Web sitemize hoşgeldiniz, 18 Aralık 2024
Beğen 3

Mustafa Demirci-Hudeybiye’den Sonra

Benî Sakif’li Ebû Basîr, annesi Taif’ten göçüp Benî Zühre’nin müttefikleri olarak Mekke’ye yerleşmiş olan genç bir adamdı. Ebû Basîr (r.a.) Müslüman olmuş ve ailesi de onu hapsetmişti. Fakat o yürüyerek Medîne’ye kaçmayı başarmış ve Peygamber (s.a.v) Hudeybiye’den döndükten kısa bir süre sonra Medîne’ye ulaşmıştı. Onun arkasından, kaçağın kendisine teslim edilmesini isteyen bir Kureyşli elçi geldi. Peygamber (s.a.v) Ebû Basîr (r.a.)’e de Ebû Cendel (r.a.)’e söylediklerinin aynısını söyledi. Ve anlaşmaya uyarak kendisini elçiye teslim etmek zorunda olduğunu belirtti. Ömer ve diğer sahâbe şimdi anlaşma maddelerine biraz razı olmuş görünüyorlardı. Bu nedenle Kureyş’in adamı ve yanındaki azadlı köle Ebû Basîr’i götürürken, orada bulunan ensar ve muhâcirler hep bir ağızdan, “İyi şanslar! Allah muhakkak sana bir çıkış yolu gösterecek” dediler.
Onların bu ümitleri, beklediklerinden daha kısa bir sürede gerçekleşti. Ebû Basîr gençliğine rağmen çok güçlü bir adamdı ve ilk konakta elçinin kılıcını alıp onu öldürmeyi başardı. Bunun üzerine azadlı köle -İsmi Kevser- doğruca Medîne’ye kaçtı. Karşı konulmaksızın Mescid’e girdi ve kendini Rasûlullah’ın ayaklarına attı. O yaklaştığında Peygamber (s.a.v), “Bu adam çok korkunç bir şey görmüş” dedi. Kevser, hemen arkadaşının öldürüldüğünü ve kendisinin de ölümden kurtulduğunu anlattı. O sırada Ebû Basîr elinde kılıcıyla göründü. “Ey Allah’ın Peygamberi!” dedi, “Sen görevini yaptın. Beni onlara gönderdin. Allah da beni serbest bıraktı.” Peygamber (s.a.v) “Annesine yazık!” dedi. “Savaş için ne güzel bir meşale. Keşke onun yanında başkaları da olsaydı!” Kureyş onun için başka elçiler gönderirse, bir önceki sefer olduğu gibi yine onu teslim etmek zorundaydı. Ancak böyle bir düşünce Ebû Basîr (r.a.)’in kafasından uzaktı. O öldürdüğü adamın silahlarının, zırhının ve devesinin ganimet olduğunu ve kanuna uygun olarak beşe bölünüp paylaştırılması gerektiğini düşünüyordu. “Eğer böyle yaparsam” dedi, Peygamber (s.a.v): “Onlar beni yeminime uymamakla suçlarlar. Daha sonra çok korkan Mekkeli azadlı köleye döndü ve “Arkadaşından alınan mallar senin kontrolündedir. Bu adamı da seni gönderen adamlara götür” dedi. Bunu duyan Kevser sarardı ve “Ey Muhammed! Ben hayatıma değer veririm. Benim gücüm onun için yeterli değil ve ben iki kişinin yerini tutamam” dedi. Müslümanlar görevlerini yapmışlar, fakat Mekke’nin temsilcisi mahkumu götürmek istememişti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) Ebû Basîr’e döndü ve “Nereye istersen git” dedi.
