Mustafa Demirci-Ölümler ve Bir Doğum Vaadi
Hicret’in sevinç dolu bu sekizinci yılının başlarında aynı zamanda bazı üzüntüler de yaşanıyordu. Peygamber (s.a.v)’in ailesinde meydana gelen ölümlerden ilki, kızı Zeyneb’in ölümüydü. Babası ölürken Zeyneb’in yanındaydı, damadına ve torununa teselli dolu sözler söyledi. Daha sonra Sevde ve Ümmü Seleme (r.a.) ile birlikte Ümmü Eymen (r.a.)’e cenazeyi gömülmeye hazır hale getirmelerini söyledi. Ölüye gusül abdesti aldırdıktan sonra Peygamber (s.a.v) içine giydiği bir elbiseyi çıkardı ve onlara cenazeyi bu kumaşa sarmalarını söyledi. Daha sonra cenaze namazını kıldırdı ve mezarın başında dua etti.
Peygamber (s.a.v)’e çocuk doğuran tek karısı Hatîce idi. Medîneliler, Peygamber (s.a.v)’in Medîne’de de bir çocuğunun doğmasını istiyorlardı. Şu anda yaşayan eşleri arasında sadece ikisinin -Ümmü Seleme (r.a.) ve Ümmü Habîbe (r.a.) -kendisinden önceki kocalarından çocukları olmuştu. Her yeni evlilikte Medîneliler bir çocuk doğması ümidiyle sevince kapılıyorlar; fakat bir müddet sonra tüm sevinçleri yok oluyordu. Çünkü Peygamber (s.a.v)’in Hatîce’den sonra evlendiği hiçbir kadından çocuğu olmamıştı. Fakat kızının ölümünden kısa bir süre sonra, onun tekrar baba olacağı ortaya çıktı. Kıptî cariyesi Mâriye bir çocuk bekliyordu. Medîneliler, Peygamber (s.a.v)’in onu çok sevdiğini bildikleri ve onu sevindirmek istedikleri için zaten Mâriye’ye çok iyi davranıyorlardı. Bu haberi duymalarıyla ona besledikleri sevgi ve ilgi iki katına çıktı. Umre’den döndükten yaklaşık üç ay sonra Peygamber (s.a.v), Suriye sınırındaki kabilelere barışçıl amaçlarla on beş elçi gönderdi. Fakat onların dostça selamlarına ok yağmuru ile cevap verildi. Dövüşmek zorunda kalan elçilerin biri hariç hepsi öldürüldü.
Bir tek ölümle sonuçlanan, fakat daha büyük politik öneme sahip olan bir olay daha meydana geldi. Peygamber (s.a.v) daha önceden Dihye el-Kelbî’yi Kayser’e yazdığı ve cevap alamadığı mektupla birlikte Busra valisine göndermişti. Gassan’lı bir kabile başkanı, Busra’ya gönderilen ikinci elçinin yolunu kesmiş ve elçiyi öldürmüştü. Çoğunlukla Hıristiyan olan Gassan’lıların Kayser’in elçisinden yardım isteme riskine rağmen, bu tür bir hareket cezasız bırakılamazdı.
Peygamber (s.a.v), üç bin kişilik bir ordu topladı ve Zeyd (r.a.)’in kumandasında Gassan’lılara gönderdi. Eğer Zeyd (r.a.) öldürülürse yerine Ca’fer (r.a.), o öldürülürse Abdullah İbn Revâha (r.a.) geçecekti. Üçü de öldürülürse, ordu kumandanını kendi seçecekti. Daha sonra Peygamber (s.a.v) Zeyd’e beyaz bir sancak verdi ve diğer arkadaşlarıyla birlikte, orduyu Uhud’un kuzeyindeki iki tepe arasındaki veda geçidine kadar yolcu etti.
Abdullah’ın yanında velâyeti altında olan yetim bir çocuk vardı, onu semerin arkasına bindirmişti. Yol boyunca çocuk, Abdullah’ın Suriye sınırları içinde kalma isteğini ifade eden mısralar okuduğunu duydu. “Bu mısraları duyunca ağladım” dedi çocuk, “Benim ağladığımı görünce kamçısının ucu ile bana dokundu ve ‘Zavallı arkadaşım, niye üzülüyorsun? Eğer Allah bana şehitlik nasib eder; ben de bu dünyadan, meşakkatlerinden, dertlerinden, acılarından ve olaylarından kurtulursam, sen semerin üstünde rahat olarak geri döneceksin’ dedi. Bundan sonra, geceleyin yapılan bir molada iki rekat namaz kıldı ve arkasından uzun süre dua etti. Daha sonra beni çağırdı. Ben, ‘Buradayım, emrindeyim’ dedim. O, ‘İnşallah bu şehadettir’ dedi.”
