Mustafa Demirci-Savaşa Hazırlıklar
Mekkeliler Kızıl Deniz kervan yolunu kaybettiklerini üzüntüyle fark ettiler. Tek seçenek olan diğer yolun ise bir dezavantajı vardı: Necd’den geçen yola kuyular çok uzaktı. Fakat yaz ayları yakın olduğu için kervana su taşıyan birkaç deve ekleyerek yolu güvenilir hale sokmak mümkündü. Kureyşliler Irak’a yüzbin dirhem değerinde gümüş eşya taşıyan zengin bir kervan göndermek istiyorlardı. Kervan Safvân’ın yönetiminde yol alacaktı. Medîne Yahudilerinden bazıları bunu duymuş ve aralarında konuşuyorlardı. O sırada ensârdan biri onların söylediklerine kulak misafiri oldu ve duyduklarını hemen Peygamber (s.a.v)’e haber verdi. Peygamber (s.a.v), Zeyd (r.a.)’in kumandanlık yeteneği olduğunun farkındaydı. Bu nedenle onu yüz atlının kumandasında kervanın yolunu kesmek üzere, yol üzerindeki su kaynaklarından biri olan Karede’ye gönderdi. Ordunun küçük olması Zeyd’in planını uygulamasını kolaylaştırıyordu. Ani ve görünmeden kervana saldırdılar. Bu ani saldırıdan korkan Safvân ve adamları kaçtılar. Zeyd ve adamları yükleriyle birlikte tüm develeri alarak zafer içinde Medîne’ye döndüler. Birkaç da köle elde etmişlerdi.
Karede felâketi, Mekkelilerin Bedir’den beri süren savaş hazırlıklarının hızlandırılmasına neden oldu. Haram ay olan Receb’le birlikte, kış mevsimi ve M.S. 625 yılı geçmiş oldu. Bunu takip eden ayda Hafsa ile Peygamber (s.a.v) evlendiler. Ramazan’ın ve orucun gelişiyle birlikte Müslümanlar büyük bir sevinç daha yaşadılar: Fâtıma bir erkek çocuğu dünyaya getirmişti. Peygamber (s.a.v), çocuğun kulağına ezan okudu ve ona “Güzel” anlamına gelen el-Hasan adını verdi. Dolunay çıktığında, yani ayın ortalarında Bedir’in yıldönümü yaşandı. O ayın sonunda Peygamber (s.a.v) Mekke’den Medîne’ye gelen bir atlının getirdiği bir mektup aldı. Mektup amcası Abbâs’tandı; Medîne’ye doğru yola çıkan üç bin kişilik orduyu haber veriyordu. Yedi yüz zırhlı ve iki yüz atlıları vardı. Eşya taşıyan ve kadınların çardaklarını taşıyan develer sayılmasa bile her askere bir deve düşüyordu.
Mektup Medîne’ye ulaştığında Kureyş ordusu yola çıkmıştı. Ebû Süfyân, kumandan olarak, yanına karısı Hind’i ve ikinci karısını da almıştı. Safvân da onun gibi iki karısını getirdi; diğer liderler ise eşlerinden sadece birini getirmişlerdi. Mut’im’in oğlu Cübeyr Mekke’de kalmış, fakat tüm Habeşistanlı soydaşları gibi cirit atmakta usta olan kölesi Vahşî’yi göndermişti. Vahşî’nin attığı cirit hedefinden çok seyrek şaşardı. Cübeyr ona şöyle demişti: “Eğer benimkine karşılık Muhammed’in amcası Hamza’yı öldürürsen, seni serbest bırakacağım.” Hind bunu duymuştu. Ordu konakladığında, kampta ne zaman Vahşî’yi görse ona şöyle diyordu: “Ey karanlıkların babası, git onu söndür ve sonra zevkle seyret”. Vahşî’ye, sahibinin ödülünün yanı sıra kendisinin de ödül vereceğini söylemişti.
