Web sitemize hoşgeldiniz, 15 Kasım 2024
Beğen 3

Mustafa Demirci-Uhud Savaşı

Güneş yükselmiş ve Kureyşliler saflarını düzene sokmuşlardı. Her iki tarafta yüzer atlı vardı. Sağ taraftakine Velîd’in oğlu Hâlid, sol taraftakine Ebû Cehil’in oğlu İkrime kumanda ediyordu. Ortadan Ebû Süfyân ilerleme emrini verdi. Onun önünde Abdu’d-Dâr’dan Talha, Kureyş sancağını taşıyordu. Talha’nın iki kardeşi ve dört oğlu gerektiğinde sancağı almak için onun yakınında yer alıyorlardı. Talha ve kardeşleri kabileleri için o gün zafer kazanmaya kararlıydılar. Bedir’de onlardan iki kişi şerefsizce kendilerinin esir alınmasına izin vermişlerdi. Ebû Süfyân, Uhud’a giderken bunu Talha ve kardeşlerine hatırlatmayı ihmal etmemişti. Mus’ab, Peygamber’in önünde, Muhâcirlerin sancağını taşıdığı yerden kendi kabilesinin adamlarının da Kureyş sancağını taşıdıklarını gördü.
İki düşman ordusu seslerini duyacak kadar birbirlerine yaklaştıklarında, Ebû Süfyân ordunun hafifçe önüne çıktı: “Ey Evsliler ve Hazrecliler! Alanı boşaltın ve kuzenimi bana bırakın. O zaman biz de size dokunmayız. Çünkü biz size savaş ilan etmedik” dedi. Fakat ensâr, ona yüksek sesle hakaret ederek cevap verdi. Daha sonra Mekke saflarından bir adam öne atıldı. Hanzele, öne çıkanın babası olduğunu görünce çok şaşırdı. Adam: “Ey Evsliler, ben Ebû Amir’im” dedi. Ebû Amir bir zamanlar çok güçlü olan nüfuzunun bir anda yok olduğuna inanamıyordu. Bu nedenle Kureyşlilere, kabilesine kendisini tanıtır tanıtmaz, bütün adamlarının kendi safına geçecekleri konusunda söz vermişti. Fakat beklediğinin aksine sadece hakaretle değil, hayal kırıklığı içinde geri çekilmesine neden olan taş yağmuruyla karşılandı.
Mekke ordusu tekrar ilerleme düzenine girdi. Hind tarafından yönetilen kadınlar da deflere, zillere vurarak ve şarkı söyleyerek ilerliyorlardı:
Ey Abdu’d-Dâr sülâlesi, ileri!
Ey gerideki safların bekçileri, ileri!
Her kılıç darbesiyle ölüm saçın.
Kadınlar, düşmana yeteri kadar yaklaştıklarını anlayınca, davullarını döverek savaş zamanının geldiğini ilan ediyorlardı. Erkekler, kadınların önüne geçti. Daha sonra Hind, önceki bir savaşta başka bir Hind tarafından okunan şarkıyı söylemeye başladı:
İlerleyin, o zaman sizinle övünürüz,
Ve yumuşak halılar sereriz.
Fakat eğer geri dönüp kaçarsanız, sizi terk ederiz.
Sizi terk ederiz ve sevmeyiz.
İki ordu yeteri kadar birbirine yaklaşınca, Peygamber (s.a.v.)’in okçuları, Hâlid’in süvarilerini ok yağmuruna tutmaya başladı. Kişneyen atların sesleri kadınların davul seslerini bastırdı. Mekke ordusunun orta kısmından Talha, ileri doğru çıktı ve teke tek çatışma önerdi. Ona karşı Ali (r.a.) çıktı. Biraz çatıştıktan sonra Ali onu yere düşürdü ve miğferinin üstünden kafasını parçalayan bir darbe ile öldürdü. Peygamber (s.a.v.) bir anda, “öldürülecek bölük başkanının” – rüyasında kendisine gösterilen koçun- Talha olduğunu anladı ve yüksek sesle “Allahu Ekber” dedi. Bu ses tüm orduda yankılandı. Fakat rüyada gördüğü koç sadece bir tek kurbanı sembolize etmiyordu. Çünkü Talha’nın kardeşi sancağı almış ve Hamza tarafından öldürülmüştü. Daha sonra Zühre’li Sa’d, Talha’nın diğer kardeşini, boynuna ok saplayarak öldürdü. Talha’nın dört oğlu da birbiri arkasına Ali (r.a.), Zübeyr (r.a.) ve Evs’li Âsım İbn Sâbit (r.a.) tarafından öldürüldüler. İkisini, ölmek üzere iken ordunun gerisine, anneleri Sulâfe’nin yanına taşıdılar. Ona, oğullarına bu öldürücü darbeleri kimin vurduğunu söylediklerinde, bir gün Âsım’ın kafasından şarap içmeye and içti.
