Web sitemize hoşgeldiniz, 18 Aralık 2024
Beğen 2

Reşit Haylamaz-Gönül Tahtımızın Eşsiz Sultanı Efendimiz-2.Kısım

YENİ BİR DÖNEM
Bütün hadiseler, artık yeni bir dönemin başladığının haberci¬siydi. Yesrib, medeni bir hüviyete bürünmüş, semtine uğrayanlara huzur ziyafetleri çekiyordu. Ancak Mekke, işin peşini bırakma niye-tinde değildi; öfke ile oturup kinle kalkıyor, Medine’ye hicret eden¬leri orada yakalayıp öldürmenin planlarını yapıyordu. Bunun için Mekkeliler sık sık bir araya geliyor ve müşterek kararlar alarak kesin neticeye gitmeyi planlıyor, kendilerine yakışanı ortaya koymaya ça¬lışıyorlardı!
Bu anlamsız tavırlar, Medine için başlı başına bir tehdit oluştu¬ruyordu. Kendileri Müslümanların hicretini kabul etmemekle kal¬mıyor, iletişimin farklı argümanlarını kullanarak başkalarının da kabulünü önleyecek girişimlerde bulunmak istiyorlardı! Zira Mek¬keliler için bu, bir onur meselesi haline gelmişti!
Bu şartlar altında ortaya konulacak strateji de, öncekilerden farklı olmalıydı ve öyle de oldu. Zira bundan sonra Medine’de, risalet görevini tebliğ yanında devlet işlerini organize edip riyaset vazifesini de deruhte eden bir Nebi vardı. Asayiş ve güvenliği temin etmek için bundan sonra yeni müfrezeler meydana getirilecek ve başta Medine olmak üzere her geçen gün genişleyen bir alanda asayişe el konacak¬tı. Hicaz’da haber ağları oluşturulacak ve bundan böyle uçan kuştan haberdar olunacak adımlar atılacak ve eldeki imkânlar en faydalı bi¬çimde kullanılmış olacaktı.
Mekke’deki Hava
Mekkeliler, hiddetle köpürüp şiddet solukluyorlardı; her türlü gücü ellerinde bulundurdukları halde zayıf gördükleri insanlar kazanmıştı. İşin şaka götürür yanı yoktu; ne yapıp etmeli Yesrib’i onlann başına yıkmalıydı! Bunun için gerekli olan her türlü yola başvuracak ve mutlak neticeye ulaşma adına her türlü yaptırımı uy¬gulayacaklardı.
İlk olarak, Medine’de reislik hülyalan kuran Abdullah İbn Übeyy İbn SeZUl ile irtibat kuracaklardı. Zira o, Mekke müşrikleri nazarında hala Yesribli Arapların lideri konumundaydı. Gönderdik¬leri mektupta şunlan söylüyorlardı:
– Şüphesiz ki sizler, bizim adamımızı içinizde banndırıyorsu¬nuz. Allah’a yemin olsun ki, ya sizler de O’nunla savaşarak yurdu¬nuzdan çıkarır, ya da bizler, kadın ve mallannızı elde edip hepinizi esir alıncaya kadar sizinle savaşırız!
Allah Resülü (s.a.s.) Mekke’yi geride bırakıp hicret etmiş olsa bile, gelişmeleri yakından takip ediyor ve Mekke müşriklerinin neler çevirdiklerinden haberdar oluyordu. Zira O, mana yanında madde¬ye de hükmeden bir liderdi. Öyleyse, kıyamete kadar gelecek bütün liderlere rehberlik yapacak stratejileri olmalıydı. Dolayısıyla, mek¬tuptan Efendimiz’in de haberi olmuştu.
Bu mektup kendilerine geldiğinde Abdullah İbn Übeyy ve arka¬daşlan, durum değerlendirmesi için bir araya gelip meseleyi görüşü¬yorlardı. Efendimiz, tam bu görüşmenin üzerine gelmişti. Demek ki, Medine’nin nabzını iyi tutuyordu. Şöyle diyordu:
– Kureyş’in size olan tehdit haberi Bana da ulaştı. Onların size hazırladıklan hile ve tuzak, sizin kendi kendinize hazırladığınızdan daha büyük değildir! Sizler, kendi çocuklannız ve kardeşlerinizle mi savaşacaksınız!
Efendimiz’in bu etkileyici sözleri üzerine, yapmayı planladıkları hususları bir kenara bırakarak dağılıverdiler!
Gerçi Abdullah İbn Selül, böyle bir hamleyle geri durup her şey¬den vazgeçecek bir adam değildi; zira, göz göre göre riyaset makamı elinden giderken Mekke’den gelen bu teklifler iştahını iyice kabart-mış, kendisini büyük bir hırs bürümüştü. Ne derlerse yapacak bir ruh haleti vardı. Mekke için de bu, iyi bir seçimdi; onunla, Müslü¬manlar arasında fitne kazanları kaynatacak, Müslümanların moral¬lerini bozacak, içten yıkmaya çalışacak ve psikolojik harp adına akla gelebilecek her türlü hileye başvuracaklardı.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, anbean meseleyi takip edi¬yor ve müşriklerin baş başa vererek kuracakları tuzaklara karşı ha¬zırlıksız yakalanmamak için gelişmelerden günü gününe haberdar olmak istiyordu.
Başka bir gün, Abdullah İbn Übeyy ve arkadaşları oturmuş ko¬nuşurlarken, Efendimiz yine üzerlerine gelivermişti; meclis buz ke¬si1mişti. Abdullah İbn Übeyy, bu gelişten de rahatsızlık duyacak ve bunu dillendirmekten geri durmayacaktı. Onun bu çiğ davranışına mukabil, orada bulunan Abdullah İbn Revaha ayağa kalkıp Efendi¬miz’i müdafaa edince ortalık karışacak ve kısa süreliğine de olsa bir kargaşa yaşanacaktı. Efendimiz yine bu; cehalete kurban giden bu insanlara sükütla cevap verecek ve Sa’ d İbn Ubade’nin de kanaatini alarak her şeye rağmen af yolunu seçecekti.
Güvenlik Tedbirleri
Artık mesele, farklı bir boyut kazanmıştı; Efendiler Efendisi, aynı zamanda yeni devletin başındaki devlet reisiydi. Mekke’den hicret edenlerle birlikte Medine’ de kendisine güvenip de etrafında birleşen insanları koruyup kollamak gibi bir görevi vardı. Üstelik Mekke, Medine’ye hicret edip yerleşen Muhacirlerle onlara yardım eden Ensarı sürekli rahatsız ediyor ve yarın başlarına gelecekler ko¬nusunda tehditler yağdırıyordu:
– Öyle, elimizden kaçıp kurtulduğunuzu sanmayın! Evlerinizin arasına kadar gelecek ve işinizi bitireceğiz, şeklindeki mesajlar, artık sıradan hale gelmişti.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, kimsenin burnunun ka¬namasını istemiyor ve adeta ashabının üzerine titriyordu. En küçük bir hareketlilik O’nu endişelendiriyor ve meseleyi anlayıncaya kadar rahat yüzü görmüyordu. Bunun için, geceleri uyumadığı oluyordu. Bir gece, sessizce Aişe Validemize,
– Keşke bu gece, ashabımdan salih birisi çıksa da Beni korusa, demişti. Daha bu cümlesinin üzinden zaman geçmemişti ki, dışarıda bir ayak sesi duyuldu:
– Kim o, diye seslendi.
– Sa’ d İbn Ebi Vakkas, diye bir ses yükseldi. Demek ki, aynı endişeleri paylaşan başkaları da vardı. Bunun üzerine Efendiler Efendisi:
– Bu saatte seni buraya getiren de ne, diye sordu. Şöyle cevap veriyordu Sa’d İbn Vakkas:
– Resülullah’ın güvenliği konusunda bu gece içime bir korku düştü ve O’nu korumak için geldim!
İmamıyla bütünleşmiş bir cemaatin hassasiyetiydi bu! Resülul¬lah önce, Sa’d İbn Ebi Vakkas’a dua etti, ardından da hücrelerine çe¬kilerek istirahat buyurdu.
Endişe dayanılmaz boyuta gelince de,
– İnsanlardan gelebilecek tehlikelere karşı şüphe yok ki Allah, Seni koruyacaktır, ı mealindeki ayet gelmişti. Mübarek başlarını dı¬şarı çıkardı ve:
– Ey insanlar, diye seslendi. Artık dağılabilirsiniz; zira Allah (celle celaluhü), Beni koruyacaktır!
Ancak, tehlike devam ediyordu. Karşı taraf, adeta bir yaydan çıkan ok gibi birleşmiş, Müslümanların üzerine birlikte saldırma planları yapıyordu. Aslında, bölük pörçük ve dağınık bir yapıya sahip olan Araplar, ortak düşman olarak gördükleri İslam karşısında bü¬tünleşmiş, birbirlerine dayanıp destek alarak Efendimiz’e saldırı¬yorlardı. Her an gelmesi muhtemel bir tehlikeye karşı sahabe artık, yanlarında silahlarıyla birlikte yastığa baş koyuyor ve en küçük bir hareketlenmeye karşı daha duyarlı hareket ediyordu.
Bir gece Medine’de, büyük bir gürültü duyulmuştu. Herkes, kendince hazırlık yapmış ve sesin geldiği yöne doğru hareket etmişti ki, karşılarından gelen birini fark ettiler. Şüphesiz bu, Resülullah’» tan başkası değildi:
– Ben baktım; önemli bir şey yok, diyordu. 2
Anlaşılan, yüzyıllardır huzur ve güven ortamına hasret olan Me¬dine’de Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) sadece mü’minlerin değil aynı zamanda çoğunluğunu Yahudi ve müşrik Arapların oluşturdu-ğu yerli halkın güvenliğini düşünüyor ve adımlarını buna göre atı¬yordu. Zira onlar, böyle bir güven ortamını temin etmesi için O’na yetki vermiş ve kendi adlarına hareket etme salahiyeti tanımışlardı.
Medine vesikası bunun en açık deliliydi. Öyleyse iş, sadece din mer¬kezli bir hareket değil, içinde farklı unsurlan barındıran devlet ya¬pısının aktif hale gelme meselesiydi. Ve bu görev, birinci derecede Efendiler Efendisi’nin üzerinde bulunuyordu.
