Web sitemize hoşgeldiniz, 18 Aralık 2024
Beğen 3

Mustafa Demirci-Bedir’e Doğru

Ebû Süfyân ve arkadaşlarının aldıkları mallarla Suriye’den dönme zamanı gelmişti. Peygamber (s.a.v.) Talha ve Ömer’in kuzeni Sa’id’i, -Haniflerden olan Zeyd’in oğlu- Medîne’nin batısındaki sahilde yeralan Havra’ya, kervanla ilgili haber almaları için gönderdi. Bu şekilde, güneybatıya hızlı bir yürüyüşle kervanı sahile yaklaştırmak daha da kolay olacaktı. Gönderdiği iki gözcü Cüheyne kabilesinden bir adamın evinde, kervan geçinceye kadar misafir edilmişti. Fakat bu zahmetler boşa gidebilirdi. Çünkü Medîne’deki Yahudilerden veya münafıklardan biri, Peygamber (s.a.v.)’in plânını Ebû Süfyân’a haber vermişti. Bunu duyan Ebû Süfyân, Gıfar kabilesinden Demdem adındaki bir adamı Mekke’ye haber vermesi ve onları koruyacak bir ordu hazırlamalarını söylemesi için gönderdi. Bu sırada kendisi de, gece-gündüz kervanlarıyla sahil yolunda hızla ilerliyordu.
Acil durumda olan sadece Ebû Süfyân değildi. Peygamber (s.a.v.) Medîne’de mümkün olduğu kadar uzun süre kalmak istiyordu, çünkü kızı Rukiyye (r.a.) çok hastaydı. Fakat kişisel sorunlar engelleyici olmamalıydı; bu yüzden Peygamber (s.a.v.), gönderdiği gözcülerin dönmesini beklemeden yola koyulmaya karar verdi. Medîne’ye vardıklarında, muhâcirlerden ve ensârdan oluşan, toplam 305 kişi olan bir ordu kurulmuştu. O sırada Medîne’de eli silah tutan yetmiş yedi muhâcir vardı. Üçü hariç hepsi oradaydılar: Bunlardan biri Peygamber (s.a.v)’in damadı Osman’dı. Peygamber (s.a.v.), onun hasta karısına bakmak için Medîne’de kalmasını istemişti Diğer ikisi ise Talha (r.a.) ve Sa’îd (r.a.) idi. Onlar Medîne’ye vardıklarında ordu çoktan yola çıkmıştı.
İlk konaklarında, Peygamber (s.av)’in kuzeni Zühre kabilesinden Sa’d, on beş yaşındaki kardeşi Umeyr’i üzüntülü görünce, ne olduğunu sordu. ‘Korkuyorum” dedi Umeyr, “Allah Rasûlü beni görür de çok küçük olduğumu söyler ve beni geri gönderir diye korkuyorum. Fakat ben gitmek istiyorum. Çünkü, belki Allah bana şehadeti tattırır.” Korktuğu başına gelmişti. Peygamber (s.a.v), orduyu düzene sokarken onu gördü ve çok küçük olduğu için Medîne’ye geri dönmesini istedi. Fakat Umeyr ağlayınca, Peygamber (s.a.v.) kalmasına izin verdi. “O kadar küçük idi ki”, dedi Sa’d, “kılıç kayışını kısaltmak zorunda kaldım.”
Üzerinde üç veya dört kişiyi taşımakta olan yetmiş develeri, biri Zübeyr’e ait olan üç de atları vardı. Beyaz sancak Mus’ab (r.a.)’a verilmişti. Çünkü o savaşta Kureyşlilerin sancaktarı olan Abdu’d-Dâr sülâlesindendi. Bu öncü kolun hemen arkasında, Peygamber (s.a.v.) yer alıyordu. Onu da, biri muhâcirleri, diğeri ensârı temsil eden iki siyah flama takip ediyordu. Bu flamalardan birini Ali (r.a.), diğerini Evs’li Sa’d İbn Muâz (r.a.) taşıyordu. Peygamber (s.a.v.)’in yokluğunda Medîne’de namazları âmâ olan İbn Ümmü Mektûm (r.a.) kıldıracaktı. Onun hakkında şu âyet nazil olmuştu: “Surat astı ve yüz çevirdi, kendisine o kör geldi diye” (Abese: 1-3, Bkz. Böl. XXII).