Hiçbir Müslüman kadının ordu ile birlikte gelmesine izin verilmemişti. Fakat Hazrec’li bir kadın olan Nuseybe (r.a.), asıl yerinin ordunun yanı olduğunu hissetti. Kocası Gaziyye ve iki oğlu ordudaydı, fakat gitmek istemesinin sebebi bu değildi. Diğer kadınların da orduda çocukları ve kocaları vardı ve onlar evde kalmaya razı olmuşlardı. Nuseybe, İkinci Akabe’de Peygamber (s.a.v.)’e biat etmek için Medîne’den gelen yetmiş kadar adamın yanındaki iki kadından biriydi. Geride kalmak onun mizacına aykırıydı. Bu nedenle sabah erkenden kalkmış, kırbasını su ile doldurup hiç olmazsa susuzlara su vermek ve yaralıları tedavi etmek amacıyla yola koyulmuştu. Yanına bir kılıç, bir yay, bir torba da ok almayı ihmal etmemişti. Ordunun geçtiği yolları izleyerek, savaş başladıktan kısa bir süre sonra, Uhud’un eteklerine ulaşmakta zorluk çekmedi. Vardığında Peygamber (s.a.v.), Ebû Bekir (r.a.) ve Ömer (r.a.) gibi yakın arkadaşlarından bir grupla birlikte biraz yüksek bir arazide konumunu almıştı. Enes’in annesi Ümmü Süleym de aynı şekilde düşünerek, su kabını doldurmuş ve Nuseybe’den kısa bir süre sonra oraya ulaşmıştı. Safların gerisindeki bu gruba iki yeni kişi daha katıldı. Vahanın batısındaki bedevî kabilelerinden Muzeyne’li iki adam kısa bir süre önce Müslüman olmuş ve Mekkelilerin saldırısından habersiz bir şekilde Medîne’ye gitmişlerdi. Şehri yarı boş görünce, sebebini öğrenmişler ve hemen Uhud’a doğru yola çıkmışlardı. Uhud’a vardıklarında Peygamber (s.a.v.)’i selamladılar ve kılıçlarını çekerek safların arasından ilerlediler.
Ebû Dücâne (r.a.) kırmızı sarığıyla verdiği sözde durmuştu. Zübeyr daha sonraları şöyle itiraf ediyordu: “Allah’ın Rasûlü kılıcı bana değil de Ebû Dücâne’ye verince içimden kırılmış ve kendi kendime şöyle demiştim: Ben onun babasının kızkardeşi Safiye’nin oğluyum ve Kureyşliyim. Ona gidip diğer adamdan önce kılıcı istedim, fakat o kılıcı bana değil de ona verdi. Allah’a andolsun Ebû Dücâne’nin ne yaptığını izleyeceğim! Ve onu izledim. Zübeyr daha sonra Ebû Dücâne’nin her önüne geleni, kendisi bir biçici, kılıcı da bir tırpanmış gibi nasıl kolayca öldürdüğünü ve Peygamber (s.a.v)’e verdiği sözü nasıl yerine getirdiğini anlattı. Sonunda kendisinin de: “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” demek zorunda kaldığını söyledi.
