Web sitemize hoşgeldiniz, 18 Aralık 2024
Beğen 2

Mustafa Demirci-Bir Peygambere Duyulan İhtiyaç

Abdu’l-Muttalib hiçbir zaman Hubel’e ibadet etmedi: o hep Tanrı’ya-Allah’a- ibadet ederdi. Fakat Moabi putu, nesillerden beri Kâ’be’nin içindeydi ve tüm mabedlerin en büyüğü olan bu mabedi kaplayan lütuf ve manevî etkinin yani bereket’in cisimleşmiş şeklini temsil ediyordu. Arabistan’da başka küçük mabedler de vardı. Bunların en önemlileri Hicaz bölgesindeki “Allah’ın kızları” olarak kabul edilen Lât, Uzza ve Menât idi. Diğer Yesrib Arapları gibi, Abdu’l-Muttalib de küçüklüğünden beri, vahanın kuzeyinde, Kızıl Deniz’deki Kudayd’da bulunan Menât’ın tapınağına götürülmüştü. Kureyş için bunların en önemlisi, Mekke’nin bir günlük deve yolu güneyinde, Nahle ovasındaki Uzza putu idi. Bir günlük yol daha gidilirse, Hevâzin kabilesinden Sakif tarafından yönetilen ve Yeşil Cennet denilen Taif’e varılır. Lât “Taif’li bir kadın”dı ve onun putu gösterişli bir tapınağa konmuştu. Bu putun koruyucuları oldukları için Sakifliler kendilerini Kureyş’le bir tutarlardı: Kureyşliler de Mekke ve Taif’i kasdettiklerinde, “iki şehir” diyecek kadar Taif’i yüceltmişti. “Hicaz’ın Bostanı” denilen Taif’in verimliliği ve ikliminin güzelliğine rağmen halkı yine de kuzeydeki boş vadiyi kıskanıyordu. Çünkü kendi mabetlerinin, ne kadar yükseltseler de, Allah’ın Evi ile boy ölçüşemeyeceğini biliyorlardı. Tamamen tersi olmasını, yani kendi tapınaklarının tercih edilmesini de istemiyorlardı, çünkü onlar da İsmail’in soyundandılar ve Mekke’yle birçok bağları vardı. Bu konudaki duyguları çoğunlukla karmaşık ve birbirine karşıt oluyordu. Diğer tarafta Kureyş kabilesi hiç kimseyi kıskanmıyordu. Dünyanın merkezinde yaşadıklarından haberdardılar ve pusulanın her yönünden hacı çekebilecek derecede büyük bir mabedin sahibi olduklarını biliyorlardı. Onların yapması gereken tek şey kendileriyle diğer kabileler arasında kurulan iyi ilişkiyi bozmamaya çalışmaktı.
Abdu’l-Muttalib’in hacıları Mekke’de ağırlamayla ilgili görevleri, onun tüm bunlardan haberdar olmasını sağladı. Onun işlevi kabilelerarası bir işlevdi ve bir noktaya kadar tüm Kureyş tarafından paylaşılıyordu. Hacılara Mekke’nin bir ev olduğu hissettirilmeliydi. Onları hoş karşılamak, onların ibadet ettikleri şeyleri hoş karşılamak ve beraberlerinde getirdikleri putlara saygıda kusur etmemek anlamına geliyordu. Putları kabul etmenin ve onların etkili olduğuna inanmanın tek delili ve meşruiyeti gelenekti: babaları, babalarının babaları ve daha büyük ataları hep öyle yapmıştı. Bununla birlikte, Allah, Abdu’l-Muttalib için büyük bir hakikat ifade ediyordu. Şüphesiz o, İbrahim’in dinine Kureyş, Huzaa, Hevâzin ve diğer Arap kabilelerindeki çağdaşlarından daha yakın durumdaydı.
Fakat İbrahim’in dinini tam anlamıyla sürdüren bir kaç kişi vardı ve daima da olmuştu. Onlar putlara ibadetin geleneksel olmaktan çok, sonradan ortaya çıkmış bir tehlike (bid’at) olduğu kanaatindeydiler. Hubel’in İsrailoğulları’nın altın buzağısından pek farklı olmadığını görebilmek için tarihe bir göz atmak yeterliydi. Kendilerine Hanifler[5] adını veren bu şahısların putlarla hiç ilgisi yoktu ve putları Mekke’yi pisleten ve alçaltan varlıklar olarak görüyorlardı. Taviz vermekten uzak oluşları ve çoğu şeye karşı çıkışları onları Mekke toplumunun dışında kalmaya zorluyordu. Onlara karşı takınılan tavır, bir bakıma da kendilerini korumaya hazır olan kabileler tarafından belirleniyordu.
