Mustafa Demirci-Hicret
O sırada Peygamber (s.a.v), Ebû Bekir (r.a.)’e gitti ve vakit kaybetmeden evin arka penceresinden eğerli halde bekleyen iki devenin yanına çıktılar. Peygamber (s.a.v.)birine bindi, diğerine de Ebû Bekir bindi. Oğlu Abdullah’ı ise arkasına bindirdi. Daha önceden plânladıkları şekilde, Yemen’e giden yol üzerinde ve güneyde olan Sevr dağındaki bir mağaraya doğru yöneldiler. Çünkü Mekke’de Peygamber (s.a.v.)’in yokluğu anlaşılır anlaşılmaz, tüm kuzey yollarına gözcüler ve takipçiler gönderileceğini biliyorlardı. Mekke’nin biraz dışına çıkınca Peygamber (s.a.v.) devesini durdurdu ve arkasına bakarak: “Allah’ın yeryüzünde, sen, bana ve Allah’a en sevgili yersin ve halkım beni senden çıkarmasaydı senden ayrılmazdım” dedi.
Ebû Bekir (r.a.)’in köle olarak aldığı, sonradan azâd ettiği çoban Amir İbn Fuheyre, sürüsüyle onların izlerini kapatmak için arkalarından geliyordu. Mağaraya vardıklarında Ebû Bekir, oğlunu develerle birlikte eve geri gönderdi ve ona ertesi gün Peygamber’in yokluğu fark edilince neler konuşulduğunu dinlemesini ve ertesi gece haber getirmesini söyledi. Amir, koyunlarını gündüz her zamanki gibi diğer çobanlarla otlatacak, akşam olduğunda ise Mekke ile Sevr arasında Abdullah’ın izlerini kapatmak için dolaştıracaktı.
Ertesi gece Abdullah ve kardeşi Esmâ mağaraya, onlara yemek getirdiler. Verdikleri haber şuydu: Muhammed (s.a.v.)’i yakalayıp getirene yüz deve ödül verilecekti. Atlılar Mekke’den Yesrib’e giden tüm yolları, ikisini de birlikte yakalamak için araştırıyorlardı. Ebû Bekir de yok olduğu için ikisinin beraber gittiğini tahmin ediyorlardı.
Fakat Abdullah’ın belki de bilmediği başka bir grup, onun Mekke dışındaki mağaralardan birinde olabileceğini düşünüyordu. Yanı sıra, çöl Arapları iyi iz sürerlerdi. Sıradan bir bedevi arkasından bir koyun sürüsü takip etse bile, küçük izler arasındaki büyük izleri fark ederek oradan iki veya üç deve geçtiğini bile anlayabilirdi. Kaçanların güneyde bir yerde olmaları muhtemel değildi; fakat bu kadar büyük bir ödül için her yol denenebilirdi ve Sevr’e giden yolda koyun izleri arasındaki deve izleri de fark edilebilirdi.
Üçüncü gün dağın sessizliğini, kaya güvercini olduklarını tahmin ettikleri iki kuşun kanat çırpışlarından ve ötmelerinden çıkan sesler bozdu. Kısa bir süre sonra derinden gelen, fakat sanki dağa tırmanan birileri varmış gibi gittikçe yükselen insan sesleri duydular. Fakat hava kararıncaya kadar Abdullah’ı beklemiyorlardı ve güneşin batmasına daha belli bir vakit vardı. Buna rağmen mağara normalden daha az ışıklıydı. Artık sesler uzaktan gelmiyordu, en azından beş veya altı adam gittikçe yaklaşıyordu. Peygamber (s.a.v.), Ebû Bekir’e baktı ve “Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle beraberdir” dedi. (Tevbe: 40)
Daha sonra şunu ekledi: “Üçüncüleri Allah olan iki kişi” (B. LVII, 5) Artık yaklaşan ve duran ayak seslerini duyabiliyorlardı. Adamlar mağaranın dışındaydılar. Hepsi de kararlı bir şekilde mağaraya girmeye gerek olmadığını, çünkü orada kimsenin bulunamayacağını söylediler. Daha sonra geldikleri yoldan geri döndüler.
