Web sitemize hoşgeldiniz, 18 Aralık 2024
Beğen 2

Mustafa Demirci-Uzlaşmalar

Ordu Ci’râne’ye ulaştığında yaklaşık altı bin kadın ve çocuktan oluşan esirler güneşten korunmak için büyük bir sığınağa çekilmişlerdi. Çoğu fakirdi; bu nedenle Peygamber, Huza’alı bir adamı, her birine yeni giyecekler almak üzere Mekke’ye gönderdi. Bunların parası ganimetin bir bölümünü oluşturan gümüşlerle ödenecekti. Develer yaklaşık olarak yirmi dört bin kadardı. Koyunları ve keçileri ise kimse saymaya girişmedi. Fakat yaklaşık kırk bin olduğu tahmin ediliyordu.
Adamların çoğu ganimetten payını almak için sabırsızlanıyordu. Fakat Peygamber (s.a.v) hemen geri dönmek istemiyordu. Çünkü Hevâzinlilerden esirlere nazik davranılmasını rica eden bir heyetin gelmesini bekliyordu. Bununla birlikte ganimetten dağılımının gecikmesini istemediği bir bölüm vardı. Ganimetlerden kendisine düşen beşte bir de aynen zekâtlar gibi işlem görüyordu. Kısa bir süre önce nazil olan âyetler bu tür fonlardan yararlanacak olan ayrı bir kategoriye yani “KALBLERİ ISINDIRILACAKLAR” adında bir gruba işaret ediyordu:
“Sadakalar -Allah’tan bir farz olarak- yalnızca fakirler, düşkünler, (zekât) işinde görevi olanlar, kalbleri ısındırılacaklar, köleler, borçlular, Allah yolunda (olanlar) ve yolda kalmış(lar) içindir Allah bilendir. Hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe: 60)
KALBLERİ ISINDIRILACAKLAR” deyince, akla hemen yeni dinin Mekke’de de hakimiyet kurması sonucu dünyaları – yani Arap putperestliği- sarsıntıya uğrayınca, şartların zorlaması nedeniyle Müslüman olan Mekkeliler geliyordu. Peygamber, Ebû Süfyân’a yüz deve verdi; oğulları Muâviye ve Yezîd’e de yüzer deve verilmesini söyledi. Gerçekte bu Ebû Süfyân’a üç yüz deve verilmesi anlamına geliyordu. Bu nokta diğerlerinin gözünden kaçmadı. Hatîce’nin yeğeni Hakim’e yüz deve verildiğinde iki yüz deve daha istedi. Peygamber de istediklerini hemen ona tahsis etti. Ebû Süfyân’ın ki gibi durumlarda en ufak bir isteksizlik veya kararsızlık hediyenin asıl amacını zedeleyebilirdi.
Fakat Peygamber (s.a.v) yine de Hakim’e şöyle dedi: “Bu servet temiz ve yeşil bir otlaktır. Kim onu cömertce alırsa orada mübarek olacaktır. Kim de onu gururla alırsa mübarek olmayacak ve yiyen, fakat doymayan kişi gibi olacaktır. Veren el alan elden hayırlıdır. Vermeye ilk önce aileden bakmaya yükümlü olduklarınla başla.” Bunun üzerine Hakim gelecekte kendi elinin hiçbir zaman alan el olmayacağına kararlı bir şekilde, “Seni hak üzere gönderene yemin olsun ki, senden sonra hiç kimseden hiçbir şey almayacağım” dedi. Daha önceki isteğinden vazgeçip sadece yüz deve aldı.[290]
Sadakaların dağıtılacağı aynı kategorideki gruptan bazıları da sınırda olanlar, yani İslâm’ı seçip seçmemekte kararsız olanlardı. Bunlardan bazılarına da yüzer deve verildi. Bunlardan en önemlileri Süheyl ve Safvân idi. İkisi de Huneyn’de savaşmışlar ve Safvân savaşın başlarında Müslümanlar kaçmaya başlayınca bundan memnun olan geri saflardaki müşrik Mekkelileri uyarmış ve, “Eğer başımızda biri olacaksa, bunun Hevâzin yerine Kureyş’ten biri olmasını yeğleriz!” diye bağırmıştı. Yüz deveyi aldıktan sonra Safvân, Ci’râne vadisi boyunca ilerlerken, Peygamber (s.a.v.)’e arkadaşlık etti ve ganimetlere baktı. Ci’râne’de ana vadinin yanı sıra birçok yan vadiler de vardı. Bunlardan biri özellikle ot bakımından çok verimliydi. Bu nedenle deve, koyun ve keçi sürüleri orayı doldurmuştu. Safvân’ın bu görüntüden çok etkilendiğini gören Peygamber (s.a.v.), “Bu vadi çok mu hoşuna gitti?” diye sordu. Safvân’ın yavaşça tasdiklediğini görünce, “Hepsi senin, içindekilerle birlikte” diye ekledi. “Şehadet ederim ki,” dedi Safvân; “Eğer bu Peygamber’in nefsi olmasa, hiçbir nefis bu denli iyiliğe sahip olamaz; Allah’tan başka ilâh olmadığına ve senin, O’nun Rasûlü olduğuna şehadet ederim.”