Demdem’in Mekke’ye ulaşmasından önce Peygamber (s.a.v.)’in halası Atîke korkunç bir rüya görmüş ve bunu Kureyş’i bekleyen felâkete yormuştu. Rüyadan çok etkilenen Atîke kardeşi Abbâs’a haber göndermiş ve gördüklerini ona anlatmıştı: “Deveye binen bir adam gördüm, vadinin ortasında deveden indi ve en yüksek sesiyle: ‘Ey vefasız insanlar, üç gün içinde sizi mahvedecek olan felâkete hazırlanın’ diye bağırdı. İnsanların onun etrafında toplandığını gördüm. Daha sonra etrafındaki insanlarla birlikte Mescid-i Haram’a girdi. Devesi onu, insanların arasından, Kâ’be’nin çatısına götürdü. Orada yine aynı şekilde bağırdı. Sonra yerden bir kaya aldı ve tepeden aşağıya fırlattı. Kaya tepenin eteklerine ulaştığında ikiye ayrılmıştı. Mekke’de kayanın bir parçasının darbe vurmadığı bir tek ev kalmamıştı.”
Abbas kızkardeşinin rüyasını arkadaşı Velîd’e -Utbe’nin oğlu- anlattı. Velîd de bunu babasına anlattı ve haber tüm şehre yayıldı. Ertesi gün Ebû Cehil, Abbâs’ın yanında alaylı bir sesle şöyle dedi: “Ey Abdu’l-Muttalib oğulları, ne zamandan beri aranızdaki kadın peygamber size gaybdan haberler veriyor? Erkeklerinizin peygamber rolü oynaması yetmedi mi? Şimdi sıra kadınlarınızda mı?” Abbâs verecek bir cevap bulamadı; fakat Ebû Cehil, ertesi gün Ebû Kubeys tepesinden Demdem’in sesi tüm şehri çınlattığında cevabını aldı. İnsanlar evlerinden fırladılar ve onun etrafında toplandılar. Ebû Süfyân ona çok para ödemişti, bu nedenle rolünü güzel oynamalıydı. Devenin üstünde, ters bir şekilde oturmuştu, bunun yanı sıra felâket işareti olarak devesinin burnunu da yarmıştı. Devenin burnundan kanlar akıyordu. Kendi üstündeki giysiyi de parçalamıştı. “Ey Kureyşliler!” diye bağırdı, “Kervan develeri, kervan develeri, Ebû Süfyân’la beraber olan mallarınız! Muhammed ve adamları onlara saldırdı. Yardım edin! Yardım edin!”
Şehir birden bire telaşa büründü. Şimdi tehlikede olan kervan, yılın en zengin kervanıydı ve çoğu onu yitirmekten korkuyordu. Hemen bin kişilik bir ordu toplandı. Nahle’de haram ayda öldürülen Abdu Şems’in müttefiki Amr’ı kasdederek: “Muhammed ve arkadaşları bu kervanın, İbnu’l-Hadramî’nin kervanı gibi olduğunu mu zannediyorlar?” diyorlardı. Sadece Adiy kabilesi orduda yer almıyordu. Kendi yerine, para vererek bir Mahzûm’luyu gönderen Ebû Leheb’den başka diğer bütün kabile reisleri bir grup askerle savaşa katılıyorlardı. Benî Hâşim ve Benî Muttalib kabilelerinin de kervanda malları vardı ve onları korumayı şeref meselesi yapıyorlardı. Bu nedenle Tâlib iki kabileden de bir grup adam çıkardı. Abbâs da aracılık yapmak için onlarla birlikte gitti. Esed kabilesinden Hatîce’nin yeğeni Hakim de aynı amaçla onlara katıldı. Ebû Leheb gibi, Cumah’ın lideri Umeyye de, yaşlı bir adam olduğunu ileri sürerek Mekke’de kalmaya karar verdi. Fakat o Mescid-i Haram’da otururken Utbe geldi, önüne güzel koku yayan bir buhurdanlık koyarak: “Bundan kendine güzel koku sür Ebû Ali; çünkü sen kadınlar gibisin” dedi. “Allah belanı versin” diyen Umeyye, diğerleriyle birlikte yola çıkmak üzere hazırlandı.
