Mustafa Demirci-Çöl
Erkek çocukların, doğduktan sonra çöle emzirilmek ve belli bir yaşa kadar büyütülmek üzere gönderilmesi Arabistan’da yaygın bir gelenekti. Çocuk ölüm oranının yüksek ve salgın hastalıkların yaygın oluşu nedeniyle Mekke’de de bu gelenek sürdürülüyordu. Fakat bundan amaç sadece çocuğun çölün temiz havasını teneffüs etmesi değildi. Bu sadece bedenle ilgili bir sebepti. Çölün insan ruhu üzerinde de birtakım etkileri vardı. Kureyş yerleşik hayata yeni geçmişti. Kusayy, onlara Mabed’in etrafına evler yapmalarını söyleyene dek yarı göçebe bir hayat yaşıyorlardı. Yerleşik hayat tabiî ki kaçınılmazdı, fakat bu türlü yerleşme sakıncalıydı. Soyluluk ve özgürlük birbirinden ayrılmaz iki kavramdı ve göçebe özgürdü. Çölde bir insan, mekâna hükmettiğinin bilincindeydi; bu hükmetme sayesinde de bir bakıma zamanın baskısından kurtuluyordu denebilir. Çöl insanı, çadır bozarak geçmiş zamanı silebiliyordu; zamanı ve yeri henüz belirmediği için yarın bir hüsran olarak görünmüyordu. Fakat şehirli insan bir mahpustu. Onun bir yerde sürekli kalmak zorunda oluşu herşeyi çürütüyor ve -dün, bugün, yarını-zamanın gayesi haline getiriyordu. Şehirler bozulma yerleriydi. Şapşallık ve tembellik onların duvarları arasına gizlenmiş ve insanın uyanık ve tetikte oluşunu köreltmek için hazır bekliyorlardı. Orada her şey, hatta insanın sahip olduğu en önemli özellik olan dil bile bozuluyordu. Arapların çok azı okuyabilirdi; fakat güzel konuşma tüm Araplar’ın çocuklarında görmek istediği üstün bir meziyetti. İnsanın değeri güzel konuşması ve belâgatı ile ölçülürdü ve belâgatın başı da şiirdi. Ailede bir şâirin bulunması övünülecek bir olaydı. En iyi şâirler hemen hemen tamamen çöldeki birkaç kabileden çıkıyordu. Çünkü çölde konuşulan dil şiire çok benziyordu.
Bu nedenle çölle bağlantı her nesilde yenilenmeliydi; ciğerler için temiz hava, dil için saf Arapça, ruh için özgürlük. Kureyş’in erkek çocukları, çölden bu faziletleri kapabilmeleri için, daha kısa süre de yeterli olmasına rağmen, sekiz yaşlarına kadar çölde kalırlardı.
Bazı kabileler çocuklara bakma ve büyütmede iyi şöhret kazanmıştı. Bunlardan biri de Mekke’nin güneydoğusunda yerleşen, Hevâzinlilerin en önemli kollarından biri olan Beni Sa’d İbn Bekr kabilesi idi. Âmine oğlunu bu kabileden bir kadına vermek istiyordu. Onlar Mekke’ye belirli zamanlarda süt çocuğu almak için gelirlerdi ve yakında bir grubun gelmesi bekleniyordu. Mekke’ye bu kez yaptıkları yolculuğu, onlardan biri, kocası Hâris’le birlikte gelen ve yeni doğum yapmış olan Ebû Zu’ayb’ın kızı Halîme şöyle anlatıyor: “O yıl bir kıtlık yılıydı ve hiçbir şeyimiz kalmamıştı. Dişi eşeğimin üzerine bindim. Yanımıza bir damla bile süt vermeyen yaşlı dişi devemizi de aldık. Açlıktan ağlayan küçük oğlumuz yüzünden bütün gece uyuyamadık. Çünkü göğsümde onu besleyecek kadar süt yoktu. Eşeğim o kadar zayıf ve güçsüz idi ki çoğunlukla diğerlerini bekletiyordum.”
