Sekizinci Söz
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم
اَللهُ لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ
1
اِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللهِ اْلاِسْلاَم
2
ŞU DÜNYA ve dünya içindeki ruh-u insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini; ve eğer din-i hak olmazsa dünya bir zindan olması; ve dinsiz insan en bedbaht mahlûk olduğunu; ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümâttan kurtaran Yâ Allah ve Lâ ilâhe illâllah olduğunu 3 anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle:
Eski zamanda, iki kardeş uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Git gide ta yol ikileşti. O iki yol başında ciddî bir adamı gördüler. Ondan sordular: “Hangi yol iyidir?” O dahi onlara dedi ki: “Sağ yolda kanun ve nizama tebaiyet mecburiyeti vardır. Fakat o külfet içinde bir emniyet ve saadet vardır. Sol yolda ise serbestiyet ve hürriyet vardır. Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şekavet vardır. Şimdi intihaptaki ihtiyar sizdedir.”
Bunu dinledikten sonra, güzel huylu kardeş sağ yola “Tevekkeltü alâllah” deyip gitti ve nizam ve intizama tebaiyeti kabul etti. Ahlâksız ve serseri olan diğer kardeş, sırf serbestlik için sol yolu tercih etti. Zahiren hafif, mânen ağır vaziyette giden bu adamı hayalen takip ediyoruz:
İşte bu adam, dereden tepeden aşıp, git gide ta hâli bir sahrâya girdi. Birden müthiş bir sada işitti. Baktı ki, dehşetli bir arslan, meşelikten çıkıp ona hücum ediyor. O da kaçtı, ta altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast geldi. Korkusundan kendini içine attı. Yarısına kadar düşüp elleri bir ağaca rast geldi, yapıştı. Kuyunun duvarında göğermiş olan o ağacın iki kökü var. İki fare, biri beyaz, biri siyah, o iki köke musallat olup kesiyorlar. Yukarıya baktı, gördü ki, arslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı, gördü ki, dehşetli bir ejderha, içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın yukarıdaki ayağına takarrüp etmiş. Ağzı kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyunun duvarına baktı, gördü ki, ısırıcı muzır haşarat, etrafını sarmışlar. Ağacın başına baktı, gördü ki, bir incir ağacıdır. Fakat, harika olarak, muhtelif çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar, başında yemişleri var.
İşte, şu adam, sû-i fehminden, akılsızlığından anlamıyor ki, bu adi bir iş değildir. Bu işler tesadüfî olamaz. Bu acip işler içinde garip esrar var. Ve pek büyük bir işleyici var olduğunu intikal etmedi. Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı şu elîm vaziyetten gizli feryad ü figan ettikleri halde, nefs-i emmâresi, güya birşey yokmuş gibi tecâhül edip, ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak, bir bahçede bulunuyor gibi, o ağacın meyvelerini yemeye başladı. Halbuki o meyvelerin bir kısmı zehirli ve muzır idi.
Bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak buyurmuş: اَناَ عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِى بِى 4 Yani, “Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim.” İşte bu bedbaht adam, sûizan ve akılsızlığıyla, gördüğünü adi ve ayn-ı hakikat telâkki etti ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek. Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor; böylece azap çekiyor. Biz de şu meş’umu bu azapta bırakıp döneceğiz. Ta öteki kardeşin halini anlayacağız.
İşte şu mübarek akıllı zât gidiyor. Fakat biraderi gibi sıkıntı çekmiyor. Çünkü güzel ahlâklı olduğundan güzel şeyleri düşünür, güzel hülyalar eder, kendi kendine ünsiyet eder. Hem biraderi gibi zahmet ve meşakkat çekmiyor. Çünkü nizamı bilir, tebaiyet eder, teshilât görür. Asayiş ve emniyet içinde serbest gidiyor.
İşte, bir bahçeye rast geldi. İçinde hem güzel çiçek ve meyveler var; hem bakılmadığı için murdar şeyler de bulunuyor. Kardeşi dahi böyle birisine girmişti.