Bkz. Maide, 5767
2Zaten onlar, Enes İbn Malik gibi aslıabın da şelıadetiyle ne zaman Medine’de bir feryat kapsa, Resülullah’ı oraya yetişmiş bulur ve bu, onlara güven verirdi.
Savaş İzni
Mekke müşrikleri her türlü şiddete başvursa da, bugüne kadar Müslümanların, buna karşı şiddet kullanma izni yoktu. Belki de bu dönemde, yapılan her türlü haksızlığa rağmen sükı1t edip sessiz kal-mak en büyük güçtü ve bunun için de, defalarca Efendimiz’e müraca¬at edip izin isteyenler, bir türlü taleplerine müspet cevap alamamışlar ve üstüne üstlük müşriklerden yüz çevirmekle yetinmeleri emrolun¬muştu. Bir müddet sonra bu yasak, temelinde yumuşaklık ve müla¬yemet olan tatlı bir münakaşa ile insanlara hitap etmeye verilen izin¬le hafifletilmiş, yine de şiddete karşı şiddet izni verilmemişti.”
Şimdi ise durum değişmiş ve artık meselenin hüviyeti farklı¬laşmıştı. Bundan sonra konu, ferdi çabalardan öte uluslararası bir hassasiyet gerektiriyordu. Göz göre göre büyük bir tehlike geliyor¬du. Yer ve yurtlarına el koyup kendilerini ana vatanıarından çıkmak zorunda bıraktıklan yetmiyormuş gibi bir de tutmuş, Medine’ye yer¬leşenlere tehditler yağdırıyor, canlanna okuyacaklarını ilan ediyor¬lardı. Üstelik bu tehdit, sadece Muhacirleri de kapsamıyordu; onlara imkân hazırlayan Ensarı da içine alan bir tehditti bu. Öyleyse, böyle bir zeminde, ihtiyaç duyulduğunda vatanı müdafaa, yapılması gere-ken önemli bir vazifeydi.
Bu arada yeni bir vahiy daha gelmişti. Ayette haksız yere kendi¬lerine zulmedilip de yurtlarından çıkanlanlara savaşma izninin ve¬rildiğini anlatıyordu:
– Kendilerine savaş açılan mü’minlere, savaşmalan için izin ve¬rildi. Çünkü onlar, zulme maruz kaldılar, Allah onlara zafer vermeye elbette kadirdir.3 4 5
3 4 5Bkz. Hıcr, 15/94 Bkz. Nahl, 16/125 Bkz. Hac, 22/39
Evet, bu bir emir değildi; ancak, Mekkelilerin şiddetinden bunalan mü’minler için önemli bir çıkış yolunu ifade ediyordu. Demek ki bundan böyle, ihtiyaç duyulduğunda savaşa da başvurulacak ve bu dilden anlayanlara anladıkları dilden cevap verilmiş olacaktı. 6
6Daha sonra gelecek ayetlerde bu iznin kapsamı daha da genişletilecek ve düşman için caydıncı güç haline gelmekten, Allah yolunda mal ve canla cihad etmeye kadar geniş bir alanı kapsayacaktı. Bkz. Enfal, 8/60; Maide, 5/35, Tevbe, 9/41; Hacc,22/78
Kolluk Kuvvetlerinin Oluşturulması
İşte, beklenen bu güvenli ortamı oluşturma adına Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), Medine dışına da yönelmiş, Arap Yarıma¬dasını kontrol altına almaya çalışıyordu. Bunun için de, sayıları de-ğişen müfrezeler tertip edip asayişi temin edecek kolluk kuvvetleri oluşturma yoluna gidecekti.
Bu tür güvenlik tedbirlerinde, Medine etrafındaki asayiş ve gü¬venliği sağlamak, istihbarat toplayıp yeni gelişmelerden Efendimiz’i haberdar etmek, yolu Medine’den geçen Kureyş’in iştahını köreltip bu sırada Medinelilere zarar verme ihtimalini ortadan kaldırmak, Medine yakınlarına kadar gelmeye başlayan Mekke güçlerini geri püskürtmek, Müslümanların da güç sahibi olduğunu ilan ederek düşmana gözdağı vermek, etraftaki kabilelerle anlaşma zemini araş¬tırıp sulh yapmak, herhangi bir olumsuzluk karşısında meseleye acil müdahalede bulunmak ve irşad ve tebliğ vazifesini Medine dışına da taşımak gibi faydalar hedefleniyordu. Savaş izni de geldiğine göre insanların, böyle bir zemine hazır olmaları gerekiyordu ki, bu türlü hareketlenmeler, aynı zamanda muhtemel savaşlar için fiili bir eği¬tim manası da taşıyordu.
Seriyyeler ve Gazveler
Bu maksatla gönderilen ilk seriyye, otuz kişilik bir güce kuman¬da eden Hz. Hamza seriyyesiydi. Hicretin üzerinden henüz yedi ay geçmişti. Kureyş’in, Müslümanlara karşı güç oluşturmak için mey-dana getirdiği kervanı kontrol altında tutmak üzere bir heyet hazır¬lanmış ve başlarına da, komutan olarak Hz. Hamza tayin edilmişti. Amaç, söz konusu kervanın karşısına çıkıp Medine’nin medeni bir yapıya kavuştuğunu, güvenliği temin adına her türlü önlemin alın¬dığını göstermekti. Aynı zamanda bu, Medinelilerin Mekkelilere bir güç gösterisiydi.
Söz konusu kervanda, Ebu Cehil’in de aralarında bulunduğu üç yüz kişi bulunuyordu. Seıfii’l-Bahr denilen yere kadar geldiklerinde kervanla karşılaşmışlar, onların gelişinden rahatsızlık duyan Mek-kelilerle kısa süreliğine bir gerginlik yaşanmış ve araya giren ve iki tarafın da ortak dostu olan Mecdi İbn Amr’ın gayretleriyle ortalık yatıştırılarak geri dönülmüştü.
Şevval ayıydı; Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) Ramazan ayında gerçekleşen Hz. Hamza seriyyesinin hemen arkasından bu sefer, amcaoğlu Ubeyde İbn Hôris’ı görevlendirerek atmış kişilik bir ekibi, başlarında Ebu Süfyan’ın olduğu iki yüz kişilik Kureyş gücüne karşı gönderdi. Rabiğ denilen yerde karşılaşan iki birlik, karşılıklı ok atışları olsa da sıcak temas olmadan ayrılıp geri geldiler.
Bu seriyyenin en büyük kazancı; Mekkelilerle birlikte Rabiğ’e kadar gelen ve baskı altında Müslümanlıklarını açıklayamayan iki sahabe Utbe İbn Gazvan ve Mikdad İbn Amr’ın Müslümanların safı¬na katılmaları olmuştu.
Bu seriyyeden yaklaşık bir ay sonra, Zilkade ayında ise, Sa’d İbn Ebi Vakkas komutasında yirmi kişilik bir ekip oluşturulacak ve o da Kureyş kervanını takip etmek için Harôr denilen mevkiye kadar gidip geri dönecekti.
Bu arada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de bu birliklere ka¬tılıyor ve bazılarında bizzat bulunuyordu? Seriyyelerde hedeflenen maksatlar, bunlar için de geçerliydi. Tek farkla ki, bunlarda komuta doğrudan Resülullah’a aitti.
7Efendimiz’in ashabından birisini komutan olarak görevlendirip tayin ettiği gü¬venlik güçlerine ‘Seriyye’; kendisinin içinde bulunup da bizzat komuta ettiği bu türlü hareketlere de ‘Gazve’ denilmektedir.
Hicretin üzerinden bir yıl geçmişti. Safer ayı girdiğinde Resül¬ii Kibriya Hazretleri, Medine’de yerine Sa’d İbn Ubôde’yı bırakarak yetmiş kişilik bir müfreze ile birlikte bizzat kendileri yola çıktılar. Sancağı, Hz. Hamza taşıyordu. Hedefte yine Kureyş’in kervanı vardı. Zira bu kervan, Muhacirlerin Mekke’de bırakmak zorunda kaldıkları mallarını taşıyordu; Mekke müşrikleri, el koydukları bu malları Şa¬m’da satmak için develere yüklemiş, karşılığında yine onları vuracak savaş malzemesi tedarik etmeye çalışıyordu. Nihayet, Veddan denilen yere kadar ulaşmışlardı. Ancak, mü¬’minlerin gelişini haber alan kervan çoktan uzaklaşmıştı. Bir müd¬det burada bekleyen ordu yeniden Medine istikametinde yol almaya başlayacak ve on beş gün sonra yeniden Medine’ye ulaşacaktı.
Bu gazve sebebiyle Efendiler Efendisi, Ebva’da emanet ettiği an¬nesi Âmine validemizin mezarını da ziyaret etme fırsatı bulmuştu.
Bu gazvede dikkat çeken en önemli konu ise Efendimiz’in (sallal¬lahu aleyhi ve sellem), Müslüman olmamalarına rağmen Damraoğulları¬’mn reisi Amr İbn Mahşiyy ile dostluk anlaşması yapmış olmasıydı. Buna göre, din adına yapılan savaşlar dışında düşmana karşı Dam¬raoğulları’na yardım edilecek, onlar da Müslümanların yardımcısı olacaklardı. Böylelikle, Medine çevresindeki güvenlik çemberi ge¬nişletilmiş oluyordu.
Rebiülevvel ayında iki yüz kişilik yeni bir birlik daha tertip edil¬miş, Ümeyye İbn Halefin başkanlığındaki Kureyş kervamm takip için Buotit denilen yere kadar gelinmişti. Yüz kişinin bulunduğu ker¬van, iki bin beş yüz deveden meydana geliyordu. Anlaşılan Kureyş, büyük bir hazırlık içindeydi.
Bu birliğin başında da, bizzat Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sel¬lem) vardı; Medine’ de yine Sa’ d İbn Muaz’ı vekil bırakmış, sancağı da Sa’d İbn Ebi Vakkas’a vermişti.
Yine aynı ay içinde (Rebiülevvel) Kureyş’ten Kürz İbn Côbir’uı komuta ettiği bir birlik, Medine yakınlarına kadar gelmiş ve Müslü¬manlara ait bazı koyunları alarak geri kaçmıştı.