Peygamber (s.a.v.) Medîne’den güneye giden yoldan ayrılmış ve batıda Suriye’den Mekke’ye giden sahil yolu üzerinde yer alan Bedir’e yönelmişti. Ebû Süfyân’ı Bedir’de yakalamayı planlıyordu. Bu nedenle müttefikleri olan Cuheyne’lilerden oraları iyi tanıyan iki adamı gözcü olarak gönderdi. Gözcüler Bedir kuyusunun üstündeki bir tepede konakladılar. Su doldurmak için kuyunun yanına geldiklerinde, köyden iki kızın aralarında konuştuklarına kulak misafiri oldular. Biri diğerine: “Kervan ya yarın ya da öbür gün gelecek, onlar için çalışıp para kazanacağım ve sana olan borcumu ödeyeceğim” diyordu. Gözcüler bunları duyunca Peygamber (s.a.v.)’e haberi ulaştırmada acele ettiler. Bir müddet daha kalmış olsalardı, batıdan kuyuya doğru güçlü bir atlının geldiğini göreceklerdi. Atlı Suriye’den Mekke’ye giden ve Bedir’den geçen yolun,güvenilir olup olmadığını kontrol etmek için kervanın önünden giden Ebû Süfyân’dı. Suyun yanına geldiğinde köylülerden birine rastladı ve ona bir yabancı görüp görmediğini sordu. Köylü iki yabancının gelip tepede konakladıklarını ve su doldurup gittiklerini haber verdi. Ebû Süfyân onların konakladığı tepeye gitti, gördüğü deve pisliklerini parçaladı. İçlerinde hurma çekirdekleri vardı. “Tanrım,” dedi, “Bu Yesrib’in yemi.” Aceleyle geri döndü ve kervanı Bedir’i sol tarafına alıp deniz kıyısına doğru yöneltti.
O sırada iki gözcü Peygamber (s.a.v.)’e kervanın ertesi gün veya iki gün sonra geleceği haberini ulaştırdılar. Kervan mutlaka, Suriye ile Mekke arasındaki en eski konaklardan biri olan Bedir’de duracaktı. Müslümanların onları orada bastırıp, şaşırtmaya vakitleri vardı.
Daha sonra Kureyşlilerin bir ordu hazırlayıp yola çıktıkları haberi ulaştı. Bunu her zaman bir ihtimal olarak göz önünde bulundurmuşlardı. Fakat bu ihtimalin gerçekleştiğini öğrenince Peygamber (s.a.v.) sahabilerine danışıp, devam etme veya geriye dönmek için bir karar verme gereğini hissetti. Ebû Bekir (r.a.) ve Ömer (r.a.), muhâcirler adına devam etme kararını açıkladılar. Onların söylediklerini kuvvetlendirir bir şekilde, Beni Zühre’nin müttefiklerinden biri olan ve Medîne’ye yeni gelen Mikdâd ayağa kalktı ve şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasûlü! Allah sana ne yapman gerektiğini söylediyse onu yap. Biz İsrailoğulları’nın Mûsâ’ya dediği gibi: ‘Sen ve Rabbin gidin, ikiniz savaşın.Biz şüphesiz burada duranlarız’ (Mâide: 24) demeyiz. Biz şöyle deriz: “Sen ve Rabbin, ikiniz savaşın, sizinle birlikte, sağınızda, solunuzda, ön ve arkanızda biz de savaşacağız.” Abdullah İbn Mes’ûd daha sonraki yıllarda, Peygamber (s.a.v.)’in bu sözleri duyduğunda nasıl yüzünün parladığını anlatırdı. Peygamber (s.a.v.) buna şaşırmamıştı, çünkü muhâcirlerin tamamen kendisiyle birlikte olduğuna inanıyordu. Fakat aynı şey, orada bulunan ensârın tümü için de söylenebilir miydi? Ordu, Medîne’den kervanı yakalamak için yola çıkmıştı. Fakat şimdi daha büyük bir orduyla karşılaşma ihtimali ortaya çıkmıştı. Bunun yanı sıra, Medîneliler Akabe’de, onu, kendi sınırları içinde korumak üzere söz vermişlerdi. Ancak kendi ülkelerinde O’nu, eşlerini ve çocuklarını korudukları gibi koruyacaklardı. Acaba Medîne dışındaki bir düşmana karşı da O’nu korumaya hazır mıydılar? “Ey insanlar, benimle istişâre edin” dedi. Hitap geneldi; fakat O, aralarında henüz kimsenin konuşmadığı ensârı kasdediyordu. Sa’d İbn Muâz (r.a.) ayağa kalktı ve: “Ey Allah’ın Rasûlü! Zannedersem insanlar derken bizi