Görünüşü çok etkileyici ve iri olan Hind, hâlâ erkeklerin arasında onları savaşmaya teşvik ediyordu. Bir ara onu erkek sanan Ebû Dücâne (r.a.)’nin kılıcından zor kurtuldu. Ebû Dücâne’nin kılıcı tam kafasının üstünde iken, Hind haykırdı. Onun bir kadın olduğunu anlayan Ebû Dücâne de yanındaki erkeğe döndü ve ona vurdu. Bunun üzerine Hind de, ordunun gerisinde köleler tarafından korunan kamptaki diğer kadınların yanına döndü. Hind oraya vardığında, Habeş’li Vahşî savaş alanına doğru ilerliyordu. Alandaki diğer adamların aksine Vahşî, sadece bir adamla ilgileniyordu ve onların aksine çok soğukkanlıydı. Hamza (r.a.) olağanüstü güçlü görünüşü, becerikli savaşma tarzı ve üstündeki deve kuşu tüyüyle kendini uzaktan belli ediyordu. Vahşi uzaktan onu fark etti ve mızrak atabileceği uzaklıkta, güvenli bir yere doğru ilerledi. Hamza (r.a.), Abdu’d-Dâr’ın son sancaktarlarından biriyle yüz yüzeydi. Bir kılıç darbesiyle düşmanın zırhında delik açmıştı. Vahşî bu şansı kaçırmamak için acele etti ve mızrağını atacak şekilde hazırladı. Hamza (r.a.) düşmanını öldürmüş ve birkaç adım atmıştı ki can çekişerek yere yuvarlandı. Vahşî, onu hareketsiz kalana kadar bekledikten sonra mızrağını çekti ve bütün hızıyla kampa gitti. Kendi kendine şöyle diyordu: “Yapmak istediğim şeyi yaptım. Onu sadece özgürlüğüm için öldürdüm.”
Hamza (r.a.)’nın şehid olması, Mekke ordusunun verdiği kayıplarda bir değişikliğe neden olmadı. Öldürülen yedi sancaktarın kölelerinden biri olan başka bir Habeşli sancağı kendisi aldı; fakat bir müddet sonra hemen öldürüldü. Hamza (r.a.)’nın devekuşu tüyü görünmemesine rağmen, Ebû Dücâne (r.a.), Zübeyr (r.a.) ve ensârla muhâcirlerden diğerleri, o günün parolası olan (Emit, emit!) ‘Öldür, öldür!’ sözlerinin canlı şekilleri gibi düşmana ölüm saçıyorlardı. Onlara karşı kimse duramıyordu: Ali’nin beyaz sorgucu, Ebû Dücâne’nin kırmızı sarığı, Zübeyr’in parlak sarı sarığı ve Hubab’ın yeşil sarığı, gerilerdeki saflara güç veren zafer bayrakları gibiydi. Ebû Süfyân, ortada cesurca dövüşen Hanzele’nin darbesinden zor kurtuldu. Hanzele tam ona vuracakken, Leys’li bir adam Hanzele’yı mızrağıyla yere düşürdü. İkinci bir mızrak darbesiyle de öldürdü.
Mekkeliler kamplarına doğru kaçıştıkça, savaş alanı Peygamber (s.a.v)’in bulunduğu yerden uzaklaşıyordu. Peygamber (s.a.v) kendi adamlarının kazandığını anlamasına rağmen, savaşın ayrıntılarını göremiyordu. Fakat bir an gözlerini, sanki kuşları seyrediyormuş gibi göklere çevirdi. Bir müddet seyrettikten sonra yanındakilere: “Arkadaşınızı” – Hanzele (r.a.)’yi kasdediyordu.- “Melekler yıkıyor”dedi.
Daha sonraları bir açıklama istercesine bu olayı Cemîle’ye anlattı: “Gökle yer arasında, bulutlardan aldıkları suyu, gümüş kaplardan dökerek, meleklerin Hanzele’yi yıkadıklarını gördüm.”Bunun üzerine Cemîle, Peygamber (s.a.v)’e gördüğü rüyayı ve kocasının nasıl savaşa geç kalma korkusuyla, gusül abdestini almadan yola koyulduğunu anlattı.
Müslümanlar, düşman saflarının tümünün kırıldığı noktaya kadar ilerlediler. Düşman kampına giden yol açılmıştı. Ganimet almak isteyenler de kampa doğru ilerliyorlardı. Seçilen elli okçu, Peygamber (s.a.v)’in solunda biraz uzaktaydılar. Peygamberle okçular arasında, zemin önce alçalıyor sonra da onları yerleştirdiği bölgede yükseliyordu. Okçular, ilk saflardaki arkadaşlarının ganimet kazanmak için giriştikleri çabayı görebiliyorlardı. Bundan dolayı okçular da, savaş alanına gitmek istediler. Liderleri Peygamber’in ne olursa olsun yerlerinden ayrılmamaları gerektiğine dair emrini hatırlattı. Fakat onlar dinlemediler. “Savaş bitti ve kâfirler kaçtı” dediler. Yaklaşık kırk tanesi, Abdullah ve diğer on kişiyi orada bırakarak savaş alanına gittiler.
