirli bir uzaklıktan hendeği inceliyorlardı. Ümitsizlik içinde, “Nasıl bir tuzak bu!” dediler. “Araplar hiçbir zaman böyle bir yol denememişlerdir. Aralarında mutlaka bir İranlı var”. Ümitlerinin aksine hendek çok iyi kazılmıştı. Sadece diğerlerine göre biraz dar olan küçük bir alan kalmıştı. Orası da sıkı bir şekilde korunuyordu. Orayı geçmek için giriştikleri bir-iki çaba başarısızlıkla sonuçlandı. Atları hiç hendek görmemişti, bu nedenle hendeğe yaklaşınca ürküyorlardı. Belki onları alıştırabilirlerdi; fakat şimdilik savaş sadece karşılıklı ok atışları şeklinde devam ediyordu.
Benî Kurayza’nın anlaşmayı bozması haberi gizli kalmadı. Münafıklardan çoğu hangi tarafı tutacaklarına karar veremedikleri için, iki tarafın sırlarını birbirlerine açıklıyorlardı. Ömer (r.a.), ashâbdan Yahudilerin ihanetini haber alan ilk kişi oldu. Bunu duyar duymaz hemen Ebû Bekir (r.a.)’le birlikte çadırında oturan Peygamber (s.a.v)’in yanına gitti. “Ey Allah’ın Rasûlü!” dedi, “Benî Kurayza’nın bizimle olan anlaşmasını bozduğunu ve bize karşı savaş açtığını duydum”. Peygamber (s.a.v)’in üzgün olduğu fark ediliyordu. Zübeyr’i meselenin aslını öğrenmek üzere gönderdi. Daha sonra ensârın kendilerini dışlanmış hissetmemesi için, Evs ve Hazrec’li iki Sa’d’ı, Üseyd’le birlikte çağırdı. Onlara haberleri verdikten sonra şöyle dedi: “Gidin ve işin aslını öğrenin. Eğer duyduklarımız yanlışsa bunu açıkça söyleyin. Eğer doğru ise bunu bana imalı bir şekilde söyleyin ki anlayabileyim”. Onlar Zübeyr’den hemen sonra Kurayza kalelerine ulaştılar ve gerçekten de Yahudilerin anlaşmayı bozmuş olduğunu gördüler. Yahudileri çok geç olmadan hatalarını tamire ve anlaşmaya bağlılığa çağırdılar. Fakat onların cevabı şu oldu: “Allah’ın Rasûlü de kim? Muhammed’le aramızda ne bir antlaşma ne de bir karar birliği var”. Üzüntü içinde onlara Benî Nadir ve Benî Kaynuka Yahudilerinin başına gelenleri hatırlattılar. Kâ’b ve diğerleri o anda, onları dinleyemeyecek denli Kureyş’in zaferinden emindiler. Elçiler konuşmalarının boşuna olduğunu anlayınca Peygamber (s.a.v)’in yanına döndüler. Ona, “Adal ve Kâre” dediler. Bunlar Hubeyb ve arkadaşlarını Hudayl’a teslim eden iki kabilenin isimleri idi. Peygamber (s.a.v) onların ne demek istediğini anladı ve: “Allahu Ekber! Ey Müslümanlar cesur olun” dedi.
Artık hendeğin yanındaki mevzilerden askerlerin bir kısmını çekip şehrin içinde bir mevzi kurmak gerekiyordu. Daha sonra Huyay’ın, Kureyş ve Gatafan’ı biner kişilik birer ordu kurup bir gece vakti şehrin kuzeyindeki Kurayza kalelerine saldırmaya; oradan da şehrin içerlerine geçip, Müslümanların kadın ve çocuklarını kaçırmaya teşvik ettiği haberi geldi. Çeşitli sebepler yüzünden kararlaştırılan gece hep tehir edildi ve proje hiçbir zaman uygulanamadı. Fakat Peygamber (s.a.v), bunu haber alır almaz Zeyd’i yüz kişilik atlı bir grupla şehrin sokaklarında dolaşmak ve gece boyunca sesli tekbir getirmekle görevlendirdi. Böylece düşman şehirde büyük bir ordunun olduğunu zannedecekti.