Ensâr ve muhâcirlerin, düşman gelmeden önce daha bir haftaları vardı. Bu süre içinde şehir duvarları dışında, vahanın çeşitli yerlerinde yaşayanlar hayvanlarıyla birlikte şehrin içine yerleştirilmeliydi. Bu görev yerine getirildi ve şehir duvarları dışında ne bir at ne bir deve ne de bir koyun kalmadı. Bundan sonra yapılacak iş Mekkelilerin planlarını öğrenmekti. Onların sahildeki batı yolunu takip ettikleri haberi geldi. Bu sırada içeriye doğru yöneldiler ve Medîne’nin beş mil kadar batısında konakladılar. Daha sonra kuzeybatıya birkaç mil yol aldılar ve Medîne’ye kuzeyden bakan Uhud Dağı’nın eteklerindeki düzlüğe kamp kurdular.
Peygamber (s.a.v)’in gönderdiği haberciler ertesi sabah, düşman sayısının gerçekten mektuptaki gibi olduğu haberiyle geri döndüler. Kureyş’in yanı sıra, Sakîf kabilesinden yüz adamla birlikte Kinâne ve diğer müttefiklerinden de temsilciler vardı. Üç binden fazla deve ve iki yüz at, tüm otlağı ve henüz hasat edilmeyen ekinleri yiyorlardı. Kısa bir süre sonra oralarda yeşillikten eser kalmayacaktı. Orduda hemen saldırma belirtileri görülmüyordu. Bununla birlikte o gece şehrin etrafına asker yerleştirildi. Biri Evs’li, diğeri Hazrec’li olan iki Sa’d, yani İbn Mu’âz (r.a.) ve İbn Ubâde (r.a.), Peygamber (s.a.v)’in kapısı dışında beklemek gerektiğine karar verdiler. Useyd ve bir grup askerle gece Peygamber (s.a.v)’in kapısında nöbet tuttular.
Peygamber (s.a.v), henüz silahlarını kuşanmamıştı. Fakat rüyasında, kendisini zırh giymiş bir halde bir koçun üstünde giderken gördü. Elinde bir kılıç vardı. Kılıca baktığında içinde bir diş; etrafında da kendisinin olduğunu bildiği bir grup büyük baş hayvanın kurban edildiğini gördü.
Ertesi sabah rüyasını arkadaşlarına anlattı ve onu şöyle yorumladı: “Zırh Medîne’dir; kılıcın içindeki diş, bana yöneltilecek olan bir darbeyi; kurban edilen hayvanlar da ashâbımdan öldürülecek olanları temsil ediyor. Benim üzerine bindiğim koç ise, inşaallah öldüreceğimiz, kâfirlerin bölük başkanını işaret ediyor.”
Peygamber (s.a.v)’in ilk düşüncesi şehrin dışına çıkmayıp içten bir savunma mekanizması kurmaktı. Bununla birlikte kendi görüşüne diğerlerinin de katılıp katılmayacaklarını öğrenmek amacıyla meseleyi istişâre etmek için arkadaşlarını topladı. İlk konuşan İbn Übey oldu. “Bizim şehrimiz, bize karşı hiçbir zaman saldırıya meydan bırakmayan bâkire bir şehirdir. Biz bu şehirden büyük kayıplar olmaksızın hiçbir düşmana saldırı için çıkmadık. Bu şehre saldıranlar ise hep büyük kayıplarla karşılaştılar. O halde, ey Allah’ın Rasûlü; onları bırak, ne yaparlarsa yapsınlar. Orada kaldıkça, felâket onların olacaktır. Geri döndüklerinde ise amaçlarını yerine getirememiş olarak geri döneceklerdir.”