kastediyorsun” dedi. Peygamber (s.a.v.) bunu onaylayınca konuşmasına devam etti: “Biz sana güveniyoruz, bize söylediklerine inanıyoruz ve getirdiğin şeyin hak olduğuna şehâdet ediyoruz. Biz, dinlemek ve itaat etmek üzere sana söz verdik. O halde ne istiyorsan onu yap, biz seninle birlikteyiz. Seni Hak’la gönderene yemin olsun ki, eğer bize şu ileriki denizden geçmemizi emretsen ve kendin suya dalsan, biz de seninle birlikte dalarız. Hiçbirimiz geride kalmayız. Yarın o düşmanla karşılaşmaktan da çekinmiyoruz. Biz savaşta deneyimli ve çatışmada güçlüyüz. Belki de Allah, bizim yiğitliğimizi sana gösterir de senin gözlerin serinlikle dolar. O halde Allah’ın yardımıyla bize önderlik et.”

Peygamber (s.a.v.) bu sözlere çok sevindi. Ya kervan ya da ordudan sadece biriyle savaşmaları gerektiği kanısındaydı. “İleri!” dedi. “Neşelenin, çünkü Yüce Allah, bana iki gruptan birini söz verdi. Şimdiden düşmanı yenilmiş bir halde görüyorum.”
Kendilerini en kötü ihtimale hazırlamış olmalarına rağmen yine de içlerinde, kervanı ele geçirip, Kureyş ordusu gelmeden Medîne’ye ganimetler ve esirlerle dönme ümidi vardı. Fakat, Bedir’e bir günlük uzaklıktaki bir konağa vardıklarında, Peygamber (s.a.v.) ve Ebû Bekir önden gidip rastladıkları yaşlı bir adamdan bilgi aldılar ve Mekke ordusunun yakında olduğu kanaatine vardılar. Kamp yerine döndüler, gece yarısına kadar beklediler. Daha sonra Peygamber (s.a.v.), üç kuzenini, Ali, Zübeyr ve Sa’d’ı diğer birkaç arkadaşıyla birlikte, Mekke ordusunun veya kervanın kuyudan su alıp almadıklarını öğrenmek üzere Bedir kuyusuna gönderdi. Gönderdiği adamlar kuyuya vardıklarında Kureyş ordusu için su dolduran iki adama rastladılar. İkisini de yakalayıp, Peygamber (s.a.v.)’e getirdiler. O sırada Rasûlullah (s.a.v.) namaz kılıyordu. Onun bitirmesini beklemeden Kureyş ordusunun su taşıyıcıları olduklarını söyleyen iki adamı sorguya çekmeye başladılar. Soranlardan bazıları onların yalan söylediğini düşünmeyi tercih ediyordu; çünkü onları, Ebû Süfyân’ın kervan için su doldurmak üzere gönderdiğini ümit ediyorlardı. İki adamı, “Biz Ebû Süfyân’ın adamlarıyız” diyene kadar dövdüler. Sonra serbest bıraktılar. Peygamber (s.a.v.) namazda son oturuşunu yaptı ve selam verdi. Sonra: “Size doğruyu söylediklerinde onları dövüyorsunuz, yalan söylediklerinde ise bırakıyorsunuz. Onlar gerçekten Kureyş ordusunun adamları” dedi. Daha sonra iki adama dönerek: “Siz ikiniz, bana Kureyş’in nerede olduğu hakkında bilgi verin” dedi. Adamlar Akankal’ı işaret ederek: “Onlar şu tepenin arkasındalar, tepenin ötesindeki vadideler” dediler. Peygamber (s.a.v.): “Kaç kişiler?” diye sordu. “Çok” dediler, fakat kesin bir şey söyleyemediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) onlara günde kaç hayvan kestiklerini sordu. “Bazı günler dokuz, bazı günler on” diye cevap verdiler. Peygamber (s.a.v.) buna karşılık şöyle dedi: “O halde dokuz yüz kişi ile bin kişi arasındadırlar. Peki hangi Kureyş liderleri ordunun arasında?” On beş tane isim saydılar. Bunların arasında şu isimler vardı: Abdu Şems’ten iki kardeş, Utbe ve Şeybe; Nevfel kabilesinden Hâris ve Tu’ayme; Abdu’d-Dâr’dan, kendi Fârisî hikâyelerini Kur’ân’la karşılaştıran Nadr; Esed kabilesinden Hatîce’nin üvey kardeşi Nevfel; Mahzûm’dan Ebû Cehil; Cumah’tan Umeyye; Amir’den Süheyl. Bu önemli isimleri duyan Peygamber (s.a.v.) adamlarını topladığında: “Mekke, hayatının en iyi parçalarını sizin önünüze atıyor” dedi.