O zamana dek Mekke ordusunun süvarileri hiçbir işe yaramamışlardı. İki ordu ortada öyle kaynaşmışlardı ki, bir atın ilerlemesi hem kendi adamlarını, hem de düşman askerlerini tehlikeye sokabilirdi. Kendilerini yukarıdaki Müslüman okçuların önüne atmaksızın da onların arkasına geçmeleri mümkün değildi. Fakat Hâlid o anda karşı tarafta neler olduğunu fark etti ve hemen bütün adamlarını, okçuların bulunduğu yere doğru yöneltti. Abdullah ve adamları onları ilk önce oklarıyla durdurmaya çalıştılar. Daha sonra kılıç ve mızraklarıyla, ölünceye dek savaştılar. Bu on Müslüman okçudan hiçbiri hayatta kalmadı. Tepenin arkasından dolaşan Hâlid, adamlarını Müslümanların en yoğun olduğu bölgeye arkadan saldırttı. İkrime de onun gibi yaptı. Mekke ordusunun süvarileri korunmasız mü’min saflarına çok kayıplar verdirdiler. Ali ve arkadaşları artık yüzlerini yeni düşmana çevirmişlerdi. Kaçan kâfirlerden bir kısmı da gelip mü’minlere arkadan saldırıyordu. Savaş naraları birdenbire değişti ve Kureyşlilerin “Ey Hubel! Ey Uzza!” sesleri alanı doldurdu. Atlıların saldırısından kurtulan ve geride kalan Müslümanların çoğu korkmuşlar ve sığınma umuduyla dağa doğru kaçmışlardı. Kulakları Peygamber (s.a.v)’in sesine karşı sağır, zihinleri de kaçmaktan başka her türlü düşünceye kapalıydı. Müslümanların çoğu savaş alanındaydı; fakat daha önceki cesaretleri kırılmış ve sayıca düşmandan çok az kalmışlardı. Adım adım Uhud’a, Peygamber (s.a.v)’in bulunduğu yere doğru geri çekilmek zorunda kaldılar.
Peygamber (s.a.v) ve içinde iki kadının da bulunduğu grup düşmanın üstüne arka arkaya ok yağdırıyordu. Savaş aleyhlerine dönmeye başladığında ilk düşünceleri Peygamber (s.a.v)’i korumak olan birçok Müslüman da yanlarına gelip onlara katılmıştı. Onlara ilk katılanlar arasında Muzeyne’li iki adam, Vehb ve Hâris de vardı. Küçük bir düşman grubu sollarından kendilerine doğru yaklaşıyordu. “Bu gruba karşı kim çıkacak?” dedi Peygamber. Vehb (r.a.) hemen: “Ben, ey Allah’ın Rasûlü!” dedi ve onları öyle hızla ok yağmuruna tuttu ki, düşmanlar oku atan grubun büyük olduğunu düşünerek geri çekildiler. Bir başka grup atlı onlara yaklaşırken Peygamber (s.a.v): “Bunlara karşı kim gidecek?” dedi. Vehb yine: “Ben, ey Allah’ın Rasûlü!” dedi ve onlarla sanki kendisi bir adam değil de bir ordu imiş gibi savaştı. Düşman grubu yine geri çekildi. Düşman saflarının arasından bir grup yine onlara doğru yöneldi. Peygamber (s.a.v): “Peki bunlara karşı kim çıkacak?” dedi. Vehb (r.a.): “Ben çıkacağım” deyince, Peygamber (s.a.v) “O halde kalk!” dedi ve “Neşeli ol, çünkü Cennet senindir.” Vehb seviçle ayağa kalktı ve kılıcını sallarken şöyle diyordu: “Allah’a andolsun hiç aman vermeyeceğim ve aman dilemeyeceğim.” Vehb düşman grubunun içine daldığında Peygamber (s.a.v) ve arkadaşları onun cesaret ve yiğitliğini gözlemekten kendilerini alamadılar ve bir süre silah atmayı durdurdular. Vehb düşmanı yarıp karşı tarafa geçmişti. Geri dönüp tekrar düşman grubunun ortasına daldığında Peygamber (s.a.v) “Allah’ım ona merhamet et!” dedi. Vehb düşmanlarla her tarafından yaralanıp şehid oluncaya