Mustafa Demirci-Kureyş Karşı Çıkıyor
İslâm’ın ilk günlerinde, Peygamber’in etrafındakiler sık sık gruplar halinde Mekke’nin dışındaki derelere gider ve kimseye görünmeden cemaatla namaz kılarlardı. Fakat bir gün birkaç putperest, onlar namaz kılarken yanlarına geldiler ve alay etmeye başladılar. Sonunda karşılıklı çatışma başladı ve Zühre kabilesinden Sa’d, kâfirlerden birine bir devenin kaburgası ile vurdu ve onu yaraladı. İslâm’da ilk kan dökme bu olay sırasında meydana geldi. Fakat o günden sonra, Allah aksini emredinceye dek şiddetten kaçınmaya karar verdiler. Çünkü Vahiy sürekli olarak Peygamber’e dolayısıyla onlara sabrı tavsiye ediyordu: “Onların demelerine karşı sen sabret ve onlardan güzel kopma (düşünce ve eylem bakımından köklü bir tutum) ile kopup ayrıl” (Müzzemmil: 10) ve “Sen şimdi o küfretmekte olanlara bir mühlet ver, kendilerine az bir süre tanı.” (Müzzemmil: 10, I.I. 168)
Bu şiddet eylemi iki taraf için de bir istisna teşkil ediyordu. Çünkü Kureyş’in tümü, Peygamber (s.a.v.) onu açıkça tebliğ ettikten sonra bile, yeni dine hoşgörü gösteriyordu. Bu hoşgörü, yeni dinin kendi tanrılarına, ilkelerine ve kökleşmiş geleneklerine karşı çıktığını fark etmelerine dek devam etti. Bunun farkına varır varmaz, bir grup ileri gelen adam Ebû Tâlib’e gitti ve onun yeğeninin faaliyetlerini sınırlaması gerektiğini söylediler. Ebû Tâlib onlara yatıştırıcı bir cevap verdi; fakat onun hiçbir şey yapmadığını görünce tekrar geldiler ve şöyle dediler: “Ey Ebû Tâlib! Sen aramızda en şerefli ve en yüce konuma sahip olansın ve biz senden kardeşinin oğlunu kontrol altında tutmanı istedik, fakat sen böyle yapmadın. Tanrı’ya andolsun ki, babalarımızın hor görülmesine, tanrılarımızla alay edilmesine ve tanrılarımıza küfredilmesine dayanamayız. Ya O’nu engelle, ya da biz her ikinize de savaş açalım.” Ebû Tâlib büyük bir üzüntü içinde yeğenine haber gönderdi. Geldiğinde O’na, kendisini tehdit ettiklerini söyledi ve: “Ey kardeşimin oğlu! Kendini ve beni koru. Benim üstüme taşıyabileceğimden fazla yük yükleme” dedi. Fakat Peygamber (s.a.v.) ona şu cevabı verdi: “Allah’a andolsun ki, benim bu yolu bırakmam için güneşi sağ elime, ay’ı da sol elime verseler, Allah dinini zafere ulaştırmadıkça veya ben bu yolda harap olmadıkça bırakmam” (I.I. 168). Daha sonra gözlerinde üzüntü belirtileriyle gitmek üzere ayağa kalktı. Fakat amcası onu geriye çağırdı ve şöyle dedi: “Ey kardeşimin oğlu, git ve istediğini yap; çünkü Tanrı’ya andolsun ki seni hiçbir konuda yüzüstü bırakmayacağım.”
Sözlerinin Ebû Tâlib tarafından yerine getirilmediğini görmelerine rağmen, Kureyşliler yine de onun yeğenine doğrudan saldırmakta tereddüt ettiler. Çünkü kabilesinin şefi olarak Ebû Tâlib, onu koruyabilecek güçteydi ve Mekke’deki her şef, kendi adına şeflik kurumuna saygılı olunmasını isterdi. Bu yüzden, ilk olarak Mekke’de hiçbir koruyucusu bulunmayan ve yeni dine giren zayıf kişilerle uğraşmaya karar verdiler.
