Mustafa Demirci-Üç Soru
Kureyşliler toplandıkları her seferde, kendilerince en büyük problem telakki ettikleri konu hakkında mutlaka konuşurlardı ve bu kez Yesrib’deki Yahudi âlimlerine danışmak üzere adam göndermeye karar verdiler. Gönderecekleri iki elçiye: “Onlara Muhammed’den bahsedin, onu tarif edin ve söylediklerini iletin; çünkü onlar ilk kutsal kitaba inanıyorlar ve mutlaka Peygamberler hakkında bilgileri vardır. Oysa bizim bu konuda hiçbir bilgimiz yok.” dediler. Yahudi âlimleri onlara şu cevabı gönderdi: “Ona bizim söyleyeceğimiz şu üç soruyu sorun. Eğer bu sorulara cevap verebilirse, O Allah’ın peygamberidir; fakat eğer cevap veremezse yalancı ve sahtekârdır. Ona, eski günlerde ülkesini terk eden genç adamları, onlara ne olduğunu ve ilginç hikâyelerini sorun. Yeryüzünün ötesine, doğusuna ve batısına ulaşan uzak yolların yolcusundan haber vermesini isteyin. Bir de Ruh’u onun ne olduğunu sorun. Eğer size bunları söyleyebilirse ona uyun çünkü O bir peygamberdir”.
Elçiler Mekke’ye bu haberle döndüğünde, Kureyş liderleri Peygamber’e haber gönderdi ve bu üç soruyu sordu. Peygamber: “Yarın size bunların cevabını vereceğim” dedi; fakat “İnşaallah (Allah dilerse)” demeyi unuttu. Ertesi gün Kureyşliler cevap için geldiğinde onları geri gönderdi. O günden itibaren on beş gün boyunca hiçbir vahiy gelmedi, Cebrâîl de hiç yanına uğramadı. Mekkeliler onunla alay ettiler, o ise bu sözler için ve beklediği yardımı almadığı için çok üzülüyordu. En sonunda Cebrâîl, onu teselli eden ve üç soruya da cevap veren Vahyi getirdi. Bu uzun bekleyişin sebebi şu âyetlerle açıklanıyordu:
“Hiçbir şey hakkında ‘Ben bunu yarın mutlaka yapacağım’ deme. Ancak: ‘Allah dilerse’ ( yapacağım de).” (Kehf: 23-24).
Vahyin bu gecikişi her ne kadar Peygamber ve mü’minleri üzmesine rağmen aynı zamanda mü’minlere güç kazandırmıştır. Her ne kadar kâfirler bu gecikmeden sonuç çıkarmayı reddettilerse de, kafalarında şüphe olan birçok Kureyşli için bu, Vahy’in Peygamber (s.a.v.) tarafından uydurulmadığına, bilâkis Allah’tan geldiğine delil idi. Eğer Muhammed (s.a.v.) daha önceki Vahiyleri uydurdu ise bu kadar alay edilme ve üzüntüye rağmen bu kez Vahyi geciktirmesi anlamsız değil miydi?
İnananlar da her zaman olduğu gibi vahyin kendisinden güç alıyorlardı. Kureyşliler, eski günlerde ülkelerini terk eden gençlerin hikâyesini sorduklarında – bu hikâyeyi o zamana kadar Mekke’de hiç kimse duymamıştı- bu hikâyenin o anki durumlarıyla ilgili olduğunu, inananların yüceliğini ve inanmayanların kötülüğünü anlattığını bilmiyorlardı. Efes’li uyuyanların hikâyesi şöyle anlatılır. Milattan sonra üçüncü yüzyılın ortalarında halkı putperestliğe sapmış olan bir grup genç, Allah’a imanı muhafaza ediyorlardı, halk da onları bu yüzden cezalandırıyordu. Bu eziyetlerden kaçmak için bir mağaraya sığındılar ve orada üç yüz yıl kadar uyudular.
Yahudilerin o zamana dek bildiklerinden başka Kur’ân-ı Kerîm’deki kıssa (Kehf: 9-25) hiçbir insanın görmediği ayrıntılardan da bahseder. Örneğin, uyuyanların uyandıktan sonra yüzyıllar boyu uyuduklarını nasıl fark ettiklerini ve köpeklerinin nasıl ön ayaklarını kapının eşiğine doğru uzatarak yattığını anlatır.