Ensâr ve muhâcirlerin yaşlılarından büyük bir grup İbn Übey’in görüşüne katıldılar. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v): “Medîne’de kalın, kadın ve çocukları kalelere koyun” dedi. O böyle konuşunca gençlerden çoğunun şehrin dışına yürüme taraftarı olduğu açığa çıktı. Birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü” dedi, “bizi düşmanın yanına götür. Onların, bizim korktuğumuzu ve zayıf olduğumuzu düşünmelerine izin verme”. Bu sözler meclisin her tarafından takdir dolu mırıltılarla desteklendi. Çoğu aynı şeyleri tekrarladı. Bazıları, eğer bu kez mahsullerinin böyle harap edilmesine izin verirlerse, bunu gelecekte Kureyşlileri aynı şeyi yapmaya teşvik etmekten başka bir işe yaramayacağı görüşünü savundular. Hamza ve Sa’d İbn Ubâde gibi deneyimli kişiler de bu görüşü desteklemeye başlamıştı. İçlerinden biri: “Bedir’de üç yüz adamın vardı, Allah sana, onlara karşı zafer verdi. Şimdi ise daha çok adamımız var, hem de düşman ayağıyla kapımıza dek gelmiş. Yine Allah’a dua ediyor ve zafer vereceğini ümit ediyoruz” dedi. Daha sonra, yaşlı bir adam olan Evs’li Hayseme ayağa kalktı. Daha önce de anlatılan savunmada kalmanın dezavantajlarından bahsetti. Sonra kişisel bir konuyu açıkladı. Oğlu Sa’d (r.a.) Bedir’de şehid düşen birkaç Müslümandan biriydi. “Geçen gece rüyamda” dedi, “Oğlumu gördüm. Görünüşü çok güzeldi. Cennet bahçeleri arasında ona her istediğinin verildiğini gözledim. ‘Bize gel ve Cennet’te arkadaşımız ol. Rabbimin bütün vaadlerinin hak olduğunu gördüm’ dedi. Ben yaşlıyım ve Rabbime kavuşmak istiyorum. Ey Allah’ın Rasûlü, Allah’a dua et de bana şehidlik ve Cennet’te Sa’d’la buluşmayı nasip etsin.” Peygamber (s.a.v) Hayseme için dua etti. Şüphesiz bunu içinden okudu, çünkü kaynaklarda duanın nasıl olduğu kaydedilmemiş. Daha sonra ensârdan biri daha, Hazrec’li Malik İbn Sinân (r.a.) ayağa kalktı. “Ey Allah’ın Rasûlü!” dedi, “Önümüzde iki iyi şeyden biri bizi bekliyor: Ya Allah bize onlara karşı zafer verecek, ki biz bunu bekliyoruz; ya da Allah bizi şehidlik mertebesine ulaştıracak. Hangisi olursa olsun fark etmez, çünkü iki sonuç da iyi.” Konuşulanlardan ve onların desteklenmesinden, genel kanının şehir dışına çıkmak olduğu anlaşıldı. Peygamber (s.a.v) de şehir dışına çıkıp düşmana saldırmaya karar verdi. Öğle vakti cuma namazı için toplandılar. Okunan hutbenin konusu cihad ve onun gerektirdiği çaba ile ilgiliydi. Daha sonra Peygamber (s.a.v) arkadaşlarına savaş için hazırlanma emri verdi.
Namazdan sonra Peygamber (s.a.v)’in arkasında iki adam önemli kararlar almak için ona danışmak üzere bekliyorlardı. Bunlardan biri kendini İbrahim dininin temsilcisi kabul eden Ebû Amir’in oğlu Hanzele idi. Babasının şimdi Uhud’da düşman kampları arasında olduğundan haberi yoktu. O gün, Hanzele’nin birkaç hafta öncesinden belirlenmiş olan düğün günüydü. O, İbn Übey’in kızı, kuzeni Cemîle ile nişanlıydı. Savaşa gitmeye kararlı olmasına rağmen, düğünü ertelemek istemiyordu. Peygamber (s.a.v.) düğününü yapmasını ve geceyi Medîne’de geçirmesini söyledi. Güneş doğmadan önce çatışma başlayamayacağına göre, Hanzele (r.a.) ertesi sabah orduya yetişebilirdi. Ordunun hangi yollardan geçtiğini araştırarak onlara ulaşması mümkündü.
Diğer adam, Hazrec kabilelerinden Benî Selime’li Abdullah İbn Amr (r.a.)’dı. O üç yıl kadar önce, putperest olarak hac yolculuğuna çıkıp Mina’da Müslüman olan ve daha sonra İkinci Akabe’de Peygamber (s.a.v)’e biat eden adamdı. Birkaç gece önce Abdullah, Hayseme’ninkine benzer bir rüya görmüştü. Rüyasında ona bir adam gelmişti. O, adamın ensârdan Mübeşşir olduğunu farketmişti.