Ebû Basîr: “Keşke onun yanında başkaları da olsaydı” sözleri kulaklarında çınlayarak Kızıl Deniz sahillerine doğru gitti. Bu sözlerdeki emir ve tavsiye niteliğini anlayan tek kişi o değildi. Ömer (r.a.) de bunu anlamış ve Mekke’deki diğer Müslümanlar’a Peygamber (s.a.v)’in bu sözlerini ve Ebû Basîr’in nerede olduğu haberini ulaştırmıştı. Onun nerede olduğunu Medîne’ye gelen dost sahil kabilelerin birinden haber almıştı. Sühely’in oğlu Ebû Cendel (r.a.), yeni koruyucuları tarafından artık sıkı bir şekilde kontrol edilmiyordu. Bir de tüm Mekke’de Müslüman gençlere edilen dikkat konusunda genel bir yumuşama görülüyordu. Çünkü Muhammed (s.a.v) onlar Medîne’ye kaçarsa sözünde durup onları geri göndereceğini göstermişti. Bu gevşemeden yararlanan Ebû Cendel ve diğer gençler bir yolunu bulup Ebû Basîr’in yanına kaçtılar. Bunların arasında Hâlid’in kardeşi Velîd de vardı. Ebû Basîr onlarla birlikte Mekke’den Suriye’ye giden kervan yolu üzerindeki stratejik bir noktaya kamp kurdu. Onlar Ebû Basîr (r.a.)’i lider olarak kabul ediyorlardı. Namazları o kıldırıyor, ibadetler ve diğer dini konularda ona danışılıyordu. Çünkü çoğu yeni Müslüman olmuştu ve bir şey bilmiyorlardı. Kureyşliler kuzeye giden yolun tekrar güvenilir hale gelmesine seviniyorlardı. Fakat Ebû Basîr’in kampına yetmiş kadar genç adam katılmıştı ve bunlar kervanlar için tehdit oluşturmaya başlamıştı. Kureyşliler pekçok adamlarını ve mallarını kaybettikten sonra, Peygamber (s.a.v)’e bu adamları toplumuna kabul etmesini rica eden bir mektup gönderdiler. Onların geri döndürülmesini istemeyeceklerine de söz verdiler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) Ebû Basîr’e taraftarlarıyla birlikte Medîne’ye gelebileceğini haber veren bir mektup gönderdi. Fakat o sırada genç lider çok hastaydı ve mektup ona ulaştığında ölümün eşiğindeydi. Mektubu okudu ve elleri arasında tutarak öldü. Arkadaşları onun cenaze namazını kıldılar ve onu gömdüler. Gömüldüğü yere de bir mescid yaptılar. Daha sonra Peygamber (s.a.v)’le buluşmak üzere Medîne’ye gittiler.
Kayalıklara ulaştıklarında Velîd’in devesi tökezledi ve onu yere düşürdü. Velîd düşünce parmağını keskin bir kayaya kestirdi. Parmağı alıp fırlatırken şöyle dedi:
“Sen kanayan bir parmaktan başka nesin Allah yolunda başka hiçbir yara almadın.”
Fakat kesik parmak mikrop kaptı ve ölümcül bir yara haline geldi. Bununla birlikte Velîd (r.a.) ölmeden önce ağabeyi Hâlid’e onu İslâm’a davet eden bir mektup yazmayı başardı.
O sıralarda Mekke’den sadece bir tek kadın kaçıp Medîne’ye sığınmıştı. O da Osman’ın üvey kardeşi, yani annesi Erva ile Bedir’den dönüşte öldürülen Ukbe’nin kızları olan Ümmü Gülsüm idi. Fakat artık mü’min kadınların kâfirlere döndürülmesini yasaklayan bir âyet inmişti. Bu nedenle iki öz erkek kardeşi Ümmü Gülsüm’ü geri götürmeye geldiklerinde Peygamber (s.a.v) onu bırakmadı. Kureyşliler de bunu fazla karşı çıkmadan kabul ettiler. Çünkü anlaşmada kadınlardan hiç bahsedilmiyordu. Daha sonra Zeyd (r.a.), Zübeyr (r.a.) ve Abd’urrahman İbn Avf (r.a.) onunla evlenmek istediler. Peygamber (s.a.v) ona Zeyd’le evlenmesini tavsiye etti. O da bu tavsiyeyi kabul etti.