Fakat murdar şeylere dikkat edip meşgul olmuş, midesini bulandırmış, hiç istirahat etmeden çıkıp gitmişti. Bu zât ise, “Herşeyin iyisine bak” kaidesiyle amel edip, murdar şeylere hiç bakmadı. İyi şeylerden iyi istifade etti. Güzelce istirahat ederek çıkıp gidiyor.
Sonra, git gide, bu dahi evvelki biraderi gibi bir sahrâ-i azîmeye girdi. Birden, hücum eden bir arslanın sesini işitti, korktu. Fakat biraderi kadar korkmadı. Çünkü, hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle, “Şu sahrânın bir hâkimi var. Ve bu arslan o hâkimin taht-ı emrinde bir hizmetkâr olması ihtimali var” diye düşünüp tesellî buldu. Fakat yine kaçtı. Ta altmış arşın derinliğinde bir susuz kuyuya rast geldi, kendini içine attı. Biraderi gibi, ortasında bir ağaca eli yapıştı, havada muallâk kaldı. Baktı, iki hayvan, o ağacın iki kökünü kesiyorlar. Yukarıya baktı arslan, aşağıya baktı bir ejderha gördü. Aynı kardeşi gibi, bir acip vaziyet gördü. Bu dahi tedehhüş etti fakat kardeşinin dehşetinden bin derece hafif. Çünkü güzel ahlâkı ona güzel fikir vermiş; ve güzel fikir ise, ona herşeyin güzel cihetini gösteriyor. İşte, bu sebepten şöyle düşündü ki:
“Bu acip işler birbiriyle alâkadardır. Hem bir emirle hareket ederler gibi görünüyor. Öyle ise bu işlerde bir tılsım vardır. Evet, bunlar bir gizli hâkimin emriyle dönerler. Öyle ise ben yalnız değilim. O gizli hâkim bana bakıyor, beni tecrübe ediyor, bir maksat için beni bir yere sevk edip davet ediyor.”
Şu tatlı korku ve güzel fikirden bir merak neş’et eder ki: “Acaba beni tecrübe edip kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acip yolla bir maksada sevk eden kimdir?”
Sonra, tanımak merakından, tılsım sahibinin muhabbeti neş’et etti. Ve şu muhabbetten, tılsımı açmak arzusu neş’et etti. Ve o arzudan, tılsım sahibini razı edecek ve hoşuna gidecek bir güzel vaziyet almak iradesi neş’et etti.
Sonra, ağacın başına baktı, gördü ki, incir ağacıdır. Fakat başında binlerle ağacın meyveleri vardır. O vakit bütün bütün korkusu gitti. Çünkü kat’î anladı ki, bu incir ağacı bir listedir, bir fihristedir, bir sergidir. O mahfî hâkim, bağ ve bostanındaki meyvelerin nümunelerini, bir tılsım ve bir mucize ile o ağaca takmış ve kendi misafirlerine ihzar ettiği et’imeye birer işaret suretinde o ağacı tezyin etmiş olmalı. Yoksa, bir tek ağaç, binler ağaçların meyvelerini vermez.
Sonra niyaza başladı. Ta tılsımın anahtarı ona ilham oldu. Bağırdı ki:
“Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehalet ediyorum ve sana hizmetkârım ve senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum.”
Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarılıp, şahane, nezih ve güzel bir bahçeye bir kapı açıldı. Belki, ejderha ağzı o kapıya inkılâb etti ve arslan ve ejderha iki hizmetkâr suretini giydiler ve onu içeriye davet ediyorlar. Hattâ o arslan, kendisine musahhar bir at şekline girdi.
İşte ey tembel nefsim ve ey hayalî arkadaşım! Geliniz, bu iki kardeşin vaziyetlerini muvazene edelim. Ta, iyilik nasıl iyilik getirir ve fenalık nasıl fenalık getirir, görelim, bilelim.