kadar savaştı. Daha sonra onu bulduklarında üzerinde yirmi mızrak yarası vardı. Kılıç darbelerinden başka, bir tek mızrak darbesi bile onu öldürmeye yetecek kadar derindi. Onun bu şekilde döğüştüğünü görenler onu hiçbir zaman unutmadılar. Ömer sonraki yıllarda şöyle derdi: “Ölümler arasında en çok Muzeyne’li arkadaşımın ölümü gibi ölmek isterdim.” Zühre’li Sa’d da on yıl sonra, hâlâ Peygamber’in Vehb’e verdiği Cennet müjdesini duyar gibi olduğunu söylerdi. Müslümanlar geriye çekildikçe kalabalık da tepeye doğru yaklaşıyordu. İki tarafın savaş naralarının yanı sıra tek tek savaşçıların kişisel çağrılarını da duymak mümkündü. Ok atarken, kılıç darbesi vururken ve teke tek karşılaşmaya davet ederken iki taraftan da “Al işte, ben falan falanım” diye sesler yükseliyordu. Ebû Dücâne kendisini, büyük babası olan Haraşe’nin oğlu diye tanıtıyordu. Bazen de bağıran kişinin kim olduğu sözlerinden anlaşılmıyordu. Ensârdan birinin şöyle bağırdığı duyuluyordu: “Al işte, ben ensârdan bir gencim.” Peygamber (s.a.v) de o gün birkaç kez: “Ben İbn el-Avâtik’im”yani “Ben Atîke’lerin oğluyum” diye bağırdı. Atîke’ler derken, bu adı taşıyan ninelerini kastediyordu. O sırada karşı saflardan kimliğini açıkça söyleyen bir adam çıktı ve: “Bana karşı kim çıkacak? Ben Atîk’in oğluyum” dedi. Bu adam, Âişe’nin tek öz erkek kardeşi ve ailenin tek Müslüman olmayan ferdi olan Ebû Bekir’in oğlu Abdu’l-Kâ’be idi. Ebû Bekir (r.a.) kılıcını ve mızrağını çekip ilerledi; fakat Peygamber (s.a.v) ondan önce davrandı. “Kılıcını kınına sok” dedi, “ve yerine dön, bize arkadaşlık et.
Bir grup atlı daha Müslümanların arkasından yaklaşmaya başladı ve geri çekilen Abdu’l-Kâ’be’nin önüne doğru ilerlediler. Peygamber (s.a.v.): “Bizim için kim kendini verecek?”dedi. Ensârdan beş kişi kılıçlarını çekip saldırdılar ve şehid oluncaya kadar çarpıştılar. İçlerinden sadece biri, o da ağır yaralı olarak kurtuldu. Fakat onların yerini alacak yeni yardım gelmişti. Ali (r.a.), Zübeyr (r.a.), Talha (r.a.) ve Ebû Dücâne (r.a.) ön saflardan ordu ile birlikte geri çekilmişlerdi. Onlar Peygamber (s.a.v.)’in yanına ulaşmadan önce düşman tarafınan atılan bir taşla Peygamber (s.a.v.)’in alt dudağı yırtılmış ve dişlerinden biri kırılmıştı. Birdenbire yüzünü kan kapladı; fakat o elinden geldiğince acısını göstermeyerek Ali ve diğerlerini iyi olduğu konusunda teskîn etti. Kan kaybından zayıf düşüp bayılan Talha dışında hepsi düşmanın üstüne tekrar yöneldiler. Peygamber (s.a.v.) Ebû Bekir’e “Kuzenine bak” dedi. Fakat Talha hemen kendine geldi. Onun yerine ileriki saflara Zühreli Sa’d ve Hazrec’li Hâris İbn Simme katılmıştı. Bu yeni grupla desteklenen Ali ve arkadaşları düşmana öyle ölüm saçtılar ki, müşriklerin geri çekilmesiyle birlikte şehid olan beş ensârın cesedi de açığa çıktı. Peygamber (s.a.v.) onlara baktı, dua etti. Fakat yatanların arasından biri O’na doğru ilerlemek için zeminde biraz süründü. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) onu getirmek için iki adam gönderdi. Bacağını yastık gibi adamın başının altına koydu ve adam ölünceye dek hareketsizce orada tuttu.