Bin kişilik güçlü Kureyş ordusunun haberinin Ebû Süfyân’a ulaşması uzun sürmemişti. Fakat o zamana kadar kervan, kendisini korumaya gelen ordunun düşmanla kervan arasında duvar olacağı bir konağa ulaşmıştı. Kervanın artık güvende olduğunu hisseden Ebû Süfyân Kureyş ordusuna bir elçi gönderdi: “Siz develerinizi, mallarınızı ve adamlarınızı korumak üzere geldiniz. Allah onları korudu, o halde geri dönün.” Bu mesaj Kureyş ordusuna, Bedir’in biraz güneyindeki Cuhfe’de konakladıkları sırada ulaşmıştı.
Ordunun daha fazla ilerlememesi için bir neden daha vardı. Beni Muttalib’den bir adamın -Cuheym- gördüğü rüya veya hayal nedeniyle tüm kampı karamsarlık bürümüştü. Cuheym şöyle diyordu: “Uyku ile uyanıklık arasında, yanında bir deveyle birlikte at üstünde bir adamın yaklaştığını gördüm. Atından indi ve Utbe, Şeybe, Ebû’l-Hakem ve Umeyye -sonra adamın söylediği diğer kabile liderlerini de saydı- hepsi kılıçtan geçirilecek.” “Daha sonra” dedi Cuheym: “Devesinin göğsünü bıçakla yaraladı ve onu çadırların arasında koşması için serbest bıraktı. Kampta devenin kanı sıçramayan bir tek çadır kalmadı.” Ebû Cehil, Cuheym’in anlattıklarını duyunca, sesinde zafer dolu bir hava ile: “İşte,Abdu’l-Muttalib’in oğullarından bir peygamber daha” dedi. “Bir peygamber demesinin sebebi, Hâşim ve Muttalib’in oğullarının bir tek kabile olarak kabul edilmesiydi. Kamptaki bu karamsarlığı yok etmek isteyen Ebû Cehil, oradakilerin tümüne hitap ederek şöyle dedi: “Tanrı’ya and olsunki, Bedir’e gitmeden geri dönmeyeceğiz. Orada üç gün kalacağız; develer kesip şölen kuracağız; şarap su gibi akacak ve dansözler bize şarkı söyleyip dansedecekler. Araplar bizim bu muhteşem yürüyüşümüzü ve topladığımız gücü duyacaklar. Bundan sonra bize karşı hep korku ve saygı duyacaklar. Bedir’e ileri!”
Abbâs İbn Şerîk, müttefiki olduğu Zühre kabilesi ile beraber gelmişti; şimdi ise onları Ebû Cehil’e kulak asmamaları için ikna etmeye çalışıyordu. Zühre’lileri ikna etmeyi başardı ve hepsi Cuhfe’den Mekke’ye döndüler. Tâlib de adamlarından bir kısmıyla geri dönmüştü. Çünkü Kureyş’ten bazıları ona şöyle demişlerdi: “Ey Hâşimoğulları! Sizin şu anda bizimle olmanıza rağmen, gönüllerinizin Muhammed’le birlikte olduğunu biliyoruz.” Abbâs buna rağmen Bedir’e gitmeye karar verdi ve yanına üç yeğenini aldı: Hâris’in oğulları Ebû Süfyân ve Nevfel ile Ebû Tâlib’in oğlu Akîl.