Anlaşma yapıldıktan bir ay sonra Âişe (r.a.) ve babası kısa bir süre sonra sevince neden olacak olan büyük bir üzüntü yaşadılar. Ümmü Rummân (r.a.) hastalandı ve öldü. Onu Baki Mezarlığı’na gömdüler. Peygamber (s.a.v) onun cenaze namazını kıldı ve mezarına indi. Onun ölüm haberi Mekke’ye ve oğlu Abdu’l-Kâ’be’ye de ulaştı. Bu üzüntü Abdu’l-Kâ’be’ye uzun süreden beri düşündüğü bir şeyi uygulama olanağı verdi. Annesinin ölümünden kısa bir süre sonra Medîne’ye geldi ve Müslüman oldu. Biat ettiğinde Peygamber (s.a.v) ona Abdurrahman adını verdi.
Abdurrahman, o dönemde Müslüman olan tek kişi değildi. Haftalar ve aylar geçince Kur’ân’ın bu anlaşmayı neden apaçık bir zafer diye nitelediği açıklığa kavuşuyordu. Artık Mekkeli ve Medîneliler barış içinde buluşup, serbestçe birbirleriyle konuşabiliyorlardı. Anlaşmadan sonraki iki yıl boyunca İslâm toplumu iki katına çıktı.
Hacıların dönmesinden kısa bir süre sonra herkesi sevindiren bir âyet nazil olmuştu:
“Belki Allah, sizinle onlardan kendilerine karşı düşmanlık beslemekte olduklarınız arasında bir sevgi bağı kılar.” (Mümtehine: 7)
Bu sözler, gün geçtikçe artan ihtidaları kasdediyordu. Bazılarına göre de bu âyet Peygamber (s.a.v)’le Kureyş liderlerinden biri arasında gelişen yakın ilişkiyi kastediyordu.
Hudeybiye’den birkaç ay önce Habeşistan’dan Peygamber’in kuzeni Ubeydullah İbn Cahş’ın ölüm haberi gelmişti. O, İslâm’a girmeden önce Hıristiyan’dı ve Habeşistan’a hicret ettikten kısa bir süre sonra tekrar Hıristiyanlığa dönmüştü. Bu, Müslümanlıkta karar kılan ve Ebû Süfyân’ın kızı olan karısı Ümmü Habîbe’yi çok üzmüştü. Kocasının ölümünden dört ay sonra Peygamber (s.a.v) Necâşî’ye kendi adına Ümmü Habîbe (r.a.) ile arasında nikâh kıymasını rica etti. Peygamber (s.a.v) Ümmü Habîbe (r.a.)’ye direkt olarak fikrini sormamıştı. Fakat Ümmü Habîbe (r.a.) rüyasında kendisine birisinin gelip “mü’minlerin annnesi” diye hitap ettiğini görmüş ve bunun Peygamber (s.a.v)’in eşi olacağına işaret ettiğini tahmin etmişti. Ertesi gün rüyasını doğrulayan Necâşî’nin teklifini aldı. Bunun üzerine en yakın akrabası olan Hâlid İbn Saîd’i vekil olarak seçti. Necâşî de Ca’fer (r.a.)’in de içlerinde bulunduğu bir grup sahabe huzurunda nikâhı kıydı. Daha sonra Necâşî, sarayında düğün yemeği verdi ve bütün Müslümanları davet etti. Peygamber (s.a.v) Ca’fer (r.a.)’e de artık gelip Medîne’de yaşayabileceklerini bildiren bir mektup gönderdi. Ca’fer (r.a.) hemen yol hazırlıklarına başladı. Necâşî onlara yolculukta kullanmak üzere iki sandal verdi. Ümmü Habîbe’nin de onlarla birlikte gitmesine karar verildi. Medîne’de de onun için bir ev yapılmaya başlanmıştı.