Peygamber (s.a.v) şöyle dedi: “Bilin ki, Cennet kılıçların gölgeleri altındadır.” Daha sonraki yıllarda da o günün ne kadar muhteşem ve hayır dolu bir gün olduğunu hatırlar ve şöyle derdi: “Keşke o dağın eteklerinde arkadaşlarımla birlikte öylece kalsaydım.”
Müşrikler, yavaş yavaş kaybettiği alanları tekrar kazanmaya başlamıştı. Peygamber (s.a.v)’in çevresindeki grubun okları bitmek üzereydi. Kısa bir süre sonra herkes kılıç ve mızraklarını çıkarıp yakın dövüş yapmak zorunda kalacaktı. Hem de bir Müslümana dört kafir düşüyordu. O sırada aniden yan tarafta bir atlı belirdi ve Peygamber (s.a.v)’in bulunduğu gruba doğru ilerledi. “Muhammed (s.a.v) nerede?” diye bağırdı. “O yaşadıkça ben yaşayamam!” Bu adam zaten Müslümanlara büyük kayıplar verdirmiş olan, Mekke’nin dışındaki Kureyşliler’den İbn Kamia idi. Gruba hızla bir göz atarak hedefini hemen fark etti. Atını mahmuzlayıp, hiçbir miğferin dayanamayacağı güçlü bir kılıç darbesi indirdi. Fakat Talha hemen Peygamber (s.a.v)’in yanındaydı ve kılıcı görür görmez kendini Peygamber (s.a.v)’in önüne attı; hayatı boyunca kullanamayacağı bir elinin parmaklarını kaybederek başka bir yara almaksızın darbeden kurtulmuştu. Darbe hemen Peygamber (s.a.v)’in başının yanından geçmiş; miğferine çarpıp, iki demir parçasının Peygamber’in yüzüne saplanmasına neden olmuştu; omuzundan geçerken de iki kat zırhını parçalamıştı. Başının yan tarafına gelen bu darbe ile Peygamber (s.a.v)’in yere düştüğünü gören kâfir atını mahmuzlayıp, geldiği hızla geri gitti. Fakat diğerleri yine de saldırıya karşı Peygamber (s.a.v)’i çevrelediler. Mahzûm’lu Şemmâs, Peygamber (s.a.v)’in önünde vuruluncaya kadar savaştı. Öyle ki Peygamber (s.a.v) onun yaşayan bir zırha benzettiğini söylemiştir. O vurulunca yerine başka bir adam geçti. Arkasından da kılıcını çekmiş bir halde Nuseybe bekliyordu.
Bir ses -belki de İbn Kamia- “Muhammed öldürüldü!” diye bağırdı. Bu ses tüm düşmanı kapladı ve hepsi Hubel ve Uzzâ’yı övüp yücelten sözler söylediler. Uhud bu sözlerle çınlıyordu; kaçıp dağa sığınan Müslümanlar pişman olmuş ve üzülmüşlerdi. Cesaretini kaybeden daha birçok Müslüman da elinden geldiğince hızla dağa doğru kaçıyordu. Fakat istisnalar da vardı. Bunlardan biri de, Peygamber (s.a.v)’in hizmetçisi Enes’in dayısı -bu isim ona dayısından sonra verilmişti- Nadr’ın oğlu Enes’ti. Peygamber (s.a.v)’in, Bedir’de bir okla öldürülen oğlunun Firdevs cennetinde olduğunu haber verdiği kadın Enes’in kızkardeşi, yani Nadr’ın kızı idi. Enes, yaşama arzusunu yitirmiş ve kendilerinde ne savaşa devam etme ne de kaçma isteği kalmamış iki arkadaşını gördü. “Niye burada oturuyorsunuz?” diye bağırdı. Onlar: “Allah’ın Rasûlü öldürülmüş” dediler. “Peki o öldükten sonra yaşayıp da ne yapacaksınız? Kalkın ve onun gibi ölün” dedi. Ve savaşın en yoğun olduğu yere doğru ilerledi. Daha sonra Sa’d İbn Muâz, onun kendisine şöyle bağırdığını Peygamber (s.a.v)’e söyledi: “Cennet! Uhud’un öbür tarafından Cennet kokusu alıyorum.” “Ey Allah’ın Rasûlü” dedi Sa’d, “Ben onun savaştığı gibi savaşamazdım.” Savaştan sonra Enes (r.a.)’i seksenden fazla yara almış bir halde buldular. Yaralardan tanınmayacak hale gelmişti. Onu kız kardeşi ancak parmaklarından tanıyabildi.
