Web sitemize hoşgeldiniz, 28 Nisan 2024
Beğen 1

Mustafa Demirci-Savaş ve Barış

M.S. 626 yılının ilk aylarında Fâtıma bir erkek çocuğu daha dünyaya getirdi. Peygamber (s.a.v) el-Hasan ismini çok seviyordu. Bu nedenle Fâtıma’nın ikinci çocuğuna “küçük Hasan” yani “küçük güzel adam” anlamına gelen Hüseyin adını verdi. O sıralarda “fakirlerin annesi”diye tanınan yeni zevcesi Zeyneb hastalandı ve vefat etti. Vefat ettiğinde Peygamber (s.a.v)’le henüz sekiz aylık evli idi. Peygamber (s.a.v) onun cenaze namazını kıldırdı ve onu Baki mezarlığında kızı Rukiyye’nin mezarının yakınına gömdü. Bunu takip eden ay Peygamber (s.a.v)’in kuzeni Ebû Seleme (r.a.) Uhud’da aldığı -önce çabuk iyileşen, fakat sonradan tekrar açılan- yara nedeniyle öldü. Peygamber (s.a.v), öldüğü sırada onun yanındaydı ve o son nefesini verirken dua ediyordu. Öldükten sonra gözlerini de Peygamber (s.a.v) kapattı.
Ebû Seleme (r.a.) ve Ümmü Seleme (r.a.) birbirine çok bağlı bir çiftti. Ümmü Seleme kocasına ikisinden biri öldüğünde evlenmemek üzere anlaşma yapmalarını teklif etti. Fakat Ebû Seleme, eğer kendisi önce ölürse, karısının mutlaka evlenmesi gerektiğini söyledi ve şöyle dua etti: “Allah’ım, Ümmü Seleme’ye benden sonra, benden daha iyi ve ona acı ve elem çektirmeyecek bir koca ver!” Ebû Seleme’nin ölümünden dört ay sonra Peygamber (s.a.v) Ümmü Seleme’ye evlenme teklif etti. Ümmü Seleme kendisinin Peygamber (s.a.v)’e uygun bir eş olmadığını öne sürdü. “Ben yaşlı bir kadınım” dedi, “ve yetimlerin annesiyim. Bunların yanı sıra bir de benim kıskançlık huyum var. Ey Allah’ın Rasûlü, senin birden fazla eşin var” dedi. Peygamber (s.a.v) şöyle cevap verdi: “Yaş konusunu ele alırsak, ben senden yaşlıyım. Kıskançlığa gelince, Allah’a bu huyu senden alması için dua ederim. Çocuklarına ise Allah ve Rasûlü göz kulak olacaktır”. Böylece evlendiler ve Ümmü Seleme, sağlığında Zeyneb’e ait olan odaya yerleşti.
Ümmü Seleme (r.a.) yaşı ile ilgili söylediklerine rağmen henüz yirmidokuz yaşında genç bir kadındı. Ebû Seleme ile Habeşistan’a hicret ettiğinde sadece on sekiz yaşındaydı. Kıskançlığına gelince; Ümmü Seleme bu evlilikle imtihan edileceğinden haklı olarak korkuyordu. Bu korkuyu taşıyan sadece o değildi. Âişe, Hafsa ve Zeyneb’i zorluk çekmeden kabul etmişti. Fakat belki de kendi yaşı ilerlediği için -on dört yaşındaydı- bu kez durum farklıydı. Âişe, Ümmü Seleme’yi sık sık görürdü. Fâtıma’nın düğün hazırlıklarını birlikte yapmışlardı. Fakat Âişe hiçbir zaman ona muhtemel bir rakip gözüyle bakmamıştı. Fakat şimdi Medîne’de herkes Peygamber’in yeni evliliğinden ve gelinin güzelliğinden konuşuyordu. Âişe bunları duyduğunda sıkılmıştı. “Onun güzelliği ile ilgili şeyler bana anlatılınca çok üzülmüştüm” dedi. “Onu yakından görebilmek için gittim ve onun anlatılandan kat kat daha güzel olduğunu gördüm. Bunu Hafsa’ya da anlattım. Hafsa: ‘Hayır, sen kıskandığın için böyle söylüyorsun o anlattıkları gibi değil’ dedi. Daha sonra kendi gözüyle karar vermek için Ümmü Seleme’nin yanına gitti. Döndüğünde bana: ‘Onu kendi gözlerimle gördüm. Senin söylediğin kadar güzel değil, ama yine de güzel sayılır’ dedi. Bunun üzerine tekrar onu görmeye gittim. Gerçekten de Hafsa’nın dediği gibiydi. Fakat ben yine de kıskanıyordum.”