Hendeğin kenarında kurulan kampta atlara ihtiyaç yoktu; fakat çok sayıda adama ihtiyaç vardı. Yüz kişinin eksilmesiyle, hendekte kalanların her biri artık daha uzun saatler gözcülük ediyordu. Günler geçiyor ve akınlar daha da sıklaşıyordu. Hâlid ve İkrime süvari birlikleriyle hendekte beliren bir anlık yorgunluk ve ihmalden dahi yararlanmak istiyorlardı. Fakat sadece bir kez hendeği aşmayı başarabildiler. İkrime, birdenbire hendeğin en dar kısmındaki korumanın zayıfladığını gördü ve üç kişi ile birlikte atını karşı tarafa sürdü. Fakat dördüncü adam hendeği atlar atlamaz Ali (r.a.) ve adamları hendeğin dar olan bölgesini korumaya geldiler ve hendek bir kez daha aşılamaz hale geldi. Böylece dört Kureyşlinin de yolu kesilmiş oldu. İçlerinden biri, Amr, teke tek karşılaşma yapmak istediğini bağırarak belirtti. Ona karşı Ali (r.a.) çıktığında onu kabul etmedi ve “Senin gibi birini öldürmekten hoşlanmam. Senin baban yakın bir arkadaşımdı. Geri dön, sen daha çocuksun” dedi. Fakat Ali (r.a.) ısrar etti. Amr bineğinden indi ve iki adam birbirlerine yaklaştılar. Etraflarını bir toz bulutu kapladı. Karşılaşmanın ne şekilde geliştiğini diğerleri göremiyordu. Bir müddet sonra Ali (r.a.)’nin tekbir getiren sesini duydular ve Amr’ın ya öldüğünü ya da ölmek üzere olduğunu anladılar. O sırada İkrime ve arkadaşları bir anlık dalgınlıktan yararlanıp hendeği geçmek için atlarını sürdüler. Fakat Mahzûm’lu Nevfel hendeği atlayamadı ve atıyla birlikte hendeğe yuvarlandı. Etraftakiler onu taşlamaya koyuldular. Fakat O, “Ey Araplar! Ölüm bundan daha iyi” diye bağırdı. Bunun üzerine yanına indiler ve onu öldürdüler.
Başarısız da olsa hendeğin aşılmış olması, bunun mümkün olduğunu gösteriyordu. Bunun üzerine Kureyş ordusu ertesi gün henüz güneş yükselmeden hendeğin çeşitli noktalarına bir dizi saldırı düzenledi. Peygamber (s.a.v) mü’minlere cesaret verdi ve sabrederlerse, uzun süre beklemenin verdiği yorgunluğa rağmen vaad edilen zaferin kendilerinin olacağını müjdeledi. Kamp yerinin seçimi isabetli olmuştu. Çünkü Sel Dağı’nın ötesine doğru uzanan yüzeyde kendilerine yakın olan kısım, uzak olan kısımdan daha yüksekti. Gün boyunca düşman onlara ulaşmak için tekrar tekrar akın etti, fakat hiçbir şey elde edemediler. Fiilî savaş çok sınırlıydı. İki taraftan da zayiat yoktu. Fakat Sa’d İbn Mu’âz (r.a.)’ı bir ok kolundan yaralamış ve derin bir yarık açmıştı. Kureyş ve Gatafan ordularının da atlarının çoğu yaralanmıştı.