Süheyl’e gelince, onun da şüpheleri Ci’rane’de sona ermişti. Bu, ya onun oğlu Abdullah ile tekrar bir araya gelmesi ve Huneyn’deki mucizevî zafere şahitlik etmesi veya Peygamber (s.a.v)’in etkileyici kişiliğiyle bir arada bulunması ya da tüm bu faktörlerin bir arada işlemesiyle meydana gelmişti. Fakat o, İslâm’a vakur bir şekilde girdi.
Üç yıl sonra oğlu Abdullah savaşta öldürülünce, Ebû Bekir (r.a.) acılı babayı teselli edici sözler söyledi. Fakat Süheyl şu cevabı verdi: “Bana Allah’ın Rasûlü’nün, ‘Bir şehid, kavminden yetmiş kişi için şefaat diler’ dediğini söylediler. Ben de oğlumun benden önce kimseye şefaat etmeyeceğini umuyorum.”
Ci’râne’de Müslüman olanlardan bazıları da Mahzûm’un ileri gelen liderlerinden birkaçıydı: Ebû Cehil’in iki kardeşi; Hâlid’in üvey kardeşi, yani şimdi hayatta olmayan genç Velîd’in ise öz kardeşi olan Hişâm; Peygamber (s.a.v)’in halası Atîke’nin Taif’te şehid olan oğlundan sonra Züheyr adındaki ikinci oğlu. On yıl kadar önce Ebû Cehil’e karşı mecliste Benî Hâşim ve Benî Muttalib’e uygulanan boykotun kaldırılmasını savunan ilk Kureyş’li Züheyr idi. Annesi Atîke (r.a.) ise oğullarından daha önce Müslüman olmuştu.
Ordu vadide günlerce bekledi, fakat Hevâzinlilerden hiçbir heyet gelmedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) ganimetleri paylaştırdı. Paylaştırma işlemi bittikten kısa bir süre sonra, içlerinde süt babası Hâris’in kardeşinin de bulunduğu bir heyet geldi. Gelenlerin on dört tanesi zaten Müslüman’dı. Geriye kalanlar da Müslüman oldular ve Hevâzin kabilesinin Peygamber (s.a.v)’in akrabası sayılması gerektiğini söyleyerek ondan cömert davranmasını istediler. “Seni kucağımızda büyüttük, göğsümüzde emzirdik” dediler. Peygamber (s.a.v) onlara bir delegenin geleceğinden ümit kesene kadar beklediğini ve ganimetlerin dağıtılmış olduğunu söyledi. Daha sonra cevabın ne olacağını bilmesine rağmen, onlara kadınları ve çocuklarının mı, yoksa mallarının mı daha değerli olduğunu sordu. Onlar: “Bize kadınlarımızı ve çocuklarımızı geri ver” dediklerinde ise, “Benim ve Abdu’l-Muttalib oğullarının payına düşenler sizindir. Diğerlerine de sizin adınıza rica edeceğim. Ben öğle namazını kıldırdıktan sonra, ‘Allah’ın Rasûlü’nün bizim adımıza Müslümanlardan şefaat dilemesini, Müslümanlardan da bizim adımıza Rasûlullah’tan şefaat dilemesini istiyoruz’ deyin” dedi.