Abdu’l-Muttalib dört tane Hanif tanıyordu ve onların en saygını olan Varaka, Esed kabilesinden ikinci kuzeni Nevfel’in[6] oğlu idi. Varaka Hıristiyan olmuştu. O bölgedeki Hıristiyanlar arasında bir peygamberin gelişinin yakın olduğu fikri yaygındı. Bu inancın bu kadar yayılmasının sebebi ise Doğu’daki kiliselerden bazılarının bu inancı desteklemesi ve astrologlarla, kâhinlerin de bu inancı paylaşmasıydı. Yahudilere gelince, onlar da son gelen peygamberin İsâ olduğunu bildikleri için yeni bir peygamberin geleceği konusunda hemfikirdiler. Yahudi âlimleri onlara peygamberin çok yakında geleceğini, onun geleceğine delâlet eden birçok işaretin görüldüğünü ve muhakkak onun seçilmiş kavim olan yahudilerden çıkacağını söylüyorlardı. Varaka’nın da içlerinde olduğu bir grup Hıristiyan ise bu konuda şüphedeydiler. Onlara göre peygamberin Arap olmaması için hiçbir sebep yoktu. Arapların; Yahudilerden daha çok peygambere ihiyaçları vardı, çünkü en azından Yahudiler tek Tanrı’ya tapma bakımından İbrahim’in dinini takip ediyor ve putlara tapmıyorlardı. Arapların bu yalancı tanrılara tapmalarını ise sadece bir peygamber önleyebilirdi. Kâ’be’nin içinde ve çevresinde toplam 360 put vardı. Bunun yanı sıra Mekke’de her evde, evin merkezini oluşturan bir put bulunurdu. Yolculuğa çıkarken ve dönüşte yapılan ilk iş, putu okşamak ve ondan yardım dilemek olurdu. Bu uygulamalar sadece Mekke’ye özgü değildi, tüm Arabistan’a yayılmıştı. Bazı yerleşik Hıristiyan Arap topluluklarının varolduğu da bir gerçekti: Bunlar güneyde, Necran ve Yemen’de, kuzey’de ise Suriye kıyılarında bulunuyorlardı. Fakat, tüm Akdeniz’i ve Avrupa’yı değiştiren Allah’ın son vahyi (İsâ), altı yüzyıldan beri Mekke vadisindeki putperest topluluk üzerinde hiçbir önemli etkiye sahip olamamıştı. Hicaz Arapları ve doğusundaki geniş Necd ovasındaki Araplar kutsal kitapların mesajına kapalı gibi görünüyordu.
Kureyş ve diğer putperest kabileler Hıristiyanlara düşman değildiler. Hıristiyanlar bazen İbrahim’in Mabed’ini ziyarete gelirler ve Araplar tarafından diğer hacılar gibi ağırlanırlardı. Hatta bir hıristiyanın Kâ’be’nin içinde Meryem ve İsâ portresi boyamasına izin verilmiş, teşvik bile edilmişti. Fakat bu resim ve diğerleri bir tenakuz teşkil ediyordu, Kureyşliler ise bu çelişkiye aldırmaz görünüyorlardı. Onlar için bu, sadece putlarına iki yeni putun eklenmesinden ibaretti.
Kabilesindeki çoğu kişinin aksine Varaka eski kutsal kaynakları okuyabiliyordu. Onlar üzerinde bir araştırma bile yapmıştı. Bu nedenle O, hristiyanların çoğunlukla Hamsin yortusunda kutladıkları mucizeye (Pentecost) delalet ettiğini söyledikleri İsâ’nın sözlerinden bir kısmının bu anlamı aştığını ve henüz ortaya çıkmamış bir şeyi kasdettiğini farkedebiliyordu. Fakat bu cümlelerin anlamı gizli idi, neye delalet ettiği anlaşılmıyordu: “O hiçbir zaman kendiliğinden konuşmaz, onun söyledikleri duyduklarından ibarettir.”
