Web sitemize hoşgeldiniz, 28 Nisan 2024
Beğen 2

Mustafa Demirci-Tebük’ten Sonra

Bedir’den dönüş gibi, Tebûk’ten dönüş de üzüntülü olmuştu; yokluğu sırasında Peygamber (s.a.v)’in kızlarından biri daha, Ümmü Gülsüm (r.a.) ölmüştü. Bu sefer kızının kocası da Medîne’de değildi. Peygamber (s.a.v) onun mezarı başında dua etti ve Osman (r.a.)’a “eğer bekâr bir kızım daha olsaydı sana verirdim” dedi.
Sefere katılmayan münafıklar teker teker Peygamber (s.a.v.)’e gittiler ve özürlerini beyan ettiler. Peygamber (s.a.v.) onları, Allah’ın gizli düşünceleri bildiğini söyleyerek uyarmasına rağmen, yine de özürlerini kabul etti. Fakat geride kalan üç mü’mine, Allah onlar hakkında hüküm verinceye kadar kendisinden uzak durmalarını ve diğer mü’minlere de bu üç kişiyle konuşmamalarını söyledi. Bu üç kişi elli gün boyunca toplum dışı bir hayat sürdüler. Fakat ellinci gün sabah namazından sonra Peygamber (s.a.v.) mescidde Allah’ın onları affettiğini ilan etti. Bu konuda nazil olan âyetler şöyleydi:
“(Savaştan) Geri bırakılan üç (kişiyi) de (bağışladı). Öyle ki, bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmişti, nefisleri de kendilerine dar (sıkıntılı) gelmişti. Ve O’nun dışında (yine) Allah’tan başka bir sığınacak olmadığını iyice anladılar. Sonra tevbe etsinler diye onların tevbesini kabul etti. Şüphesiz Allah (yalnızca) O tevbeleri kabul edendir.” (Tevbe: 118)
Cemaat sevince boğuldu ve pek çok kişi bu güzel haberi onlara vermek için mescidden aceleyle çıktılar. İçlerinden en gençleri olan Kâ’b İbn Malik (r.a.) şehrin dışında kendisine tek kişilik bir çadır kurmuştu. Daha sonraki yıllarda, yaklaşan bir atın ayak sesleri ve “Ey Kâ’b, müjde!” diye bir bağırma duyduğunu ve nasıl hemen secdeye kapandığını anlatırdı. Bu iyi haberin, affedilme haberinden başka bir şey olmayacağından emindi. Kâ’b daha sonra mescide gitti. “Peygamber (s.a.v.)’e selam verdiğimde” dedi; “yüzü sevinçten parlıyordu. Bana, ‘Annenden doğduğundan beri geçirdiğin en güzel gün için sevin’ dedi. “Ey Allah’ın Rasûlü! Bu senden mi, yoksa Allah’tan mı?” diye sordum. “Hayır, Allah’tan” diye cevap verdi. Allah’ın Rasûlü sevinçli bir haberden memnun olduğunda yüzü ay gibi parlardı.”
Hevâzin’in lideri Mâlik (r.a.) Müslüman olduğundan beri boş durmuyordu. Benî Sakîf hâlâ Taif’e girilmez diye kendileriyle övünebilirlerdi; fakat şimdi tüm yönlerden uzak Müslüman topluluğuyla sarılmışlardı ve gönderdikleri her kervan yağmalanabilirdi. Hatta deve ve koyunlarını bile Mâlik’in adamları alır diye otlamaya dışarı çıkaramıyorlardı. Üstelik Mâlik’in adamları, ellerine düşen Sakîf’liler putperestlikten vazgeçmedikçe serbest bırakmayacaklarını ve öldüreceklerini ilan etmişlerdi. Birkaç ay sonra Taif’liler Peygamber’e (s.a.v.) İslâm’ı kebul edeceklerini bildiren; buna karşılık halkın, mallarının ve topraklarının güvenlikte olacağını garanti eden bir anlaşma yapmak üzere bir heyet göndermekten başka seçenekleri olmadığına karar verdiler.