Düzlüğün, arka tarafındaki yüksekliğe sığınmak isteyen mü’minler için geri çekilmeleri daha da kolay hale gelmişti. Çünkü müşriklerin çoğu savaşın bittiğini düşünerek çabalarını azaltmışlardı. Henüz ölüler sayılmamıştı; fakat tahminen Bedir’dekilere tekabül edecek kadar Müslümanı şehit etmişlerdi. Yanı sıra tüm bu karışıklıkların asıl nedeni olan adamı öldürmekle amaçlarına ulaşmışlar, yeni dini bastırıp, tekrar eski düzeni kurmuşlardı: “Ya la’l-Uzzâ, ya la’l-Hubel!”
Kureyş’in tümünde görülen bu yavaşlama, Peygamber (s.a.v)’i cansiperâne koruyan yirmi adamın bulunduğu grubu çevreleyen Kureyşli savaşçılarda da açıkça görülüyordu. Mekkeliler bu adamları esir alamayacaklarını ve ölene dek savaşacak olan bu adamların kendilerinden de birkaç kişiyi öldüreceğini anlamışlardı. Asıl amaçlarını gerçekleştirdiklerine göre seçilecek en iyi yol onları bırakıp zafer kutlamalarına başlamaktı. Peygamber (s.a.v) kendisine gelmişti. Düşman çekilir çekilmez ayağa kalktı ve arkadaşlarına kendisini takip etmelerini söyleyerek, düşmanı gözleyebilecekleri ve sığınabilecekleri bir nehir yatağına doğru ilerledi. Fakat Peygamber (s.a.v) yüzüne saplanan metal parçaları nedeniyle çok acı çekiyordu. Bu yüzden bir müddet durdular ve Ebû Ubeyde birbiri arkasına iki metal parçasını dişleriyle Peygamber (s.a.v)’in yüzünden çıkardı. Fakat yara tekrar kanamaya başladı.
Bunun üzerine Hazrec’li Mâlik ağzını yaranın üstüne koydu, kanı emdi ve yuttu. Mâlik, Medîne’deyken: “Önümüzde iki iyi şeyden biri var” diyen ve hemen hemen ölüm durumunda olan Şemmâs’tan sonra orada bulunanlar içinde en ağır yarası olan adamdı. Peygamber (s.a.v) şöyle dedi. “Kim benim kanımın kendi kanına karıştığı bir adam görmek isterse, Mâlik İbn Sinan’a baksın.” Ebû Ubeyde de bu söze dahildi. Çünkü metal parçalarını çıkarırken iki dişi kırılmış ve ağzı kanıyordu. Peygamber (s.a.v) onlara: “Benim kanımın dokunduğu kişiye ateş ulaşamaz” dedi.
Bu küçük grup nehir yatağına doğru ilerlerken daha önceden Uhud’a sığınan Müslüman grup onları karşılamaya geldi. Kâ’b İbn Mâlik, uzaktan yapısı ve görünüşü Peygamber (s.a.v)’e benzeyen, fakat yürüyüşü daha yavaş olan birini fark etti. Daha sonra yaklaştıkça, Kâ’b baktığı kişinin gözlerinde başkalarıyla karıştırılamayacak olan o parlaklığı görünce arkasındakilere: “Ey Müslümanlar gözünüz aydın! Bu Allah’ın Rasûlü!” diye bağırdı. Peygamber (s.a.v) ona sessiz olmasını söyledi. Bu haber ağızdan ağıza dolaştı. Herkes aceleyle geliyor ve O’nun yaşadığını bizzat kendi gözleriyle görmek istiyordu. Sevinçleri o kadar büyüktü ki, sanki yenilgi bir anda zafere dönüşmüştü.