Onun söylediği gibi yaptılar. Peygamber (s.a.v)’de cemaate dönüp onların kadınlarının ve çocuklarının kendilerine verilmesini istediklerini söyledi. Ensâr ve muhâcirler hemen kendi paylarına düşen esirleri Peygamber (s.a.v)’e verdiler. Fakat kabilelerden bir kısmı onlar gibi yaptı, bir kısmı da bunu kabul etmedi. Kabul etmeyen kabileler diyeti gelecekte ödenmek üzere esirleri bırakmaya ikna edildiler. Böylece bütün esirler ailelerine döndüler. Sadece Peygamber (s.a.v)’in dayısının oğlu olan Zühre’li Sa’d’ın payına düşen genç bir kadın, Sa’d’la kalmak istediğini söyledi ve geri dönmedi.
Peygamber (s.a.v) süt kardeşine bir miktar deve, koyun ve keçi daha verdikten sonra ona veda etti. Heyet ayrılmak üzere iken, onlara başkanları Mâlik’i sordu. Onlar Mâlik’in, Taif’deki Sakif’lilere katıldığını söylediler. “Ona haber verin” dedi Peygamber (s.a.v); “Bana Müslüman olarak gelirse ailesini ve mallarını ona iade edeceğim; ona bir de yüz deve vereceğim.” Mâlik’in ailesini bu amaçla Mekke’de halası Atîke’nin yanına yerleştirdi ve mallarını paylaştırdı.
Bu mesaj Mâlik’e ulaştığında, o, Sakif’lilerin kendisini hapsetmelerinden korktuğu için bundan onlara bahsetmedi. Geceleyin şehri terk ederek Müslüman kampına gitti ve Müslüman oldu. Peygamber (s.a.v) onu gittikçe artan Hevâzin’li Müslümanların başına kumandan tayin etti ve onlardan Taif’e rahat vermemelerini istedi. Böylece Taif kuşatması sadece sınırlı bir süre için kaldırılmış oluyordu. Daha az kesin, fakat daha etkili başka tür bir kuşatma ilkinin yerini alıyordu.
Peygamber (s.a.v) biliyordu ki, dinin bizzat kendisinin insan ruhu üzerinde bir etkisi olmasına rağmen, bu etki sadece dinin sözde değil, teslimiyetle kabul edilme derecesine bağlıdır. “Kalbleri ısındırılacaklar” (müellefe-i kulûb)a mâlî yardımda bulunma prensibi işte bu teslimiyete engel teşkil eden sıkıntı ve acıyı ortadan kaldırmak için konulmuştu. Fakat bu prensibin amacı, diğerleri bir tarafa, ilk Müslüman olanlar tarafından bile kavranamadı. Daha önce bahsettiklerimizin yanı sıra, çölde ihtiyacı olan birçok kişi görmezlikten gelinerek, Müslüman olup olmadıkları şüpheli olan birçok bedevîye de değerli hediyeler verilmişti. Zühre’li Sa’d, Gatafan’lı Uyeyne’ye ve Temîm’den Ekra’ya yüzer deve verdiği halde, daha samimi olan ve ikisinin aksine çok fakir olan Demre’li Cu‘ayl’e neden bir şeyler vermediğini Peygamber (s.a.v)’e sordu. Peygamber (s.a.v) şu cevabı verdi: “Nefsimi kudret elinde tutana yemin olsun ki, Cu’ayl, bir dünya dolusu Uyeyne ve Ekra’dan daha değerlidir. Fakat onların Allah’a teslim olmaları için kalblerinin ısındırılması gerek. Oysa Cu‘ayl’in teslimiyetine[292] güveniyorum.”[293]
Muhâcirlerden bundan başka bir karşı çıkış olmadı. Fakat Peygamber (s.a.v)’in Ci’râne’de kurduğu kampın sonlarına doğru dört bin kişi kadar olan ensâr arasındaki huzursuzluk çok artmıştı. İçlerinden çoğu fakirdi ve o kadar ganimetten her adama sadece dört deve veya eş değer sayıda koyun ve keçi düşmüştü. Esirlerden yüksek fidyeler almayı ümit ediyorlardı; fakat paylarına düşen esirleri de Peygamber (s.a.v)’i memnun etmek için hiç tereddüt etmeden geri vermişlerdi. O sırada Kureyş’ten on altı nüfuzlu adama ve diğer kabile reislerinden de dört kişiye değerli hediyeler verildiğini gözlemişlerdi. Bu hediyeleri alanların çoğu zaten zengin adamlardı. Fakat ensârdan hiçbiri, Peygamber (s.a.v)’den bir hediye almamıştı. Gerçi muhâcirlerden hiçbiri de hediye almamıştı, ama bu Medîne’lileri teselli etmiyordu.