Ordu Suriye sınırına geldiğinde, sadece tüm kuzey kabilelerinin değil, Kayser’in temsilcisinin de birleşip kendilerine karşı savaşacağını duydular. Hepsi birlikte ordunun yüz bin kişi kadar olduğu söyleniyordu. Tabii ki bunda abartma payı da vardı. Bununla birlikte Zeyd (r.a.) bir savaş konseyi toplamaya karar verdi. Adamların çoğu bu durumun hemen Peygamber (s.a.v)’e bildirilmesi gerektiği kanaatindeydiler. Peygamber (s.a.v) ya onlara geri dönme emri verir ya da yardımcı kuvvet gönderirdi. Fakat Abdullah bu fikre karşı çıktı. Konuşmasını Uhud’dan önce söylenen ve gelenekte birçok savaştan önce söylenecek olan karşı konulamayacak bir cümle ile bitirdi: “Önümüzde iki iyi şeyden biri var; ya zafer ya şehitlik -Cennet bahçelerindeki kardeşlerimize katılıp onlara arkadaşlık etmek- O halde haydi ileri!”
Abdullah’ın bu sözleri etkili oldu ve ordu kuzeye doğru ilerlemeye devam etti. Şimdi uzun ve derin yatağından doğu sınırında yükselen tepelerle ayrılmış olan Ölü Deniz’in güney ucundan çok uzakta değillerdi. Birkaç saatlik yürüyüşten sonra düşmanı gördüler. Bizans kuvvetleriyle birleşmiş olan Arap ordusunun gerçek sayısı ne olursa olsun, Müslümanlar ilk bakışta onların kendilerinden kat kat fazla olduğunu fark ettiler. Sayıca bu kadar dengesiz bir savaş deneyimleri yoktu ve hiçbiri şimdiye kadar imparatorluğun süvarilerinde gördükleri kadar zengin savaş aletleriyle karşılaşmamıştı. Bizans süvarileri ortada, Arap kuvvetleri ise iki yanında yer alıyordu. Bedir’de Akankal tepelerinden inen Kureyş ordusunun şimdi gördükleri orduyla karşılaştırıldığında çok az silah ve zırhı vardı. Bunun yanı sıra düşman ordusu onların gelişini bekliyordu ve lejyonlar savaş konumunda onları karşılamaya hazır bekliyorlardı.
Arazinin eğimi kendi aleyhlerine olduğu için hemen karşı karşıya gelmekten kaçınan Zeyd (r.a.), güneye, Mu‘te’ye doğru çekilme emri verdi. Orada arazi bakımından avantajlı olacaklardı ve savaş düzenine girme fırsatları olacaktı. Sayıca çok fazla olduklarının farkında olan düşman ordusu, Müslüman ordusunu Mu‘te’ye kadar izledi. Düşman ordusu yaklaştığında, onların beklediği gibi geri çekilme yerine Zeyd, saldırı emri verdi.
O anda Peygamber (s.a.v) için Medîne ile Mu‘te arasındaki uzaklık yok olmuştu. Peygamber (s.a.v) beyaz sancağı ile Zeyd’in orduyu nasıl düşmana doğru ilerlettiğini görüyordu. Onun yere düşene kadar birçok ölümcül yara aldığını, arkasından sancağı Ca’fer (r.a.)’in alıp onun da şehid olana kadar savaştığını gördü. Daha sonra sancağı Abdullah aldı. Onun yönettiği saldırı düşmanın ölüm saçması ve kendisinin de şehadetiyle sonuçlandı; adamları düzensiz bir şekilde geri çekildiler. Ensârdan biri olan Sâbit İbn Erkam (r.a.) sancağı aldı ve Müslümanlar tekrar düzene girdiler. Bunun üzerine Sâbit sancağı Hâlid’e vermek istedi. Fakat Hâlid (r.a.) bu şerefe Sâbit (r.a.)’in daha çok hakkı olduğunu söyleyerek kabul etmedi. Sâbit, “Al şunu! Ben sadece sana vermek için onu yerden almıştım” dedi. Bunun üzerine Hâlid kumandayı aldı ve safları birbirine yaklaştırdı. Düşmanın düzenli yaklaşmasını değerlendirip Müslümanların iyi bir saldırı düzeni kurmaları için geri çekilmelerini sağladı. Saldırı karşı tarafın zaferiyle sonuçlandı; fakat bu başarıdan hiçbir şey elde edemediler. Müslümanlardan ise, üç lider dışında sadece beş kişi şehid olmuştu. Bu nedenle bu bir bakıma Hâlid (r.a.) için bir zaferdi. Peygamber (s.a.v) savaşta Zeyd (r.a.), Ca’fer (r.a.) ve Abdullah (r.a.)’ın arka arkaya şehadetini anlattıktan sonra, “Daha sonra Allah’ın kılıçlarından biri sancağı aldı ve Allah onlar için yolu açtı” dedi. Yani Müslümanları güvene kavuşturan yolu açtı, demek istiyordu. Bu günden sonra Hâlid’e “Allah’ın kılıcı” adı verildi.