Develerin ve eşeğin beslenip güçlenebilmesi için nasıl bir damla yağmur yağmasını beklediklerini anlattı. Fakat Mekke’ye varana dek hiç yağmur yağmadı. Beni Sa’dlılar süt çocuğu almak için etrafa bakınmaya başladıklarında, Âmine orada bulunanlara sırayla oğlunu almaları için teklifte bulundu, fakat hepsi reddettiler. Halîme: “Bunun sebebi çocuğun babasından biraz destek beklememizdi. O bir yetim, annesi ve dedesi bize ne sağlayabilir? diyerek onu almadık” dedi. Çocuk emzirmek için doğrudan bir ücret istemiyorlardı, çünkü çocuğa verilen süt karşılığında para almak şerefsizlik sayılıyordu. Aldıkları karşılık daha dolaylı ve uzun süreye bağlıydı. Şehirlilerle göçebeler arasındaki bu değiş-tokuş doğal bir şeydi, çünkü birinin zengin olduğu konuda diğeri fakirdi. Göçebenin teklif ettiği şey Tanrı vergisi geleneksel yaşam şekliydi. Hâbil’in yaşam şekli. Kâbil’in oğulları ise -ilk şehirleri kuran Kâbil’di- zenginliğe ve güce sahiptiler. Bedevînin avantajı, büyük ailelerden biriyle sürekli bir bağ kurmaktı. Sütanne, kendisine ikinci bir anne gibi bağlanacak ve yaşamı boyunca minnettar kalacak bir oğul sahibi oluyordu. O aynı zamanda kendi çocuklarına da kardeş gibi davranacaktı. Bu ilişki sadece sözde bir ilişki değildi. Araplara göre süt de verâset kanallarından biriydi ve emzirenin nitelikleri hemen bebeğe de geçerdi. Fakat süt çocuktan büyüyene dek hiçbir şey beklenemezdi, o büyüyene dek çocuğun görevlerini babası yüklenirdi. Bir büyükbaba (dede) görevler için uzak sayılabilirdi. Bu durumda ise Abdu’l-Muttalib’in yaşlılığı nedeniyle uzun süre yaşayamayacağı belliydi. Öldüğünde torunu değil oğulları miras alacaklardı. Âmine ise fakirdi; çocuğa gelince, babası ona zengin bir miras bırakacak kadar yaşamamıştı. Oğluna beş tane deve,üçük bir koyun ve keçi sürüsü ve bir cariyeden başka miras bırakmamıştı. Abdullah’ın oğlu aslında saygın bir aileye mensuptu; fakat bu yıl teklif edilen en fakir çocuktu. Diğer taraftan sütanne ve ailesinin zengin olmaları beklenmese de çok fakir olmamaları istenirdi. Halîme ve kocası arkadaşları arasında en fakir olanlarıydı. Halîme ve diğeri arasında bir tercih ihtimali olduğunda, diğeri tercih ediliyordu. Sonunda Halîme dışında tüm Beni Sa’d kadınları birer çocuk sahibi olmuşlardı. Sadece en fakir sütanne çocuksuz, en fakir çocuk da sütannesiz kalmıştı.
“Mekke’den ayrılmaya karar verdiğimizde” dedi Halîme, “kocama dedim ki: tüm arkadaşlarımın arasında emzirecek bir çocuk bulamadan dönmekten hoşlanmıyorum. Gidip o yetimi alacağım.” “Nasıl istersen” dedi. “Onun sayesinde Tanrı bize belki lutfeder.” Ondan başka bir bebek bulamadığım için döndüm ve onu aldım. Onu alıp konakladığımız yere döndüm, onu kucağıma alıp göğsüme yaklaştırdığımda göğsüm onun için sütle doldu. O kendi memesini emdi, diğerinden de süt kardeşi doydu. Sonra ikisi de uyudular. Kocam yaşlı devemizin yanına gitti, bir de ne görsün! Memeleri süt doluydu. Onu sağdı ve doyuncaya dek ikimiz de sütten içtik. En güzel gecemizi geçirdik ve sabahleyin kocam bana şöyle dedi: “Halîme, senin aldığın bu çocuk korunmuş bir varlık.” “Benim dileğim de bu” dedim. Daha sonra yola koyulduk, ben eşeğe bindim, arkama da çocuğu bindirdim: Eşeğim herkesinkini geçti ve hiçbiri ona yetişemedi. Bana: “Hey, bizi bekle! Geldiğin eşek bu mu?” diye sordular. “Tabiî bu” dedim. “Ona bir mucize isabet etmiş” dediler.