Bakınız, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır, titriyor. Ve şu bahtiyar ise, meyvedar ve revnaktar bir bahçeye davet edilir.
Hem o bedbaht, elîm bir dehşette ve azîm bir korku içinde kalbi parçalanıyor. Ve şu bahtiyar ise, leziz bir ibret, tatlı bir havf, mahbub bir marifet içinde garip şeyleri seyir ve temâşâ ediyor.
Hem o bedbaht, vahşet ve meyusiyet ve kimsesizlik içinde azap çekiyor. Ve şu bahtiyar ise, ünsiyet ve ümit ve iştiyak içinde telezzüz ediyor.
Hem o bedbaht, kendini vahşî canavarların hücumuna maruz bir mahpus hükmünde görüyor. Ve şu bahtiyar ise, bir aziz misafirdir ki, misafiri olduğu mihmandar-ı kerîmin acip hizmetkârlarıyla ünsiyet edip eğleniyor.
Hem o bedbaht, zahiren leziz, mânen zehirli yemişleri yemekle azabını tâcil ediyor. Zira o meyveler, nümunelerdir: Tatmaya izin var, ta asıllarına talip olup müşteri olsun. Yoksa hayvan gibi yutmaya izin yoktur. Ve şu bahtiyar ise, tadar, işi anlar, yemesini tehir eder ve intizar ile telezzüz eder.
Hem o bedbaht kendi kendine zulmetmiş. Gündüz gibi güzel bir hakikati ve parlak bir vaziyeti, basiretsizliğiyle kendisine muzlim ve zulümatlı bir evham, bir cehennem şekline getirmiş. Ne şefkate müstehaktır ve ne de kimseden şekvâya hakkı vardır. Meselâ, bir adam, güzel bir bahçede, ahbaplarının ortasında, yaz mevsiminde, hoş bir ziyafetteki keyfe kanaat etmeyip kendini pis müskirlerle sarhoş edip kendisini kış ortasında, canavarlar içinde, aç, çıplak tahayyül edip bağırmaya ve ağlamaya başlasa, nasıl şefkate lâyık değil, kendi kendine zulmediyor, dostlarını canavar görüp tahkir ediyor. İşte bu bedbaht dahi öyledir.
Ve şu bahtiyar ise, hakikati görür. Hakikat ise güzeldir. Hakikatin hüsnünü derk etmekle, hakikat sahibinin kemâline hürmet eder, rahmetine müstehak olur. İşte, “Fenalığı kendinden, iyiliği Allah’tan bil” 5 olan hükm-ü Kur’ânînin sırrı zâhir oluyor.
Daha bunlar gibi sair farkları muvazene etsen, anlayacaksın ki, evvelkisinin nefs-i emmâresi ona bir mânevî cehennem ihzar etmiş. Ve ötekisinin hüsn-ü niyeti ve hüsn-ü zannı ve hüsn-ü hasleti ve hüsn-ü fikri, onu büyük bir ihsan ve saadete ve parlak bir fazilete ve feyze mazhar etmiş.
Ey nefsim! Ve ey nefsimle beraber bu hikâyeyi dinleyen adam!
Eğer bedbaht kardeş olmak istemezsen ve bahtiyar kardeş olmak istersen, Kur’ân’ı dinle ve hükmüne mutî ol ve ona yapış ve ahkâmıyla amel et.
Şu hikâye-i temsiliyede olan hakikatleri eğer fehmettinse, hakikat-i din ve dünya ve insan ve imanı ona tatbik edebilirsin. Mühimlerini ben söyleyeceğim; incelerini sen kendin istihrac et.
İşte, bak: O iki kardeş ise, biri ruh-u mü’min ve kalb-i salihtir. Diğeri ruh-u kâfir ve kalb-i fâsıktır. Ve o iki tarikten sağ ise, tarik-i Kur’ân ve imandır. Sol ise, tarik-i isyan ve küfrandır.