Uzaklaşan ayak sesleri duyulmaya başlayınca, Peygamber ve Ebû Bekir (r.a.) mağaranın ağzına geldiler. Önünde sabahleyin görmedikleri, hemen hemen girişin tümünü kapatan insan boyunda bir akasya ağacı vardı. Açık kalan yeri de bir örümcek, akasya ile mağaranın duvarı arasında ağ örerek kapatmıştı. Ağın içinden baktılar, mağaraya girerken adamın ayağını basacağı yere, kayanın çukuruna, bir kaya güvercini yuva yapmıştı ve altında yumurta varmış gibi oturuyordu. Erkek güvercin ise biraz yüksekteki kayaya tünemişti.
Abdullah ve kardeşinin sesini bekledikleri saatte duyunca, kendilerini koruyan ağı kibarca kaldırdılar ve güvercini ürkütmemeye çalışarak onları karşılamaya gittiler. Amir de onlarla birlikteydi, fakat bu kez sürüsü yoktu. Amir, Ebû Bekir’in yolculuk için seçtiği develeri emanet ettiği bedevîyi getirmişti. Bedevî henüz Müslüman olmamıştı, fakat sırlarını gizleyeceğine güvenilebilirdi. Bu adam onlara Yesrib’e sadece gerçek bir çöl adamının bilebileceği yollardan götürecekti. Bedevî onları iki dağ arasındaki vadide, yanında Ebû Bekir’in iki devesi ve kendi için aldığı bir deve ile birlikte bekliyordu. Ebû Bekir, ihtiyaçlarına yardım etmek üzere Amir’i arkasına bindirecekti. Mağaradan çıktılar ve düzlüğe indiler. Esmâ bir çanta dolusu yiyecek getirmişti, fakat ip getirmeyi unutmuştu. Bu yüzden kuşağını çıkardı, ikiye yırttı ve birini babasının semerine çantayı bağlamakta kullandı, diğerini de kendine ayırdı. Bu olaydan sonra ona “ iki kuşaklı” adı verildi.
Ebû Bekir (r.a.), Peygamber (s.a.v.)’e develerin en iyisine binmesi için verdiğinde, O: “Ben benim olmayan deveyle gitmem” dedi. Ebû Bekir: “Fakat o senin, ey Allah’ın Rasûlü!” dedi. “Hayır” dedi Peygamber (s.a.v.): “Onun için kaç para ödedin?” Ebû Bekir söyledi; Peygamber (s.a.v.) “Deveyi o fiyattan alıyorum” dedi. Peygamber (s.a.v.) daha önce birçok kez ondan hediye kabul ettiği halde, bu özel bir durum olduğu için Ebû Bekir (r.a.) hediye etmekte ısrar etmedi. Bu durum Rasûl’ün hicretiydi, Allah rızası için yurdundan tüm bağlarını koparmasıydı. Bu nedenle hicret, yani yaptığı fedakârlık, sadece kendisinin olmalı ve başkalarıyla paylaşılmamalıydı.
Bu olayın bir parçası olduğu için binek de kendisinin olmalıydı. Hicret ettiği sırada aldığı devenin adı Kesva’ idi ve o günden sonra en sevdiği devesi olarak kaldı.
Rehberleri onları Mekke’den biraz doğuya, biraz güneye doğru götürdü, sonunda Kızıl Deniz’e ulaştılar. Yesrib, Mekke’nin kuzeyindeydi, fakat sadece o noktadan kuzeye yönelebilirlerdi. Sahil yolu kuzeybatıya gidiyordu. Birkaç gün bu yolu takip ettiler. İlk akşamlarından birinde, Nabi çölünde su ararken, Rebîu’l-evvel ayının hilâlini gördüler. Peygamber (s.a.v.) yeni Ay’ı görünce: “Ey iyilik ve rehberlik hilâli, imanım seni Yaratana’dır” dedi.
Bir sabah, karşı taraftan küçük bir kervanın geldiğini görerek şaşırdılar ve korktular. Fakat onun, devesine yüklediği elbise ve diğer ticari eşyalarla Suriye’den dönen, Ebû Bekir’in kuzeni Talha olduğunu görünce, şaşkınlıkları sevince dönüştü. Talha, gelirken Yesrib’e uğramıştı, mallarını Mekke’de satar satmaz hemen geri dönmeyi düşünüyordu. Yesrib’de Peygamber (s.a.v.)’in gelişinin büyük bir merakla beklendiğini haber verdi ve veda etmeden önce onlara, zengin Kureyşlilere satmayı planladığı beyaz Suriye elbiseleri hediye etti.