“Beni Sa’d yöresindeki çadırlarımıza ulaştık. Allah’ın yarattığı yeryüzünde burası kadar kısır ve verimsiz bir toprak daha olduğunu sanmıyorum. Fakat biz çocuğu beraberimizde getirdikten sonra sürümüz her seferinden karnı tok ve sütle dolu olarak eve dönüyordu. Diğerlerinin bir damla bile sütü yokken biz onları sağıp içiyorduk. Komşularımız ise kendi çobanlarına “Gidin ve onların çobanının otlattığı yerlerde sürüleri otlatın” diyorlardı. Yine onların sürüleri aç ve sütsüz dönerken, bizimkiler tok ve sütle dolu dönüyorlardı. Çocuk iki yaşına gelip ben onu sütten kesinceye dek Allah’ın bu lütfu devam etti.
“Çocuk iyi büyüyordu” diye devam etti. “Ve diğer çocukların hiçbiri büyümede ona yetişemiyordu. İki yaşına geldiğinde iyi gelişmiş bir çocuktu, bize getirdiği bereket nedeniyle bizde daha çok kalmasını istememize rağmen onu annesine geri götürdük. Ona şöyle dedim: “Küçük oğlumu daha çok güçlenene dek benim yanımda bırak, çünkü Mekke’de onun salgın hastalıklara yakalanmasından korkuyorum”. Onu bize tekrar verene dek annesine ısrar ettik.
“Dönüşümüzden aylar sonra bir gün, o ve kardeşi çadırın arka tarafında kuzularla beraberlerdi. Kardeşi koşarak geldi ve: “Kureyşli kardeşim, beyazlar giymiş iki kişi onu aldılar, yere yatırdılar ve göğsünü açtılar, elleriyle göğsünü karıştırıyorlar” dedi. Bunun üzerine ben ve babası onların yanına gittik, onu oturur bulduk, fakat yüzü solgun görünüyordu. Onu yanımıza çektik ve “Sana ne oldu oğlum?” diye sorduk. Şöyle cevap verdi: “Beyazlar giymiş iki adam yanıma geldi, beni yatırdılar ve göğsümü açtılar, içinde bilmediğim bir şeyi araştırdılar”
Halîme ve kocası Hâris etrafa bakındılar, fakat insana benzer bir şey göremediler. İki çocuğun söylediğini doğrulayacak bir damla kan veya yara bile yoktu. Sorulan sorular çocukları söyledikleri şeyden vazgeçiremedi. Çocuğun küçücük göğsünde bir çizik bile yoktu. Normal olmayan tek şey çocuğun sırtında, iki kürek kemiğinin ortasındaydı: küçük, fakat belirgin yuvarlak bir işaret. Sanki bir bardak kapanmış gibi oranın etleri derinin üstünde bir yükseklik meydana getiriyordu. Fakat bu işaret doğuştandı.
Daha sonraki yıllarda çocuk bu olayı daha ayrıntılı bir şekilde anlatabiliyordu: “Beyazlar giymiş iki adam yanıma geldi, ellerinde karla dolu altın bir leğen vardı. Sonra beni yatırdılar ve göğsümü açtılar, kalbimi dışarı çıkardılar. Aynı şekilde onu da ikiye ayırdılar, içinden siyah bir pıhtıyı alıp attılar. Daha sonra kalbimi ve göğsümü karla yıkadılar.” Şunları da ekledi: “Meryem ve İsâ dışında, doğduğu andan itibaren tüm Âdemoğullarına Şeytan dokunmuştur.”
Mustafa Demirci
Sitemizde sanatçıya ait toplam 50 eser bulunmaktadır. Sanatçının sayfasına gitmek için tıklayın.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.