Varaka’nın kendine çok yakın olan Kuteyle adında bir kızkardeşi vardı. Çoğunlukla bütün bunları ona anlatırdı. Onun söyledikleri Kuteyle üzerinde o denli etkili olmuştu ki beklenen peygamber sürekli düşüncelerinde yer ediyordu. O gerçekten aralarında olabilir miydi?
Develer kurban edilir edilmez, Abdu’l-Muttalib kurtulan oğlunu evlendirmeye karar verdi. Biraz araştırdıktan sonra Kusayy’ın kardeşi Zühre’nin torunu olan Vehb’in kızı Âmine’yi uygun bir eş olarak seçtiler.
Vehb, Zühre kabilesinin şefiydi, fakat birkaç yıl önce ölmüştü. Âmine, babasından sonra kabilenin şefi olan erkek kardeşi Vuheyb’in velâyeti altındaydı. Vuheyb’in de evlenecek yaşta Hâle adında bir kızı vardı. Abdu’l-Muttalib evlilik kararını onaylatırken Âmine’yi oğluna, Hâle’yi de kendine istedi. Vuheyb de bu anlaşmayı kabul etti ve aynı zamanda yapılacak olan bu çifte düğün için tüm hazırlıklar yapıldı. Karar verilen gün Abdu’l-Muttalib oğlunun elinden tutup Beni Zühre’nin[8] yerleştiği evlere doğru yürümeye başladı. Beni Esed’ın evleri de yol üzerindeydi. O sırada Varaka’nın kardeşi Kuteyle de, bu meşhur düğünü görebilmek için evinin kapısı önünde oturuyordu. Abdu’l-Muttalib o sıra yetmiş yaşlarındaydı, fakat yaşına göre her bakımdan hâlâ genç görünüyordu. İki damadın yavaş yavaş yaklaşması, kutlanan tören nedeniyle daha da ziyadeleşen heybetli ve zarif görünümleri gerçekten etkileyici bir manzara arzediyordu. Daha da yaklaştıklarında Kuteyle gözlerini genç adama dikti. Abdullah güzellikte zamanının Yûsuf’u gibiydi. Hatta Kureyş’in en yaşlı erkek ve kadınları o zamana dek böyle güzel kimse görmediklerini söylüyorlardı. O şimdi gençliğinin baharında, yirmi beş yaşında idi. Fakat Kuteyle bu kez onun yüzünde başka bir şeylerin varolduğunu ve alnında dünyanın ötelerinden gelen bir nur (ışık) parladığını fark ederek şaşırdı. Beklenen peygamber Abdullah olabilir miydi? Yoksa o beklenen peygamberin babası mı olacaktı? Baba-oğul tam onun yanından geçmişlerdi ki “Ey Abdullah!” diye bir ses duydular. Babası, sanki onun gidip kuzeniyle konuşmasını istermiş gibi elini bıraktı. Abdullah,yüzünü Kuteyle’ye çevirdi, kadın ona nereye gittiğini sordu. Abdullah bir şeyler sakladığı için değil, fakat onun düğüne gittiğini bilmesi gerektiğini düşünerek sadece “Babamla gidiyorum” diye cevap verdi. Kuteyle: “Beni şimdi ve burada al ve benimle evlen, sana yerine kurban edilen develer kadar deve vereceğim” dedi. Abdullah ise “Babamla beraberim, onun isteklerinin dışına çıkamam ve onu bırakamam” diye cevap verdi.
Evlilikler planlandığı gibi yapıldı ve iki çift birkaç gün Vuheyb’in evinde kaldılar. Bu sırada Abdullah, kendi evinden bir şeyler almak üzere yola çıkmıştı, yine Varaka’nın kardeşi Kuteyle’ye rastladı. Kadının gözleri yüzünü öyle araştırır bakışlarla tarıyordu ki, konuşmasını bekler bir şekilde yanında durdu. Kadın bir şey söylemeyince, bir gün önce söylediklerini neden tekrarlamadığını sordu. Kuteyle şu cevabı verdi: “Dün yüzünde varolan ışık bugün yok. Bugün benim senden istediklerimi bana veremezsin.”
Evlenmelerin meydana geldiği yıl M.S. 569 idi. Bunu takip eden yıl Fîl yılı olarak bilinir ve birden fazla sebep nedeniyle önem taşır.


Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.