Öğle namazı vakti geldi, fakat bir tek asker bile hendeğin yanından ayrılmamalıydı. Namaz vakti geçmek üzere iken Peygamber (s.a.v)’in yakınındakiler ona şöyle dediler: “Ey Allah’ın Rasûlü, biz namaz kılmadık.” Bu bilinen bir durumdu, fakat onları çok etkilemişti. Çünkü İslâm’ın ilk günlerinden beri hiç böyle bir durum ortaya çıkmamıştı. Allah’ın Rasûlü’nün de onlara katılması onları biraz teselli etti. Peygamber (s.a.v): “Ben de kılmadım” demişti. İkindi namazı vakti geldi ve güneşin batmasıyla vakit geçti. Fakat güneş battıktan sonra bile düşman atakları devam ediyordu. Karanlık tamamen bastırınca artık iki düşman ordusu kamp yerlerine döndüler. Düşman orduları gözden kaybolur kaybolmaz Peygamber (s.a.v), Üseyd ve bir grup askeri, hendeğin kenarında bırakıp hendekten ayrıldı. Hendekte kalan bu grubun dışındakilerin başına geçip vakti geçmiş olan dört namazı da arka arkaya kıldırdı. O akşam geç saatlerde Hâlid, hendeği korunmasız bulma umuduyla küçük bir atlı grubuyla tekrar ortaya çıktı. Fakat Üseyd ve adamları ok atışlarıyla onları geride tutmayı başardılar.
Vahiy, o zorlu günleri şöyle nitelendiriyor:
“Hani onlar, size hem üstünüzden, hem alt tarafınızdan gelmişlerdi; gözler de kaymış, yürekler hançereye gelip dayanmıştı ve siz Allah hakkında da (birtakım) zanlarda bulunuyordunuz. İşte orada, iman etmekte olanlar, denemeden geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardı.” (Ahzâb: 10-11)
Herkes böyle kaç gün daha dayanabileceklerini düşünüyordu. Yiyecekleri tükenmeye yüz tutmuş ve gecelerde çok soğuk geçmeye başlamıştı. Açlık, soğuk ve uykusuzluktan, imanı zayıf olanlar da münafıklara katılacak hale gelmişlerdi. Münafıklar sürekli olarak, böyle güçlü bir düşmana sadece bir hendekle karşı koyulamayacağını, şehir duvarları gerisine çekilmeleri gerektiğini söylüyorlardı. Fakat bu zorluklarla gerçek mü’minlerin imanı güçleniyordu. Onlar, tüm kabileler kendilerine karşı birleştiklerinde şöyle dedikleri için Allah onları Kur’ân’da övmüştü:
“Mü’minler (düşman) birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: Bu Allah’ın ve Rasûlü’nün bize vaad ettiği şeydir; Allah ve Rasûlü doğru söylemiştir.”
Vahiy şunları da ekliyordu:
“Ve (bu), yalnızca onların imanlarını ve teslimiyetlerini artırmış oldu.” (Ahzâb: 22)
Onlar, Peygamber (s.a.v)’e bir-iki yıl önce vahyolunan bir âyetin gerçekleştiğini hatırlayarak böyle diyorlardı:
“Yoksa sizden önce gelip geçenlerin hali, başınıza gelmeden Cennet’e gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, öyle ki Peygamber, beraberindeki mü’minlere: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyordu. Dikkat edin, kuşkusuz Allah’ın yardımı pek yakındır.” (Bakara: 214)
Peygamber (s.a.v), adamlarının dayanma gücünün sonuna geldiğini biliyordu. Fakat O, düşmanın da gün geçtikçe aynı zorlukları yaşayacağının farkındaydı. Bu nedenle Gatafan kabilelerinden iki kola, eğer savaş alanını terk ederlerse Medîne’deki hurma hasadının üçte birini onlara vereceğini bildiren bir haber gönderdi. Onlar: “Hurmaların yarısını ver” diye haber gönderdiler. Fakat Peygamber (s.a.v), üçte bir teklifinden geri dönmedi. Gatafanlılar da bunu kabul ettiler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), Osman (r.a.)’ı Gatafan kabileleriyle barış anlaşması imzalamak üzere gönderdi. Daha sonra biri Evs’in, biri Hazrec’in lideri olan iki Sa’d’ı çadırına çağırdı ve onlara planından bahsetti. Onlar: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bu senin fikrin mi yoksa bunu sana Allah mı emretti? Yoksa bu senin bizim adımıza yaptığın bir şey mi?” diye sordular. Peygamber (s.a.v.): “Bunu sizin adınıza yapıyorum. Allah’a andolsun, eğer Arapların size saldırdığını, her tarafınızı kuşattığını ve bununla onların gücünü kırabileceğimizi bilmeseydim bunu yapmazdım” dedi. Fakat yaralanan Sa’d İbn Muâz ona şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bizler bu adamlarla birlikte Allah’ın yanında başka ilâhlara tapıyorduk. Allah’a gerçekten ibadet etmiyor ve onu tanımıyorduk. O zaman bile onlar, misafir oldukları zaman ve satın aldıkları hariç, bir tek hurmamızı yiyemezlerdi. Şimdi ise Allah bize İslâm’ı bahşetti, bizi hidayete ulaştırdı. Bizi seninle ve İslâm’la güçlendirdi. Böyle olduğu halde onlara mallarımızı mı verelim? Tanrı’ya andolsun, Allah bizimle onların arasını buluncaya kadar onlara kılıçtan başka bir şey vermeyiz”. Peygamber (s.a.v): “Senin dediğin gibi olsun” dedi. Bunun üzerine Sa’d deri parçasını ve kalemi Osman’dan aldı. Yazılanlara şaşırarak, “Bırakın ne yapacaklarsa yapsınlar!” dedi.