Tepenin arkasında, biraz kuzeydoğuda Müslümanlar çadır bozuyordu. Peygamber (s.a.v.) Bedir kuyularına düşmandan önce varmaları gerektiğini biliyordu. Bu nedenle hemen yola çıkma ve hızla ilerleme emri verdi. Yola çıkmalarından biraz sonra yağmur yağmaya başladı. Müslümanlar bunun Allah’tan bir yardım işareti olduğunu düşünerek sevindiler. Yağmur sayesinde insanlar zindeleşti, üzerinde yol aldıkları Yelyel kumu ise yatıştı. Yağmur, Müslümanların solunda, Bedir’in aksi yönündeki Akankal tepelerini henüz tırmanacak olan düşmanları engelliyordu. Kuyuların hepsi önlerindeki eğimde sıralanıyordu. Peygamber (s.a.v.) geldikleri ilk kuyunun yanında konaklama emri verdi. Fakat Hazrec’li Hubâb İbn el-Munzîr (r.a.) ona geldi ve: “Ey Allah’ın Rasûlü (s.a.v.), bu konakladığımız yerden ne ilerleyip ne de gerilemeden durmamızı Allah mı sana emretti, yoksa bu senin görüşün ve savaş stratejin mi?” dedi. Peygamber (s.a.v.) bunun sadece bir görüş olduğunu söyleyince Hubâb devam etti: “Burada konaklamayalım, ey Allah’ın Rasûlü! Düşmana yakın kuyuların en büyüklerinden birinin yanına varıncaya kadar ilerleyelim. Orada konaklayalım, diğer bütün kuyuları kapatıp, kendimiz için bir sarnıç hazırlayalım. O zaman düşmanla karşılaştığımızda bizim içecek suyumuz olur, onlarınsa suyu olmaz.” Peygamber (s.a.v.) bu görüşü kabul etti ve Hubâb’ın planı ayrıntısıyla uygulandı. İlerideki bütün kuyular kapatılıp, bir sarnıç hazırlandı. Herkes su kırbasını doldurdu.
Daha sonra Sa’d İbn Muâz (r.a.) Peygamber (s.a.v.)’e geldi ve şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasûlü! İzin ver de senin için bir gölgelik yapalım, develerini de yanına bağlayalım. Düşmanla karşılaştığımızda, Allah bize güç verir de onları yenersek, bizim istediğimiz yerine gelir. Fakat eğer kaybedersek, sen hemen devene binip gerideki arkadaşlarımıza katılabilirsin. Çünkü geride kalan arkadaşlarımız da seni bizim kadar severler, eğer senin savaşla karşılaşacağını bilselerdi, onlar da sana yardımcı olurlar ve senin yanında savaşırlardı.” Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.), Sa’d’ı övdü ve ona dua etti. Hurma dallarından bir gölgelik yapıldı.
O gece Allah, mü’minlere rahat bir uyku indirdi ve mü’minler sabahleyin çok zinde kalktılar. (Enfâl: 11).
Günlerden cumaydı; 17 Mart, M.S. 623 yani 17 Ramazan H.S. Şafakla birlikte Kureyş Akankal tepesine tırmandı. Onlar tam tepeye ulaştıklarında, güneş yükselmişti. Peygamber (s.a.v.) onları süslenmiş atlar ve develer üstünde, tepeden Bedir’e doğru Yelyel vadisine inerken gördü ve şöyle dua etti: “Allah’ım, işte Kureyş kibir ve gururla geliyorlar, sana karşı çıkıyor ve senin Rasulünü yalanlıyorlar. Ya Rabbi, bize vadettiğin yardımını üzerimizden eksik etme! Ya Rabbi, bu sabah onları helâk et!”