Peygamber (s.a.v) savaşı anlatırken gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Namaz vakti geldiğinde namazı kıldırdı ve her zaman yaptığının aksine, topluluğa yüzünü dönmeden, mescidden ayrıldı. Akşam ve yatsı namazlarında da aynen böyle yaptı.
O sırada Ca’fer’in evine gitmiş ve, “Ey Esmâ! Bana Ca’fer’in çocuklarını getir” demişti. Yüzündeki ifadeden şüphelenen Esmâ çocukları getirdi. Peygamber (s.a.v) onları öptü ve gözleri tekrar yaşlarla doldu. Esmâ, “Ey Allah’ın Rasûlü! Ey bana anamdan ve babamdan daha sevgili olan! Seni ağlatan ne? Yoksa Ca’fer ve arkadaşlarından haber mi aldın?” dedi. “Evet” dedi. Peygamber (s.a.v), “Bugün vuruldular.” Esmâ acı dolu bir çığlık attı, onu duyan diğer kadınlar yardıma geldiler. Peygamber (s.a.v) evine döndü ve birkaç gün süresince Ca’fer’in ailesine yemek hazırlanmasını emretti. “Acıları, onları, kendi ihtiyaçlarını karşılayamayacak kadar meşgul ediyor” dedi. Ümmü Eymen (r.a.), Üsâme (r.a.) ve Zeyd (r.a.)’in ailesinden diğerleri Peygamber (s.a.v)’in evinde idiler. Onlara daha önceden Zeyd (r.a.)’in ölüm haberini vermişti. Eve dönerken Zeyd (r.a.)’in küçük kızının sokakta ağladığını gördü. Çocuk, onu görünce koştu ve kollarına atıldı. Peygamber (s.a.v) şimdi kendini tutamayarak ağlıyordu. Çocuğu göğsüne bastırdığında tüm vücudu hıçkırıklarla sarsılıyordu. Sa’d İbn Ubâde (r.a.) o sırada oradan geçiyordu. Kendi kendine teselli edecek bir şeyler araştırarak, “Ey Allah’ın Rasûlü, bu da ne?” diye mırıldandı. Peygamber (s.a.v), “Bu maşukunu arzulamayı seven biri” cevabını verdi.
O gece Peygamber (s.a.v) rüyasında Cennet’i gördü. Zeyd (r.a.), Ca’fer (r.a.), Abdullah ve savaşta şehid olanların hepsi cennetteydiler. Ca’fer (r.a.)’i melekler gibi uçarken gördü. Şafakta mescide gitti. Ashâb onun üzüntüsünün hafiflediğini fark ettiler. Namazdan sonra her zaman yaptığı gibi topluluğa döndü. Daha sonra Esmâ’ya gitti ve rüyasını anlattı. Esmâ teselli olmuştu.