Talha’yla karşılaştıktan kısa bir süre sonra kuzeye doğru yöneldiler, sahilin biraz içinden ilerleyerek kuzey doğuya döndüler; artık yönleri dosdoğru Yesrib’e dönüktü. Yolculuğun belli bir zamanında Peygamber (s.a.v.)’e vahiy geldi:
“Hiç şüphesiz, sana Kur’ân’ı farz kılan, seni dönülecek yere elbette döndürecektir” (Kasas: 85).
Mağaradan ayrılışlarının on ikinci günü, şafakta Akîk Ovası’na vardılar ve diğer taraftaki tepeye tırmandılar. Tepenin en yüksek yerine ulaşmadan önce güneş yükseldi ve sıcak artmaya başladı. Diğer günlerde sıcağın en yüksek dereceye ulaştığı zamanlarda dinleniyor, yolculuk etmiyorlardı. Fakat bu son tepeyi, durmadan aşmaya karar verdiler. Tepeye ulaşıp vadiyi gördüklerinde ise durmak istemediler. Peygamber (s.a.v.)’in rüyasında gördüğü “İki grup kara kaya yığını arasındaki suyu bol yer” önlerinde uzanıyordu. Koyu yeşil hurma bahçeleri ve açık yeşil bostanlar, bulundukları noktadan yürüyerek üç mil aşağıda gözler önüne serilmişti.
Yeşilliğin en yakın noktası, hicret edenlerin ilk durağı olan ve bazılarının hâlâ orada bulunduğu Kuba idi. Peygamber (s.a.v.) rehbere :”Bizi Kuba’daki Beni Amr’a götür, şehre götürme” dedi. Vadinin en kalabalık yerleşim merkezi bu adla (şehir) tanınırdı. O zamandan sonra bu şehir tüm Arabistan’da ve her yerde el-Medîne, Medîne olarak anılmaya başlandı.
Günlerce önce, Mekke’de Peygamber (s.a.v.)’in kaybolduğu ve onu bulana ödül verileceği haberi vahaya ulaşmıştı. Kuba’lılar, onun gelme vakti geciktiği için her gün bekliyorlardı. Bu yüzden her sabah, namazdan sona Beni Amr’den birkaç adam, başka kabilelerden adamlarla ve Mekke’den hicret eden; fakat henüz Medîne’ye girmemiş olan muhâcirlerden bir kısmıyla yola çıkıyor ve onu arıyorlardı. Tarlaları, hurma bahçelerini geçip kayalık bölgeye varıyorlar ve sıcak bastırana dek yolu gözlüyorlar, daha sonra tekrar evlerine dönüyorlardı. O sabah da gitmişler, fakat dört yolcu kayalıklardan inmeye başladığında geri dönmüşlerdi. Artık gözler bekleyişle o yöne bakmıyordu; fakat Peygamber (s.a.v.) ve Ebû Bekir (r.a.)’in yeni, beyaz elbiseleri, arkasındakı mavimsi kaya zemininde daha da belirginleşerek, güneşten parlıyordu. O sırada evinin çatısında olan bir yahudi onları gördü. Onların kim olduğunu hemen anladı, çünkü Kuba’lı Yahudiler, komşularının neden her sabah şehrin dışına çıkıp bir şeyler araştırdığını sormuş ve nedenini öğrenmişlerdi. Bu yüzden yüksek sesle bağırdı: “Kayle’nin oğulları, o geldi, o geldi!” Çağrıyı duyan çocuk, kadın ve adamlar evlerinden fırladılar. Bir kez daha yeşillikten geçip kayalığa doğru gittiler. Fakat fazla ilerlemelerine gerek yoktu. Çünkü o zamana kadar yolcular ilk hurma bahçesinin yanına ulaşmıştı. O, her yönünüyle coşku dolu bir öğlen vaktiydi. Peygamber (s.a.v.) onlara şöyle hitap etti: “Ey insanlar, birbirinizi barışla selamlayın, açları doyurun; akrabalık bağlarına saygı gösterin, herkes uyurken namaz kılın. Böylece selâm içinde Cennet’e gireceksiniz.”
Peygamber (s.a.v.)’in daha önce Hamza (r.a.) ve Zeyd (r.a.)’i de misafir eden yaşlı bir Kuba’lı olan Gülsüm’ün evinde kalmasına karar verildi. Gülsüm’ün kabilesi olan Beni Amr, Evs’in bir koluna mensubdu. Bu yüzden, iki Yesrib’li kabilenin de misafirperverliği paylaşması için Ebû Bekir, Medîne’ye biraz daha yakın olan Sunh köyündeki bir Hazreclide kaldı. Bir veya iki gün sonra Ali (r.a.), Mekke’den geldi ve Peygamber (s.a.v.)’in kaldığı evde misafir oldu. Emanet edilen malları sahiplerine geri vermesi üç gününü almıştı.