Ebû Süfyân’ın Uhud’dan sonra teklif ettiği ve Peygamber (s.a.v)’in kabul ettiği Bedir’de yapılacak olan ikinci çarpışmanın zamanı yaklaşıyordu. Fakat o yıl kurak bir yıldı ve Ebû Süfyân, yolculukta atların ve develerin yiyebileceği yeşillikler olmadığının farkındaydı. Savaş boyunca gerekli olan yemi Mekke’den taşımaları gerekiyordu. Fakat Mekke’deki stokları da bitmek üzereydi. Ebû Süfyân kendi teklifinden geri dönme şerefsizliğini göstermek istemiyordu. Muhammed (s.a.v)’in bu anlaşmayı bozmasını bekliyordu. Fakat Yesrib’den savaşa hazırlanıldığı haberleri geliyordu. Kararını değiştirmesi için ona bazı şeyler teklif edebilir miydi? Ebû Süfyân, Süheyl ve diğer birkaç Kureyş liderine danıştı. Birlikte bir plan yaptılar. Gatafan kabilesinin Beni Aşça’ kolunun liderlerinden olan Nu‘aym, Süheyl’in arkadaşıydı ve o sırada Mekke’de idi. Ona güvenebileceklerini düşündüler. O, Kureyş’ten olmadığı için tarafsız ve objektif bir gözlemci ve tavsiyeci gibi görülebilirdi. Eğer Müslümanları Bedir’deki karşılaşmadan vazgeçirmeyi başarırsa, ona yirmi deve vereceklerini vaad ettiler. Nu‘aym bu teklifi kabul etti ve vahaya doğru yola çıktı. Orada Ebû Süfyân’ın Bedir’deki karşılaşma için çok büyük bir ordu kurduğu haberini yaydı. Her toplulukla ayrı ayrı konuştu. Ensâra, muhâcirlere, Yahudilere ve münafıklara tehlikenin geldiğini söyledi ve haberini şöyle bir tavsiyeyle noktaladı: “Burada kalın, onlara karşı çıkmayın. Hiçbirinizin sağ olarak geri dönebileceğinizi zannetmem.” Yahudiler ve münafıklar Mekkelilerin ordu hazırlamasına sevindiler ve bu haberlerin Medîne’de daha da yayılmasını sağladılar.
Nu‘aym, Müslümanlar üzerinde de etkili olmuştu. Çoğu Bedir’e gitmenin akıl kârı olmadığını düşünüyordu. Müslümanların bu tutumunu Peygamber (s.a.v)’de haber aldı ve kendisiyle birlikte kimsenin gelmeyeceğinden endişe etmeye başladı. Fakat Ebû Bekir ve Ömer her ne olursa olsun Kureyş’e verdiği sözden dönmemesi için onu uyardılar. “Allah dinini destekler” dediler, “Ve Allah, Rasûlü’ne güç verir”. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v): “Tek başıma bile olsam gideceğim” dedi.
Bu bir-iki kelime Nu‘aym’ın develerinden olmasına ve tam başaracağını sandığı anda tüm çabalarının boşa gitmesine neden oldu. Fakat Nu‘aym görevinin yanlış olduğunu fark etmişti. Medîne’de kendi deneyimlerinin ve etkisinin ötesinde bir şeylerin yürürlükte olduğunu anlamış ve İslâm’ın ilk tohumlarını kalbine yerleştirmişti. Peygamber (s.a.v) önceden kararlaştırdığı şekilde beş yüz deve ve sürücüsü ile on da atlı adamı yanına alarak yola çıktı. Çoğu Bedir panayırında satmak üzere yanlarına ticârî eşya almışlardı.
O sırada Ebû Süfyân Kureyşlilere şöyle diyordu: “Bir-iki günü yolda geçirelim, sonra geri dönelim. Eğer Muhammed (s.a.v) ortaya çıkmazsa, bizim yola çıktığımızı ve tekrar geri döndüğümüzü duyacaktır. O sözünde durmamış ve sözünden dönme suçu ona ait olacaktır”. Fakat Ebû Süfyân’ın ümitlerinin tersine peygamber (s.a.v) ve arkadaşları gelmişler ve Bedir panayırında sekiz gün kalmışlardı. Panayıra katılan Araplar ise Kureyş’in sözünden döndüğü ve Peygamber (s.a.v)’in sözünde durduğu haberini tüm Arabistan’a yaymışlardı. Müslümanların iyi şöhretinin arttığı ve kendilerinin Arapların gözünden düştüğü haberi Mekke’ye ulaştığında Safvân ve diğerleri Bedir’de ikinci bir karşılaşma için söz verdiği için Ebû Süfyân’ı azarladılar. Fakat bu başarısızlık onların bu yeni dini ve taraftarlarını ortadan kaldırmak için planladıkları büyük savaş hazırlıklarını engellemedi.