Yerine Zeyd İbn Harise’yi vekil bırakan Efendiler Efendisi, ya¬nına aldığı yetmiş kişilik bir birlikle hemen yola çıktı ve hadisenin olduğu yere doğru yöneldi. Sancağı Hz. Ali taşıyordu. Bedir yakın¬larındaki Safevan vadisine geldiklerinde Kureyş’in çoktan uzaklaşıp gittiği anlaşılmış ve onlar da buradan geri dönmüşlerdi.
Cemaziyelevvel ayının son günleriydi; Medine’de EbU Seleme’yi vekil bırakan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), sancağı da Hz. Ham¬za’ya vererek Medine’ den hareket etti. Zira Kureyş’in, otuz develik yeni bir kervanla yola çıktığı, Şam’a gidecek olan bu kervanla savaş malzemesi tedarik edilerek Medine’ye saldınlacağı haberleri Medi¬ne’ye ulaşmıştı. İş, her geçen gün biraz daha ciddiyet kazanıyordu. Belli ki Kureyş, büyük bir plan içindeydi. Durumdan haberdar olan Efendimiz de, yüz elli kişilik bir grup¬Ia8 birlikte yola çıktı. Zü’l-Uşeyre denilen yere kadar geldiklerinde kervanın, birkaç gün önce Şam cihetine doğru ilerleyip gittiği bilgi¬sine ulaştılar ve buradan geri döndüler.
Bu seriyye dolayısıyla, bu güzergâhta bulunan ve Damraoğul¬larının müttefiki olan Müdlicoğullarıyla da bir anlaşma yapıldı ve böylelikle, Medine civarında yeni bir güvenlik koridoru daha oluş¬turuldu.
8Bu sayının iki yüz olduğu şeklinde de rivayet vardır. Bkz. İbn Seyyidinnas, Uyü¬nu’I-Eser, 1/298; İbn Kayyım, Zadu’l-Mead, 3/146
Abdullah İbn Cahş Seriyyesi
Hicretin üzerinden henüz on yedi ay geçmişti. Receb ayıydı. Ku¬reyş’in Şam’a gönderdiği kervanın dönüş zamanıydı. Efendiler Efen¬disi, hala oğlu Abdullah İbn Cahş’ı yanına çağırıp eline bir mektup verdi. Abdullah İbn Cahş yanındaki on iki kişiylebirlikte9 Efendimi¬z’in tarif ettiği istikamette iki gün gidecek ve iki gün sonra mektubu açıp okuyarak gereğini yapacaktı.
Denilen istikamette iki gün gidip de mektup açıldığında, Efen¬dimiz’in Hz. Abdullah’a şu talimatı verdiği görülmüştü:
– Taif ve Mekke arasında kalan Nahle’ye doğru yürü ve burada Kureyş’i bekleyip bize gelişmeleri haber ver.
Nahle, Mekke’nin dibi sayılırdı ve böyle bir hamleyi, ancak çelik gibi güçlü bir imana sahip insanlar yapabilirdi. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), hem gidecekleri istikameti gizli tutmuş hem de bu iş için kimsenin zorlanmaması talimatını vermişti.
Efendiler Efendisi talep eder de sahabe durur muydu hiç!
Hemen hedef belirlenmiş ve talep edilen yere doğru yol alınmaya başlanmıştı. Ancak Hz. Abdullah, bu yolda kendisiyle birlikte yürü¬me ya da geri dönme konusunda arkadaşlarını serbest bırakıyordu. Ne de olsa Allah Resülü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) talimatı vardı.
9Bu sayının sekiz kişi olduğu şeklinde de rivayet vardır. Bkz. İbn Hişam, Sire, 3/146
Ancak onlar, tereddütsüz yürüyen bir cemaatti ve aralarından geri dönme arzusunda olan bir tek sahabi bile çıkmayacak ve hedeflerine eksiksiz yürüyeceklerdi. Geri kalan iki kişinin de mazereti vardı; zira yol ilerleyip giderken, devenin birisi kervandan ayrılıp uzaklaşmış, Sa’d İbn Ebi Vakkas ve Utbe İbn Gazvan da, kaçan develerinin pe¬şinden gitmiş ve bu sebeple kervandan geri kalmışlardı.
Abdullah İbn Cahş ve arkadaşları, Nahle’de beklerken yakından geçen bir kervanla karşılaşmışlardı. Bu kervan da Kureyş’e aitti ve belli ki savaş için malzeme taşıyordu.
Kervanı gören mü’minler, ne yapmaları gerektiği konusunda is¬tişare etmeye başladılar; zira Receb ayının son günüydü ve bu ayda savaş yapmak yasak sayılıyordu.’? Ayın çıkmasını bekleseler, bu sefer de kervan Harem sınırları içine girecek ve yine ellerinden bir şey gelmeyecekti. Göz göre göre kervan kaçıyordu.
Nihayet, kervanı durdurmaya karar verdiler. Aralarından birisi ok ve yayını eline alıp kervana doğru fırlattı, ük, Amr İbn Hadrami¬’ye isabet etti ve adam oracıkta ölüverdi. Bir anda ortam geriliver¬mişti. Çıkan arbedede, Osman İbn Abdullah ve Hakem İbn Keusôn esir alınmış, Nevjel İbn Abdullah ise kaçınıştı.
Yeni bir dönemin başladığını gösteren hadiselerdi bunlar. İlk defa bir müşrik öldürülmüş, iki kişi de esir alınarak mallarına el ko¬nulmuştu. Hem de bu hadise, haram aylarda gerçekleşiyordu.
Medine’ye geri gelen Abdullah İbn Cahş ve arkadaşlarına Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) çıkışacak ve:
– Ben sizlere, haram aylarda savaşmayı emretmedim, diyerek tepki gösterecek, iki esir ve kervandaki mallar konusunda ise bekle¬meyi tercih edecekti.
10 Haram aylarda savaşmak, cahiliye döneminde de haram kabul edilmekteydi.
Hatta Kureyş, savaşmak durumunda kaldığı zamanlarda zamanla oynuyor ve ay¬ların yerini değiştirdiğini ilan ettikten sonra ancak savaşı başlatabiliyordu. Daha sonra gelecek ayetlerde Kur’an’ın, ‘nesi’ olarak isimlendirdiği bu hadiseyle onlar, sözde haram işlemediklerini sanıyor ve kendilerini kandınyorlardı. Bkz. Tevbe, 9/37; İbn Kesir, Tefsir, 2/358; İbn Hişam, Sire, 1/161
Abdullah İbn Cahş ve arkadaşlarının moralleri çok bozulmuştu!
Allah için çıktıkları yolda, Allah ve Resülü’nün hoşuna gitmeyecek bir adım atmışlardı. Bütün genişliğine rağmen dünya kendilerine dar geliyor ve karşılaştıkları her sima karşısında mahcubiyet duyu¬yorlardı. Ne var ki artık, ok yaydan çıkmış ve pişmanlığın fayda ver¬mediği bir süreç başlamıştı.
Öbür tarafta ise, kervandan canını zor kurtarıp da kaçan Nev¬fel İbn Abdullah Mekke’ye ulaşmış ve başlarına gelenleri anlatmıştı. Kureyş’i güçlendiren bir hadiseydi bu ve hemen konuyu propagan¬da malzemesi yapmaya başladılar. Müslümanların haram aylarda adam öldürdüklerini anlatıyor ve törelerini hiçe saydığım ileri süre¬rek Efendimiz’e dil uzatıyorlardı.
Çok geçmeden Cibril-i Emın çıkageldi; yine vahiy getiriyordu.
Gelen ayet, me alen şunları söylüyordu:
“Sana, haram aylarda savaşmayı soruyorlar; de ki, “Bu aylarda savaşmak büyük bir günahtır. Ancak, Allah yolundan ve Mescid-i Haram’dan insanları alıkoymak, Allah’ı inkar etmek ve Mescid-i Haram’ın ehlini oradan çıkarıp sürmek, Allah katında daha büyük bir günahtır. Fitne, öldürmekten daha büyük bir fitnedir”11
Evet, haram aylarda savaşmak haramdı; ancak bu ilahı yasak, sadece bundan ibaret değildi. Kendi vatanıarından insanları zorla çıkarmak, ellerindeki mal ve mü1ke el koyarak insanlara işkence etmek, Mescid-i Haram olmasına rağmen burada insanları öldür¬meye kalkmak ve Allah’ın en sevgili kulunu öldürmek maksadıyla evine baskın düzenlemek de Allah katında, en az bu hadise kadar büyük bir günahı ifade ediyordu.
Efendiler Efendisi, bu süre içinde esirlerle görüşüp onları da İs¬lam’a davet ediyordu. Hatta, bunu gören bazı sahabiler, O’nun bu gayretlerini sonuç alınamayacak uğraşlar olarak değerlendirecek ve kendilerine bırakıp da başlarım vurmalarım talep edeceklerdi. Fakat, çok geçmeden Hakem İbn Keysan Müslüman oluverdi. Şef¬kat peygamberi Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellern), bu durum karşısında ashabına döndü ve şunları söyledi:
– Şayet, az önce size uyarak onu öldürmüş olsaydım, cehenne¬me gidecekti!”
11 Bakara, 2/218
12 Vakıdi, Megazi, ı/ıs; İbn Sa’d, Tabakat, 4/137; Hakem İbn Keysan, bugünden sonra iyi bir Müslüman olarak hayatına devam edecek ve Bi’r-i Maüne hadisesinde şehit olarak ebedi âleme gidecektir. Bkz. İbn Hişarn, Sire, 3/150; Vakıdi, Megazi, 1/15; İbn Sa’d, Tabakat, 4/137
Adalet ve güvenin temsilcisi Allah Resülü, henüz gelmeyen iki ashabının öldürülmüş olabileceğin endişesiyle bir müddet bekleme¬yi tercih etti ve bu ayet inip de Sa’d İbn Ebi Vakkas’la Utbe İbn Gaz-van da geri gelince, öldürülen Amr İbn Hadrami için diyet bedelini Kureyş’e gönderdi ve İslam’ı tercih etmeyen Osman İbn Abdullah’ı da Mekke’ye geri gönderdi.