Ve o yoldaki bahçe ise, cemiyet-i beşeriye ve medeniyet-i insaniye içinde muvakkat hayat-ı içtimaiyedir ki, içinde hayır ve şer, iyi ve fena, temiz ve pis şeyler beraber bulunur. Âkıl odur ki, “Huz mâ safâ, da’ mâ keder” kaidesiyle amel eder, selâmet-i kalble gider.
Ve o sahrâ ise, şu arz ve dünyadır. Ve o arslan ise, ölüm ve eceldir. Ve o kuyu ise, beden-i insan ve zaman-ı hayattır. Ve o altmış arşın derinlik ise, ömr-ü vasatî ve ömr-ü galibî olan altmış seneye işarettir. Ve o ağaç ise, müddet-i ömür ve madde-i hayattır. Ve o iki siyah ve beyaz hayvan ise gece ve gündüzdür.
Ve o ejderha ise, ağzı kabir olan tarik-i berzahiye ve revâk-ı uhreviyedir. Fakat o ağız, mü’min için, zindandan bir bahçeye açılan bir kapıdır. 6 Ve o haşerat ı muzırra ise, musibât-ı dünyeviyedir. Fakat, mü’min için, gaflet uykusuna dalmamak için tatlı ikazât-ı İlâhiye ve iltifatât-ı Rahmâniye hükmündedir.
Ve o ağaçtaki yemişler ise, dünyevî nimetlerdir ki, Cenâb-ı Kerîm-i Mutlak, onları âhiret nimetlerine bir liste, hem ihtar edici, hem müşabihleri, hem Cennet meyvelerine müşterileri davet eden nümuneler suretinde yapmış. 7
Ve o ağacın, birliğiyle beraber muhtelif başka başka meyveler vermesi ise, kudret-i Samedâniyenin sikkesine ve rubûbiyet-i İlâhiyenin hâtemine ve saltanat ı Ulûhiyetin turrasına işarettir. Çünkü birtek şeyden herşeyi yapmak, yani, bir topraktan bütün nebatat ve meyveleri yapmak, hem bir sudan bütün hayvanâtı halk etmek, 8 hem basit bir yemekten bütün cihazât-ı hayvaniyeyi icad etmek; bununla beraber herşeyi birtek şey yapmak, yani, zîhayatın yediği gayet muhtelifü’l-cins taamlardan o zîhayata bir lâhm-ı mahsus yapmak, bir cild-i basit dokumak gibi san’atlar, Zât-ı Ehad-i Samed olan Sultan-ı Ezel ve Ebedin sikke-i hassasıdır, hâtem-i mahsusudur, taklit edilmez bir turrasıdır. Evet, birşeyi herşey ve herşeyi birşey yapmak, herşeyin Hâlıkına has ve Kadîr-i Külli Şeye mahsus bir nişandır, bir âyettir.
Ve o tılsım ise, sırr-ı imanla açılan sırr-ı hikmet-i hilkattir. Ve o miftah ise,
يَاۤ اَللهُ لاَۤاِلٰهَ اِلاَّاللهُ – اَللهُ لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ 9dur.
Ve o ejderha ağzı bahçe kapısına inkılâb etmesi ise işarettir ki, kabir, ehl-i dalâlet ve tuğyan için vahşet ve nisyan içinde zindan gibi sıkıntılı ve bir ejderha batnı gibi dar bir mezara açılan bir kapı olduğu halde, ehl-i Kur’ân ve iman için, zindan-ı dünyadan bostan-ı bekàya ve meydan-ı imtihandan ravza-i cinâna ve zahmet-i hayattan rahmet-i Rahmân’a açılan bir kapıdır. 10 Ve o vahşî arslanın dahi munis bir hizmetkâra dönmesi ve musahhar bir at olması ise, işarettir ki, mevt, ehl-i dalâlet için, bütün mahbubâtından elîm bir firak-ı ebedîdir. Hem kendi cennet-i kâzibe-i dünyeviyesinden ihraç ve tard ve vahşet ve yalnızlık içinde zindan-ı mezara idhal ve hapis olduğu halde, ehl-i hidayet ve ehl-i Kur’ân için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbaplarına kavuşmaya vesiledir. Hem hakikî vatanlarına ve ebedî makam-ı saadetlerine girmeye vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan bostan-ı cinâna bir davettir. Hem Rahmân-ı Rahîmin fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Hem vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem ubûdiyet ve imtihanın talim ve talimâtından bir paydostur.
