Web sitemize hoşgeldiniz, 15 Kasım 2024
Beğen 2

Mustafa Demirci-Hayber

Mekke ile yapılan anlaşma kuzeydeki diğer tehlikelerle ilgilenme fırsatı verdi. Bu tehlikelerden en büyüğü çoğu İslâm düşmanı olan Yahudilerin yaşadığı Hayber şehri idi. Büyücü Lebîd’e büyük bir ihtimalle onlardan biri rüşvet vermişti. Fakat Benî Nadir ve onların Hayberli akrabalarına karşı bir girişimde bulunmak için bundan daha kesin deliller ve genel nedenler vardı. Onların Medîne’yi işgal etmesi söz konusu değildi. Bir-iki kişi dışında onlardan kimse Hendek Savaşı’na katılmamıştı. Fakat her seferinde Kureyş’e saldırı teşvikini veren ve Gatafan’ı da Kureyş’le bir olmaya ikna eden onlardı. Gatafan’ın hâlâ Medîne’ye düşman olmasına da onlar neden oluyorlardı. Hayber bu şekilde kaldığı sürece Medîne tam bir barış yaşayamazdı.
Bu yönde er geç bir girişimde bulunulması gerektiği uzun süreden beri biliniyordu. Çünkü Peygamber (s.a.v) bir süre önce inen vahiydeki yakın zaferin -ganimetleri bol olan bir zafer- Hayber’in fethi anlamına geldiğinden emindi. Fakat bu Müslüman olduğunu söyleyen herkes tarafından paylaşılmamalıydı. Vahiy, umreye katılmayan bedevîlerin tamamen maddî kaygılarla savaşlara katıldıklarını söylüyordu. Umrede ganimet ve çapul imkânı olmadığı için katılmaya değer bulmamışlardı. Bu nedenle şüphesiz Arabistan’ın en zengin topluluklarından biri olan Hayber’in fethinde de rol almamaları gerekiyordu. Bu, nisbeten küçük bir kuvvetle yola çıkmak anlamına geliyordu. Gerçi küçük bir kuvvet olması, planlarının son ana kadar gizli kalmasını sağlayabilirdi. Fakat yine de bu konu duyulduğunda, ağızdan ağıza bir gerçek imiş gibi değil de bir efsane gibi yayıldı. Hayber’in aşılamaz gücünü herkes biliyordu. Kureyş ve diğer İslâm düşmanları bu haberlerin doğru olmasını ümit ediyorlardı. Çünkü eğer bu doğruysa, Muhammed (s.a.v) müthiş bir yenilgi yaşayacaktı. Fakat onun deli olmadığını bildikleri için bu haberlerin yalan olmasından korkuyorlardı. Hayberliler ise o denli kendilerinden emindiler ki bu haberlere inanmadılar. Muhammed’in (sav) Medîne’den yola çıktığı haberi kendilerine ulaşıncaya kadar müttefiklerine yardım haberi göndermediler. Ancak bu haberler ulaştığında şefleri Kinâne, Gatafan’ı ziyaret etti ve yardımlarına karşılık o yılın hurma hasadının yarısını teklif etti. Gatafanlılar bunu kabul ettiler ve dört bin kişilik bir ordu göndereceklerine söz verdiler. Hayber Yahudileri zırhlarını giyip toplam on bin kişi olan ordularını her gün sıraya sokmayı gelenek haline getirmişlerdi. Gatafan’ın da yardımıyla ordu on dört bin kişiye ulaşacaktı. Medîne’den gelen haberlere göre ise ordu sadece altı yüz kişi idi.
Peygamber (s.a.v) yola çıkmadan önce Evs’li Ebû Abs (r.a.) ona geldi ve bir sorunu olduğunu söyledi. Üzerine bineceği bir devesi vardı; fakat elbiseleri çok eskiydi ve ne yolculukta kendisi için ne de ailesine bırakabileceği yiyecek parası yoktu. Onun kadar muhtaç değilse de durumu ona benzeyen daha birçok kişi vardı. Umreye giderken çok şey harcanmıştı ve o güne dek kazanılan tüm ganimetler de sayısı gün geçtikçe artan muhâcir Müslümanlara harcanarak tüketilmişti. Peygamber (s.a.v), Ebû Abs (r.a.)’a elinde kalan son eşyayı, uzun ve yeni bir giysiyi verdi. Fakat birkaç gün sonra sefer sırasında onu daha kötü ve eski bir elbiseyle gördü. “Sana verdiğim elbise nerede?” diye sordu.”Onu sekiz dirheme sattım” dedi Ebû Abs (r.a.); “Daha sonra kendim için iki dirhemlik hurma aldım, iki dirhemi de aileme geçimleri için bıraktım. Geri kalan dört dirheme de bir elbise aldım.” Peygamber (s.a.v) güldü ve “Ey Ebû Abs! Sen ve arkadaşların gerçekten fakirsiniz. Fakat nefsimi kudret elinde tutana yemin olsun ki, bir müddet daha yaşarsınız, bolluk içinde yaşayıp ailelerinizi de bolluk içinde yaşatacaksınız. Bir yığın dirhem ve köleye sahip olacaksınız ve bu sizin için iyi olmayacak.”