İkinci soruya gelince, bu büyük yolcu Zü’l-Karneyn’dir. Vahiy onun doğuya ve batıya yaptığı yolculuğu anlatır ve sorulandan fazlasına cevap vererek bir üçüncü yolculuktan bahseder. Zü’l-Karneyn iki dağın arasında yaşayan bir topluluğa rastlar ve o toplulukta Zü’l-Karneyn’e kendilerini Ye’cüc ve Me’cüc’ten ve cinlerden koruyacak bir duvar yapması için yalvarırlar. Allah da ona, cinleri ve kötü ruhları[72] bir yere toplama gücü verir. O belirli günde, Peygamber’e (s.a.v.) göre, bu kötü ruhlar yeryüzünde büyük karışıklıklara sebep olacaklardır. Onların ortaya çıkışı kıyâmet saatinden önce olacaktır ve vaktin yakınlaştığını gösteren işaretlerden biri olacaktır.
Üçüncü soruya cevap olarak Vahiy, insanın aklî kapasitesinin ruhu kavramaya yetmeyeceğini söyler:
“Sana ruhtan sorarlar, de ki: Ruh, Rabbimin emrindedir, size ilimden yalnızca az bir şey verilmiştir.” (İsrâ: 85).
Yahudiler, Peygamberin (s.a.v.) sorulara verdiği cevapları ilgiyle karşıladılar ve son cümledeki “İlimden az verilmiştir” ibaresinin Yahudileri mi yoksa Arapları mı kasdettiğini sordular. Peygamber: “Her ikisini de” cevabını verince, kendilerinin her konuda bilgiye sahip olduklarını söyleyerek karşı çıktılar. Çünkü onlar, Kur’ân’ın da tasdik ettiği gibi her şeyi ayrı ayrı açıklayan (En’am: 154) bir kitap olan Tevrat’ı okuyorlardı. Peygamber onlara şöyle dedi: “Sizin bildikleriniz, Allah’ın ilmi yanında çok azdır. Fakat yine de eğer uygularsanız bildikleriniz size yeter.” (I. I. 198). Bu olaydan sonra Allah’ın ilmiyle ilgili âyet nazil oldu:
“Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de – onun ardından yedi deniz daha eklenerek- (mürekkep) olsa. Yine de Allah’ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez.” (Lokman: 27).
Kureyş liderleri, Yahudi âlimlerinin daha önceki tavsiyelerine uymadılar; Yahudi âlimleri de, ilk niyetlerinin aksine, Peygamber’in tüm sorularına cevap vermesine rağmen onu kabul etmediler. Fakat bu cevaplar başkalarının İslâm’ı kabul etmesine neden oldu. Peygamber’in (s.a.v.) taraftarları arttıkça, düşmanları, yaşam tarzlarının ve toplumlarının tehlikede olduğunu daha iyi anlıyor ve zayıf mü’ninlere yaptıkları işkenceleri daha da artırıyorlardı. Her kabile kendi Müslümanları ile uğraşıyordu: onları hapsediyor, döverek işkence ediyor, aç ve susuz bırakıyorlardı. Dinlerinden dönmeleri için, onları sıcağın en fazla olduğu anda, Mekke sokaklarında güneş altında kalmaya zorluyorlardı.
Cumah’ın şefi Ümeyye’nin Müslüman olan Bilâl (r.a.) adında bir kölesi vardı. Ümeyye onu öğle sıcağında açık bir alana çıkarır, yere yatırır, üzerine büyük bir taş koyar ve dininden dönene dek veya orada ölene dek bırakmak üzere yemin ederdi. Ümeyye onu Lât ve Uzzâ’ya inanmaya davet ettiğinde Bilâl “Bir, Bir!” derdi. O sırada çok yaşlı olan Varaka da oradan geçiyordu. Bilâl’in işkence çektiğini ve “Bir, Bir!” dediğini duyunca “Elbette O Bir’dir, Bilâl” dedi. Daha sonra Ümeyye’ye dönerek: “Allah’a yemin ederim ki, eğer onu böyle öldürecek olursan, onun mezarını türbe yaparım” dedi.
Her Kureyşlinin, kendi kabilesi içinde yaşaması zorunlu değildi. Ebû Bekir de Beni Cumahlılar arasında oturuyordu.