Bedir’den döndükten sonra Medîne’de bir ay boyunca barış dolu bir ortam yaşandı. Fakat bir ay kadar bir süre sonra bazı Gatafan kabilelerinin Yesrib’e saldırı hazırlıklarına giriştiği haberi ulaştı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) hemen dört yüz kişilik bir ordu kurup Necd üzerine yürüdü. Ama onlar oraya ulaştıklarında düşman çoktan kaçmıştı. Bu sefer sırasında Peygamber (s.a.v)’e “Korku namazı”nı nasıl kılacağını anlatan bir vahiy geldi. Bu âyetlerde savaş sırasında ordunun nasıl namaz kılacağı, düşmandan korku anında neler yapılacağı, nasıl bir grup namaz kılarken, diğer bir grubun gözcülük edeceği anlatılıyordu. (Nîsâ: 101-102).
Bu grupla birlikte yolculuk edenlerden biri de Abdullah’ın oğlu Câbir idi. Daha sonraki yıllarda, konak yerlerinden birinde meydana gelen bir olayı şöyle anlattı: “Biz Peygamber (s.a.v)’in yanındayken ashâbdan biri elinde yakaladığı bir kuşla geldi. O sırada yavru kuşun annesi kendisini o adamın ellerine attı. Herkes hayret içindeydi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) şöyle dedi: ‘Bu kuşa mı hayret ediyorsunuz? Onun yavrusunu aldınız, o da merhametinden kendisini sizin ellerinize yavrusunun yanına attı. Allah’a yemin ederim ki Rabbiniz size karşı bu kuşun yavrusuna gösterdiği merhametten daha fazla merhamet eder. Daha sonra adama yavru kuşu aldığı yere koymasını emretti”.
Peygamber (s.a.v), bir keresinde de şöyle demiştir:
“Allah’ın yüz rahmeti vardır. Bunlardan birini insanlar, cinler, sığırlar ve diğer hayvanlara indirmiştir. Bu şekilde, bu yaratıklar birbirlerine karşı merhamet beslerler ve vahşî yaratıklar yavrusuna karşı merhametli olmaya yönelir. Geri kalan doksan dokuz merhameti de Allah kendisine ayırmıştır. Bununla hesap günü kullarına merhamet eder.”
Câbir (r.a.) Medîne’ye dönerken Peygamber (s.a.v)’le birlikte birkaç kişinin geriden takip ettiği ve diğer grupların çok önlerde yol aldığı haberini de vermiştir. Câbir’in devesi yaşlı ve zayıf olduğu için çoğunluğu oluşturan ilk gruba ayak uyduramamış ve geri kalmıştı. Peygamber (s.a.v) ona rastlayınca neden bu kadar geride kaldığını sordu. O: “Ey Allah’ın Rasûlü!” dedi, “Bu deve bundan hızlı gidemiyor”. Peygamber (s.a.v): “Deveni çöktür” dedi. Kendi devesini de çöktürdü. Câbir (r.a.) bundan sonrasını şöyle anlatıyor: “Şu sopayı bana ver dedi, ben de verdim. Peygamber (s.a.v) elindeki sopayla bir iki kez ona vurdu. Daha sonra deveme binmemi istedi ve yolumuza devam ettik. Rasûlünü Hak’la gönderene yemin olsun ki benim devem onunkini geçti.”
“Yol boyunca Rasûlullah (s.a.v)’la sohbet ettik. O bana: ‘Deveni bana satar mısın?’ dedi. Ben ‘Onu sana hibe ederim’ dedim. O, ‘Hayır onu bana sat’ dedi. Câbir onun sesinin tonundan pazarlık yapmak istediğini anladı. ‘Ona bir fiyat vermesini söyledim’ dedi. Câbir, bana: ‘Ona bir dirhem veririm’ dedi. Ben ‘Bu çok az’ dedim. O, ‘Peki iki dirhem olsun’ dedi. Fakat ben yine ‘Hayır’ dedim. O da fiyatı kırk dirheme yani bir birim ons altına ulaşıncaya kadar yükseltti. Bu fiyata razı oldum. Bana, ‘Sen hiç evlendin mi, Câbir?’ diye sordu. Ben de evlendiğimi söyledim. O: ‘Daha önceden evlenmiş biriyle mi yoksa bâkireyle mi?’ diye sordu. Ben: ‘Daha önce evlenmiş biriyle’ deyince: ‘Neden bir kızla evlenmedin? Sen onunla oynardın, o da seninle oynardı’ dedi. ‘Ey Allah’ın Rasûlü!’ dedim, ‘Babam Uhud’da öldü, geride kalan yedi kız kardeşimi bana emanet etti. Bu nedenle onlara bakacak saçlarını tarayacak ve onlara annelik edecek bir kadınla evlendim.’ Bana iyi bir seçim yaptığımı söyledi. Daha sonra bana Medîne’den üç mil uzaktaki Şirar’a ulaştıklarında develeri orada kurban edeceğinden, günü orada geçireceğimizden ve karımın bizim eve dönüş haberimizi aldığında minderlerin tozunu silkmeye girişeceğinden bahsetti. ‘Bizim hiç minderimiz yok’ dedim. O, ‘Olacak, eve döndüğünde yapılması gerekenleri yap’ dedi.