Artık mesele, biraz daha aydınlanmıştı; o ana kadar büyük bir manevi baskı altında kalan Abdullah İbn Cahş, Efendimiz’in huzu¬runa geldi. Boynu büküktü; yüzüne bakmaya çekiniyordu:
– Ya Resülullah, dedi, şimdi biz de, bu gazveden dolayı müca¬hidlere vadedilen sevaptan hissedar olur muyuz?
Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sessizliği tercih etmişti; zira, onun bu kadar içten ve muhasebe duygusuyla yoğrulmuş sorusuna cevap, konuyla ilgili olarak gelen ayetin içinde gizliydi. Şöyle diyor¬du:
“Hiç kuşkusuz iman eden, imanını hicretle taçlandıran ve ar¬kasından da Allah yolunda cihad edenler, Allah’ın rahmetini bekle¬mektedir; Allah ise, mağfireti bol ve rahmeti engin olandır.”13
Ancak mesele, henüz durulmuş değildi; Kureyş’in niyeti açıktı.
Bugün olmasa da yarın mutlaka Medine’ye saldıracak Ve Efendi¬miz, bir adım daha atacak, savaş hazırlığı yapmak ve malzeme teda¬rik etmek için Kureyş’in gönderdiği kervanın arkasından Talha İbn Ubeydullah ve Said İbn Zeyd’i de Şam’a göndererek, kervan hakkın¬da bilgi toplayıp Medine’ye ulaştırmalarını talep edecekti.
İşte, buraya kadar yaşanan seriyye ve gazvelerle Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), artık Hicaz’ın sahipsiz olmadığını ve Müs¬lümanların da kolay lokma olmadıklarını gösteriyor, dört bir tarafa gönderdiği vurucu timlerle on dört yıldır ölümüne ferman hazırla¬yanların faaliyetlerini izleyip önlem alıyordu. Aynı zamanda O, kılıç sahibi bir peygamber olarak gönderilmişti. Dolayısıyla, bunun gere¬ğini yerine getiriyor, İslam’ın izzetini ortaya koyma adına kimsenin beklemediği manevralar yapıyordu. Bu türlü yıldırım hareketleriyle çöldeki başıbozukluk sona eriyor ve insanlar arasında adalete dayalı bir güven ortamı tesis edilmiş oluyordu.
13 Bakara, 2/218
Tahvil-İ Kıble
Gerek ilk günden itibaren kılınan nafile namazıarda gerekse İsra ve Miraç sonrasında farz kılınan namazıarda hep Kudüs tarafı¬na dönülüyordu.v Elbette burası da, içinde Beyt-i Makdis’i barındı¬ran ve Allah’ın mübarek kıldığı bir mekandı; ancakAllah Resülii’nün gönlü Kabe’deydi ve bugüne kadar hep bir beklenti içindeydi. Müba¬rek başlarını semaya kaldırıyor ve yüzünü Kabe’ye çevireceği zama¬nı hasretle bekliyordu. Hatta bu beklenti, sadece O’na has bir şey de değildi; Hz. Ömer gibi feraset sahibi bazı sahabiler de aynı duyarlılı¬ğı gösteriyor ve namazlarında Kabe’ye yönelmek istiyorlardı.
Zira kıble, ilk insan Hz. A.dem’den bu yana Kabe istikametin¬deydi. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail de Kabe’ye dönerek namazlannı kılmış, Hz. Musa’dan Hz. Salih’e kadar birçok peygamber oraya yö-nelerek namaza durmuşlardı. Öyleyse Kabe, Son Nebi’nin de kıble¬si olacaktı. Ancak takdir, belli bir müddet kıblenin, Kudüs cihetine doğru olmasını murad etmişti ve artık bu süreç yaşanıyordu. Belki de bu, Medine’deki en etkin nüfusla çok önemli bir ortak paydada buluşma zemini oluşturuyordu. Ancak, ne var ki Medine Yahudileri, bunu bile dillerine dolamış, kendi kıblelerine dönülüyor olmayı bile bir üstünlük vesilesi olarak görmeye başlamışlardı. Bu da yetmiyor¬muş gibi bir de işi ilerletmiş ve konuyu hakaret boyutuna kadar ta¬şımışlardı.
Nitekim Cibril’le buluştuğu bir gün Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Ya Cibril, diyordu. Rabbimin, yüzümü İsrailoğullarının kıble¬sinden Kâbe’ye çevirmesini arzu ediyorum!
– Şüphe yok ki Ben de bir kulum; Sen bunu Rabbinden iste, diyordu Cibril de. Allah (celle celaluhü), elbetteki Habib-i Ekremi’nin talebine cevap verecek ve arzu ettiği kıbleyi kendisine müyesser kı-lacaktı.
14 Efendimiz’in, hicretten önce Mekke’de kıldığı namazlannda Kudüs’e dönerken Kabe’yi de karşısına aldığı, Medine’ye hicretten sonra fiziki şartlar buna müsaa¬de etmediği için arayışının arttığı şeklinde de bir yorum bulunmaktadır. Bkz. İbn Kesir, Tefsir, 3/158-160; Salihi, Sübülii’l-Hüda ve’r-Reşad, 3/370
Yine bir pazartesi günüydü. Hicretin üzerinden on altı ay geç¬mişti ki Cibril-i Emin, namazıarda Beyt-i Makdis yerine Kabe’ye dö¬nülmesi gerektiğini bildiren ayetler getirdi:
“Yüzünün, sürekli semayı süzdüğünü görüp duruyoruz; öyleyse Seni, razı olacağın bir kıbleye çevireceğiz. Bundan böyle Sen, yüzünü Mescid-i Haram cihetine çevir. Sizler de yüzünüzü o tarafa çevirinl’l”
Artık, beklentiye cevap gelmiş ve söylentilerin de önü alınmış¬tı. Bundan böyle kalıcı kıble tayin edilmişti. Artık namazlar da, hep Kabe’ye dönülerek kılınacaktı.ı” Ancak, fitnenin arkası kesilmiyordu sefer de bazı Yahudiler ileri atılmış ve bu değişikliği dillerine dola¬mışlardı. Allah’tan, sema ile irtibat sürekli idi ve yine Cibril-i Emin yetişti imdada: “Bu Müslümanları, daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep de nedir?” diyerek ortalığı bulandırmak isteyen akıl¬sızlara cevap olacak şu ayetleri getiriyordu:
“De ki; doğu da batı da Allah’ındır. O, dilediği kimseyi doğru yola yöneltir. Ve işte böylece Biz sizi, başkalarına da örnek olacak orta bir ümmet yaptık ki insanlar nezdinde Hakkın şahitleri olası¬nız! Ve Resül de sizin hakkınızda şahit olsun! Senin arzulayıp da şu anda yöneldiğin Kabe’yi kıble yapmamızın sebebi, sırf Peygamberin izinden gidenlerle ondan ayrılıp gerisin geriye dönecekleri meydana çıkarmaktır. Gerçi bu, oldukça ağır bir iştir; ancak, Allah’ın doğru yola erdirdiği kimseler için mesele teşkil etmez. Allah, imanınızı zayi edecek değildir. Çünkü Allah, insanlara karşı pek şefkatlidir, çok merhametlidir.”
15 Bakara,2/ı44
16 Bu ayet geldiğinde Efendimiz’in ashabıyla birlikte öğle namazı kıldığı ve üçün¬cü rekattan sonra yönünü Kabe istikametine çevirerek namazını tamamladığı; Beni Seleme yurduna gelip burada Bişr İbn Bera’nın annesi Ümmü Bişr’i ziyareti sonrasında öğle namazını kılarken bu ayetin indiği (ki burada, iki kıbleli mescid manasında ‘Mescid-i Kıbleteyn’ adında bir mescid bulunmaktadır); hadisenin gerçekleştiği namazın ikindi namazı olduğu veya Efendimiz’le birlikte ikindi veya sabah namazını Kabe’ye karşı kılıp da kendi mahallelerine dönen insanların haber vermesiyle birlikte sahabenin, namaz esnasında Kabe’ye doğru yöneldikle¬ri şeklinde değişik rivayetler vardır. Bkz. İbn Sa’ d, Tabakat. ı/24ı, 242
17 Bakara, 2/142, ı43
Bu hadise, Medine’de bulunan her kesim için önem arz etmeye başlamış ve herkes, kendi baktığı yerden konuyu yorumlamaya çalı¬şıyordu. Yahudiler, Efendimiz’in kendisinden önceki peygamberle-rin kıblesine muhalefet ettiğini ifade ederek, “Gerçekten peygamber olsaydı kendisinden önceki nebilerin kıblesitıdetı aurılmazdı:” diye rahatsızlıklarını dile getirirken müşrikler, “O’nun geri adım atıp da değiştirdiği kararlar isabetli; baksanzza, kıblesini değiştirip bizim kıblemize yöneldiği gibi mutlaka dinini de değiştirip bizim safımı¬za gelecek!’ diyorlardı. Bu arada, yavaş yavaş kendini hissettirmeye başlayan yeni bir grup olan münafıklar da, ‘Muhammed de nereye döneceğini bilmiyor!” Önceki hak idiyse niye ondan vazgeçti veya ikincisi doğru ise bugüne kadar batılın peşindeydi demektir!’ diye dil uzatmaya başlamışlardı.
Bütün bunlara rağmen gelen ayetler, kıblenitı değiştirilmesi gibi önemli bir olayın, mutlaka Allah katından gelen bir emirle ce¬reyan ettiğini bildikleri halde konuyu çarpıtmak isteyenlerin olabi-leceğine de dikkat çekiyor ve şunları söylüyordu:
“Kendilerine kitap verilmiş olanlara her türlü delili de getirsen onlar, Senin kıblene yönelmezler; Sen de onların kıblesine yönelecek değilsin! Zaten, onların bazısı da diğer bazısının kıblesine dönmez¬ler! Faraza, Sana gelen bunca ilimden sonra onların keyiflerine uya¬cak olursan, bilmiş ol ki, o takdirde Sen de zalimlerden olursun”
Zaten Allah (celle celaluhü), daha işin başında bütün bunların ola¬cağını haber vermiş ve sefihlerin böyle davranacaklarından bahset¬mişti. Öyleyse, bu türlü insanların tavırlarına aldırış etmeden yola devam edilmeli ve söylentilere aldırış edilmeden mesafe alma yolu tercih edilmeliydi.