Sefer sırasında Peygamber (s.a.v) iki kamp yeri arasında orduyu durdurdu ve İbnu’l-Ekvâ (r.a.) adındaki güzel sesli bir Eslem’li adamı çağırdı. “Devenden in ve bize deve şarkılarından bir şarkı söyle” dedi. Bedevî onlar develeri üstünde giderken şarkı söyleyecekti. Unutulmayan, kederli ve monoton olan eski melodileri söylüyorlardı. İbnu’l-Ekvâ’nın, Peygamber (s.a.v)’in Hendek’te öğrettiği beyti okumasıyla bu kederli hava daha da yoğunlaştı:
“Rabbimiz, biz hiçbir zaman sana yönelmez, Zekât vermez ve namaz kılmazdık.”
İbnu’l-Ekvâ (r.a.) bu beyitle başlayan şarkıyı tamamladığında, Peygamber (s.a.v) ona, “Allah sana rahmet etsin” dedi. Buna karşı çıkan Ömer, “Ey Allah’ın Rasûlü! Sen bunu kaçınılmaz kıldın. Keşke onunla daha fazla beraber olabilseydik!” dedi. Hepsinin bildiği gibi, Ömer onun yakında şehid olacağını kasdediyordu. Çünkü onlar, Peygamber (s.a.v) kime rahmet dilerse, kısa bir süre sonra onun şehid olduğunu görmüşlerdi.
İki buçuk gün sonra, hedefe sadece bir akşamlık yolları kalmıştı. Hayber ile müttefikleri Gatafan arasında engel oluşturacak bir konumda yol almaları gerekiyordu. Bunu amaçlayan Peygamber (s.a.v) bir rehber istedi ve geceleyin surların önündeki açık düzlüğe ulaştılar. Gece çok karanlıktı, çünkü hilâl henüz yeni çıkmıştı. Ordu o denli sessiz yaklaşmıştı ki şehirde hiç kimse durumun farkında değildi. Sadece sabahleyin bir horoz sesi sessizliği bozdu. Müslümanların kampında, o şafak vakti sabah ezanı sessizce okundu. Namazdan sonra sessizlik içinde, sabah aydınlığında ortaya çıkan ekin tarlaları, hurma bahçeleri ve kaleleriyle “Hicaz’ın bostanı”nı seyrettiler. Güneş yükseldi; toprak işçileri ellerinde çapaları, sepetleriyle çıkıp böyle sessiz bir orduyla karşılaşınca çok şaşırdılar. “Muhammed ve ordusu!” diye bağırıp geriye, kalelere kaçtılar. Peygamber (s.a.v) “Allahu Ekber” dedi ve zafer dolu bir sesle “Harîbet Hayber “(Hayber harap oldu) sözlerini ekledi. Daha sonra Allah’ın insanları cezalandıracağını haber veren bir âyet okudu:
“Fakat (azab) onların sahasına indiği zaman uyarılıp korkutulanların sabahı ne kadar da kötü olur.” (Saffât: 177)
Ama “İndiği zaman” yerine “indirdiğimiz zaman” dedi.