Tebûk’ten Ramazan’ın başında dönülmüştü. Aynı ay içinde Taif’ten Medîne’ye bir heyet geldi. Delegeler konukseverce karşılandılar ve onlar için mescidin yakınına bir çadır kuruldu. Eğer Müslüman olurlarsa yerleşim bölgelerinin İslâm devletinin koruması altında olmasına karar verildi. Fakat Peygamber (s.a.v.) onların bazı isteklerini kabul etmedi. Delegeler Lât’ın üç yıl kadar tahrip edilmeden muhafaza edilmesini istediler. Peygamber (s.a.v.) bu isteği geri çevirince iki yıla, sonra bir yıla indirdiler, en sonunda bir ay mühlet istediler. Peygamber (s.a.v. ) buna da hayır dedi. Daha sonra ona putlarını kendi elleriyle tahrip etmemeleri ve her gün beş vakit namaz kılmamaları için yalvardılar. Onlara, “Namaz olmayan dinde hayır yoktur” diyerek namaz kılmaları gerektiğini söyledi. Fakat putlarını kendi elleri ile tahrip etmemeleri konusundaki önerilerini kabul etti. Urve’nin yeğeni Muğîre’ye delegeler ile birlikte gitmesini ve Mekke’den kendisine yardım etmek üzere Ebû Süfyân’ı alıp Lât’ı tahrip etmesini emretti.
Müslüman olduktan sonra delegeler ramazanın geri kalanını Medîne’de oruç tutarak geçirdiler ve daha sonra Taif’e döndüler. Ebû Süfyân gruba Mekke’de katıldı; fakat putu kıran, tek elli Muğîre idi. Muğîre’nin kabilesi, Urve ile aynı kaderi paylaşmasından korkarak onun için bazı koruma önlemleri almışlardı. Fakat kırılan put için, feryat eden kadın seslerinden başka bir müdahale olmadı.
Şehrin teslim olmasına en çok üzülen iki kişi, ne o şehrin vatandaşı ne de Lât’ın bağlılarındandı. Peygamber (s.a.v.), Mekke üzerine yürüdüğünde, Hanzele’nin babası Ebû Amir ve ciritçi Vahşî, onlara yenilmez bir şehir gibi görünen Taif’e sığınmışlardı. Fakat şimdi nereye sığınabileceklerdi? Ebû Amir, Suriye’ye kaçtı ve orada kendi kendine ettiği bedduayı yerine getirerek “yalnız ve yuvasız bir sürgün” olarak öldü.
Sakif’li bir adam Peygamber (s.a.v.)’in Müslüman olan hiç kimseyi öldürmediğini söylediğinde, Vahşî hâlâ nereye gidebileceğini düşünüyordu. Vahşî, bunun üzerine Medîne’ye gitti; Peygamber (s.a.v.)’in huzurunda kelime-i şehâdet getirdi. O, böyle yaparken mü’minlerden biri, onun Hamza’yı öldüren köle olduğunu anladı ve, “Ey Allah’ın Rasûlü, bu Vahşi!” dedi. “Olsun” dedi Peygamber (s.a.v.); “Çünkü bir kişinin İslâm’a girmesi, benim için bir kâfiri öldürmekten daha iyidir.” Daha sonra gözleri, önündeki siyah yüzde gezindi: “Gerçekten sen Vahşî misin?” diye sordu. Adam doğrulayınca; “Otur ve Hamza’yı nasıl öldürdügünü bana anlat” dedi. Adam anlatmayı bitirdiğinde Peygamber (s.a.v.), “Yazıklar olsun, yüzünü benden uzak tut. Bırak da sana bir daha bakmayayım” dedi.