Döndüğümüz günden sonraki ilk sabah devemi aldım ve Peygamber (s.a.v)’in kapısı önüne çöktürdüm. Peygamber (s.a.v) bana deveyi oraya bırakıp mescidde iki rekat namaz kılmamı söyledi. Ben de onun dediğini yaptım. Daha sonra Hz. Bilâl’e bana bir birim ons altın vermesini emretti. Bilâl (r.a.) terazisinin tarttığından biraz daha fazlasını verdi. Altını aldım ve gitmek üzere geri döndüm. Fakat Peygamber (s.a.v) beni geri çağırdı. ‘Deveni al’ dedi, o senindir, onun için sana ödenen para da senindir.
Bu aylardan birinde Selmân-ı Fârisî danışmak ve yardım dilemek üzere Peygamber (s.a.v)’e geldi. Benî Kurayza Yahudilerinden olan sahibi onu Medîne’nin güneyindeki arazisinde o kadar sıkı çalışmaya zorluyordu ki, Selmân’ın Müslüman cemaatle yakın bir ilişkiye girmesi mümkün olmuyordu. O, ne Uhud’da, ne Bedir’de, ne de son dört yılda Peygamber (s.a.v)’in çeşitli aralıklarla yaptığı seferlerin hiçbirinde bulunamamıştı. Bu durumundan kurtulmasına bir çare yok muydu? Sahibine, özgürlüğüne kavuşmasının kendisine kaça mal olacağını sormuştu. Fakat sahibinin öne sürdüğü fiyat çok yüksekti. Özgürlüğüne kavuşabilmesi için, ona kırk birim ons altın vermesi ve üç yüz hurma ağacı dikmesi gerekiyordu. Peygamber (s.a.v) ona, sahibi ile birlikte altınlar ve hurma ağaçlarına karşılık kendisinin özgür bırakılacağını belirten bir anlaşma metni yazmalarını söyledi. Daha sonra arkadaşlarını çağırdı ve onlardan hurma ağaçlarının dikiminde Selmân’a yardım etmelerini istedi. Biri otuz, biri yirmi hurma fidanı verdi. Derken fidanların sayısı üç yüze tamamlandı. Peygamber (s.a.v): “Selmân, git ve çukurları aç. Daha sonra beni çağır, ağaçları elimle ben dikeceğim” dedi. Ashab da Selmân’a araziyi hazırlamada yardım ettiler. Üç yüz hurmanın hepsini Peygamber (s.a.v) kendi eliyle dikti. Ağaçların hepsi kök saldı ve gelişti.
Fiyatın geri kalanını ödemek üzere, Peygamber (s.a.v) kendisine maden ocaklarından biri tarafından verilen kuş yumurtası büyüklüğündeki altın parçasını Selmân’a verdi. Selmân bunun özgürlüğünü satın almaya yetmeyeceğini düşünerek: “Bu benim ödemem gerekenin ne kadarını karşılar acaba?” dedi. Peygamber (s.a.v) altını ondan aldı ve ağzına koyup dilinin altında çevirdi. Sonra Selmân’a uzattı ve “Bunu al, fiyatın tümünü bununla öde” dedi. Selmân kırk birim ons altına denk gelen bu altını verdi ve özgürlüğüne kavuştu.