Adam: “Birkaç gün içinde bize geleceksin” demişti. Abdullah: “Neredesin?” deyince adam: “Cennet’te. Biz orada, istediğimiz her şeye sahip oluruz” cevabını vermişti. Abdullah’ın: “Sen Bedir’de öldürülmemiş miydin?” sorusunu ise şöyle cevaplamıştı: “Evet öldürüldüm, fakat bana tekrar hayat verildi”. Abdullah rüyasını Peygamber’e anlatınca Peygamber ona: “Ey Câbir’in babası, bu şehadettir” dedi. Abdullah da böyle tahmin ediyordu; fakat yine de bunu Peygamber (s.a.v)’in ağzından duymak istemişti. Daha sonra savaş hazırlıklarına başlamak ve çocuklarıyla vedalaşmak için evine döndü. Karısı yeni ölmüştü. Geride ise, yedi kız çocuğu ve onlara ağabeylik eden Câbir’i bırakmıştı. Babası eve geldiğinde Câbir çoktan mescidden dönmüş, silahlarını hazırlamaya koyulmuştu. Bedir’de bulunmadığı için bu kez Peygamber (s.a.v)’le savaşa gitmeyi çok istiyordu. Fakat babasının düşüncesi farklıydı. “Oğlum” dedi babası, “onları – kızlarını kasdederek – yalnız bırakmamalıyız. Onlar küçük ve çaresizler.” “Onlar için korkuyorum. Fakat ben Allah’ın Rasûlü ile birlikte, şehid olmak için gidiyorum, onları da sana emanet ediyorum.”
Müslümanlar ikindi namazında tekrar bir araya geldiler. O zamana kadar yukarı Medîneliler hazırlanıp mescide gelmişlerdi bile. Namazdan sonra Peygamber (s.a.v) Ebû Bekir ve Ömer’i kendi evine götürdü. Onlar Peygamber (s.a.v)’in savaş için hazırlanmasına yardım ettiler. Adamlar dışarıda sıralanmış bekliyorlardı. Sa’d İbn Muâz (r.a.) ve kabilesinden birkaç adam onlara kızarak: “Siz, Allah’ın Rasûlü istemediği ve O’na semâdan haber gelmediği halde onu savaşa zorladınız. Bırakın da kararı o versin” dediler. Peygamber (s.a.v) dışarı çıktığında, sarığını miğferinin üstüne sarmış, zırhını giymiş ve kılıcını kuşanmıştı. Adamlardan çoğu, O’nu görünce biraz önceki sözlerine pişman oldular ve: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bizim sana karşı çıkmamız söz konusu değil, sana hangisi iyi görünüyorsa onu yap” dediler. Peygamber (s.a.v) onlara şu cevabı verdi. “Bir peygamber silahlarını kuşandıktan sonra, Allah, düşmanlarıyla onun arasında hüküm verene kadar onları çıkarmaz. Bu nedenle size emrettiklerimi yapın ve Allah adına ilerleyin. Eğer sebat gösterirseniz zafer sizindir.” Daha sonra iki sopa istedi ve onlara üç sancak bağladı. Evs’in sancağını Üseyd’e, Hazrec’inkini Bedir kuyularıyla ilgili tavsiyeyi veren Hubab’a, muhâcirlerinkini de Mus’ab’a verdi. Yine, amâ olan Abdullah İbn Ümmü Mektûm (r.a.)’u kendi yokluğunda namazları kıldırması için imam tayin etti. Sekb adındaki atına bindi, yayını omuzuna astı, eline de bir mızrak aldı. Başka kimse bineğine binmemişti. İki Sa’d (İbn Ubâde ve İbn Muâz) Peygamber (s.a.v)’in önünde gidiyordu. Her iki tarafta toplam binden fazla adam vardı.
Mustafa Demirci
Sitemizde sanatçıya ait toplam 50 eser bulunmaktadır. Sanatçının sayfasına gitmek için tıklayın.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.