Ebu Amir’in kuzeni İbn Übey’e gelince, Tebûk’tan bir ay sonra hastalandı ve birkaç hafta sonra ölmek üzere olduğu anlaşıldı. Eski kaynaklar, onun nasıl öldüğü (mü’min olarak mı, münafık olarak mı) konusunda farklı görüşler öne sürmüşlerdir. Fakat Peygamber (s.a.v)’in onun başında cenaze namazı kıldığı ve kabri başında dua ettiği konusunda hepsi aynı fikirdedirler. Bir kaynağa göre Ömer (r.a.), Peygamber (s.a.v) namaz için yerini aldığında onun yanına gitmiş ve bir münafığa bu kadar lütufta bulunmaması için ona karşı çıkmıştı. Peygamber (s.a.v) ona gülümseyerek şu cevabı verdi: “Ömer, arkama geç. Bana bir seçenek verildi, ben de seçtim. Bana “Sen, ister onlar için bağışlanma dile ya da istersen onlar için bağışlama dileme. Onlar için yetmiş kere bağışlama dilesen de, Allah onları kesinlikle bağışlamaz.” (Tevbe: 80)
denildi. Eğer yetmiş defadan fazla bağışlanma dilediğimde Allah’ın onları bağışlayacağını bilsem dualarımın sayısın artırırdım.” Daha sonra namazı kıldırdı, tabutun yanında mezarlığa kadar yürüdü ve mezarın başında durdu. Bundan kısa bir süre sonra münafıklar hakkında şu âyet nazil oldu:
“Onlardan ölen birinin namazını hiçbir zaman kılma, mezarı başında durma. Çünkü onlar, Allah’a ve Rasûlü’ne (karşı) küfre saptılar ve fâsıklar olarak öldüler.” (Tevbe: 84)
Fakat başka kaynaklara göre bu âyet Tebûk’ten döndükten hemen sonra nazil olan vahyin bir bölümü idi. Bu âyet İbn Übey’e uygulanamazdı; çünkü Peygamber onu hastalığı sırasında ziyaret etmiş ve ölümün yakınlığının onu değiştirdiğini görmüştü. İbn Übey, Peygamber (s.a.v)’den öldüğünde kefelenmek için bir elbisesini ve kabre kadar tabutunun yanında gitmesini istemiş, O da bunu kabul etmişti. Daha sonra da, “Ey Allah’ın Rasûlü! Ümit ederim ki tabutumun yanında dua eder ve günahlarımın affı için Allah’tan bağışlanmamı dilersin” demişti. Peygamber (s.a.v) yine kabul etmiş ve O öldükten sonra da sözünü yerine getirmişti. Tüm bu olaylar esnasında ölen adamın oğlu Abdullah da vardı.
Peygamber (s.a.v)’e elçiler gönderen tek kabile Sakîf değildi. “Heyetler yılı” olarak anılan hicretin bu dokuzuncu yılında Medîne’ye Arabistan’ın her tarafından daha pek çok elçi geldi. Bunlar arasında Yemen’in çeşitli bölgelerinden gelen elçiler ve putperestliği bırakıp Müslüman olduklarını duyuran dört Himyerli prensin mektupları da vardı. Peygamber (s.a.v) onlara samimiyetle cevap verdi; onlara İslâm’ın emirlerini haber verdi. “Dinine bağlı olan bir Yahudi veya bir Hıristiyan’ın dininden döndürülmeyeceğini; fakat cizye (haraç) ödeyip, Allah’ın Rasûlü’nün himayesi altında olacağını” belirterek Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlardan vergi toplamak üzere göndereceği elçilere iyi davranmalarını emretti. Dinsel ayrılıklarla ilgili olarak nazil olan bir âyette şöyle deniliyordu:
“Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmetten kılardı; ancak (bu) size verdikleriyle sizi denemesi içindir. Artık hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Allah’adır. Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir.” (Mâide: 48)
Gelen heyetlerin hepsinden sonuç alınamıyordu. Bi’r Ma’una’daki katliamdan sorumlu olan Amir İbn Tufeyl, şimdi Benî Amir’in başına gelmiş ve kabilesinin baskıları sonucunda Medîne’ye gelmek zorunda kalmıştı. Fakat câhil bir adamdı. İslâm’a karşılık Peygamber (s.a.v)’den kendisini halifesi olarak ilan etmesini istedi. Peygamber (s.a.v), “O ne senin içindir ne de kabilen içindir” dedi. “O halde” dedi Amir, “Sen şehirlileri yönet, bana da göçebeleri ver.” “Hayır” dedi. Peygamber (s.a.v), “Fakat sana süvarilerin idaresini veriyorum, çünkü sen atlardan anlayan bir adamsın.” Bedevî lider için bu yeterli değildi. Hor görerek, “Bir şeyim olmayacak mı yani?” dedi. Geriye dönerek, “Her tarafı sana karşı atlılar ve yayalarla dolduracağım” dedi. O gittikten sonra Peygamber (s.a.v) dua etti. “Allah’ım! Benî Amir’e hidayet ver ve Tufeyl’in oğlu Amir’in şerrinden İslâm’ı kurtar.” Amir yolda bir saldırıya uğradı ve eve varmadan öldü. Kabilesi yeni bir temsilci heyet gönderdi ve anlaşma yapıldı. Şair Lebîd (r.a.) de elçilerden biriydi ve Müslüman olmuştu. Bundan sonra şairliği bırakmak istediği söyleniyordu. “Buna karşılık Allah bana Kur’ân’ı verdi” demişti. Fakat yine de yeteneklerini dinin hizmetinde kullanarak ölünceye dek şiir yazmaya devam etti.
Hac zamanı yaklaşıyordu. Peygamber (s.a.v) hacılarla ilgilenme görevini Ebû Bekir (r.a.)’e verdi. Ebû Bekir (r.a.) Medîne’den üç yüz kişiyle yola çıktı. Fakat onlar gittikten kısa bir süre sonra, Müslüman ve müşrik Mekke’ye giden tüm hacıların duyması gereken önemli bir âyet nazil oldu. Peygamber (s.a.v), “Bana benim ailemden birinden başkası temsilci olamaz” dedi ve Ali (r.a.)’ye tüm hızıyla gidip hacılara yetişmesini söyledi. İnen âyetleri Mina’da okuyacak ve o yıldan sonra Kâ’be’ye çıplak girilemeyeceğini ve putperestlerin son defa hac yaptıklarını ilan edecekti.
Ali (r.a.) yetiştiğinde Ebû Bekir (r.a.), topluluğa kumanda etmek üzere mi geldiğini sordu. Ali (r.a.) onun kumandası altında olacağını söyledi ve birlikte yola çıktılar. Namazları Ebû Bekir kıldırdı ve hutbeleri de o okudu. Bayram günü, tüm hacılar kurbanlarını kesmek üzere Mina vadisinde toplandıklarında Ali (r.a.) ilahî mesajı açıkladı. Mesajın konusu, putperestlere serbestçe gidip gelme için dört ay mühlet verildiği, bu süreden sonra Allah’ın ve Rasûlü’nün onlara karşı bir sorumlulukları olmayacağı idi. Onlara savaş ilan edilmişti. Bundan sonra görüldükleri yerde öldürülecek ya da esir alınacaklardı. İki istisna yapılmıştı. Peygamber (s.a.v.)’le özel anlaşması olan ve bu anlaşmaya uyanlar anlaşma süresi bitinceye dek güvenlikte olacaklardı. Eğer bir putperest himaye isterse, ona himaye verilecek, İslâm ona tebliğ edildikten sonra emin bir yere yerleştirilecekti.