Hâlid (r.a.) ve adamları Medîne’ye döndüğünde Peygamber (s.a.v) Mukavkıs’ın kendisine hediye ettiği beyaz katırı – Düldül- istedi. Ca’fer (r.a.)’in en büyük oğlunu bu katıra bindirerek karşılamaya gitti. Medîneli kadın ve erkekler yollara dökülmüştü. Ordu yanlarından geçerken onlara alaylı sözler söylediler ve kum attılar; “Kaçaklar!” diye bağırdılar. “Allah yolunda savaştan kaçtınız mı?” “Hayır” dedi, Peygamber (s.a.v); “onlar kaçak değil, fakat inşallah tekrar savaşa gitmek için geri dönenler.” Mu’te’deki geri çekilme, kuzeydeki Arap kabilelerine, yeni İslâm devletine karşı koyma cesareti verdi. Bundan bir ay sonra Belî ve Kuda’a kabilelerinin güneye yürümek amacıyla Suriye sınırında toplandıkları haberi geldi. Fakat bu kez Kayser’in orduları yardıma gelmemiş görünüyordu. Peygamber (s.a.v) Amr (r.a.)’ı üç yüz kişi ile birlikte gerektiğinde savaşmak, mümkün olduğunda da müttefik kazanmak üzere gönderdi. Amr (r.a.)’ın kumandan olarak seçilmesinin nedeni, bu kabilelerden biriyle Amr’ın akrabalık bağının olmasıydı. Amr’ın annesi Belî kabilesinden bir kadındı. Amr ordusuyla gece yolculuk yaparak ve gizli yerlerde kamplar kurarak dikkati çekmeksizin on gün içinde Suriye sınırına ulaştı. O yıl kış erken gelmişti. Bu kadar kuzeyde yaşamaya alışık olmayan Mekkeli ve Medîneliler son kamplarını kurar kurmaz hemen yakacak aramaya başladılar. Fakat Amr, küçücük bir ateş yakmayı bile yasakladı. Karşı gelenler şu sözlerle susturuldu: “Siz beni dinleyip itaat etmekle emrolundunuz, o halde öyle yapın.”
Amr, düşmanın beklediklerinden daha fazla sayıda toplandığını fark edince, şimdilik yerel yardımların da gelmeyeceğini tahmin ettiği için, hemen Cuheyne’li bir adamı Peygamber (s.a.v)’den yardımcı kuvvet istemesi için gönderdi. Ebû Ubeyde (r.a.) derhal iki yüz kişilik ek kuvvetle geldi. En yakın sahabelerden biri olduğu ve daha önceki bütün savaşlarda rol aldığı için Ebû Ubeyde (r.a.) kendisinin yetkili olmasını istiyordu. Fakat Amr (r.a.), yeni gelenlerin sadece yardımcı kuvvet olduğunu ve kendisinin genel kumandan olması gerektiğini vurguladı. Peygamber (s.a.v) Ebû Ubeyde (r.a.)’ye, iki kuvvet arasında tam bir birlik olmasına ve ayrılık olmamasına dikkat etmesini tenbih etmişti. Bu yüzden Ebû Ubeyde (r.a.) isteğinden vazgeçti ve Amr’a, “Eğer sen bana itaat etmeyeceksen, Allah’a andolsun ben sana itaat edeceğim” dedi. Peygamber (s.a.v) bu sözleri duyduğunda Ebû Ubeyde’ye rahmet diledi.
Amr, beş yüz kişilik ordusunu Suriye sınırından geçirip ilerlediğinde düşman dağıldı. Sadece kısa süren karşılıklı bir ok yağmuru oldu. Geri kalanı, oturanların kaçtığı boş kamp yerleriyle karşılaşmaktan ibaretti. Düşman kabileler orada olmadığı için, dost unsurlar -kişiler ve gruplar- ortaya çıktılar. Bu nedenle Amr (r.a.), Peygamber (s.a.v)’e Suriye sınırında İslâm’ın etkisini tekrar kurduğunu belirten bir mektup gönderdi.
Bu etki, artık Medîne vahasının her tarafındaki kabilelere yayılıyordu. Nedenler sadece manevî değildi. Artık Peygamber (s.a.v) tehlikeli, hesaba gelmez bir düşman ve güçlü, güvenilir ve cömert bir müttefik olarak tanınıyordu. O’nunla karşılaştırıldığında diğer müttefikler daha az çekici ve daha zararlı idi. Bazı durumlarda politik ve dinî dürtüler birbirinden ayrılamayacak denli bir bütün teşkil ediyordu. Fakat yavaş yavaş ilerleyen yine de güçlü ve etkili olan, politikadan ve mü’minlerin İslâm mesajını yaymak için yaptıkları açık girişimlerden bağımsız bir faktör vardı. Bu da yeni dini uygulayanları karakterize eden belirgin bir huzurdu. Allah’ın birliğini gösteren Kur’ân, aynı zamanda bir Rahmet ve Cennet kitabıydı. Rasûl’ün öğretileriyle birlikte onun âyetlerinin okunması, mü’minleri kapasiteleri dahilinde bazı şartları yerine getirdiklerinde kolayca ebedî saâdete kavuşabileceklerinden emin kılıyordu. Ortaya çıkan huzur, bir iman kriteri idi. Peygamber (s.a.v) şöyle diyordu: “Şartlar ne olursa olsun, inanan için hepsi iyidir.”
Mustafa Demirci
Sitemizde sanatçıya ait toplam 50 eser bulunmaktadır. Sanatçının sayfasına gitmek için tıklayın.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.