Yahudiler hemen bir savaş konsülü topladılar. İçlerinden bir şefin uyarılarına rağmen kale burçlarındaki siperlerine güvendiler. Yesrib kaleleriyle dağ hisarları adını verdikleri kendi kaleleri arasında hiçbir karşılaştırma yapılamayacağını söylediler. Bu ayrı gruplarla savaşma kararı, onların en zayıf noktaları olan birlik yoksunluğuna dayanıyordu. Kur’ân’da Yesrib Yahudileri için söylenenler Hayberliler için de geçerliydi:
“Sen onları birlik sanırsın, oysa kalbleri paramparçadır.” (Haşr: 14)
Küçük fakat birlik içindeki bir ordu ile karşılaşmak onlar için şanssızlıktı:
“Hiç şüphesiz Allah kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.” (Haşr: 4)
Bu ordu, şu vaade uyarak nefisleri yücelenlerden oluşuyordu:
“Nice az bir topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah’ın izniyle galip gelmiştir; Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara: 249)
İlk gün Peygamber (s.a.v) en yakın kaleye saldırdığında, diğer kaleleri savunanlar birlik olup saldıranlara karşı tek vücut halinde savaşmadılar. Aksine kendi duvarları arkasında kalıp, kendilerini güçlendirmekle meşgul oldular. Bu taktik iki ordu arasındaki eşitsizliği azaltacak nitelikteydi. Fakat yine de Müslümanların sabrı, yabancı bir bölgede birden fazla savaş yapıp, uzun süren bir işgal ile sınanıyordu. Hayberliler, Arabistan’da en iyi nişancılar olarak tanınırdı. Şimdiye kadar Müslümanlar hiç bu kadar fazla kalkan kulanmaya ihtiyaç duymamışlardı. Kampın gerisinde ise kadınlar sürekli ok yaralarını tedavi ile meşgul oluyorlardı. Peygamber (s.a.v)’in eşlerinden sıra ikinci defa yine Ümmü Seleme’ye gelmişti. Yaralıları tedavi etmek ve safların gerisinde su ihtiyacını karşılamak üzere gelen kadınlar arasında Peygamber (s.a.v)’in halası Safiye (r.a.), Ümmü Eymen (r.a.), Nuseybe (r.a.) ve Enes’in annesi Ümmü Süleym (r.a.) de vardı.
Günler geçti, fakat hiçbir şey elde edilemedi. Altıncı gece Ömer (r.a.)’in gözcülükle görevli olduğu bir sırada kampta bir casus yakalandı. Bu casus hayatı karşılığında Müslümanlara kaleler hakkında bilgi verdi ve hangi kalenin en zayıf ve aynı zamanda en çok silaha sahip olduğunu anlattı. İlk önce, en az korunan fakat geçmişte diğer kalelere karşı kullanılan bir savaş aletine sahip bir kaleye saldırmalarını önerdi. Medîne gibi Hayber’de de uzun süreden beri iç savaş yaşanmıştı. Ertesi gün Müslümanlar kaleyi ele geçirdiler. Kaya fırlatmaya yarayan bir mancınık ve askerlerin kaleye girmek için yakın dövüşe başladıklarında üstlerinde çatı vazifesi görecek olan bir siperden oluşan savaş aletlerini diğer kalelere karşı kullanmak üzere çıkardılar. Bir bakıma bu aletler sayesinde, zayıf kaleler teker teker düştü. Karşılaştıkları en güçlü savunma Na’im adındaki kalenin savunmasıydı. Burada garnizon büyük bir kuvvetle karşı koyuyordu ve o gün Müslümanlar tarafından yapılan her saldırı püskürtüldü. Peygamber (s.a.v), “Yarın sancağı Allah’ın ve Rasûlü’nün sevdiği birisine vereceğim. Allah bize zaferi onun ellerinde verecek, o hiçbir zaman dövüşten kaçmayan biri” dedi.
Peygamber (s.a.v) daha önceki seferlerinde sancak olarak nisbeten daha küçük bayraklar götürmüştü. Fakat Hayber’e, Âişe (r.a.)’nin cübbesinden yapılmış büyük siyah bir sancak getirdi. Buna “kartal” adını vermişlerdi. Ertesi gün Peygamber (s.a.v) sancağı Ali (r.a.)’ye verdi. Daha sonra o ve diğer arkadaşları adına, onlara zafer vermesi için Allah’a dua etti. Zübeyr (r.a.) ve kırmızı sarıklı Ebû Dücâne (r.a.)’nin büyük rol oynadığı bir günlük şiddetli bir çarpışmadan sonra Ali (r.a.), adamlarına son bir hamle yaptırdı ve düşmanın kale kapılarının kontrolünü Müslümanlara bırakarak kalenin içlerine doğru çekilmelerini sağladı. Kale ele geçirildi; fakat adamların çoğu arkadaki bir kanaldan diğer kalelere kaçmışlardı.