Şimdi geçersiz hale gelen bu anlaşma Fezare ve Mürre kabilelerinin liderleriyle yapılmıştı. Kureyş’in Gatafan’lı üçüncü müttefiki ise, Ebû Süfyân ve Süheyl’in Müslümanları Bedir’deki ikinci karşılaşmadan vazgeçirmesine karşılık rüşvet teklif ettikleri Nu‘aym’ın kabilesi Aşca’ idi. Medîne’de kaldığı sürece gördükleri Nu‘aym’ı çok etkilemişti. Şimdi ise karışık duygular içinde bu kez de Mekke’lilerin yanında yer almak üzere kabilesi ile birlikte savaş alanına gelmişti. Yeni dinin takipçilerine duyduğu saygı, kendilerinin üç katı bir orduya bu kadar dayandıklarını gördüğünde daha da arttı. Bir müddet sonra kendisinin “Allah İslâm’ı kalbime düşürdü” diye nitelediği zaman geldi. O gece -iki Gatafan kabilesiyle Peygamber’in yaptığı anlaşmanın feshedildiği gece- şehre gitti. Oradan da ordunun kamp kurduğu yere gitti ve Peygamber (s.a.v)’i görmek istediğini söyledi. Peygamber (s.a.v), “Seni buraya getiren ne, ey Nu‘aym?” diye sordu. O, “Buraya senin sözüne inandığımı açıklamaya ve hakkı getirdiğine şehadet etmeye geldim. Ey Allah’ın Rasûlü! Bana ne emredersen emret. Senin emrettiklerinin hepsini yapmaya hazırım. Halkım ve diğerleri benim Müslüman olduğumu bilmiyorlar” dedi. Peygamber (s.a.v): “Tüm gücünle onları birbirine düşürmeye çalış” dedi. Nu‘aym yalan söylemek için izin istedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), “Onları bizden uzaklaştırmak için ne söylersen söyle. Çünkü savaş hiledir” dedi.
Nu‘aym tekrar şehre döndü ve Benî Kurayza yerleşim bölgesine gitti. Yahudiler onu eski bir arkadaş olarak misafir ettiler, onun için yemek ve içki hazırladılar. O, “Ben bunun için gelmedim” dedi. “Sizin güvenliğinizden duyduğum korkuyu ve buna karşı alınması gereken tedbirler konusunda tavsiyemi haber vermek üzere geldim”. Daha sonra Gatafan ve Kureyş’in eğer Müslümanları yok edecek bir zafer kazanamazlarsa Yahudileri Muhammed (s.a.v)’in insafına bırakıp kaçacaklarını anlatmaya koyuldu. Bu nedenle Yahudiler de, Kureyşliler önemli adamlarından birkaçını, onları bırakıp kaçmayacaklarına dair rehin verinceye kadar Kureyş için bir ok bile atmamalıydılar. Temas ettiği konularda aynı korkuları taşıyan Yahudiler tavsiyesini hemen kabul ettiler. Bunun üzerine onun söylediklerini aynen yapmaya karar verdiler. Ne Kureyşlilere ne de Gatafanlılara, bu fikrin Nu‘aym’dan çıktığını haber vermemeye de söz verdiler.