Elhasıl: Her kim hayat-ı fâniyeyi esas maksat yapsa, zahiren bir cennet içinde olsa da, mânen cehennemdedir. Ve her kim hayat-ı bâkıyeye ciddî müteveccih ise, saadet-i dâreyne mazhardır. Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da, dünyasını Cennetin intizar salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder.
اَللّٰهُمَّ اجْعَلْناَ مِنْ اَهْلِ السَّعَادَةِ وَالسَّلاَمَةِ وَالْقُرْاٰنِ وَاْلاِيمَانِ اٰمِينَ – اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ بِعَدَدِ جَمِيعِ الْحُرُوفَاتِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى جَمِيعِ الْكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَحْمٰنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَاۤءِ عِنْدَ قِرَاۤئَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْاٰنِ مِنْ كُلِّ قَارِئٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلٰى اٰخِرِ الزَّمَانِ وَارْحَمْناَ وَوَالِدَيْناَ وَارْحَمِ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ بِعَدَدِهَا بِرَحْمَتِكَ يَاۤ اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ – اٰمِينَ وَالْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ 11
Dipnotlar – Arapça İbareler – Haşiyeler :
1 : “Allah Teâlâ ki, Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Hayy Odur (Hayatı ezelî ve ebedî olan ve bütün varlıklara hayat veren Odur). Kayyum Odur (Bizzat kâim olan Odur. Varlığı sonsuza kadar devam eder, bütün varlıklar Onunla ayakta durur ve varlıkları Onunla devam eder).” Bakara Sûresi, 2:255.
2 : “Şüphesiz ki Allah katında makbul olan din İslâm dinidir.” Âl-i İmran Sûresi, 3:19.
3 : bk. A’lâ Sûresi, 87:14-19.
4 : bk. Buhari, Tevhid: 15, 35; Müslim, Tevbe: 1, Zikr: 2, 19; Tirmizi, Zühd: 51, Da’avât: 131; İbn-i Mâce, Edeb: 58; Dârimî, Rikak: 22; Müsned, 2:251, 315, 391, 412, 445, 482, 516, 517, 524, 534, 539, 3:210, 277, 491, 4:106.
5 : bk. Nisâ Sûresi, 4:79.
6 : bk. Buhârî, Cenâiz 68, 87; Müslim, Cennet 70; Tirmizî, Cenâiz 70; Nesâî, Cenâiz 110; Müsned 3:3, :287.
7 : bk. Bakara Sûresi, 2:25.
8 : bk. Enbiyâ Sûresi, 21:30.
9: “Allah Teâlâ ki, Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Hayy Odur (Hayatı ezelî ve ebedî olan ve bütün varlıklara hayat veren Odur). Kayyum Odur (Bizzat kâim olan Odur. Varlığı sonsuza kadar devam eder, bütün varlıklar Onunla ayakta durur ve varlıkları Onunla devam eder).” Bakara Sûresi, 2:255.
10 : bk. Tirmizî, Kıyamet 26; Dârimî, Rikak 94; Müsned 3:38;
11 : Allahım, bizi saadet, selâmet, Kur’ân ve iman ehlinden eyle Âmin. Allahım, Efendimiz Muhammed’e ve âline ve ashâbına, Kur’ân’ın ilk indiği günden kıyametin kopmasına kadar onu okuyan herbir okuyucunun okuduğu herbir kelimenin hava dalgalarının aynalarında Rahmân’ın izniyle yansıyan bütün kelimelerinin bütün harfleri sayısınca salât ve selâm et. Ve bunlar adedince, bize, anne ve babamıza, erkek ve kadın bütün mü’minlere rahmetinle merhamet et, ey merhamet edenlerin en merhametlisi. Âmin. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.