“Benî Gatafan nerede?” sorusu Hayber’de devamlı sorulan fakat cevap alınamayan bir soruydu. Gatafanlılar gerçekten söz verdikleri gibi dört bin kişilik orduyla yola çıkmışlardı. Fakat bir günlük yol gittikten sonra geceleyin konakladıklarında yerden mi, gökten mi geldiğini anlayamadıkları bir ses duydular. Ses arka arkaya üç kez “Halkınız! Halkınız! Halkınız!” diye bağırdı. Bunun üzerine adamlar ailelerinin tehlikede olduğunu hayal ettiler ve aceleyle geri döndüler. Fakat geri döndüklerinde her şeyin yerinde olduğunu gördüler. Düşmanın yenilmesinde bir payları olamayacak kadar geç kaldıklarını düşündükleri için, ikinci kez yola çıkmayı göze alamadılar.
Hayber’deki kalelerden en dayanıklısı Zübeyr hisarı denilen kaleydi. Kalenin girişinde sarp kayalıklar vardı, diğer tarafları ise dimdik uçurumdu. Diğer kalelerden kaçan savaşçıların çoğu, bu kalenin kuvvetlerine katılmıştı. Peygamber (s.a.v) kaleyi üç gün boyunca kuşatma altında tuttu. Üçüncü günün sonunda diğer kalelerden birinden bir Yahudi geldi ve Peygamber (s.a.v)’e onların kaleyi sonsuza dek savunmalarını sağlayacak gizli bir kaynakları olduğunu haber verdi. Kendini, ailesini ve mallarını garanti altına almak şartıyla bu sırrı ona söylemeyi teklif etti. Peygamber (s.a.v) bu teklifi kabul etti. Adam ona kale duvarları altından geçen bir su kaynağı olduğunu, Zübeyr kalesindekilerin bu kaynağa merdivenlerle inip su aldığını anlattı. Su hiçbir zaman kurumadığı için kaledekiler hiç su depolama ihtiyacı duymuyorlardı. Eğer su kaynağı engellenirse birkaç gün içinde dövüşemeyecek kadar susuz kalacaklardı. Peygamber (s.a.v) bu planı uyguladı ve şiddetli bir çarpışmadan sonra kaleyi aldı.
Karşı koyabilecek güçte olan son kale Kamus idi. Bu kale, Benî Nadir’in en zengin ve en güçlü kollarından biri olan Kinâne ailesine aitti. Bazıları uzun süreden beri Hayber’de yaşıyordu. Oysa ailenin çoğu Medîne’den sürgün edildikten sonra Hayber’e yerleşmişti. Gatafan’ın yardımını özellikle bunlar bekliyorlardı. Onların sözlerinde durmaması Kinâne’lileri büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştı. Diğer kalelerden kaçıp Kamûs’u dolduran Yahudilerin getirdiği kötü haberler moral çöküntülerini daha da artırıyordu. Bununla birlikte on dört gün karşı koydular. Daha sonra Kinâne, Peygamber (s.a.v)’e görüşmek istediğini bildiren bir haber gönderdi. Kinâne ailesinden birkaç kişi ile birlikte kaleden çıktı. Görüşmeler sonunda, Yahudilerin Hayber’i ve tüm mallarını Müslümanlara bırakıp gitmeleri şartıyla, ne onlardan ne de ailelerinden kimsenin öldürülmemesine ve esir alınmamasına karar verildi. Peygamber (s.a.v) son bir şart daha ekledi; eğer bir kişi bile mallarını götürmeye kalkarsa, hayatları tehlikede olacaktı. Kinâne ve diğerleri buna razı oldular. Peygamber (s.a.v), Ebû Bekir (r.a.), Ömer (r.a.), Ali (r.a.) ve Zübeyr (r.a.) ile birlikte on Yahudi’yi anlaşmaya şahit tuttu.