Medîne’de bir ay daha barış yaşandı. Bir aydan sonra Peygamber (s.a.v) bin kişilik bir orduyla, Suriye sınırındaki Dûmetü’l-Cendel vadisine doğru beş yüz millik bir sefer yaptı. Çoğu Benî Kelb kabilesinden olan çapulcuların buralarda karışıklıklar çıkardığı haberi gelmişti. Çapulcular birçok kez Medîne’ye gitmekte olan kervanların un ve yağ yüklerine el koymuşlardı. Onların Kureyş’le bir anlaşmaya girmiş olmaları ihtimali de vardı. Eğer Kureyş bir gün İslâm’ı tamamen ortadan kaldırmak için saldırıya geçerse, bunlar da kuzeyden onlara destek olabilirlerdi. Peygamber (s.a.v) ve arkadaşları sürekli böyle bir güne hazırlanıyorlardı. Her ne kadar bu seferin sonuçları çapulcuları bastırıp onların sürülerini ve mallarını ganimet olarak almak gibi görünüyorsa da, bu yürüyüş, kuzeydeki kabilelerin Arabistan’da gelişen bu yeni gücü fark etmelerini de sağlamıştı. Eskiden uzun yıllar süren iç savaşlar Medîne’yi dış saldırıya açık hale getiriyordu. Fakat içerideki bu uyuşmazlık yerini büyük ve şaşırtıcı bir hızla yayılan bir ahenk ve uzlaşmaya bırakmıştı. Bu ahengi daha korkulacak hale getiren dei Medînelilerin en kesin savunma aracının saldırı olduğunu anlamaları ve buna göre davranmalarıydı.
Dışarıdan görünen buydu. Fakat yakından topluluğu gözleyenler bu gücün göründüğünden de büyük olduğunu görebiliyorlardı. Çünkü bu güç, mucizevî bir birliğe dayanıyordu. Vahy’de şöyle deniyordu:
“Sen yeryüzündekilerin tümünü harcasaydın bile, onların kalblerini uzlaştıramazdın. Ama, Allah onların aralarını uzlaştırdı.” (Enfâl: 63)
Bu birliğin gerçekleşmesini sağlayan en büyük etken de Peygamber (s.a.v)’in varlığıydı. Onun varlığının câzibesi Allah tarafından o denli arttırılmıştı ki iyi niyetli hiçbir kimse ona karşı koyamazdı. “Ben size, oğlunuzdan, babanızdan ve diğer insanlardan daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmazsınız.”Fakat bu cümle, Peygamber (s.a.v)’in isteğini belirtmekten ziyade zaten var olan ve: “Anam, babam sana feda olsun!” deyimiyle ifade edilen sevginin bir nevi tasdikiydi.
Barış zamanları Peygamber (s.a.v) için dinlenme zamanları değildi. O, günün üçte birinin ibadet, üçte birinin iş ve üçte birinin de aileyle ilgilenerek geçirilmesinin ideal olduğunu söylemişti. Son olarak belirtilen zamanın içine yemek ve uyku da dahildi. İbadete gelince çoğunlukla geceleri yapılıyordu. Akşam ve sabah namazlarının yanı sıra, bu namazlardan sonra nafile namazlar da kılıyorlardı. Aynı zamanda Kur’ân’da uzun uzun Kur’ân okunulması söyleniyor, Peygamber (s.a.v)’de ashâba birçok dualar öğretiyordu. Uzun gece namazları vahyin ilk indiği günlerden itibaren adet olmuştu. Fakat bu âyetlerin indiği topluluk, seçilmiş bir topluluktu. Medîne’de de seçilmiş bir mü’minler topluluğu vardı. Ancak son yıllarda İslâm’ın hızla yayılmasıyla bu seçilmiş topluluk azınlık haline gelmişti. Uzun süre namaz kılma zorunluluğunu azaltmak için bir âyette bu gruba, “Seninle birlikte olanlar” diye değiniliyordu:
“Gerçekten Rabbın, senin gecenin üçte ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve üçte birinde (namaz için) kalktığını bilmektedir; seninle birlikte olanlardan bir topluluğun da (böyle yaptığını bilmektedir). Geceyi ve gündüzü Allah takdir etmektedir. Sizin bunu sayamayacağınızı bildi, böylece de tevbenizi (O’na dönüşünüzü) kabul etti. Şu halde Kur’ân’dan kolay geleni okuyun.” (Müzzemmil: 20).
Fakat ashâb yine de geceleri namaz kılmaya devam ettiler. Peygamber (s.a.v) gecenin en hayırlı bölümünün son üçte biri olduğunu söylemişti: “Her gece gecenin son üçte biri gelmeden Rabbimiz -Teâlâ- en alt semaya tecelli eder ve şöyle der: “Beni çağıran kim, ki ona cevap vereyim?” Bu sıralarda mü’minleri tanımlayan şu âyetler de nazil oldu.