O günlerde, birlikte meselenin özünü tesbit etmek için bir danışma kurulu oluşturdular. Durum çok ciddiydi; hac zamanına kısa bir süre kalmıştı ve Arabistan’ın her tarafından Araplar Mekke’ye geleceklerdi. Kureyşliler konukseverlikleri ile meşhurdular. Onlar konuklarına sadece yiyecek ve içecek sağlama bakımından değil, her geleni tanrılarıyla birlikte kabul ettikleri için konukseverdiler. Fakat bu yıl hacılar, Muhammed (s.a.v.) ve taraftarının, putları horgördüğünü fark edecekler ve babalarının dinini bırakıp birçok dezavantajlara sebep olacak yeni dine girmeye çağrılacaklardı. Şüphesiz onların birçoğu bir daha Mekke’ye gelmeyecekler, bu da hem ticareti hem de Mescid’in koruyucularının şerefini ve haysiyetini kötü duruma sokacaktı. En kötü ihtimal ise Arabların birleşerek Kureyş’lileri Kutsal Mescid’den çıkarmaları ve orayı başka bir kabilenin kontrolüne vermeleriydi; aynen Kureyş’in Huzaa’lıları, Huzaa’lıların da Cürhümîleri kovmaları gibi. O halde Mekke’ye gelen Arablara, Muhammed’in (s.a.v.) Kureyş’i temsil etmediği iletilmeliydi. Fakat O’nun Peygamber olduğunu yalanlamak kolay olsa da, bu, insanları onun konuşmalarını dinlemeye dolaylı bir teşvikten öte gitmiyordu. Çünkü onlar da merak edip kendileri karar vermek isteyeceklerdi. Bunun yanı sıra onlara söylenecek başka şeyler de olmalıydı; işte Kureyşliler’in zaafı buradaydı. Bazıları onun için mecnûn (deli) demeyi uygun buldu. Bazılarına göre ise o bir kâhin, bir şair veya bir büyücü olmalıydı. Bu sıfatlardan hangisinin hacıları daha çok etkileyip ikna edeceği konusunda, kabilenin en etkili adamı olan Muğîre’nin oğlu Velîd’e danıştılar. Velîd, bu sıfatların hedeften uzak olduğunu söyledi. Fakat ikinci bir kez düşündüğünde söz konusu adamın gerçekte bir büyücü olmasa da, büyücülerle ortak bir noktası olduğuna karar verdi. O bir adamı, babasından, kardeşlerinden, karısından veya genelde tüm ailesinden ayırma gücüne sahipti. Bu yüzden Velîd onlara Muhammed (s.a.v.)’in kaçınılması gereken bir büyü gücüne sahip olduğu fikrinin ortak hücum alanı olması gerektiğini söyledi. Bu tavsiyeye uymaya karar veren Kureyşliler, Mekke’ye ulaşan tüm yolları kesip, yolcuları bu konuda uyarmaya da karar verdiler. Çünkü onlar Muhammed (s.a.v.)’in insan kazanmada ne denli başarılı olduğunu biliyorlardı. Bu tür vaazlar vermeye başlamadan önce O, Mekke’nin en sevilen adamı değil miydi? Ne dili belâgatını, ne de görünüşü etkileyiciliğini kaybetmemişti.
Plânları titiz bir şekilde uyguladılar. Sadece bir özel durumda başlangıçta yanlışa düştüler. Benî Gıfar kabilesinden Ebû Zer adındaki bir adam -bu kabile Mekke’nin kuzeybatısında, Kızıl Deniz yakınlarında yerleşiktir-Peygamber (s.a.v.) ve O’na karşı çıkanlar hakkında çok şeyler duymuştu. Kabilesindeki diğer insanlar gibi, Ebû Zer de bir eşkiya idi; fakat onların aksine Tanrı’nın birliğine inanıyor ve putlara saygı beslemeye karşı çıkıyordu. Kardeşi Üneys bir iş için Mekke’ye gitmiş ve dönüşünde Ebû Zer’e Mekke’de peygamber olduğunu iddia eden ve ‘Allah’tan başka tanrı yoktur’ diyen bir adamın varlığından ve onun kabilesi tarafından dışlandığından bahsetmişti. Orada gerçek bir peygamberin varolduğuna inanan Ebû Zer, hemen Mekke’ye doğru yola çıktı. Mekke’ye girişte yolunu kesen Kureyşliler onun tüm öğrenmek istediklerini sormasına gerek kalmadan anlattılar. Ebû Zer zorluk çekmeden Peygamber’in evini buldu. Peygamber o sırada avlunun bir köşesinde yüzünü örtüsüyle örtmüş bir halde, bir şilte üzerinde uyuyordu.