Necâşî, o dönemde Peygamber’in mektup gönderdiği tek kral değildi. Hendek’te o büyük kayayı parçaladığında, ilk vuruşunda ortaya çıkan ışıkla Yemen kalelerini görmüştü. Üçüncü ve son vuruşunda çıkan ışıkla da Medâyin’deki Kisra’nın beyaz sarayını görmüştü. İslâm İmparatorluğu’nun ileride buralara dek yayılacağına işaret eden bu iki ışık arasında bir ilişki vardı. Çünkü Yemen o zamanlar İran kontrolündeydi. Peygamber (s.a.v) İran Şahı’na kendi peygamberliğini ilan eden ve İslâm’a çağıran bir mektup gönderdi. Belki bu mektubu yazarken büyük ümitleri yoktu. Fakat yine de başka bir girişimde bulunmadan önce ona seçme hakkı tanımak istemişti.
Bu üç ışıktan ikincisi ile Suriye kalelerini görmüş ve buradan da İslâm’ın oralara ve daha da batıya yayılacağını anlamıştı. Bu nedenle İran kralına yazdığı mektuba benzer bir mektup da Roma İmparatoru Herakliyus’a yazdı. Bu mektubu Suriye yöneticisi aracılığıyla gönderdi. Buna benzer bir başka mektubu da İskenderiye’ye, Mısır Kralı Mukavkıs’a gönderdi.
O sırada Kisra başka kaynaklardan Medîne’nin gün geçtikçe güçlenen Arap kralının Peygamber (s.a.v) olduğunu idia ettiğini duymuştu. Bu nedenle Yemen’deki valisi Bâzân’ı, Muhammed (s.a.v)’le ilgili ayrıntılı bilgi toplaması için görevlendirdi. Bâzân, Medîne’ye, etrafı gözlemeleri için iki elçi gönderdi. İki elçi, İran’da yaygın olan bir geleneğe uyarak sakallarını tıraş edip bıyıklarını uzatmışlardı. Onların görünüşü Peygamber (s.a.v)’e garip geldi ve: “Size böyle yapmanızı kim emrediyor?” dedi. Onlar da Kisra’yı kasdederek “Rabbimiz” dediler. Peygamber (s.a.v): “Benim Rabbim, sakalımı uzatmamı ve bıyığımı kısaltmamı emrediyor” dedi. Daha sonra onları, ertesi gün gelmelerini söyleyerek gönderdi. O gece Cebrâîl geldi ve Peygamber (s.a.v)’e İran’da ayaklanma olduğunu, Kisra’nın öldürülüp yerine oğlunun geçtiğini haber verdi. Elçiler geldiğinde bu haberi onlara ulaştırdı ve onlara bu haberi Yemen valisine ulaştırmalarını emretti. “Ona, benim dinimin ve imparatorluğumun Kisra krallığının ötesine ulaşacağını söyle, ona benden bunu ilet. İslâm’a gir; sahip olduğun şeylerde seni destekleyeyim ve seni Yemen halkına kral tayin edeyim.”
Elçiler ne düşüneceklerini bilemeden San’a’ya döndüler ve mesajı Bâzân’a ulaştırdılar. O “Ne olduğunu göreceğiz. Eğer söyledikleri doğruysa o gerçekten Allah’ın gönderdiği bir peygamber” dedi. Fakat o, İran’da neler olduğunu anlamak üzere bir elçi göndermeye fırsat bulamadan yeni şah olan Sirus’un (Kavad II -y.n.) bir adamı geldi. Yeni şahın onlardan bağlılık istediği haberini getirdi. Bâzân ona cevap vereceği yerde İslâm’a girdi. Yanındaki iki elçi ve diğer İranlılar da Müslüman oldular. Daha sonra Medîne’ye haber gönderdi, Peygamber (s.a.v) de ona Yemen’i yönetme görevini verdi. Bu Hendek’te gördüğü ilk ışığın va’dinin yerine geldiğini gösteriyordu.
