Mustafa Demirci-Korku ve Ümit
Elbette gençlerin ve zayıfların hepsi, hemen ilâhi daveti kabul etmemişti; fakat hiç olmazsa küçük yaşamlarını bir klarnetin notaları gibi bölen davet ve vaazların önem ve şiddetine karşı kulaklarını tıkamalarına neden olacak bir kendini beğenmişlikleri yoktu. Osman’ın çölde duyduğu: “Ey uykudakiler uyanın” sesi vahyin kendisiydi ve daveti kabul edenler, şimdi sanki uykudan uyanmışlar ve yeni bir yaşama girmişlerdi.
Geçmişteki ve şu andaki kâfirlerin tutumu şu sözlerle ifade edilebilir: “Bu dünya hayatımızdan başkası yoktur. Ve bizler diriltilecek de değiliz.” (En’am 29). Bu sözlere ilâhî cevap olarak şunlar söyleniyordu: “Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakileri oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.” (Enbiyâ: 16, Duhan: 38). “Bizim boş bir amaç uğruna yarattağımızı ve sizin gerçekten bize döndürülüp-getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız?” (Mü’minûn: 115). Küfrün henüz tam olarak yerleşmediği kişilerde bu sözler etkisini gösteriyordu. Bu etki, kendisini bir nur ve hidayet (doğru yola ulaştırıcı) olarak niteleyen vahyin tümü için de geçerliydi. Mesajı kabul etmeye iten başka bir neden de onu getiren elçinin kişiliğiydi. O, başkalarını kötülüğe yönlendirmeyecek denli hakikatle dolu ve kendisi de sapıtmayacak kadar hikmet ve fazilet sahibiydi. Yapılan çağrıda hem bir uyarı, hem de bir vaad vardı. Uyarı onları iyi işler yapmaya yöneltiyor, müjde ise onları mutlu kılıyordu.
“Şüphesiz: ‘Bizim Rabbimiz Allah’tır deyip sonra da dosdoğru bir istikâmet tutturanlar (yok mu) onların üzerine melekler iner (ve der ki): “Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size vadolunan cennetle sevinin. Biz dünya hayatında da, âhirette de sizin velîleriniziz. Orada nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir. Çok bağışlayan, çok esirgeyen (Allah)tan bir ağırlanma olarak.” (Fussilet: 30-32)
Cennetten bahseden ve yeni nazil olan âyetlerden biri de takva sahiplerine vaad edilen ebedî cennete değinen şu âyettir.
“Bu mu daha hayırlı, yoksa takva sahiplerine vaad edilen cennet mi? Ki onlar için bir mükâfat ve son duraktır. İçinde ebedî kalıcılar olarak, orada her istedikleri onlarındır, bu Rabbinin üzerinde istenen bir va’didir.” (Furkan: 15-16)
Gerçek mü’minler “Bizimle karşılaşmayı umanlar” diye tanımlanmıştır. Oysa kâfirler:
“Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olanlar ve bununla tatmin olanlar ve bizim âyetlerimizden habersiz (gafil) olanlar.” (Yûnus: 7-9) dır.
Mü’min’in tutumu, her konuda kâfirinkinin aksi olmalıdır. İnkârcıların daldığı küfrün bir özelliği de onların tabiat görüntülerini sorgulamadan kabul etmeleri ve onlardan ders almamalarıdır. Gerçeğe (Hakk) uyanık olmak sadece insanın ümitlerini bu dünyadan âhirete çevirmesi değil, aynı zamanda bu dünyada her tarafa serpilmiş olan Allah’ın âyetlerinden de ders almasıdır:
“Gökte burçları kılan, onların içinde bir aydınlık ve nurlu bir ay vareden (Allah) ne yücedir. O gece ile gündüzü birbiri ardınca kılandır; Öğüt alıp düşünmek isteyenler ya da şükretmek isteyenler için.” (Furkan: 61-62)
Kureyş liderleri küstahça peygamberden bu âyetleri (işaretleri veya mucizeleri) göstermesini, ya gökten onu destekleyen bir melek gelmesini, ya da onun göğe yükselmesini istiyorlardı. Ve bir gün, dolunayın henüz Hira dağının tepesine çıkıp ortalığı aydınlattığı bir gecede, bir grup kâfir Peygamber’e yaklaştı. Ve eğer gerçekten Allah’ın Rasûlü ise Ay’ı ikiye bölmesini istediler. Mü’minleri ve kararsızları da içeren büyük bir topluluk vardı ve bu istek yerine getirildiğinde tüm gözler parlayan Ay’a çevrildi. Büyük bir şaşkınlık içindeydiler, çünkü Ay ikiye ayrılmış ve her biri dağın bir yönünde parlıyordu. Peygamber “İşte şahit olun!”[64] dedi. Fakat asıl ay’ı ikiye bölmesini isteyenler bu mucizeyi reddettiler ve onun büyü olduğunu söylediler (Kamer: 1-2). Diğer taraftan inananlar sevindiler ve kararsızlardan bazıları imana yaklaştı, bazıları ise gerçekten iman etti.