Fakat kısa bir süre sonra hem Müslümanlar, hem de Yahudiler mallarının büyük bir kısmının gizlenmiş olduğunu fark ettiler. Medîne’den getirdikleri ve Medîne sokaklarında herkesi büyüleyen o meşhur Benî Nadir serveti neredeydi? Peygamber (s.a.v) bunu Kinâne’ye sordu. Kinâne, Hayber’e vardıklarından beri silah ve zırh almak için mallarını sattıklarını, bu nedenle de servetlerinin azaldığını söyledi. Yahudiler onun yalan söylediğini biliyorlardı. Bunun yanı sıra, artık bir Peygamber (s.a.v)’in huzurunda olduklarına inandıkları için çoğu endişeliydi. Ona tabi olmalarına gerek olmadığını, çünkü onun kendilerine gönderilmediğini düşünüyorlardı. Fakat yine de onu kandırmak çok tehlikeli olabilirdi. Kinâne’nin çok sevdiği adamlardan biri ona gidip hiçbir şey gizlememesi için yalvardı. Çünkü eğer gizlerse, Peygamber (s.a.v) bunu mutlaka haber alırdı. Kinâne sinirlenerek onu tersledi. Fakat bir gün bile geçmeden hazine bulunmuştu. Kinâne ve ona yardım eden kuzeni ölüm cezasına çarptırıldılar. Aileleri de esir alındı.
Kamus’un düşmesinden sonra geri kalan iki kale de aynı şartlarla teslim oldular. Daha sonra Hayber Yahudileri toplanıp bir danışma meclisi kurdu. Sonunda şöyle bir karara vardılar: Peygamber (s.a.v)’e çiftçilikten ve bahçecilikten iyi anladıklarını öne sürerek her yıl hasadın yarısını vergi olarak verip, Hayber’de kalmayı teklif edeceklerdi. Peygamber (s.a.v) buna razı oldu. Fakat gelecekte eğer isterse, onların gitmesi gerektiğini de ekledi. İşte o zaman Müslümanların kuzeydoğuda zengin bir vaha olan Fedek’e bir sefer düzenledikleri söylentisi çıktı. Fedek Yahudileri Hayber’e uygulanan vergiyi duyunca, aynı şartlarla teslim olmak istedikleri haberini gönderdiler. Bu şekilde Fedek de savaş yapmadan kazanılan diğer yerler gibi Peygamber (s.a.v)’in özel mülkiyetine geçti. Bütün meseleler halledilip, zafer kazanan ordu istirahata çekildiğinde, Sellâm İbn Mişkem’in dul eşi bir kuzu haşladı ve her tarafını zehirledi. Peygamber (s.a.v)’in çoğunlukla kuzunun kolunu sevdiğini duyduğu için, o bölgeyi özellikle zehirledi. Daha sonra kuzuyu kampa götürdü ve Peygamber (s.a.v)’in önüne koydu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) ona teşekkür etti ve beraberindeki arkadaşlarını yemeğe davet etti.
Peygamber (s.a.v)’in hemen yanında Müslümanlara İkinci Akabe’de liderlik yapan ve Mekke’ye doğru ilk namaz kılan kişi olan Bera’nın oğlu Hazrec’li Bişr oturuyordu. Peygamber (s.a.v) kuzudan bir lokma aldığında ağzındakileri tükürdü ve “Ellerinizi çekin! Bu kol bana zehirli olduğunu söyledi” dedi. Kadına haber gönderdi ve kolu zehirleyip zehirlemediğini sordu. Kadın, “Sana kim söyledi?” diye sordu. Peygamber (s.a.v), “Kolun kendisi” dedi, “Bunu niçin yaptın?” Kadın, “Halkıma neler yaptığını biliyorsun; babamı, amcamı ve kocamı öldürdün. Ben de kendi kendime; eğer o bir kralsa ondan kurtulacağım; eğer bir peygamber ise zehirli olduğunu anlar, dedim.” dedi. Bişr’in yüzü zaten sararmıştı. Çok geçmeden öldü. Fakat Peygamber (s.a.v) buna rağmen kadını bağışladı.
Müslümanlarla yapılan savaşta kocasını ve babasının kaybeden tek kadın o değildi. Kinâne’nin hazineyi saklaması üzerine alınan esirler arasında, Kinâne’nin dul eşi ve Benî Kurayza’lıları Peygamber (s.a.v)’le yaptıkları anlaşmayı bozmaya ikna eden ve Hendek Savaşı’ndan sonra onlarla birlikte öldürülen Huyay’ın kızı Safiye de vardı. Safiye on yedi yaşındaydı ve Kinâne ile evleneli henüz bir iki ay olmuştu. Bu süre boyunca Safiye ile Kinâne’nin evlilikleri mutlu geçmemişti. Babası ve kocasının aksine Safiye çok dindar bir kadındı. Küçük yaşından beri halkının bir peygamberin geleceğinden bahsettiğini duymuştu ve bu onun hafızasında yer etmişti. Daha sonra Mekke’de Kureyş’li bir Arab’ın peygamberlik iddiasında bulunduğundan haberdar olmuştu. Sonra onun Kûba’ya ulaştığı haberi gelmişti. Bu olay o daha on yaşında bir çocukken, yedi yıl önce olmuştu. O babasıyla amcasının bu adamın bir sahtekâr olduğunu gözleriyle görmek için Kûba’ya gittiklerini de hatırlıyordu. Fakat her şeyden çok onların gece yarısı üzüntü ve hayal kırıklığı içinde geri dönüşleri belleğine işlenmişti. Söylediklerinden onların bu yeni gelen adamın peygamber olduğuna inandıkları, fakat ona karşı çıkmaya niyetlendikleri anlaşılıyordu. Onun küçük aklı buna hayret etmişti.