Lügatler :
acip : şaşırtıcı, hayret verici
adi : normal, basit, sıradan
ahbap : dostlar, sevgililer
ahkâm : hükümler
ahz-ı ücret : ücret alma
âkıl : akıllı
alâkadar : alâkalı, ilgili
âlem : dünya
amel etmek : iş görmek, davranmak
arşın : yaklaşık 68 cm’lik ölçü birimi
arz : yer, dünya
asayiş : kanuna uygunluk, korkusuzluk
âyet : delil
ayn-ı hakikat : gerçeğin ta kendisi
azap : acı, sıkıntı
azîm : büyük
aziz : izzetli, şerefli, değerli
baht : talih, kader
bahtiyar : talihli
basiretsizlik : ferasetsizlik, ileriyi görememek
batn : karın, mide
bedbaht : talihsiz
beden-i insan : insan bedeni
birader : kardeş
bostan : bahçe
bostan-ı bekà : devamlı, sürekli bahçe
bostan-ı cinân : Cennet bahçeleri
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
Cenâb-ı Kerîm-i Mutlak : sınırsız ikram ve cömertlik sahibi yüce Allah
cennet-i kâzibe-i dünyeviye : aldatıcı dünya cenneti
cihazât-ı hayvaniye : hayvanın organları
cihet : yön, taraf
cild-i basit : basit cilt, deri
cemiyet-i beşeriye : insan toplumu
cennet-i kâzibe-i dünyeviye : aldatıcı dünya cenneti
dehalet : sığınma
dehşet : korku, ürküntü
derk etme : algılama, kavrama
din-i hak : hak din, İslâm
dünyevî : dünyaya ait
ebedî : sonsuz
ehl-i dalâlet ve tuğyan : hak yoldan sapmış ve isyan içinde olan kimseler
ehl-i dalâlet : hak yoldan sapmış, inançsız kimseler
ehl-i hidayet : hak ve doğru yolda olanlar
ehl-i Kur’ân ve iman : Kur’ân ve iman ehli
ejderha : canavar
elhasıl : özetle, sonuç olarak
elîm : üzücü, acı verici
emniyet : güven
esrar : sırlar
et’ime : yiyecekler
evham : vehimler, kuruntular
evvelki : önceki
evvelkisi : öncekisi
fazilet : güzel ahlâk, üstünlük, erdem
fazl : cömertlik, ihsan
fehmetmek : anlamak
fena : kötü
fenalık : kötülük
feryad ü figan : bağırıp çağırma, ağlayıp sızlama
feyz : bereket, nimet
firak-ı ebedî : sonsuz ayrılık
gaflet : umursamazlık, iman hakikatlerine karşı duyarsızlık
göğermiş : yeşermiş
hadîs-i kudsî : mânâsı Allah tarafından Peygamberimize ilham edilen, kelimeleri peygamberimize ait olan hadîs
hakikat : gerçek
hakikat-i din ve dünya ve insan ve iman : dinin, dünyanın, insanın ve imanın gerçeği
hakikî : gerçek
hâkim : hükmedici, idareci
Hâlık : herşeyi yaratan Allah
hâli : boş
halk etmek : yaratmak
has : özel
haşarat : zehirli böcekler
haşerat-ı muzırra : zararlı böcekler
hâtem : mühür, damga
hâtem-i mahsus : özel damga
havf : korku
hayat-ı içtimaiye : toplum hayatı
hayat-ı bâkiye : kalıcı, sürekli âhiret hayatı
hayat-ı fâniye : geçici, ölümlü dünya hayatı
hayır : iyilik
hayvanat : hayvanlar
hizmetkâr : hizmetçi
hikâye-i temsiliye : kıyaslamalı benzetme şeklinde, analojik hikâye
huz mâ safâ, da’ mâ keder : duru ve saf olanı al, karışık ve bulanık olanı bırak (bu kuralın dayandığı âyet için bk. A’raf Sûresi, 7
hükm-ü Kur’ânî : Kur’an’ın hükmü
hülya : hayal
hürmet : saygı gösterme
hüsn : güzellik