Çünkü hediyelerin çoğu, muhâcirlerin akrabaları olan Kureyş’lilere gitmişti. Ensâr, kendi aralarında “Allah’ın Rasûlü kendi kabilesine döndü” diyorlardı. “Savaş sırasında onun arkadaşları bizlerdik. Fakat ganimetler dağıtılırken akrabaları, kabilesi onun arkadaşları oldu. Bunun nereden geldiğini muhakkak öğreneceğiz. Eğer bu Allah’tan ise sabırla kabul ederiz; fakat eğer bu sadece Allah’ın Rasûlü’nün bir fikrinden öte gitmiyorsa, bizi de düşünmesini isteyeceğiz.”
Ensâr arasındaki bu düşünce ve konuşmalar ateşlenince, Sa’d İbn Ubâde (r.a.) Peygamber (s.a.v)’e gitti ve onların neler söyleyip neler düşündüklerini anlattı. Peygamber (s.a.v), “Peki bu durumda sen nerede yer alıyorsun, ey Sa’d?” dedi. Sa’d, “Ey Allah’ın Rasûlü, ben de onlardan biriyim. Bunun nereden geldiğini öğrenmek istiyoruz” diye karşılık verdi. Peygamber (s.a.v) Sa’d’a, tüm ensârın, daha önce esirlerin yerleştirildiği sığınaklardan birine toplanmasını söyledi. Sa’d’ın izniyle onlara birkaç da muhâcir katıldı. Daha sonra Peygamber (s.a.v) onlara gitti ve Allah’a hamd ve şükrettikten sonra şöyle dedi: “Ey ensâr! Gönüllerinizin bana karşı olduğu haberi ulaştı. Ben sizi sapıklıkta bulmuşken Allah sizi hidayete eriştirmedi mi? Ben sizi fakir bulmuşken Allah sizi zenginleştirmedi mi? Ben sizi birbirinize düşman bulmuşken Allah kalblerinizi uzlaştırmadı mı?” Onlar, “Evet, elbette” dediler; “Allah ve Rasûlü en cömert ve en eli açık olandır.” Peygamber (s.a.v), “Bu söylediklerime mukabele etmeyecek misiniz?” dedi. “Nasıl mukabele edelim?” dediler. Peygamber (s.a.v) şöyle dedi: “Eğer isterseniz, ‘Sen bize itibardan düşmüş bir halde geldin, biz sana itibar kazandırdık; bize terk edilmiş geldin ve sana yardım ettik; seni toplumdan atılmış bulduk, içeri aldık; seni mahrum bulduk, rahatlattık’ diyebilirsiniz. Doğruyu da söylemiş olursunuz ve size inanılır. Ey ensâr! Ben sizin İslâm’ınıza güvenmişken, benim insanların kalblerini ısındırmak için kullandığım dünya malları kalbinizde o kadar çok mu yer tutuyor? Ey ensâr! Memnun değil misiniz? İnsanlar, develerini ve koyunlarını götürürken, siz evinize Allah’ın Rasûlü’nü beraberinizde götürüyorsunuz. Ensâr hariç, bütün insanlar bir yöne gitse, ensâr da başka bir yola gitse, ben ensârın yolundan giderdim. Allah ensâra, onların oğullarına ve oğullarının oğullarına rahmet etsin.” Adamlar gözyaşlarıyla sakalları ıslanıncaya kadar ağladılar ve bir tek ses halinde: “Biz hissemize düşen Allah’ın Rasûlü’nden memnunuz” dediler.


Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.