Kureyş ordusu tepenin hemen eteğinde konakladı. Müslümanları beklediklerinden az buldukları için Cumah kabilesinden Umeyr’i, arkada başka yedek ordunun olup olmadığını öğrenmek üzere gönderdiler. Umeyr, vadinin diğer ucunda, karşılarında duran ordudan başka yardımcı güç görünmediğini haber verdi. “Fakat, ey Kureyşliler!” diye devam etti, “Onlardan hiçbirinin sizden bir adam öldürmedikçe öleceğini zannetmem. Onlar, sizden kendi sayılarına eşit adam öldürürlerse, geriye ne kalır?” Umeyr, Mekke’de kâhinliğiyle meşhurdu, bu şöhreti sözlerinin daha etkili olmasını sağlıyordu. Hatîce’nin yeğeni Esed kabilesinden Hakim de bu konuda aynı görüşteydi. Hakim tüm kampı yürüyerek dolaştıktan sonra Abdu Şems kabilesinin konakladığı yere vardı. Utbe’ye: “Ey Velîd’in babası!” dedi, “Sen Kureyş’in en büyük adamı ve onların yöneticisisin, onlar sözünü dinlerler. Sonsuza kadar onların arasında şeref ve övgüyle anılmak ister misin?” Utbe: “Bunu nasıl yapabilirim?” diye sordu. “Onları geri götür” dedi Hakim, “Ve öldürülen müttefikin Amr’ın, diyetini üzerine al.” Hakim savaşın en büyük nedenlerinden biri olan kan davası ve diyeti ortadan kaldırmak istiyordu. Çünkü Nahle’de öldürülen adamın kardeşi Amir, bu savaşa öç almak için gelmişti.
Utbe, Hakim’in dediklerinin hepsini kabul etti; fakat onun gidip savaşı en çok isteyen Ebû Cehil’le konuşmasını istedi. O sırada orduya şöyle seslendi: “Ey Kureyşliler! Muhammed ve arkadaşlarıyla savaşmak size hiçbir şey kazandırmayacak. Eğer onlarla savaşırsanız, her biriniz bir diğerinin yüzüne, kardeşi, amcası veya yakın bir akrabasını öldürdüğü için nefretle bakacak. Bu nedenle geri dönün ve Muhammed’i diğer Araplara bırakın. Eğer onu öldürürlerse sizin istediğiniz yerine gelir, eğer öldürmezlerse Muhammed ona karşı sabırlı davrandığınızı anlayacaktır.”
Utbe, şüphesiz, kardeşinin kan diyetini ödemek için Amir el Hadremî’ye yaklaşmak istiyordu. Fakat Ebû Cehil, Utbe’yi korkaklıkla, kendisinin ve karşı saflardaki oğlu Ebû Huzeyfe’nin ödürülmesinden korkmakla suçladı. Daha sonra Amir’e dönerek onu, kardeşinin öcünü alacağı bu fırsatı kaçırmamaya teşvik etti. “Kalk ve onlara sözünü, kardeşinin öldürüldüğünü hatırlat” dedi.
Amir ayağa kalktı ve elbiselerini parçalayarak bağırmaya başladı “Amr’a yazık oldu! Amr’a yazık oldu!” Bu sözler askerlerin coşmasına neden oldu ve gönüllerini hiddetle doldurdu. Artık ne Utbe, ne de başka biri onları ikna edemezdi.
Bu son coşku ve hiddet dolu anlar bir adama beklediği fırsatı sağladı. Kendisi yokken oğlunun kaçmasından korkan Süheyl oğlu Abdullah’ı da Bedir’e getirmişti. Cumah’ın lideri Umeyye de zorla İslâm’dan döndüğünü söylettiği oğlu Ali’yi aynı nedenle savaş alanına getirmişti. Fakat kararsız olan Ali’nin aksine, Abdullah’ın inancı çok sağlamdı. Kampın yakınındaki bir kayanın arkasına gizlenen Abdullah, karşıdaki Müslüman kampa kaçmanın bir yolunu bulmuştu. Oraya vardığında doğruca Peygamber(s.a.v.)’e gitti; ikisinin de yüzü sevinçten parlıyordu. Abdullah, daha sonra sevinç içinde iki eniştesi, Ebû Huzeyfe ve Ebû Sabra’yı selamladı.


Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.