Daha sonra Nu‘aym, bir zamanlar arkadaşı olan Ebû Süfyân’a gitti. Ona ve yanındaki diğer Kureyş liderlerine, eğer haber aldıkları kişinin kim olduğunu söylememeye yemin ederlerse, verilecek önemli bir haberi olduğunu söyledi. Oradakiler yemin edince şöyle dedi: “Yahudiler, Muhammed (s.a.v)’le yaptıkları anlaşmaya tekrar döndüler ve ona şöyle haber gönderdiler: ‘Yaptığımıza pişman olduk. Eğer Kureyş ve Gatafan liderlerinden bir kısmını rehin alıp öldürmek üzere sana versek bu seni memnun eder mi? Sonra da geri kalanlara karşı senin yanında savaşırız.’ Muhammed (s.a.v) de buna razı oldu. Eğer Yahudiler sizden adamlarınızdan bir kısmını rehin isterlerse, vermeyin”. Nu‘aym daha sonra kendi kabilesine ve diğer Gatafan kabilelerinin gidip Kureyşlilere söylediklerinin aynısını tekrarladı.
İstişare ettikten sonra iki ordunun liderleri şimdilik Huyay’a bir şey söylememeye ve Nu‘aym’ın söylediğinin doğru olup olmadığını denemeye karar verdiler. İkrime’yi bir mesajla Benî Kurayza’ya gönderdiler. Mesaj şuydu: “Artık Muhammed’i tamamen ortadan kaldırmak üzere yarın savaşmaya hazır olun”. Onlar şu cevabı verdiler: “Yarın cumartesi. Siz ileri gelenlerinizden birkaç kişiyi bize rehin olarak vermedikçe, Muhammed’e karşı hiçbir şekilde savaşmayız. Çünkü biz, eğer savaş kötü giderse sizin bizi burada yalnız bırakıp memleketinize kaçacağınızdan korkuyoruz. Ona tek başımıza karşı koyamayız”. Bu mesaj Kureyş ve Gatafan kabilelerine ulaştığında, “Tanrı’ya andolsun Nu‘aym’ın söyledikleri doğru” dediler. Benî Kurayza’lılara bir tek adam bile vermeyeceklerini ve ertesi gün savaşmaları gerektiğini bildiren bir haber gönderdiler. Benî Kurayza’lıların cevabı ise, rehineler kendilerine teslim edilmedikçe bir tek ok bile atmayacaklarını bildirmek oldu.
O zaman Ebû Süfyân, Huyay’a gitti ve: “Bize vadettiğin yardım nerede? Onlar bizi aldattılar, şimdi de bizi ele vermeye çalışıyorlar” dedi. Huyay, “Tevrat’a andolsun ki, hayır!” dedi. “Bugün cumartesi, biz cumartesi yasağına karşı gelmeyiz. Fakat onlar pazar günü, Muhammed ve arkadaşlarına karşı ateş gibi saldırırlar”. İşte o zaman Ebû Süfyân, Yahudilerin rehinelerle ilgili fikrini Huyay’a söyledi. Huyay’ın yüzündeki ifade birdenbire değişmişti. Bunun, onun suçluluğuna delâlet ettiğini anlayan Ebû Süfyân, “Lât’a andolsun ki bu senin ihanetinden başka bir şey değil, senin ve onların. Çünkü ben seni de halkının ihanetine katılmış sayıyorum.” dedi. “Hayır” diye karşı çıktı Huyay, “Sina Dağı’nda Mûsâ’ya indirilen Tevrat’a andolsun ki, ben hâin değilim”. Fakat Ebû Süfyân ikna olmamıştı. Hayatını kaybetmekten korkan Huyay, kampı terk etti ve Kurayza’lıların yerleşim bölgesine gitti.