Peygamber (s.a.v.)’i selâmlamaya pek çok kişi geliyordu. Bunların arasında iyi niyetten değil meraktan gelen Medîneli Yahudiler de vardı. Fakat üçüncü veya ikinci akşam, görünüşü diğerlerinden farklı olan ve ne Arab’a ne de Yahudi’ye benzemeyen bir adam geldi. Adı Selmân olan bu adam, İsfahan’a yakın Ceyy köyünden, İranlı ateşe tapan bir ailenin çocuğuydu; fakat çok gençken Hıristiyan olmuş ve Suriye’ye gitmişti. Orada bir aziz rahibe bağlanmıştı; bu rahip ölüm döşeğinde ona kendisi gibi yaşlı fakat çok iyi bir adam olan Musul rahibine gitmesini söylemişti. Selmân Irak’ın kuzeyine doğru yola koyulmuştu. Bu onun için bir dizi yaşlı Hıristiyan rahibe bağlanmanın başlangıcını oluşturuyordu. Bu rahiplerin sonuncusu, yine ölüm döşeğinde, ona bir peygamberin gelmek üzere olduğunu söylemişti: “O, İbrahim’in dini ile gönderilecek ve Arabistan’da ortaya çıkacak, kendi yurdundan hicret edip iki kaya yığını arasındaki hurma ağaçlarıyla dolu ülkeye gidecek. Onun belirtileri şunlardır: Hediye kabul edecek, fakat sadaka olarak verileni almayacak; ve iki kürek kemiği arasında peygamberlik mührü olacaktır.” Selmân, Peygamber (s.a.v.)’in memleketine gitmeye karar vermiş ve Kelb kabilesinden tüccarlara, kendisini Arabistan’a götürmeleri için ödemede bulunmuştu. Fakat Kızıl Deniz’in kuzeyindeki Akabe Körfezi’nin yakınında yer alan Vadi’l-Kura’ya geldiklerinde tüccarlar onu bir Yahudi’ye köle olarak satmışlardı. O, Vadi’l-Kura’daki hurma ağaçlarını görünce beklediği yerin burası olduğunu zannetmişti; fakat yine de şüphe içindeydi. Kısa bir süre sonra Yahudi onu, Medîne’deki Beni Kurayza kabilesinden olan kuzenine satmıştı. Selmân, Medîne’yi görür görmez, Peygamber (s.a.v.)’in hicret edeceği yerin burası olduğunu anlamıştı.
Selman’ın yeni sahibinin Kuba’da da bir kuzeni vardı; ve Peygamber (s.a.v.)’in vardığı haberini bu yahudi Medine’ye getirmişti. Yahudi kuzenini bir hurma ağacının altında oturur buldu, ağacın üstünde çalışan Selmân adamın şöyle dediğini duydu : “Allah, Kayle oğullarının belâsını versin! Onlar şimdi de Kuba’da Mekke’den gelen bir adamın etrafında toplandılar. Onun bir peygamber olduğuna inanıyorlar.” Bu son sözler, Selmân’ın ümitlerinin gerçekleştiğini gösteriyordu. Selmân o kadar heyecanlanmıştı ki bütün vücudu titriyordu. Ağaçtan düşeceğinden korktu ve aşağı indi; Yahudi’ye peygamberle ilgili sorular sormaya başladı. Fakat sahibi ona kızdı ve ağaca çıkıp çalışmasını emretti. Selmân o akşam yanına biriktirdiği bir parça yiyeceği alarak kaçtı ve Kuba’ya gitti. Peygamber (s.a.v.) eski ve yeni sahabeleriyle oturuyordu. Selmân, onun peygamber olduğundan emindi; fakat yine de yaklaştı ve elindeki yiyeceği bir sadaka olarak verdiğini söyleyerek onlara uzattı. Peygamber (s.a.v.) arkadaşlarına yemelerini söyledi, fakat kendisi yemedi. Selmân bir gün peygamberlik mührünü görmeyi ümit ediyordu; fakat şimdilik Peygamber (s.a.v.)’i görmek ve söylediklerini duymak yeterliydi. Medîne’ye sevinç ve şükür içinde döndü.
Mustafa Demirci
Sitemizde sanatçıya ait toplam 50 eser bulunmaktadır. Sanatçının sayfasına gitmek için tıklayın.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.