Mii’minler açısından yaşanan problem daha farklıydı; onlar, kıble değişmeden önce vefat edip de Kâbe cihetine dönerek namaz kılma imkanı bulamayan arkadaşlarının durumunu merak ediyor¬lardı. İşin içinden çıkamayınca meseleyi Efendimiz’e taşıdılar. O da, konuyla ilgili ayetlere yöneltti dikkatlerini. Evet, bu ayetlerde Allah (celle celaluhü), önceden bu sorunun cevabını açıkça veriyor ve kimse¬nin imanını zayi etmeyeceğini anlatıyordu.
18 Bakara, 2/144, 145
Oruç ve Zekâtın Farz Kılmışı
Aradan bir ay daha geçmişti. Cibril-i Emin, yeni bir müjdey¬le geliyordu. Efendimiz, vahiy hali sona erip de ashabıyla gelenle¬ri paylaşmaya başladığında, ashab Ramazan ayı boyunca gündüzle¬ri oruç tutma emrinin geldiğini öğrenmişti. Gönderdiği ayetle Yüce Mevla, mü’minlere şöyle sesleniyordu:
” Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi oruç tut¬mak, size de farz kılındı.”?
Onlar için oruç, yabancı oldukları bir ibadet değildi; bugüne kadar ayın belli günlerinde oruç tutmaya başlamışlar, önceki pey¬gamberlerin de oruç tuttuklarının haberini alarak kendilerinin de oruç tutacakları zamanı bekler olmuşlardı. İşte bugün, bu emir geli¬yordu. Sayılı günler kalmış olan Ramazan ayında, hep birlikte oruç tutacaklardı.
Çok geçmeden zekat verme mükellefiyeti de, farz bir ibadet olarak devreye girecekti. Gelen ayetlerde, namaz kılmak gibi zekat vermenin de farz olduğu ifade ediliyor, zekatın verileceği alanlar da teker teker sayılıyordu. Anlaşılan, mali durumu disiplin altına almak için bundan böyle yeni bir organizasyona ihtiyaç vardı ve bu ihtiyaç, zekat memurlarının devreye girmesiyle karşılanmış oluyordu.
Namaz, oruç ve zekat, dinin üzerinde bina edildiği en temel ibadetlerdi ve zekat, namaz ve oruçtan farklı olarak mali yönü öne çıkan bir ibadetti. Gerçi sahabiler, ihtiyaç olduğu yerde ellerinde¬ki her türlü imkanı ortaya koyuyor ve hiçbir meseleyi ortada bırak¬mıyorlardı. Şimdi ise, yaptıkları bu işi, çerçevesi belirlenmiş ölçüler içinde yerine getirecek ve buna mukabil de, farz bir ibadeti yerine getirmenin huzurunu yaşayacaklardı.
19 Bakara, 2/183
BEDİR’E DOĞRU
Bütün gelişmeler, Kureyş’in Mekke’de büyük bir yığınak yaptı¬ğım gösteriyordu. Üstelik Kureyş, Muhacirlerin Mekke’de bırakmak zorunda kaldıkları mal ve mülklerine el koymuştu. Bunlar arasında ticaret açısından kıymetli gördüklerini de satmak için Şam’a götü¬rüp değerlendirmek istiyordu. Kısaca, Müslümanların malıyla yine Müslümanları vurma planları yapıyordu.
Kervan, bin deveden oluşan büyük bir servet demekti ve yak¬laşık kırk kişinin görevlendirildiği bu kervanda, 20elli bin dinarlık bir servet bulunmaktaydı. Bu servet, savaş için yığmak yapan Mekke için karşı konulmaz bir güç demekti. Ve bu güç, doğrudan Medine’ye karşı kullamlacaktı. Göz göre göre bir tehlike geliyordu ve işin garip tarafı, gelen bu tehlike, Medine yakınlarından geçerek Mekke’ye ula¬şacaktı. Yani, kendilerine yönelen bu tehlikeyi Müslümanların, daha erken bir hamle ile önceden engelleme imkanları vardı.
20 Bu sayının yetmiş olduğu da söylenmektedir. Bkz. İbn Seyyidinnas, Uyünu’l¬Eser, 1/321; Salihi, Siibiilii’l-Hiida ve’r-Reşad, 4/18
Hedefteki Kervan ve Takip Gerekçeleri
Öyleyse, Ebu Süfyan başkanlığında Şam’a giden Kureyş kerva¬m, mutlaka engellenmeli ve böylelikle onlara, sinsi planlarını rahat uygulama imkânı verilmemeliydi.
Bütün dikkatler, Şam’dan gelecek haberler üzerinde yoğunlaş¬mıştı. Kervan hakkında bilgi toplamak ve onları yakın takibe almak için Talha İbn Ubeydullah ile Said İbn Zeyd’i göndereli on gün ol¬muştu. Şimdi Medine, bu kervanın Şam’ dan aynlıp geri dönmek üzere yola koyulduğu haberleriyle çalkalanıyordu.
Diğer taraftan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), bütün insanla¬ra Allah’ın adını duyurmak için gönderilmiş bir peygamberdi. Her¬kesle konuşup mesajını ulaştırmak, O’nun bir vazifesi idi.
Halbuki Mekke, o gün bu davete icabet etmeyip karşı çıktığı gibi bugün de aynı huyunu devam ettiriyordu. Bütün bunlara ilave olarak, Medine’de karar kılan Muhacirlerle artık devlet haline gelen Efendimiz’i tehdit ediyor ve burada tutunmalarının önüne geçmek istiyorlardı. Bütün hazırlıkları, bu hedeflerini gerçekleştirmeye ma¬tuftu. Kendilerince, son bir defa ve karşı konulamayacak güçte bir darbe ile Müslümanların işini bitirme planları içindeydiler!
Bunun için bir kervan tertip etmişler ve herkesin katkısıyla or¬taklık kurup savaş malzemesi tedarik etmek için yola koyulmuşlar¬dı. Zü’l-Uşeyre gazvesinde arkasından gidilen ve kendilerini takibe geldiklerini duyunca da hareket edip kaçan kervan, işte bu kervan¬dı. Ebu Süfyan’ın sorumluluğundaki yaklaşık bin beş yüz deveden meydana gelen bu kervanı, yaklaşık kırk kişilik bir Mekkeli organize ediyordu.
Hayır yolunda engeloluşturan bu dikenli yollar temizlenmeli ve Allah adının etrafta yayılmasının önündeki paslı engeller de kaldırıl¬malıydı. Çünkü onlar, Allah’ın davetine icabet etmek isteyen güçsüz insanların üzerinde de baskı kuruyor ve bir türlü imanlarını açıkla¬malarına fırsat vermiyorlardı. Güçlünün yanında yer almayı tercih eden bazı insanlar da, gelişmeleri takip ediyor ve imanlarını bu taki¬be göre şekillendirmek istiyorlardı.
İslam’ın da bir izzeti vardı ve sürekli küfrün sultası altında var¬lığını devam ettirmesi düşünülemezdi. Hakk’ın gücünün hakim ol¬duğunun gösterilme sırası gelmişti.
İşte, bütün bunlar düşünüldüğünde bu kervan Mekke’ye ulaş¬mamalıydı. İşin ucunda ne olursa olsun artık, küfür adına tek taraf¬lı hamlelere son verilmeli ve Allah’ın Nebi’si, Müslüman varlığının ağırlığını Hicaz’da hissettirmeliydi. Yollar, Bedir’i gösteriyordu. Ve
Allah Resülü de, Ramazan ayının on ikisinde, hedefini açıklamış ve söz konusu kervanı durduracak kadar ashabının Ebu Inebe kuyusu¬nun başında toplanması emrini vermişti. 21
21 Bu emrin, Ramazan ayının sekizinci günü verildiğine dair de bir rivayet bulun¬maktadır. Bkz. İbn Hişam, Sire, 3/159; İbn Seyyidinnas, Uyünu’l-Eser, 1/325
Geri Çevrilenlerin Hüznü
Kureyş kervanının Şam’dan ayrıldığı haberi üzerine ordunun toplanması emrini veren Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), böylesi¬ne kritik bir noktada ashabını bizzat teftiş edecek ve kendisiyle bir¬likte yola çıkacaklar konusunda daha titiz davranacaktı.
Gerçi, gidilen istikamet neresi olursa olsun ashab-ı kira m O’¬nunla birlikte olmaya can atıyordu. Zira birlikte oldukları her an yeni bir şeyler öğreniyor, Efendimiz’in Cibril’le olan münasebetine şahit oluyor ve kendilerindeki eksikliklerin daha farkına varıp onu fazilete dônüştüriiyorlardı. Yetişkinlerdeki bu heyecan gençleri de sarmış; onlar da maiyet şerefinden mahrum kalmamak için hep O’nun izini takip yarışına girişmişlerdi. Hatta çocuk denebilecek yaştaki insan¬lar bile aynı hassasiyetle ileri atılıyor ve hiçbir hamlelerinde O’ndan geri kalmak istemiyorlardı.
Kureyş’in içinde bulunduğu hazırlıklar ve Şam’a gönderdiği kervan düşünüldüğünde, ortalığın bir hayli gergin olduğu anlaşılı¬yordu. Şimdi ise, bu gergin ortamda kervanı takip için yola çıkılı¬yordu. Bu şartlarda Ebu Süfyan kervanını takip etmek ise, neticesi itibarıyla her türlü olumsuzlukla karşılaşma ihtimalini güçlendiri¬yordu. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem); Abdullah İbn Ömer, Üsôme İbn Zeyd, Rôfi’ İbn Hadic, Berô. İbn Azib, Üseyd İbn Hudayr, Zeyd İbn Erkam, Zeyd İbn Sabit ve Umeyr İbn Ebi Vakkas gibi yaşı küçük olduğu halde kendisiyle birlikte gelmek isteyenlere seslenecek ve onlardan geri dönmelerini talep edecekti. Yaşı küçük olduğu için arkadaşlarının geri çevrildiğini görenler, adeta parmak uçları üzerinde yükselerek boylarını uzun göstermeye uğraşıyor ve birlikteliklerine son vermemek için büyükler sınıfında oldukları iz¬lenimi vermeye çalışıyorlardı.