Kureyşliler ve Necd kabilesinin ilişkilerine gelince, Nu‘aym’ın bir şey yapmasına gerek kalmamıştı. Yaklaşık olarak iki hafta geçmiş ve hiçbir şey elde edilememişti. İki ordunun da yiyecek stokları tükeniyordu. Bu sırada ya açlıktan, ya aldığı yaralardan veya her ikisinden gün geçtikçe daha çok sayıda at ölüyordu. Birkaç deve ölmüştü. Kureyş, Gatafan ve diğer bedevî kabilelerinin en iyi ihtimalle isteksizce ittifaka devam ettiklerini anlamakta gecikmediler. Onlar bu sefere yeni dine düşmanlıklarından çok, ganimet elde etmek için katılmışlardı. Fakat geçen süre içinde ganimet elde etme ümitleri yok oldu. İki ordu arasındaki birbirine duyulan güvensizlik gittikçe artıyordu. Zaten bu sefer başından beri hata ve başarısızlık doluydu.
Üç günden beri Peygamber (s.a.v) her namazın arkasından şu duayı tekrarlıyordu: “Allah’ım! Ey kitabı indiren ve Serî’ul-Hısâb (çabuk hesap görücü) olan! Düşmanları bizden uzaklaştır. Onların korkup kaçmasını sağla.” Her şey hallolduktan sonra da şu âyet nazil olmuştu:
“Ey iman edenler! Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani size ordular yönelip gelmişti; böylece biz de onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik.” (Ahzâb: 9)
Günlerce hava olağanüstü soğuk ve nemli olmaya devam etmişti. Şimdi ise doğudan gelen sert bir rüzgâr, herkesi sığınaklara çekilmeye zorlayan bir yağmur getirmişti. Gece olunca ovayı fırtına kapladı. Rüzgâr fırtına ve boraya dönüşmüştü. İki düşman kampında da bir tek sağlam çadır bile kalmamıştı. Tüm çadırlar yıkılmış, kamp ateşleri sönmüş, insanlar yerde birbirlerine sarılmış ısınmaya çalışıyorlardı.
Müslümanların kampı rüzgârdan biraz korunuyordu; çadırlarından hiçbiri yıkılmamıştı. Fakat fırtınanın etkisiyle insanlar büyük bir üzüntüye ve daha önce hiç düşünmedikleri kadar büyük bir zayıflığa kapıldılar. Peygamber (s.a.v) gece geç saatlere kadar dua etti. Daha sonra kendi çadırına yakın olan adamların arasına gitti. Bunlardan biri olan Yemân’ın oğlu Huzeyfe (r.a.), sonraki yıllarda Peygamber (s.a.v)’in nasıl yanlarına gelip şöyle dediğini anlattı: “Hanginiz düşmanın yanına gidip, onların durumu hakkında bilgi edindikten sonra geri dönecek? Kim bu söylediklerimi yaparsa onun Cennet’te arkadaşım olması için Allah’a dua edeceğim”. Fakat oradakilerden hiç cevap gelmedi. Huzeyfe, “Hepimiz o kadar cesaretimizi kaybetmiş o kadar acıkmış ve üşümüştük ki hiçbirimizin ayağa kalkacak hali yoktu” dedi. Hiç kimsenin gönüllü olarak bu görevi almak istemediği açığa çıkınca, Peygamber (s.a.v), Huzeyfe’yi çağırdı. Huzeyfe (r.a.) de diğerlerinden ayrılıp hemen ayağa kalktı. Huzeyfe, “İsmim onun ağzından çıkar çıkmaz ayağa kalkmaktan başka bir şey yapamadım” dedi. Peygamber (s.a.v), “Sen git” dedi. “Düşmanın arasına gir ve ne durumda olduklarını gözle. Bize geri dönene kadar başka bir şey yapma”. Huzeyfe şöyle anlattı: “Bunun üzerine gittim. Rüzgâr ve Allah’ın orduları onları perişan ederken düşmanın arasına girdim”. Huzeyfe (r.a.), yere çömelmiş Kureyşliler arasından geçip liderlerinin oturduğu yere nasıl ulaştığını anlattı. Geceyi