“Onların yanları (gece namazına kalkmak için) yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve ümitle dua ederler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk ederler. Artık hiçbir nefis, yapmakta olduklarına karşılık olmak üzere, kendileri için gözler aydınlığı olarak nelerin (sayısız nimetlerin) saklandığını bilmez”. (Secde: 16-17)
Günün eşit parçalarını oluşturması gereken ibadet, çalışma ve aileyle ilgilenme vakitleri ancak yaklaşık olarak eşitlenebiliyordu. Aileyle ilgilenmeye gelince, Peygamber (s.a.v)’in kendi evi yoktu ve her akşam sırası gelen eşinin evine gider ve orası onun yirmi dört saatlik evi olurdu. Gün boyunca kızları veya halası Safiye onu ziyaret eder veya O, onları ziyaret ederdi. Fâtıma çoğunlukla iki oğlunu O’na göstermek için getirirdi. Hasan yaklaşık olarak bir buçuk yaşında, Hüseyin ise sekiz aylıktı ve henüz yürümeye başlıyordu. Peygamber (s.a.v), çoğunlukla annesi Zeyneb’in yanından ayrılmayan torunu Ümâme’yi de severdi. Birkaç kez Peygamber (s.a.v.) onu mescide getirmişti. Namaz sırasında ayakta durduğu zamanlar omuzunda taşımış, rükû’ ve secde sırasında yanına oturtmuştu. Ayağa kalktığında tekrar omuzuna bindirmiş ve namazı bu şekilde kıldırmıştı. Peygamber (s.a.v)’in çok sevdiği çocuklardan biri de Zeyd ve Ümmü Eymen’in oğulları Üsâme idi. Peygamber (s.a.v) onu hem kendisine değer verdiği hem de anne ve babasını sevdiği için seviyordu. Üsâme, evin bir torunu olarak çoğunlukla evin içinde veya kapısının önünde vakit geçirirdi.
Çoğu öğleden sonraları Peygamber (s.a.v) Mekke’de olduğu gibi Ebû Bekir’i ziyaret ederdi. Çoğu zaman aile meseleleri ve iş konuşmaları birbirinin aynı oluyordu. Çünkü Peygamber (s.a.v) devlet meselelerini kayınpederi Ebû Bekir, oğlu Zeyd ve damatları Ali ve Osman’a sormayı tercih ederdi. Fakat iş sanki Peygamber (s.a.v)’in tüm zamanını alacak kadar fazla idi. Çünkü Medîne’de bir problemi çözmede, bir anlaşmazlığı ortadan kaldırmada hiçbir söz onunki kadar etkili değildi. Hatta, ihtiyaçları olduğunda kendisine inanmayan bazıları da ondan yardım istiyordu. Yahudilerle Müslümanlar arasında da sık sık anlaşmazlıklar meydana geliyordu. Çoğunlukla da zulme uğrayan davacı oluyordu. Örneğin, ensârdan biri, Yahudi’nin birinin ettiği yemini duyduğunda onu tartaklamıştı. Müslüman: “Sen, Peygamber (s.a.v) aramızda iken nasıl Mûsâ’yı bütün âlemlerin üstüne seçkin kılana andolsun dersin?” demişti. Yahudi Peygamber’e şikayet etmiş, o da sinirlenerek Müslümanı azarlamıştı. Kur’ân’da Mûsâ hakkında şöyle deniyordu: (Allah), “Ey Mûsâ!” dedi. “Sana verdiğim risaletimle ve seninle konuşmamla seni insanlar üzerinde seçkin kıldım!” (A’râf: 144). “Gerçek şu ki, Allah, Âdem’i, Nûh’u, İbrahim ailesini ve İmrân ailesini âlemler üzerine seçti.” (Âl-i İmrân: 33) Adamın asıl düşüncesini anlayan Peygamber (s.a.v): “Benim Mûsâ’dan daha iyi olduğumu söyleme” diye ekledi. Başka bir yanlışlığa dikkati çekerek de: “Hiçbiriniz benim Yûnus’dan daha iyi olduğumu söylemesin” demiştir. Vahiy zaten onlar İslâm akidesini tanımlarken şöyle diyordu:
“Onun peygamberleri arasında hiçbirini (diğerlerinden) ayırt etmeyiz”. (Bakara: 285)
Hem içteki ahengi sağlamak, hem de Arabistan’daki ve daha ötelerdeki uluslarla ilişkileri düzene sokmak gibi toplumun genel ihtiyaçlarının yanı sıra Peygamber (s.a.v) mü’minlerin tamamen kişisel olan sorunlarını çözmede de onlara yardım etmek durumundaydı. Bu kişisel sorunlar bazen Selmân’ınki gibi tamamen maddî, bazen de Temîm kabilesinden Hanzele’ninki gibi manevî oluyordu. Hanzele ilk önce durumunu Ebû Bekir’e açmış; fakat Ebû Bekir bu soruna daha yetkili birinin, yani Peygamber (s.a.v)’in çözüm getirebileceğini hissetmişti. Adamın yüzü acıyla doluydu. Peygamber (s.a.v) sorunun ne olduğunu sorduğunda “Ey Allah’ın Rasûlü, Hanzele ikiyüzlü bir adam” dedi. Peygamber (s.a.v) bununla neyi kasdettiğini sorduğunda şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasûlü! Biz senin yanında iken sen bize Cennet ve Cehennemi anlatıyorsun. Biz de onları görür gibi oluyoruz. Fakat senden ayrıldığımız zaman hanımlarımız, çocuklarımız ve mallarımız bizi kendilerine çekiyor ve biz senin söylediklerini unutuyoruz”. Peygamber (s.a.v)’in cevabı bu ideallere ulaşmak için gösterilen çabanın, günlük hayatın normal akışını durdurmaksızın sürmesi gerektiğini vurguluyordu: “Nefsimi kudret elinde tutana andolsun ki,” dedi, “Eğer siz sürekli benim yanımda iken veya Allah’ı hatırladığınız zaman içinde bulunduğunuz hal üzere olsaydınız, şüphesiz melekler sizinle musâfaha ederler ve sizi evlerinizde ziyaret ederlerdi.”