Bu Beni Cumahlılar’ın Peygamber’i daha sık görebilmesi anlamına geliyordu. Çünkü Muhammed (s.a.v.) her gün öğleden sonra Ebû Bekir’i ziyaret ederdi. Peygamber’in mesajının bir kısmını Ebû Bekir’in yüzünde yazılı olduğu söylenirdi. Ebû Bekir’in yüzü sanki bir kitap gibiydi, Mekke sokaklarında görülmesi eskiden beri tüm kabile tarafından sevinçle karşılanır ve ona çok değer verilirdi. Şimdi ise Kureyş liderleri onu görünce tedirgin oluyordu. Bilâl (r.a.) onun aracılığıyla İslâm’a girmişti; ona işkence yapıldığını görünce Ümeyye’ye “Bu zavallı adama böyle davrandığın için Allah’tan korkmuyor musun?” dedi. “Onu bu hale sokan sensin” diye cevap verdi Ümeyye, “O halde onu bu durumdan sen kurtar.” Ebû Bekir (r.a.) “Tabiî kurtaracağım” dedi. “Bundan daha güçlü ve iri genç bir siyah kölem var, hem de senin dininden. Onu Bilâl’e karşılık sana vereyim.” Ümeyye buna razı oldu, Ebû Bekir de (r.a.) Bilâl’i (r.a.) aldı ve azâd etti.
O zamana kadar altı kişiyi daha azâd etmişti. Bunlardan ilki, ilk Müslümanlardan, çok kuvvetli bir imana sahip olan Amir İbn Fuheyre idi. Amir bir koyun çobanıydı. Özgürlüğüne kavuştuktan sonra Ebû Bekir’in sürülerinin bakımını üzerine aldı. Ebû Bekir’in azâd ettiği kölelerden biri de Ömer’in cariyesi idi. Cariye İslâm’a girmişti; fakat Ömer onu dininden dönmesi için dövüyordu. O sırada oradan geçmekte olan Ebû Bekir (r.a.) cariyeyi aldıktan sonra serbest bıraktı.
İşkence yapanların en acımasızı Ebû Cehil’di. Eğer yeni dine giren bir kimsenin kendisini koruyacak güçlü bir ailesi varsa, Ebû Cehil ona işkence edemiyor, fakat ona hakaret ediyor, adını kötüye çıkarıyor ve onunla alay ediyordu. Eğer Müslüman olan bir tüccarsa, onun kervanını durdurmak ve mallarını boykot etmekle tehdit ediyordu. Fakat mü’min olan kimse eğer kendi kabilesinden, zayıf ve korunmasız bir kimse ise ona çok işkence ediyordu. Diğer kabilelerdeki müttefiklerini de kendi zayıflarına böyle davranmaları için teşvik ediyordu.
Kabilesindeki zayıflardan Yâsir, (r.a.) Sümeyye (r.a.) ve oğulları Ammâr’a (r.a.) işkence edilmesine Ebû Cehil sebep olmuştu. Hepsi de İslâm’dan dönmeyi reddettiler. Bunun üzerine Sümeyye kendisine yapılan işkenceler sonuncunda öldü. Fakat Mahzûm’lu ve başka kabilelerden olan diğer kurbanlar kendilerine yapılan işkenceye dayanamadılar ve işkencecilerin her söylediğini kabul edecek bir dereceye geldiler. Onlara: “Lat ve Uzzâ da Allah gibi sizin tanrılarınız, değil mi?” diye sorulduğunda “evet” diyorlardı. Yanlarından bir böcek geçse ve “Bu böcek de Allah gibi senin tanrın değil mi?” diye sorulsa işkenceden kaçmak için “evet” diyecek bir hale gelmişlerdi.
Bu kelimeler kalbten gelmiyor, dilin ucuyla söyleniyordu. Fakat dilleriyle bunu söyleyenler artık açıkça İslâm’ı yaşayamıyor, birçoğu gizli olarak bile yaşamıyordu. Bununla birlikte halkın işkencelerine katlanmayıp bir mağaraya sığınan gençler hakkında indirilen âyetler onlara örnek oluyordu. Peygamber (s.a.v.) kendisinin işkencelerden kurtulabildiği halde, diğer mü’minlerin sürekli işkence çektiklerini görünce onlara şöyle dedi: “Eğer Habeşistan’a giderseniz, orada hiç kimseye haksızlık ve adaletsizlik yapmayan bir kral bulacaksınız. Orada dine sımsıkı bağlı bir yaşam vardır. Allah size bu çektiklerinizden bir kurtuluş yolu gösterene dek orada kalın.” Bunun üzerine mü’minlerden bir grup Habeşistan’a gitmek üzere yola koyuldu; bu İslâm’da ilk göç (hicret) idi.
Mustafa Demirci
Sitemizde sanatçıya ait toplam 50 eser bulunmaktadır. Sanatçının sayfasına gitmek için tıklayın.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.