soğuktan uyuşmuş bir şekilde geçirdiler. Şafakla birlikte rüzgâr hızını azaltmaya başladığında Ebû Süfyân yüksek sesle bağırdı: “Ey Kureyşliler! Atlarımız ve develerimiz ölüyor. Benî Kurayzalılar bize ihanet etti ve bizi ele vermek üzere olduklarını haber aldık. Şimdi de gördüğünüz gibi rüzgâr bizi mahvediyor. Artık bu yeri terk edelim, ben gidiyorum”. Bu sözleri söyledikten sonra devesinin yanına gitti ve devesine bindi. O kadar ani bir kararla deveye binmişti ki devesinin kösteğini çözmeyi unutmuştu. Bunu ancak deveyi üç ayağı üzerinde kalkmaya zorladığı an farketti. O sırada İkrime ona şöyle dedi: “Sen bu insanların başı ve liderisin. Bizden o kadar çabuk ayrılıp, adamlarını geride mi bırakacaksın?” Bunun üzerine utanan Ebû Süfyân, çoğunluk kamp yerini terk edinceye kadar bekledi. Daha sonra geri kalanları iki yüz atlı ile birlikte Hâlid ve Amr’ın getirmesine karar vererek kendisi de yola çıktı. Ordunun yola hazırlanmasını beklerlerken Hâlid şöyle dedi: “Şimdi her akıllı adam Muhammed (s.a.v)’in yalan söylemediğini anladı”. Fakat Ebû Süfyân onun sözünü keserek: “Herkesten çok senin, böyle demeye hakkın yok” dedi. Hâlid “Niçin?” diye sordu. Ebû Süfyân: “Çünkü Muhammed (s.a.v), senin babanın şerefini iki paralık etti, kabilenin şefi Ebû Cehil’i de öldürttü” dedi.
Huzeyfe (r.a.) geri dönüş emrini duyar duymaz, hemen Gatafan kabilelerinin kampına doğru yola çıktı. Fakat kamp yerini boş buldu. Çünkü soğuk onların da dayanma gücünü kırmış ve geri dönmelerine neden olmuştu. Bunun üzerine Huzeyfe, Peygamber (s.a.v)’in yanına döndü. O sırada Peygamber (s.a.v), soğuğa karşı, hanımlarından birine ait olan örtüye bürünmüş bir halde namaz kılıyordu. Huzeyfe: “Beni gördüğünde” dedi, “beni yanına doğru çekti ve ayak dibine oturttu. Örtünün bir ucunu da bana uzattı”. Daha sonra benimle birlikte örtünün içinde oturdu, secde yaptı ve tekrar oturdu. Namazı bitirip selam verdikten sonra ona haberleri ulaştırdım.”
Bilâl sabah ezanını okudu. Namazı kıldıklarında sabahın ilk ışıklarıyla birlikte hendeğin ötesindeki ovanın bomboş olduğunu gördüler. Peygamber (s.a.v) herkesin evine dönebileceğini söyledi. Bunun üzerine çoğu hızla şehre doğru yola koyuldular. Daha sonra düşmanın aralarına casus sokmasından veya Benî Kurayza’lıların hendeğin korunmasız olduğunu Kureyşlilere haber verip, onların da geri gelmesinden korkarak Câbir (r.a.)’i ve Ömer’in oğlu Abdullah (r.a.)’ı ayrılan arkadaşlarını geri çağırmak üzere gönderdi. İkisi de onların arkalarından gitti. Güçlerinin yettiği kadar yüksek sesle bağırdılar, fakat hiç kimse sese başını çevirmedi. Câbir, Benî Hârise’yi yol boyunca izledi, evlerinin önüne geldiklerinde yine bağırdı; fakat kimse ona cevap vermedi. İkisi de Peygamber (s.a.v)’in yanına döndüklerinde başaramadıklarını haber verdiler. Bunu duyan Peygamber (s.a.v) güldü ve yanında kalan arkadaşlarıyla birlikte şehre doğru yola koyuldu.
Mustafa Demirci
Sitemizde sanatçıya ait toplam 50 eser bulunmaktadır. Sanatçının sayfasına gitmek için tıklayın.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.