Ebû Zer onu uyandırdı ve selâm verdi. “Selâm üzerine olsun” dedi Peygamber. Ebû Zer, “Sözlerini bana oku” dedi. Peygamber: “Ben şâir değilim; benim okuduğum şey Kur’ân’dır ve konuşan ben değilim Allah konuşuyor” dedi. Ebû Zer: “O halde benim için oku” dedi. Peygamber (s.a.v.) ona bir sûre okudu, bunun üzerine Ebû Zer: “Allah’tan başka tanrı olmadığına ve Muhammed (s.a.v.)’ in O’nun Rasulü olduğuna şehadet ederim” dedi. Peygamber “Hangi kabiledensin?” diye sordu, adamın cevabı üzerine şaşkınlık içinde onu süzdü ve: “Şüphesiz Allah kimi dilerse, hidayete ulaştırır” dedi.[55] Benî Gıfar kabilesinin hemen hemen tümünün hırsız olduğu biliniyordu. Ona İslâmî emirleri öğrettikten sonra, Peygamber (s.a.v.), halkının yanına dönmesini ve emirlerini beklemesini söyledi. Bu yüzden Ebû Zer, Benî Gıfar’a döndü ve onun aracılığı ile çoğu kişi İslâm’a girdi. O sırada yine eski mesleğine devam ediyordu; fakat bu kez Kureyş kervanlarına özel bir ilgi gösteriyordu. Bir kervanın yolunu kestiğinde, eğer kervandakiler Allah’ın birliğini ve Muhammed (s.a.v.)’in O’nun rasûlü olduğunu kabul ederlerse, aldığı malları geri veriyordu.
Başka bir karşılaşma ise, Gıfar gibi batıda yerleşen bir başka kabilenin, Benî Devs’in İslâm’a girmesine neden oldu. Devs’li bir adam olan Tufeyl daha sonraları, Mekke’ye vardığında büyücü Muhammed’le konuşmaması ve kendisini ailesinden ve halkından ayrılabileceğinden dolayı hiç dinlememesi için nasıl uyarıldığını anlatır. Kureyş bu uyarılara çok önem veriyor ve yolcuları çok etkiliyordu. Tufeyl büyülenmekten o denli korkmuştu ki Mescid’e gitmeden önce kulaklarına pamuk tıkamıştı. Peygamber (s.a.v.) oradaydı, adeti olduğu üzere Yemen köşesi ile Haceru’l-Esved arasında, yüzü Kudüs yönüne çevrili ve Kâ’be’nin güneydoğu duvarı hemen önüne gelecek şekilde namaz için yerini almıştı. “Okuduğu Kur’ân âyetleri o kadar yüksek tonda değildi; fakat buna rağmen âyetlerden bir kısmını bana işittirdi, duyduğum şeyler çok güzeldi. Bu yüzden kendi kendime şöyle dedim: Ben sağduyulu bir adamım ve şâirim, yanlış ile doğruyu ayıramayacak kadar câhil de değilim. O halde neden bu adamın söylediklerini işitmemeliyim? Eğer doğruysa kabul ederim, yanlışsa bırakırım. Peygamber (s.a.v.) oradan ayrılana dek bekledim ve giderken onu takip ettim. Tam evine girdiği sırada hemen arkasından ben de girdim ve: ‘Ey Muhammed (s.a.v.)! Senin kabilendeki adamlar bana böyle böyle dediler, ben de o kadar korktum ki senin sözlerini duymamak için kulağıma pamuk tıkadım. Fakat imkânsız olduğu halde Allah bana senin sözlerini işittirdi. O halde kim olduğunu bana söyle’ dedim.”
Peygamber (s.a.v.) ona İslâm’ı anlattı ve Kur’ân okudu; Tufeyl de kelime-i şehadet getirdi. Daha sonra İslâm’ı tebliğ etmek için halkının yanına döndü. Babası ve karısı İslâm’a girdiler, fakat geri kalan Devs’liler küfürde ısrar ettiler. O da Mekke’ye büyük düş kırıklığı içinde döndü ve Peygamber’den onlara beddua etmesini istedi. Fakat bunun yerine Peygamber onların doğru yolu bulmaları için dua etti ve Tufeyl’e şöyle dedi: “Halkının yanına dön, onları İslâm’a çağır ve onlara tatlılıkla muamele et.” Tufeyl bu tavsiyelere harfiyyen uydu ve yıllar geçtikçe daha çok Devs’li aile İslâm’a girdi.
Peygamber’le karşılaşmadan önce Tufeyl, sadece onun düşmanlarına rastlamıştı; fakat diğer hacılar, kendilerine düşmanlarınkinden çok farklı bir hikâye anlatan Peygamber (s.a.v.) taraftarlarıyla karşılaştılar ve her biri yaratılışının gereği olarak iman etti. Tüm bunların sonucunda, Arabistan’ın her yerinde iyi veya kötü olarak yeni dinden bahsedilmeye başladı. Fakat yeni din hiçbir yere Yesrib vadisindeki kadar yaygın bir konuşma teması haline gelmemişti.
Mustafa Demirci
Sitemizde sanatçıya ait toplam 50 eser bulunmaktadır. Sanatçının sayfasına gitmek için tıklayın.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.