Geride büyük bir burukluk, derin bir hüzün yaşıyorlardı. O’nunla birlikte gidemedikleri için gözyaşı döküyor ve haklarında verilen kararı feshedebilmek için adeta yalvarıyorlardı. Bunu gören Umeyr İbn Ebi Vakkas, hıçkırıklara boğulmuş; bir kenarda ağlıyordu. Onun bu halini gören ağabeyi Sa’d İbn Ebi Vakkas yanına yaklaştı ve:
– Sana ne oldu, neyin var ey kardeşim, diye sordu. Umeyr İbn Ebi Vakkas:
– Resülullah’ın, beni de küçük görüp bu kutlu yoldan alıkoyaca¬ğından korkuyorum, dedi önce. O (sallallahu aleyhi ve sellem), giderken geride kalmayı kendine yediremiyordu. Esas niyeti ise, Resülullah’la birlikte savaşırken şehit olmaktı. Onun için:
– Hâlbuki ben, Allah’ın bana şehadet nasip edeceğini umuyor ve onun için de yola devam etmek istiyorum, diye ilave etti.
Çabaları netice vermişti; diğerlerine nispetle yaşı biraz daha olgun olan Umeyr İbn Ebi Vakkas’a izin verilmişti. Elinde, uzunca bir kılıç vardı ve onu kuşanmakta zorlanıyordu. Ağabeyi geldi ve se-vincinden uçacak gibi olan kardeşine yardım etti. Onu kuşanıp da giderken, kılıcın bir tarafı yerde sürükleniyordu.22
22 Buhari, Sahih, 4/ı456 (3739); İbnü’l-Esir, Usiidii’l-Ğabe, 4/287. O gün Umeyr, on altı yaşındaydı.
Medine’den Hareket
Hedefte kervan olduğu için, henüz yola çıkmaya hazır olma¬yıp da mazeret beyan edenler, bu yolculuktan istisna tutulmaktay¬dı. Bundan dolayı da kimse kınanmayacaktı. İlk günlerden bu yana Efendimiz’den hiç ayrılmayan damat Hz. Osman da, mazeret beyan edip bu harekette yer alamayanlar arasındaydı; zira hanımı, Efendi¬miz’in de kızı Rukiyye Validemizi şiddetli bir hastalık tutmuştu. Ba¬kımı için Hz. Osman’ın yanında kalması gerekiyordu.
İbadetler ve Rabbe kulluk konusunda son derece duyarlı olan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), bu süre içinde Medine’de bulu¬namayacağı için namazıarı Abdullah İbn Ümmü Mektum’un kıldır¬masını talep etmişti.
Önceki seriyye ve gazvelerde Ensar yer almazken bu çıkışta Mu¬hacir ve Ensar ayrımı yapılmaması dikkat çekiyordu.23
23 Bu hadise, Efendimiz’in insanlara muamelede muhatapların hislerine dikkat ettiğinin bir göstergesidir. Şöyle ki; Ensar, Akabe’de söz verirken, O’nu koruya¬cağını ifade etmişti etmesine ama bu korumanın, Medine dışında da geçerli olup olmadığına dair sarih bir beyan olmamıştı. Onun için, Bedir’e kadar gerçekleşen yirmi civanndaki yıldınm hareketlerinde Ensar’dan herhangi bir talepte bulu¬nulmamıştı. Ancak, şimdiki durum çok farklıydı; zira Kureyş, sadece Efendimiz ve Muhacirleri değil bütün Medine’yi tehdit etmeye başlamış ve bu tehditlerini fiilen icra için de, düğmeye basmıştı. Öyleyse mesele, hicret sonrasında gerçekle¬şen anlaşma çerçevesinde ele alınması gereken bir durum arz ediyordu.
Zira bu sefer durum çok nazik görünüyordu. Mesele, sadece M uhacirleri değil, Ensar başta olmak üzere bütün Medine’yi ilgilendiriyordu. Çünkü Ebu Süfyan’ın kervanı, Medine’ye saIdıracak Mekke ordusunun alt yapısını oluşturuyordu.
Bu arada, henüz Müslüman olmadığı halde Efendimiz’le birlik¬te olmak isteyenler de vardı. Hubeyb İbn İsaf, bunlardan birisiydi; güçlü ve savaş tekniğini iyi bilen bir adamdı. Ancak bu, öncelikle Kureyş ile Efendimiz arasındaki bir meseleydi. Gerçi, Medineli müş¬riklerle de bir güvenlik anlaşması yapılmış ve şehri birlikte savun¬ma sözü verilmişti. Ancak, müşriklerin de katılmasını gerektirecek böyle bir tehlike henüz yoktu. Bir de, muharebede muhaberenin çok ayrı bir önemi vardı; elde edilecek önemli bir haber, savaşların sey¬rini değiştirecek bir güç demekti. Öyleyse, gelişmelerden başkalarını da haberdar edebilme ihtimali olanların, böylesine kritik bir kervanı takip için çıkılan yolda İslam ordusu içinde yer alması uygun değil¬di. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bu tür insanları geri çevirecek ve kendisiyle birlikte yola, sadece Muhacir ve Ensar çıka¬caktı.24
24 Hubeyb İbn İsaf, geri gelecek ve Müslüman olduğunu ikrar edip yine de bu sa¬vaşta Efendimiz’den ayrılmayacaktı. Bkz. İbn Abdilberr, İstiab. 2/443; Salihi, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşad, 4/23; Süheyli, Ravdü’l-Ünf, 2/300
Bu arada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), yayaların başına Kays İbn Ebi Sa’sa’a’yı görevlendirip ona Sükya denilen mevkiden ayrılır ayrılmaz askerleri saymasını emredecekti. O da, emri yerine getirecek ve Ebu Inebe kuyusunun başında saydığı ashabın sayısını üç yüz on üç olarak Efendimiz’e rapor edecekti. Bu haber, Efendi¬miz’i çok sevindirmiş ve beşaşet ifade eden bir ses tonuyla şunları söyleyecekti:
– Talut’un ashabı kadarl”25
25 Taberi. Tarih, 2/26; Salihi, Siibiilii’l-Hüda ve’r-Reşad, 4/2S Bedir’de bulunup bu¬lunmadıkları ihtilaflı olanlarla birlikte bu sayı değişkenlik göstermekte ve on dört, on beş ve on yedi olarak da telaffuz edilmektedir. Orduyu sayma işinin iki defa yapıldığı da gelen bilgiler arasındadır. Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/333; İbn Kesir, el¬Bidaye ve’n-Nihaye, 3/383. Bedir’de bulunan ashabın, takriben 3/S’i Ensar, 2/S’i ise Muhacirlerden oluşmaktaydı. Aynı zamanda bu sayı, Efendimiz’in (s.a.s.) de buyurduğu gibi Hz. Davüd’un Talüt ordusuna karşı savaşan ordusuna denk bir sayıdır. O gün de, emr-i ilahiye boyun eğip de nehirden sadece bir avuç su almak¬la yetinen insanlar, sayı ve teçhizat bakımından düşmanlarından az olmalarına rağmen küfrün ordularına karşı galip geldikleri gibi bugünün mü’minleri de, EbU Cehil’in tetiklediği aynı küfür ordusuna galip geleceklerdi.
Derken, bir pazar akşamı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), Sükya denilen yerden yola çıktı. Yanlannda sadece iki tane at, yet¬miş tane de deve vardı. Nöbetleşe binerek yol alıyorlardı. Efendiler Efendisi de ashabından farklı değildi; aynı deveye Hz. Ali ve Ebu Lü¬bôbe ile nöbetleşe biniyordu. Hz. Ali ve Ebu Lübabe:
– Sen bin ya Resülullahl Biz, Seninle birlikte yürürüz, diyerek kendi sıralarını vermek için ısrar etmişlerdi ama O (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Ne sizler yürüme konusunda benden daha güçlüsünüz, ne de Ben, vadedilen miikafata sizlerden daha az ihtiyaç duyuyorum, diye¬rek bu teklifi geri çevirmişti.
Revha denilen yere geldiklerinede Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), Ebu Lübôbe İbn Abdülmünzir’i Medine’ye geri gönderecek ve herhangi bir boşluğa meydan vermemek için onu Medine’de, yerine vekil tayin edecekti. Ebu Lübabe, Medine’ye geri dönerken boynu bükük aynlacaktı; ayrılmadan önce de, üzerindeki zırhı Efendiler Efendisi’ne bırakacak ve hüzün dolu adımlarla geri dönecekti.
Yola çıkmadaki ana hedef Kureyş’in kervanını takip olsa da, atı¬lan her adımda ashab, yeni ve orijinal stratejilerle karşılaşıyordu. Zira kervanın geçeceği güzergaha doğru yürürken Efendimiz (sallalla¬hu aleyhi ve sellern), Besbes İbn Amr ve Adiyy İbn Ebi’z-Zağbô.’yı öncü kuvvet olarak gönderecek ve onlar da, tarif edelen mekana ulaşıp ge¬lişmelerden Efendimiz ve ashabım haberdar edeceklerdi.
Aynı zamanda, kendisiyle beraber bu sefere çıkanlara şöyle dua ediyordu:
– Allah’ım! Bu insanlar, yalın ayak; Sen onlara dayanma ve yol meşakkatlerine karşı tahammül gücü ver! Bunların üzerinde elbi¬se yok; Sen onları giydir! Bunların elinde yiyecek imkanlan da yok; Sen onları doyur! Ve bu insanlar yoksul; Sen onları fazl u kereminle zengin kıJ!26
26 Bkz. İbn Sa’d, Tabakat. 2/20 Savaş olup da ortalık durulunca, Efendimiz’in dua¬sına mazhar olan ashab-ı kirarn hazretlerinin hepsi de, açlık endişesinden uzak, aç kalma korkusunu üzerlerinden atmış ve tahammülleri de zirvede olarak geri dönüyorlardı.