Putperestlerin çıkarılmasıyla sadece ticaretlerin durgunlaşacağına değil, değerli hediyelerden de mahrum kalacaklarını zanneden yeni Müslüman olan Mekke’lilere hitâben de yeni bir âyet nazil olmuştu:
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak pisliktirler; öyleyse bu yıllarından sonra artık Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer ihtiyaç içinde kalmaktan korkarsanız, Allah dilerse sizi kendi fazlından zengin kılar. Hiç şüphesiz Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır.” (Tevbe: 28)
Peygamber (s.a.v) Hicret’ten sonra onuncu yıl olan ertesi yılın hemen hemen tamamını evde geçirdi. İbrahim, yürümeye başlamıştı ve henüz konuşmaya başlıyordu. Hasan (r.a.) ve Hüseyin (r.a.)’in, Zeyneb (r.a.) adında bir kız kardeşleri olmuştu ve Fâtıma (r.a.) dördüncü bir çocuk bekliyordu. Ailenin diğer yakınları arasında Ca’fer (r.a.)’in üç oğlu vardı. Ca’fer’in ölümünden sonra Esmâ (r.a.) ile evlendiği için bu üç çocuk Ebû Bekir (r.a.)’in üvey oğulları oluyordu. Esmâ (r.a.) da bir bebek bekliyordu. Peygamber (s.a.v) Esmâ’nın kardeşi Ümmü’l-Fadl (r.a.)’ı çok severdi. Mekke’de iken sık sık onu ziyaret etmek adetiydi. Abbâs (r.a.) Medîne’ye yerleştiğinden beri yine sık sık ziyaret ediyordu. En büyük oğulları Fadl (r.a.), olgunlaşmış ve Peygamber (s.a.v) tarafından sevildiğini gösteren birçok olayla karşılaşmıştı. Bunlardan biri de, Peygamber (s.a.v)’in Meymûne (r.a.)’de kaldığı zamanlar, yeğeni Fadl (r.a.)’ı onunla birlikte kalmaya davet etmesiydi.
Heyetler bir önceki yılki gibi gelmeye devam ediyordu. Bunlardan biri, Peygamber’le (s.a.v) anlaşma yapmak isteyen
Necran Hıristiyanlarındandı. Necranlılar Bizans yönetimindeydiler ve geçmişte Konstantinopol’den birçok yardım görmüşlerdi. Altmış kişi olan heyeti, Peygamber (s.a.v) mescidde kabul etti. Dua etme vakitleri geldiğinde Peygamber (s.a.v) onların doğuya dönerek dua etmelerine izin verdi.
Kaldıkları sürece yapılan görüşmelerde birçok ilkelere değinildi. İsâ’nın kişiliği hakkında Peygamber (s.a.v)’le delegeler arasında birçok anlaşmazlıklar çıktı. Bunun üzerine şu âyetler nazil oldu:
“Şüphesiz, Allah katında İsâ’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra da ‘ol!’ demesiyle o hemen oluverdi. Gerçek, Rabbindendir. Öyleyse kuşkuya kapılanlardan olma. Artık sana gelen bunca ilimden sonra, onun hakkında seninle ‘çekişip tartışmalara girişirlerse’ de ki: Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra karşılıklı lânetleşelim de Allah’ın lânetini yalan söylemekte olanların üstüne kılalım.” (Âl-i İmrân: 59-61).
Peygamber (s.a.v), bu âyetleri Hıristiyanlara okudu ve onları kendisi ve ailesi ile buluşup âyette önerilen şekilde anlaşmazlığı çözmeye davet etti. Onlar düşüneceklerini söylediler. Ertesi gün Peygamber (s.a.v)’e geldiklerinde, Ali (r.a.)’nin, Fâtıma (r.a.)’nın ve iki oğullarının yanında olduğunu gördüler. Peygamber (s.a.v) büyük bir aba giymiş ve hepsini de içine alacak şekilde yaymıştı. Bu nedenle bu beş kişiye, “ehl-i abâ” denirdi. Hıristiyanlara gelince; anlaşmazlığı artık daha fazla devam ettiremeyeceklerini anladılar. Peygamber (s.a.v) onlarla, vergi vermeleri karşılığında kendilerinin, kiliselerinin ve tüm diğer mallarının İslâm devletinin koruması altında olacağını vadeden bir anlaşma yaptı.