Evlendikten kısa bir süre sonra ve Peygamber (s.a.v)’in Hayber önlerine gelmesinden bir süre önce bir rüya görmüştü. Rüyasında gökte asılı parlak bir ay vardı ve bunun altında, Medîne şehrinin uzandığını biliyordu. Daha sonra ay Hayber’e doğru ilerlemeye başladı ve kucağına düştü. Uyandığında Kinâne’ye rüyasını anlattı; fakat o Safiye’nin yüzüne bir tokat attı ve “Bu sadece senin Hicaz Kralı Muhammed’i arzu ettiğin anlamına gelir” dedi. Bir esir olarak Peygamber (s.a.v)’e getirildiğinde yüzünde hâlâ darbe izi vardı. Peygamber (s.a.v) ona bunun neden olduğunu sordu, o da rüyasını anlattı. O sırada Benî Kelb’den Dihye adında bir adam, Safiye’yi Hayber’den kendisine düşecek olan ganimet payı olarak istemiş, Peygamber (s.a.v) de bunu kabul etmişti. Fakat Safiye’nin rüyasını dinleyince Dihye’ye onun kuzenini alması için haber gönderdi. Daha sonra Safiye’ye dönüp onu serbest bırakacağını; bir Yahudi olarak kalıp halkına dönmek veya Müslüman olarak Peygamber (s.a.v)’in eşi olmak arasında bir seçim yapmasını söyledi. Safiye “Allah’ı ve Rasûlü’nü seçiyorum” dedi. Medîne’ye doğru yola çıkıldı ve Rasûlullah’la Safiye (r.a.) ilk konakta evlendiler.
Sefer henüz bitmemişti. Çünkü geldikleri yoldan dönmek yerine biraz batıya dönüp Vadi’l-Kura Yahudilerinin kalelerini de kuşatmışlardı. Bu Yahudiler Hayber’le anlaşmalı idiler; üç günün sonunda Hayber’deki şartların aynısını kabul edip teslim oldular.
Kuzeye doğru yürünürken orduya şarkı söyleyen Eslem’li İbnu’l-Ekvâ (r.a.) Hayber’de kaleye saldırırken öldürülmüştü. Nasılsa kendi kılıcı kendisine dönmüş ve ona ölümcül bir yara vermişti. Ensârdan biri bu nedenle onun bir şehid sayılamayacağını iddia etti. “Bunu söyleyen yalan söylüyor” dedi, Peygamber (s.a.v): “Gerçekten O, bir yüzücünün suyu geçtiği gibi kolaylıkla Cennet bahçelerinden geçti” Şehitlikle ilgili başka bir tartışma da Vadi’l-Kura’da çıktı. Peygamber (s.a.v)’in zenci kölesi Kerkere, bir devenin semerini çözerken isabet eden bir okla öldürülmüştü. Peygamber (s.a.v) herkesin sorduğu bu soruya şu cevabı verdi: “Şimdi o, Hayber’de çaldığı ve şimdi alev haline gelen cübbenin altında cehennem ateşinde yanıyor.”
Peygamber (s.a.v) sürekli olarak, kendisiyle birlikte yaşama ayrıcalığına sahip olan sahâbeyi, bu ayrıcalığın bazı büyük sorumlulukları da beraberinde getirdiği konusunda uyarırdı. Çünkü Allah âdildir ve onları, kötülüğe karşı koymanın çok zorlaşacağı çağlarda yaşayanlardan daha şiddetli cezalandıracaktır. Peygamber (s.a.v) şöyle derdi: “Siz öyle bir çağda yaşıyorsunuz ki, şeriatın onda birine uymazsanız mahkûm olursunuz. Fakat öyle bir çağ gelecek ki o zaman şeriatın onda birine uyan kurtulacak.”


Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.