Türbôn denilen yere geldiklerinde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Sa’d İbn Ebi Vakkas’a yönelecek ve:
– Ey Sa’d, diye seslenecekti. Bu arada, mübarek parmaklarıyla ilerideki bir ceylanı işaret ediyor ve Sa’d’a, ok ve yayını hazırlaması¬nı söylüyordu. Hz. Sa’d denilenleri yapmış ve yayını germeye başla-mıştı. Tuttu, onun omuzlarına mübarek çenesini koyarak:
– Şimdi at, diye emretti. Bu arada ona:
– Allah’ım! Onun atışına isabet lütfet, diye dua ediyordu. Gerçekten de ok gitmiş ve ceylanın boynuna saplanmıştı. Efendimiz’in yüzünde hemen bir tebessüm belirdi. Zira bu, yokluk çekilen bir or¬tamda, ashab-ı kirama sunulmuş ilahi bir ikram demekti.
Peygamberi duaya mazhar olan Hz. Sa’d hemen gidecek ve cey¬lanı yakalayıp kestikten sonra huzura getirecek, Efendimiz de, etinin pişirilip ashab arasında dağıtılmasını emir buyuracaktı.
Irku’z-Zabye denilen yere geldiklerinde karşılarına bir bedevi çıkmıştı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), karşılaştığı her olayı de¬ğerlendirip bilgi toplamaya çalışıyordu ve bu adama da kervanla il¬gili bilgisinin olup olmadığını sordu. Çok geçmeden de, bu konuda adamın herhangi bir bilgisinin olmadığı anlaşılmıştı.
Bu arada ashabdan bazıları, adamı zorlayıp Resulullah’a selam vermesini istiyorlardı. O da:
– Aranızda gerçekten Resulullah var mı, diye taaccüp etmiş ve sonra da gelip Efendimiz’e selam vermişti. Bedevi idi; peygamber rahle-i tedrisine oturup terbiye görmemişti. Selamın arkasından:
– Şayet Sen gerçekten bir peygambersen, benim şu devemin karnında olanı bana haber verebilir misin, diye soruverdi. Ashab-ı kiramı celallendiren bir soruydu bu. Onun için Seleme İbn Selame ileri atıldı ve adama:
– Bunu Resülullah’a sorup da O’nu incitme! Soracaksan bana sor; onu ben sana haber vereyim, diye çıkıştı. Arkasından da, adamı mahcup edecek bazı şeyler söyledi. Bunu duyan Allah Resülü (sallal¬lahu aleyhi ve sellem), çok üzülmüştü ve yeniden olaya müdahale etme lüzumu hissetti ve:
– Bırak onu ve yavaş ol. Adama kaba davranıp üzerine çok git¬tin, dedi.
Bu arada, Hz. Seleme’den de yüzünü çevirmişti. Belli ki, her ha¬liyle ashabına ders veriyor ve kıyamete kadar gelecek olan insanlığa muallim olacak bir toplum yetiştiriyordu. Onun için, yeri geliyor di¬liyle ashabını uyarıyor, yeri gelince de haliyle onları yönlendirip du¬ruşlarında isabet kaydetmelerini temin etmek istiyordu.
Ebu Süfyan Feraseti ve Kureyş’in Tavrı
Diğer tarafta ise, Şam’dan dönen Ebu Süfyan, Medine’deki bu hareketlilikten haberdar olmuş ve yolunu değiştirerek Mekke’ye ulaşmayı tercih etmiş; bu arada da, yol güzergahında olup bitenler-den Mekke’ dekileri haberdar etmek için, yirmi miskal ücret vererek Damdam İbn Amr’ı ulak olarak göndermeyi ihmal etmemişti. Dam¬dam gidecek ve devesinin burnuyla kulağını kesip semer ve eğeri¬ni de parçalayarak Mekkelileri tahrik edecek, bunu yaparken, aynı zamanda kendi gömleğini de parçalamayı ihmal etmeyecekti. Zira o gün için bu, durumun vahametini anlatan önemli bir göstergeydi.
Medine’ye yaklaştıkça Ebu Süfyan’ın korkulan büyüyordu. Be¬dir’den geçerken, orada karşılaştığı Mecdi İbn Amr’a sordu:
– Buralarda birisine rastladın mı? Herhangi bir farklılık görü¬yormusun?
– Öyle endişe edecek bir şey göremiyorum; sadece iki atlıyla karşılaştım.27 Şu tepede bir miktar durdular ve kuyudan biraz su alıp gittiler, diye cevapladı Mecdi.
27 Bu iki atlı, Besbes İbn Amr ve Adiyy İbn Ebi’z-Zeğba idi. Onlar da, kervan hak¬kında bilgi toplamak için gelmişlerdi. Mecdi ile karşılaştıklarında bir tahminde bulunmuş ve kervanın, bir veya iki gün sonra buradan geçeceğini söylemişlerdi. Mecdi de aynı kanaatteydi ve “Doğru söylüyorsunuz” demişti. Onlar da, oradan ayrılıp Efendimiz’in yanına gelmiş, görüp duyduklarını Allah Resülü’ne anlat¬mışlardı. Bkz. İbn Hişam, Sire, 3/163-164
Ebu Süfyan’ı bu haber daha da telaşlandırmıştı. Hemen işaret edilen yere geldi; buraya gelip de bekleyen ve su alıp sonra da geri gidenlerin kim olduğunu öğrenmek istiyordu. Tepeye geldiğinde, önüne çıkan deve tersi dikkatini çekmiş ve elindeki sopayla onu ka¬rıştırmaya başlamıştı. Ardından etrafındakilere:
– Bunlar, vallahi de Yesrib yemleri! Buradan Muhammed’in ca¬susları geçmiş, dedi. Çok zeki bir insandı ve dışkıdaki yem tanele¬rinden hareketle bu iki insanın, Medine’den geldiğini anlaması zor olmamıştı.
Kervanın sorumluluğunu üzerinde hisseden Ebu Süfyan, telaş¬lanmıştı. Hemen arkadaşlarının yanına geldi ve Bedir’i sol tarafına alıp sahil cihetine yönelerek yolunu bir kez daha değiştirdi. Şimdi kervan, daha emin bir güzergahta ilerliyordu. Bunun için Ebu Süf¬yan, Kays İbn İmriülkays adındaki birisini daha Mekke’ye gönder¬miş, endişelenmelerine gerek kalmadığını ve kervanın da artık em¬niyette olduğunu anlatmak istemişti.
Atike Binti Abdulmuttalib’in Rüyası
Bu arada Mekke’de, Efendimiz’in halası Atike Binti Abdulmut¬talib’in gördüğü rüya konuşulmaya başlanmıştı. Gerçi o, gördüğü rüyayı kardeşi Abbas’a anlatırken:
– Ey kardeşim! Bu gece öyle bir rüya gördüm ki, kavminin başı¬na büyük bir musibet geleceğinden korkuyorum, diyecek ve endişe¬sini dile getirecekti. Onun, rüyadan bahsederken bile renginin sol-duğunu gören Abbas:
– Ne ola ki, nedir o, diye sorunca da:
– Bana, kimseye anlatmayacağına dair söz verinceye kadar sana onu anlatarnam; zira bu, insanlar arasında duyulursa o zaman bize eziyet eder ve hoşumuza gitmeyecek şeyler konuşmaya başlarlar, diye de kardeşini uyarmıştı.
Amca Abbas da aynı kanaatleydi; ancak, başlarına gelecek mu¬sibet öncesinde önemli bir uyarı mesajı olduğuna inandığı bu rüyayı, yakın arkadaşı Velid İbn Utbe’ye anlatmaktan kendini alamayacaktı.
O da babası Utbe’ye aktaracak ve böylelikle rüya, kısa zaman içinde Kureyş’in dilinde pelesenk haline geliverecekti.
Ebu Süfyan’ın ulak olarak gönderdiği Damdam’ın Mekke’ye ge¬lişinden üç gün önceydi. O akşam rüyasında Atike Binti Abdulmut¬talib, devesinin üzerinde Mekke’ye gelen ve Ebtah’ta durup da in-sanlan yüksek sesle savaşa çağıran bir adam görmüştü. Adam:
– Haydi savaş için hazırlanıp hemen yola çıkın! Çıkın ki, başını¬za gelecek gadri ve devrileceğiniz yeri kendiniz görün, diyordu. Bir anda, etrafında büyük bir kalabalık toplanıvermişti. Ardından aynı adam, Kabe’ye geldi; insanlar da onu takip ediyorlardı. Ne gariplik ki, adamın devesi Kabe kadar büyümüştü ve adam da, gür sesiyle yine devesinin üzerinde aynı cümlesini tekrar ediyordu. Bir müddet sonra deve, Ebu Kubeys dağı kadar oluverdi; adam yine devenin üs¬tündeydi ve aynı cümleyi tekrarlıyordu:
– Haydi savaş için hazırlanıp hemen yola çıkın! Çıkın ki, başını¬za gelecek gadri ve devrileceğiniz yeri kendiniz görün!
Sonra, yerden büyükçe bir kayayı söküp aldı ve onu, Ebu Ku¬beys dağından aşağı doğru fırlatıverdi. Kaya, bir anda paramparça oluvermişti. Sonra da, bu kayadan ayrılan her bir parça, Mekke ev-lerinden mutlaka birine isabet etmiş ve içine girmişti.
Korkuyla uyanan .Atike Binti Abdulmuttalib, uzun zaman gör¬düğü rüyanın tesirinden kurtulamamış ve onu, kardeşi Abbas ile paylaşma lüzumunu hissetmişti. İşte, Mekke’de dile dolanan rüya bu idi.
Kabe’yi tavaf maksadıyla evinden çıkan Abbas, Ebu Cehil’le kar¬şılaşacaktı. Yanında bir grup insanla Atike’nin gördüğü rüyayı konu¬şuyorlardı. Abbas İbn Abdulmuttalib’in gelişini görünce:
– Ya Eba Fadl! Tavafını bitir de gel; seninle konuşacaklarım var, dedi Ebu Cehil. Tavaf bitip de yanlarına geldiğinde, alayvan bir ta¬vırla döndü ve:
– Ey Muttaliboğulları! Aranızdaki bu kadın peygamber de ne zaman türedi, dedi.
– Sen, neden bahsediyorsun? N e peygamberi, diye karşılık verdi Abbas.