Bu yılın ilk ayları boyunca süren neşeli mutluluk, İbrahim’in hastalanmasıyla birlikte sona erdi. Bir süre sonra onun uzun süre yaşamayacağı ortaya çıktı. Onu annesi Mâriye (r.a.) ve teyzesi Sîrîn (r.a.) tedavi ediyorlardı. Peygamber (s.a.v) onu sık sık ziyaret ediyordu ve ölürken yanındaydı. Çocuk son nefesini verdiğinde kucağına aldı ve gözlerinden yaşlar boşandı. Onun yas ve feryadları yasaklaması, ölüm sonrasındaki tüm üzüntü belirtilerini de yasaklamış olduğu şeklinde anlaşılıyordu. Bu yanlış anlama hâlâ bazı zihinleri meşgul ediyordu. Abdurrahman İbn Avf (r.a.), “Ey Allah’ın Rasûlü! Sen bunu -ağlamasını kasdederek- yasaklamadın mı? Müslümanlar seni ağlarken görürlerse onlar da ağlarlar” dedi. Peygamber (s.a.v) yine ağlamaya devam etti ve konuşabilecek hâle geldiğinde, “Ben bunu yasaklamadım. Bunlar acıma ve merhamet belirtileridir. Merhametli olmayana merhamet olunmaz. Ey İbrahim! Eğer tekrar buluşma va’di olmasa, bu herkesin geçmek zorunda olduğu bir yol olmasa ve son gelenimizin ilk gidene yetişeceğini bilmesek, senin için daha fazla üzülürdük. Yine de senin için çok üzülüyoruz, ey İbrahim! Göz ağlar, kalb hüzünlenir, Allah’ın gücüne gidecek birşey söylemiyoruz” dedi.
İbrahim’in Cennet’te olduğunu söyleyerek Mâriye (r.a.) ve Sîrîn (r.a.)’i teselli etti. Onları bir müddet yalnız bıraktıktan sonra Abbâs (r.a.) ve Fadl (r.a.) ile birlikte döndü. İki yaşlı adam oturmuş onu seyrederken genç adam cenazeyi yıkadı. Daha sonra, cenaze mezarlıktaki küçük mezarına kondu. Üsâme (r.a.) ve Fadl (r.a.) çocuğu mezara uzattıktan sonra Peygamber (s.a.v) cenaze namazını kıldırdı ve kabrin başında oğlu için dua etti. Mezara toprak atıldığında hâlâ mezarın başındaydı. Daha sonra bir kırba su getirmelerini ve mezarın üstüne serpmelerini emretti. Atılan toprağın yüzeyinde dengesizlik vardı, buna işaret ederek: “Sizden biriniz bir şey yaptığında, onu mükemmel yapsın” dedi. Toprağı eli ile düzelterek yaptığı iş için, “Bu ne fayda ne de zarar verdi, fakat hüzünlenenin gönlünü ferahlattı” dedi.
Peygamber (s.a.v) birçok kez, yaptığı her dünyevî işte kişinin mükemmeli araması gerektiğini vurgulamıştır. Birçok sözü de bu amacın dünyevî olmadığını ve uhrevî olduğunu belirtir. Ali (r.a.), Peygamber’in (s.a.v) bu konudaki tutumunun şu sözlerle özetlenebileceğini söylemiştir: “Her zaman yaşayacakmış gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalış.” Her zaman ayrılmaya hazır olmak, her zaman uhrevî olmaktır. Peygamber (s.a.v), “Bu dünyada bir garip veya bir yolcu gibi ol” demiştir.
İbrahim’in öldüğü gün, cenaze gömüldükten sonra bir güneş tutulması olmuştu. Bazıları bunu Peygamber (s.a.v)’in üzüntüsüne bağladılar. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), “Ay ve güneş Allah’ın işaret (âyet)lerindendir. Onların ışığı hiçbir insanın ölümü için kesilmez. Onların tutulduğunu görürseniz, aydınlanıncaya kadar dua edin.” dedi.


Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.