Peygamber (s.a.v)’in mektubu Medâyin’e, Kisra’nın ölümünden sonra ulaştı. Bu nedenle mektubu ondan sonra gelen şah okudu ve yırttı. Peygamber (s.a.v) bunu haber alınca “Ya Rabbi! Aynı şekilde sen de onun krallığını parçala” dedi.
Hacılar döndükten sonraki ilk haftalardan birinde Peygamber (s.a.v)’in hayatına, şimdiye kadar hiç kullanılmayan bir silahla saldırıldı. Arabistan’daki Yahudiler arasında her nesilde büyücülüğü bilen bir-iki kişi olurdu. Bunlardan biri bu ilmin kendisi ile birlikte ölmesini istemeyerek kızlarına da öğreten Lebîd adında bir Yahudi’ydi. Lebîd, Peygamber (s.a.v)’e öldürücü bir büyü yapması için büyük bir rüşvet almıştı. Bu amacını yerine getirebilmesi için onun bir tutam saçına ihtiyacı vardı. Bunu da kızlarından biri, masum bir kişiyi kullanarak elde etti. Lebîd saça on bir düğüm attı; kızları da her düğüme bir şeyler okuyup üflediler. Daha sonra bunu, üstünde polen tozu kılıfları bulunan dişi bir hurma filizine bağladı ve derin bir kuyuya attı. Büyü ancak düğümlerin açılmasıyla çözülebilirdi.
Peygamber (s.a.v) kısa bir süre sonra bir şeylerin kötüye gittiğini anladı. Bir taraftan hafızası zayıflıyor, diğer taraftan yapmadığı şeyleri yapmış gibi hayal ediyordu. Bunun yanı sıra çok zayıflamıştı ve yemek sunulduğunda kendisinde yiyebilecek gücü bulamıyordu. Kendini iyileştirmesi için Allah’a dua ediyor ve uykusunda biri başında, diğeri ayağında iki kişinin oturduğunu fark ediyordu. Peygamber (s.a.v), onlardan birinin diğerine onun hastalığının gerçek sebebini anlattığını ve kuyunun adını verdiğini duydu. Uyandığında Cebrâîl geldi ve rüyasını doğrulayarak biri beş, diğeri altı âyetten oluşan iki sûre getirdi. Peygamber (s.a.v) Ali (r.a.)’yi bu sûreleri okuması için kuyuya gönderdi. Her âyette düğümün biri çözüldü ve hepsi çözüldüğünde Peygamber (s.a.v) hem bedenen hem de manen iyileşmişti.
Bu sûrelerden ilki şuydu:
“De ki: Sabahın Rabbine sığınırım,
Yarattığı şeylerin şerrinden,
Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden,
Düğümlere üfleyen kadınların şerrinden,
Ve hased ettiği zaman hasetçinin şerrinden.” (Felak Sûresi)
İkincisi ise şöyleydi:
“De ki: İnsanların Rabbine sığınırım, İnsanların mâlikine, İnsanların (gerçek) ilâhına,
Sinsice kalblere vesvese ve kuşku düşürüp, duran, vesvesecinin şerrinden.
Ki o, insanların göğüslerine vesvese verir (içlerine kuşku, kuruntu fısıldar),
Gerek cinlerden, gerekse insanlardan (olan) her hannâstan Allah’a sığınırım”. (Nâs Sûresi)
Bu sûreler Kur’ân’ın en son sûreleridir ve kötülüklerden sakınmak için sürekli okunur.
Peygamber (s.a.v) o kuyunun doldurulup yanında başka bir kuyunun açılmasını emretti. Kendisine bir rüşvet karşılığında büyü yaptığını itiraf eden Lebîd’e haber gönderdi; fakat ona karşı bir girişimde bulunmadı.


Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.