Fakat Kâ’b’ın sevinçle bağıran sesini yakındaki bir Kureyş süvarisi duymuştu. O, Umeyye’nin kardeşi Ubey, yani Avd adlı atının üstünde iken Peygamber (s.a.v)’i öldüreceğine yemin eden adamdı. Kurbanının ölüm haberini duymuş ve cesedini gözleriyle görmek için araştırıyordu. Tam o sırada Kâ’b’ın sesini duymuş ve vadi yatağına doğru ilerlemeye başlamıştı. Müslümanlar onu görünce, karşılamak için ona doğru döndüler. “Ey Muhammed!” dedi Ubey, “Eğer sen kaçarsan ben seni bulamaz mıyım?” Ashabdan bir grup Peygamber (s.a.v)’in çevresini sardı, diğerleri de Ubey’e saldırmak üzereydiler. O sırada Peygamber (s.a.v.) onlara ellerini bırakmalarını söyledi. Daha sonra bu olayı anlatanlar, Peygamber (s.a.v.)’in kendilerini bir devenin arkasındaki sinekleri kovması gibi itip onların arasından kurtulduğunu söylediler. Peygamber (s.a.v), Hâris İbn Simme’nin elinden mızrağı aldı ve hepsinin önüne çıktı. Hiçbiri hareket etmeksizin onun bu cesaretine ve kararlılığına bakakaldılar. İçlerinden birinin dediği gibi: “Allah’ın Rasûlü bir şeyi yapmaya niyet ederse, hiçbir güç onu o işi yapmaktan alıkoyamazdı.” Ubey, kılıcı havada Peygamber (s.a.v)’e yaklaştı. Fakat o vurmadan Peygamber (s.a.v) mızrağıyla Ubey’i boynundan vurdu. Ubey bir boğa gibi bağırdı, neredeyse atından düşüyordu. Fakat dengesini tekrar sağladı ve arkasını dönüp yokuş aşağı Mekke kampına doğru hızla kaçmaya başladı. Kampta yeğeni Safvân ve kabilesinden başka adamlar toplanmış duruyorlardı. Ubey kontrol edemediği bir ses tonuyla: “Muhammed beni vurdu” dedi. Adamlar onun yarasına baktılar ve hafif olduğunu söylediler. Fakat o yarasının çok ağır ve öldürücü olduğuna bir kez inanmıştı. Gerçekten de onun bu inancı sonradan doğru çıktı. “Bana, seni öldüreceğim” dedi, “Eğer bana bir tokat bile atsaydı, andolsun beni öldürürdü”. Bu haber karşısında müşrikler Muhammed (s.a.v) ölmemiş diye endişelenmeye başladılar. Fakat Ubey kendinde olmadığı için miğferli bir adamı, bir başkasıyla karıştırmış olabilir, diye düşündüler.
Peygamber (s.a.v) ve arkadaşları nehir yatağına ulaştıklarında Ali (r.a.) kalkanına bir kayanın kovuğundaki sudan doldurarak Peygamber (s.a.v)’e getirdi. Su durgun olduğu için çok kokuyordu. Bu nedenle çok susamasına rağmen Peygamber (s.a.v) suyu içmedi; bir kısmıyla yüzünü yıkadı, sonra hâlâ düzlüğe yakın olduklarından biraz daha yukarıya tırmanma emri verdi. Önündeki kayanın üstüne çıkıp tırmanmaya devam etmek istiyordu. Fakat o kadar güçsüzdü ki tüm çabasına rağmen çıkamadı. Bunun üzerine Talha, yaralarının ağır olmasına rağmen Peygamber (s.a.v)’i sırtına aldı ve gerekli yüksekliğe çıkardı. Peygamber (s.a.v) o gün Talha’ya: “Yeryüzünde yürüyen bir şehid görmek isteyen Ubeydullah’ın oğlu Talha’ya baksın” dedi.
Geçici olarak konaklayabilecekleri bir yere vardıklarında güneş tepeye yükselmişti. Bu nedenle öğle namazını kıldılar. Namazda imam olan Peygamber (s.a.v), tüm namazı oturarak kıldırdı. Diğerleri de ona uyarak aynı şekilde kıldılar. Daha sonra kayalığın üstüne bir gözcü dikip dinlenmek üzere uzandılar. Çoğu derin ve sakin bir uykuya daldı.


Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.