Peygamber (s.a.v)’in zamanını alan bu tür ihtiyaç ve istekler kaçınılmazdı. Fakat onun başka yönlerden korunması gerekiyordu. İşte bu koruma, onun ayrıcalıklı konumunu vurgulayan beklenmedik bir olayla ilgili olarak ortaya çıktı. Peygamber (s.a.v), bir gün Zeyd (r.a.)’e bir şey sormak için evine gitmişti. Kapıyı Zeyneb (r.a.) açtı ve kapının önünde durarak Zeyd’in evde olmadığını söyledi; fakat yine de içeri girmesi için onu davet etti. Bir anlık bakışma, iki kuzen arasında sürekli varolan sevginin ikisi tarafından da farkına varılmasına yol açtı. Peygamber (s.a.v) Zeyneb (r.a.)’in kendisini sevdiğini, kendisinin de Zeyneb (r.a.)’i sevdiğini ve bunu Zeyneb’in de bildiğini biliyordu. Fakat bunun ne anlamı olabilirdi? Duygularının şiddetine şaşırarak Peygamber (s.a.v) teklifini reddetti. Zeyneb onun uzaklaşırken şöyle dua ettiğini duydu: “Hamd Allah Teâlâ’yadır! Hamd insanların kalbini düzenleyen ve idare eden Allah’adır!” Zeyd (r.a.) eve döndüğünde Zeyneb ona Peygamber (s.a.v)’in ziyaretini ve giderken okuduğu duayı anlattı. Zeyd, hemen Peygamber (s.a.v)’e gitti ve şöyle dedi: “Evime geldiğini duydum. Bana annemden ve babamdan daha yakın olduğun halde neden içeri girmedin? Yoksa Zeyneb mi hoşuna gitti? Eğer öyle ise onu boşayayım.” Peygamber (s.a.v) ısrar ederek: “Karını tut ve Allah’tan kork” dedi. O bir keresinde: “Mübah olan şeyler içinde Allah’ın en sevmediği şey boşanmadır”demişti. Zeyd, ertesi gün tekrar aynı teklifle geldiğinde Peygamber (s.a.v) ona yine aynı şeyi söylemişti. Fakat Zeyd’le Zeyneb’in evliliği mutlu bir evlilik değildi ve Zeyd artık buna dayanamıyordu. Bu nedenle karısı ile anlaştı ve Zeyneb (r.a.)’i boşadı. Yine de bu boşanma Zeyneb’i Peygamber (s.a.v) için uygun bir eş kılmıyordu. Çünkü Kur’ân, “kendi sulblerinden çıkan” oğullarının hanımlarıyla evlenmeyi yasaklıyordu. Ve biyolojik olarak kendinin olan bir çocukla, evlat edinilen bir çocuğu ayrı tutmama uzun zamandan beri devam eden bir gelenekti. Peygamber (s.a.v)’in durumu da evlenmeye müsait değildi. Çünkü İslâm’ın müsaade ettiği sayıda -en fazla dört- eşi vardı. Bu olaydan sonra birkaç ay geçti. Peygamber (s.a.v) hanımlarından biri ile konuşurken vahiy geldi. Peygamber (s.a.v) kendisine geldiğinde ilk sözleri şunlar oldu: “Kim gidip Zeyneb’e müjde verecek ve Allah’ın onu semada benimle evlendirdiğini haber verecek?” Uzun süreden beri kendisini aileden sayan Safiye’nin hizmetçisi Selmâ oradaydı. Bu sözleri duyunca hemen Zeyneb’in evine gitti. Zeyneb bu sevinçli haberi duyunca Allah’a hamd etti ve hemen Kâ’be’ye doğru secdeye kapandı. Daha sonra bilekliklerini, bileziklerini ve gümüş kolyelerini toplayıp Selmâ’ya verdi.