hüsn-ü fikr : güzel düşünce
hüsn-ü haslet : güzel özellik, huy
hüsn-ü niyet : güzel niyet
hüsn-ü zan : güzel düşünce
ibret : uyanıklığa sebep olan ders
icad : var etme, yaratma
idhal : girme
ihraç : çıkarılma
ihsan : iyilik, bağış, ikram
ihtar edici : hatırlatıcı, ikaz edici
ihtiyar : irade, tercih
ihzar etmek : hazırlamak
ikazât-ı İlâhiye : Allah’ın uyarıları
ilham : kalbe gelme, gönüle doğma
iltifatât-ı Rahmâniye : sonsuz merhamet sahibi Allah’ın iltifatları
inkılâb : dönüşme
intihap : seçme
intikal etmek : anlamak, kavramak
intizam : disiplin, düzen
intizar : bekleme
irade : istek, arzu
istifade : faydalanma
istihrac : çıkarma
iştiyak : şiddetli arzu ve istek
Kadîr-i Külli Şey : herşeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi Allah
kaide : prensip, kural
kalb-i fâsık : günahkâr insanın kalbi
kalb-i salih : dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden insanın kalbi
kanaat : yetinme, razı olma
kat’î : kesin
kemâl : mükemmellik, kusursuzluk
kudret-i Samedâniye : herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın kudreti
külfet : zorluk
Lâ ilâhe illâllah : Allah’tan başka ilah yoktur
lâhm-ı mahsus : özel et
leziz : lezzetli
madde-i hayat : hayat için lüzumlu olan madde
mahbub : sevimli
mahbubât : sevilenler
mahfî : gizli
mahiyet : esas, nitelik
mahlûk : yaratık
makam-ı saadet : mutluluk yeri
maksat : gaye, amaç
mânen : mânevî olarak
marifet : tanıma, bilme
maruz : karşısında ve tesiri altında kalmış
mazhar : erişme, nail olma
medeniyet-i insaniye : insanlık medeniyeti
meşakkat : sıkıntı
meşelik : orman
meş’um : kötü, uğursuz
mevt : ölüm
meydan-ı imtihan : imtihan meydanı
meyusiyet : ümitsizlik
meyvedar : meyveli
miftah : anahtar
mihmandar-ı kerîm : ikramı seven, çok cömert ev sahibi
muamele etmek : davranmak
mu’cize : benzerini yapma noktasında başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey
muâllak : asılı
muhabbet : sevgi
muhtelif : çeşitli
muhtelifü’l-cins : çeşit çeşit, değişik türler
mukabil : karşılık
munis : canayakın, dost
muntazır : hazır
murdar : pis
musahhar : boyun eğmiş
musallat olmak : saldırmak
musibât-ı dünyeviye : dünyadaki musibetler
mutî : itaat etme, emre uyma
muvakkat : geçici
muvazene : karşılaştırma
muzır : zararlı
muzlim : karanlıklı
mübarek : hayırlı
mü’min : inanan
müddet-i ömür : ömür süresi
müskir : sarhoşluk veren içki
müstehak : lâyık
müşabih : benzer
müteveccih : yönelmiş
nebatat : bitkiler
nefis : kişinin kendisi
nefs-i emmare : insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu
neş’et etmek : doğmak, meydana gelmek
nezih : temiz, hoş
nisyan : unutulmuşluk
nişan : mühür, işaret
nizam : düzen, kanun
niyaz : dua, yakarış
nümune : örnek
ömr-ü galibî : çoğunlukla yaşanılan ömür süresi
ömr-ü vasatî : ortalama ömür süresi
Rahmân-ı Rahîm : dünya ve âhirette yarattığı varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah
rahmet : şefkat, merhamet
rahmet-i Rahmân : rahmeti sınırsız olan Allah’ın şefkat ve merhameti
ravza-i cinân : Cennet bahçeleri
revâk-ı uhreviye : âhirete bakan revak, kemer
revnaktar : göz alıcı güzellikte
rıza : memnuniyet
rububiyet-i İlâhiye : Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması
ruh-u beşerî : insan ruhu
ruh-u insanî : insan ruhu
ruh-u kâfir : inkâr eden, inanmayan insanın ruhu
ruh-u mü’min : imanlı insanın ruhu
saadet : mutluluk
saadet-i dareyn : dünya ve âhiret mutluluğu
sada : ses
sahra : ova, meydan
sahrâ-i azîme : büyük ova, meydan
sair : diğer
saltanat-ı Ulûhiyet : hiçbir ortak kabul etmeyen Allah’ın saltanatı, egemenliği
sevk etmek : göndermek
sır : gizli gerçek, gizem
sikke : mühür, işaret
sikke-i hassa : özel mühür
sû-i fehm : kötü anlayış
sûizan : kötü düşünce
Sultan-ı Ezel ve Ebed : varlığının başlangıcı ve sonu olmayan kudret ve hâkimiyet sahibi Allah
suret : şekil
selâmet-i kalb : kalp huzuru, rahatlığı
sırr-ı hikmet-i hilkat : yaratılış gayesinin sırrı
sırr-ı iman : iman sırrı
şefkat : merhamet, acıma
şekavet : sıkıntı, mutsuzluk
şekvâ : şikâyet
şer : kötülük
tâcil : çabuklaştırma
tahayyül : hayal etme
tahkir : hakaret etme
taht-ı emrinde : emri altında
takarrüp etmek : yaklaşmak
talim : eğitim
talimât : emirler
talip olmak : istemek
tard : kovulma
tarik : yol
tarik-i isyan ve küfran : isyan ve küfür yolu
tarik-i Kur’ân ve iman : Kur’ân ve iman yolu
tarik-i berzahiye : kabir yolu
taam : gıda, yiyecek
tahammül : katlanma, dayanma
tard : kovulma
tebaiyet etmek : uymak
tecâhül etmek : bilmezlikten gelmek
tecrübe etmek : denemek
tedehhüş etmek : dehşete kapılmak, korkmak
tehir etmek : ertelemek, sonraya bırakmak
telâkki etmek : zannetmek
telezzüz etmek : lezzetlenmek
temâşa : hoşlanarak bakma, seyretme
temsilî : kıyaslamalı benzetme şeklinde, analojik
terhis : serbest bırakılma, salıverilme
tesadüfî : rastgele
teshilat : kolaylıklar
tevekkeltü alâllah : “Allah’a dayandım ve güvendim”
tezyin etmek : süslemek
tılsım : sır, gizem
turra : mühür, nişan
ubûdiyet : Allah’a kulluk
ünsiyet : dostluk, alışkanlık
vahşet : ürküntü, yalnızlık
vazife-i hayat külfeti : hayat görevinin zorlukları
vaziyet : durum
vaziyet almak : davranış sergilemek
Yâ Allah Lâ ilâhe illâllah : Ey Kendisinden başka ilâh olmayan Allah
yemiş : yiyecek
zâhir : görünme, ortaya çıkma
zahiren : görünüşte
zahmet-i hayat : hayatın zorluğu
zaman-ı hayat : ömür süresi
Zat-ı Ehad-i Samed : herşey Ona muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ve tek olan Allah
zîhayat : canlı
zindan-ı dünya : dünya hapsi
zindan-ı mezar : mezar hapsi, karanlığı
zulümât : karanlıklar
RİSALE-İ NUR
Sitemizde sanatçıya ait toplam 50 eser bulunmaktadır. Sanatçının sayfasına gitmek için tıklayın.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.