Böyle isteklere karşı, Allah’tan gelen bu cevap bir istisnaydı. Çünkü Kureyş’in istediği diğer mucizeler onlar istediğinde değil, Allah’ın dilediği zaman meydana gelmişlerdir. Bunlardan başka sadece inananların şahit olduğu küçük mucizeler de vardı. Fakat bu tür harikulâdelikler yeni dinin merkezinde bir konuma sahip değildi, çünkü İsâ’nın bir önceki vahyin mucizesi olması gibi, bu vahyin mucizesi de Kur’ân’ın kendisiydi. Kur’ân’a göre İsâ, hem Allah’ın elçisi hem de “O’nun kelimesidir. Onu (Ol kelimesini) Mer’yem’e yöneltmiştir ve O’ndan bir ruhtur” (Nîsâ: 171). Aynen Allah’ın kelimesi olan İsâ’da olduğu gibi şimdi de Allah’ın kelimesi olan Kur’ân’la İslâm gerçek bir din oluyordu. Bu kelâmın (Kur’ân) işlevlerinden biri de, İslâm’a hanif bir din olarak bakıldığında (Rûm: 30) insanda zaman geçtikçe körelen ve yanlışlıklara yönelen duyguları tekrar uyandırmaktı. Bu nedenle Kureyş Peygamber’den mucize göstermesini istediğinde Kur’ân’ın cevabı onları her zaman gördükleri, fakat üzerinde düşünüp ibret almadıkları şeylere yöneltmek olmuştur:
“Kendileri bir bakmıyorlar mı o deveye, nasıl yaratıldı? Göğe; nasıl yükseltildi? Dağlara; nasıl oturtulup-kuruldu? Yere; nasıl yayılıp, döşendi?” (Gaşiye: 17-20)
İnananlardan beklenen korku ve ümidin her ikisi de Allah’a götüren davranışlardır. Allah’a şükür belirtisi olarak söylenen “Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’adır” sözü aynı zamanda korku da taşır ve hamdeden kişiyi ve hamdolunan şeyi doğruca tüm iyiliklerin kaynağı olan ulûhiyete götürür. “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla” sözü insanı ümitle aynı yöne yöneltir. Bu korku ve ümit en belirgin bir şekilde Fâtiha Sûresi’nde toparlanmıştır (Bu sûreye Kur’ân’ın ilk sûresi[65] olduğu için “Açan” anlamında “Fâtiha” ismi verilmiştir:
“Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm ve Din gününün mâliki olan Allah’adır. Biz yalnızca sana ibâdet eder ve yalnızca senden yardım dileriz. Bizi dosdoğru yola ilet, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve sapıklarınkine degil …” (Fâtiha 2-7).
İslâm öğretisinin en güzel ve tam ifadesini ortaya koyan diğer bir sûre de Kur’ân’ın son sûrelerinden biri olan İhlâs Sûresi’dir. Bu sûre, putperestler Peygamber’den Allah’ı tanımlamasını istediğinde indirilmiştir:
“De ki: O Allah birdir.
Allah Samed’dir (her şey ona muhtaçtır, daimdir, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır).
O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır.
Ve hiçbir şey O’nun dengi değildir” (İhlâs Sûresi).
Mustafa Demirci
Sitemizde sanatçıya ait toplam 50 eser bulunmaktadır. Sanatçının sayfasına gitmek için tıklayın.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.