Zeyneb (r.a.) artık genç değildi, hemen hemen kırk yaşına gelmişti. Fakat yine de dikkat çekici güzelliğini koruyordu. Bunun yanı sıra o, zâhid bir kadındı. Uzun gece namazları kılar, nafile oruç tutar ve cömertçe fakirlere dağıtırdı. Dericilikten anladığı için ayakkabı ve çeşitli eşyalar yapar ve bunlardan kazandığı parayı sadaka olarak harcardı. Bu kez onun için bir düğün merasimine gerek yoktu. Çünkü inen vahiy nikâhın akdedildiğini belirtiyordu; “Biz onu seninle evlendirmiş olduk.” (Azhâb: 37). Yapılması gereken şey, sadece gelini damadın evine götürmekti ve bu da geciktirilmeden yapıldı.
Âyetler, gelecekte artık evlad edinilenlerin, kendi babalarının adıyla anılmaları gerektiğini de vurguluyordu. O günden itibaren otuz beş yıldan beri Zeyd İbn Muhammed diye anılan Zeyd, Zeyd İbn Hârise diye anılmaya başlandı. Fakat bu onun evlad edinilmesi olayını yürürlükten kaldırmıyordu. Biri elli, diğeri altmışına yaklaşmış olan evlat edinen ve edinilen arasındaki samimiyet ve sevgi de bundan zarar görmüyordu. Bu sadece, aralarında kan bağı olmadığını hatırlatmadan ibaretti. Bu anlamda âyetler şöyle devam ediyordu:
“Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir; ancak O, Allah’ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzâb: 37)
Diğer âyetler de, Peygamber (s.a.v) ve onu takip edenler arasındaki büyük ayırımı vurguluyordu. Onlar, Peygamber (s.a.v)’e birbirlerine hitap ettikleri gibi hitap etmezlerdi. Allah’ın verdiği dörtten fazla hanımla evlenme izni sadece ona mahsustu, toplumun geri kalanı bu izne dahil değildi. Bunun yanı sıra onun eşlerine “mü’minlerin anneleri” adı verilmiş ve onlara öyle yüksek bir statü verilmişti ki, Peygamber (s.a.v)’den sonra onların başkalarıyla evlenmesi yasaklanmıştı. Mü’minlerden biri onlara bir şey sormak istediği zaman bir perde arkasından sormalıydı. Âyette şu da belirtiliyordu:
“Ey iman edenler! Peygamberin evlerine yemek için izin verilmeden ve vaktine de bakmaksızın girmeyin; ancak çağırılırsanız artık girin; yemeği yediğinizde de dağılıverin. Söz ve sohbet için de (evlerine) girmeyin. Gerçekte bu, Peygamber’e eziyet vermekte ve o da sizden utanmaktadır; oysa Allah, hak(kı açıklamak)tan utanmaz” (Ahzâb: 40).
Ashâb Peygamber (s.a.v)’i çok sevdiği ve mümkün olduğu kadar uzun süre onun yanında kalmak istediği için, onlara bu tür engeller konulması gerekliydi. Onunla birlikte olanlar, ondan ayrılmak istemezlerdi. Onlar kaldıklarında ise kimse onları suçlamazdı. Çünkü Peygamber (s.a.v) biriyle konuştuğu zaman ona öyle dikkat eder ve ilgisini onda öyle yoğunlaştırırdı ki, karşısındaki diğerlerine verilmeyen bazı ayrıcalıkların kendisine verildiğini zannedebilirdi. O, birinin elini tutsa, hiçbir zaman ilk bırakan kendisi olmazdı. Fakat Peygamber (s.a.v)’i korumakla birlikte vahiy, literatüre yeni bir unsur ilave ediyordu. Bu şekilde arkadaşları ona besledikleri sevgiyi, onun yanında olmadıkları zamanlarda da ifade edebileceklerdi.
“Hiç şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât etmektedirler. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin.” (Ahzâb: 53)
Bundan kısa bir süre sonra Peygamber şunu da haber verdi: “Bana bir melek geldi ve şöyle dedi: Sana bir kere salât eden kimse yoktur ki Allah ona on kez salât etmesin.”


Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.