– .Atike’nin gördüğü rüya, dedi Ebu Cehil. Tavırlarıyla Abbas, olaydan haberinin olmadığını söylemeye çalışıyordu. Bu soruyu da:
– Ne görmüş ki, diye cevaplayınca, Ebu Cehil ciddileşmeye baş¬lamıştı:
– Ey Muttaliboğullan, diyordu. Erkeklerinizin, peygamberlik iddiasında bulunduğu yetmiyormuş gibi şimdi bir de kadınlannız mı peygamberliğe başladı! Tutmuş Atike, üç gün içinde başımıza büyük bir bela geleceğini söyleyip duruyor! Şayet, gerçekten söyle¬diği doğru ise, üç gün geçtikten sonra bunu göreceğiz. Ancak, söyle¬dikleri gerçekleşmezse işte o zaman biz, Araplar arasındaki en ya¬lancı aile diye üzerinize öyle bir hüküm veririz ki, ömür boyu bu hükümden kurtulamazsınız!
Oradan aynlan Abbas, gerçeği bildiği halde bilmiyormuş gibi davrandığı için kendini ayıplıyordu. Akşam olup da Muttaliboğulla¬n başına toplandığında, bu davranışının ne kadar tepki topladığını daha net görecekti. Ebu Cehil’le arasında geçen konuşmalan duyan yanına geliyor ve:
– Şu pis ve fasık adamın, erkeklerinize dil uzattığı yetmiyormuş gibi şimdi de kadınlara söz söyleyip hakaret ediyor ve bunun karşı¬sında sen, sesini çıkarmıyorsun ha, diyorlardı. Bilhassa Atike Binti Abdulmuttalib’in, sırnnı serişte eden kardeşine olan kızgınlığına di¬yecek yoktu. O kadar üstüne gelmişlerdi ki, Abbas söz verdi; gidip Ebu Cehil’in karşısına dikilecek ve ağzının payını verecekti.
Üçüncü gündü. Her şeyi göze alan Abbas, kendince tedbirini almış ve doğruca Kabe’ye gelmişti. Tam tahmin ettiği gibiydi; Ebu Cehil de oradaydı. Keskin nazarlarla Abbas süzüyordu. Tam, yanına yaklaşıp da Ebu Cehil’e hak ettiği cevabı verecekti ki, devesinin üze¬rinde Batn-ı Vadi tarafından bağırarak gelen Damdam İbn Amr’in sesi araya giriverdi. Belli ki, çok önemli gelişmeler vardı. Dikkat çe-kebilmek için, Ebu Süfyan’ın kendisine öğrettiği gibi devesinin kulak ve burnunu kesmiş, üzerindeki palan ve eğeri parçalamış ve kendi gömleğini de parçalamayı ihmal etmemişti. Beklendiği gibi herkesin dikkati bir anda ona yönelivermişti; artık Mekke, dikkat kesilmiş ve Damdam’ın anlatacağı şeyleri merakla beklerneye durmuştu:
– Ey Kureyş topluluğu, diyordu. Felaket var, felaket! Ebu Süf¬yan’la birlikte Şam’a gönderdiğiniz mallannıza Muhammed ve asha¬bı el koydu! Ona yetişebileceğinizi de sanmıyorum. İmdat! İmdat!
Damdam’ın sözleri, Ebu Cehil’e de Abbas’a da her şeyi unuttur¬muştu:
– Muhammed ve ashabı, bu kervanın da İbn Hadrami’nin ker¬vanı gibi olacağını mı sanıyor, diyorlardı. Ortalık, bir anda gerilmiş, zaten günlerden beri tedirgin bekleyen Kureyş, bir anda savaşa ki-litlenivermişti.
Mekke Ordusu
Bu haber, zaten patlamak üzere olan Mekke’ye düşen bir kıvıl¬cım gibiydi ve bilhassa Ebu Cehil gibilere gün doğmuştu! Fırsat bu fırsattı ve hemen savaş için toplanmaya başladılar. Savaşmak için elinde imkarı olmayanlara zenginler imkan sağlıyor ve bu savaşa herkesin katılması gerektiğini söylüyorlardı. Süheyl İbn Amr, Zem’a İbn Esved, Tuayme İbn Adiyy ve Hanzala İbn Ebi Süfyan gibi in-sanlar:
– Muhammed’i ve toylukları sebebiyle aranızdan kaçıp giden ve şimdi O’nunla birlikte olan sahileri görmezden mi geleceksiniz? Yesrib halkının, kervana ve bu kervandaki mallarınıza el koyduğunu görmüyor musunuz? Bu savaşta yer almak için mal almak isteyene işte malımız; güç ve kuvvet isteyenlere de işte güç ve kuvvetimiz, di¬yorlar; şiir ve hitabetleriyle insanları savaşa teşvik edip coşturmaya çalışıyorlardı. Nevfel İbn Muaviye de, Kureyş’in zenginleri arasın¬da dolaşıyor ve onlardan, imkanı olmayanlara yardımcı olmalarını istiyordu. Onun bu isteğine müspet cevap veren Abdullah İbn Ebi Rebia:
– Şu beş yüz dinarı al ve istediğin gibi harca, diyecekti. Aynı Nevfel, Huveytıb İbn Abdüluzza’dan üç yüz dinar almış28 Tuayme İbn Adiyy de ona yirmi deve vermiş, bu develerin üzerinde savaşa¬cak olanların geçim masraflarını da üstüne almıştı.
28 Bu miktann, 200 dinar olduğu da söylenmektedir. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/33; Be¬lazuri, Ensabü’l-Eşraf, 1/127
Müslüman olduklarından şüphelendikleri veya Müslüman ola¬cağından endişe duydukları bazı insanları, özellikle bu savaşta cep¬heye sürmek istiyorlardı. Hz. Abbas, Hz. Ali’nin kardeşi Akil ve Talib ile Efendimiz’in bir başka yeğeni Nevfel İbn Hôris bunlar arasındaydı. EbU Leheb’in29 kendi saflarında olduğundan hiç şüpheleri yoktu; katıksız bir kâfirdi. Gelemeyeceğini ancak yerine, kendisine dört bin dirhem borçlu olan As İbn Hişôm’ı (Ebu Leheb, bu borcu sileceğini söyleyerek As ibn Hişam’ı ikna etmişti.) gönderince kabul ettiler ve bunu problem etmediler.
29 Onun bu savaşa katılmak istemeyişinin altında, Atike Binti Abdulmuttalib’in gördüğü rüyanın yattığı da ifade edilmektedir. Bkz. Taberi, Tarih, 2/24; Vakıdi, Megazi, 1/29
Atike Binti Abdulmuttalib’in rüyasından bahsedip endişelerini dile getiren Ümeyye İbn Halef, Utbe ve Şeybe kardeşler, Zem’a İbn Esved, Umeyr İbn Vehb ve Hakim İbn Hizôm gibi kimseler, Hubel putunun yanına gelecek ve burada ok çekeceklerdi. İşin garip tarafı, ilk çektikleri ok, savaşa katılmalarına ‘hayır’ diyordu. Onlar da, so¬nuçları açısından bu işin uğursuz olacağı kanaatinde birleştiler ve Ebu Cehil’le birlikte savaşa gitmeme kararı aldılar. Ancak, çok geç¬meden bu kararlarından vazgeçmek zorunda kaldılar; zira meseleyi duyan Ebu Cehil olaya el koymuş ve onları korkaklıkla itham ederek tahrik etmiş ve yeniden savaşa çıkma kararı aldırmıştı.
Bu şahısları korkaklıkla suçlayıp savaşa çıkmaya zorlayan Ebu Cehil, kendisini savaşa şartlandırsa da Ümeyye İbn Halefin endişe¬leri her geçen gün artarak devam ediyordu. Aynı zamanda o, hem yaşlı hem de ağır bir adamdı; kiloları sebebiyle hareket etmekte bile zorlanıyordu. Onun için, savaşa gitme yerine Mekke’de bekleyip oturmayı tercih ettiğini söylemişti. Çok geçmeden, Kabe’de insan-lar arasında oturduğu sırada yanına Ukbe İbn Ebi Muayt çıkageldi. İnsanların zayıf yönlerini çok iyi biliyor ve bunu kullanmaktan da çekinmiyorlardı. Elinde, kandil ve yağdanlık vardı. Getirdi ve onları, Ümeyye’nin önüne koydu. Herkes dikkat kesilmiş, olacakları bekle¬meye durmuştu. Şöyle dedi:
– Ya Eba Ali! Al da şu kandili yakıver; ne de olsa artık sen de bir kadın sayılırsın!
Ümeyye gibi bir adama yapılabilecek en büyük hakaretti bu.
Onun için önce:
– Allah, seni de, getirdiğin şeyleri de kahretsin, dedi ve hemen oradan aynlıp evine gitti. Çok geçmeden o da, savaş için hazırlanmış elinde kılıcıyla orduya katılıyordu.
Ebu Cehil’in planı, aksamadan işliyordu. Zira, başlangıçta Ukbe de savaşa gitmemek için ısrar etmişti ama Ebu Cehil, onu da dize ge¬tirmesini bilmişti. Bunu, Ümeyye de biliyordu. Şimdi ise, “Öldiirii-leceğinden korkan Ukbe bile gidiyorsa sana ne oluyor?”30 mesajını bizzat Ukbe’nin eliyle Ümeyye’ye ulaştırmış oluyordu.
30 Ukbe İbn Ebi Muayt’ın, her zaman yapageldiği, bardağı taşıran bu çirkin hareketi karşısında Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) de celaIlenmiş ve ona:
– Bir gün seninle Mekke dışında karşılaşırsak, bilmiş ol ki mutlaka seni öldüre¬ceğim, demişti.
İnsanlara hayat vermek üzere gönderilen bir Nebi’yi bile, bunu söylemek zorunda bırakan Ukbe, o gün bugündür korkudan iki büklümdü. Zira, Muham¬medü’l-Emin’in yalan söylemeyeceğinden emindi; bir şeyi O söylüyorsa bu, mutlaka olurdu. Onun için, Mekke dışına çıkmaktan çekiniyor ve çoğunlukla za¬manlarını evinde geçirmeye çalışıyordu.
Aynı zamanda kendisi de gelmiş ve ona şunlan söylemişti:
– Ya Ebu Safvan! Sen ne zamandır insanların arkasında kalıyor¬sun? Halbuki sen, bu vadinin efendisisin ve bu insanların hep önün¬de hareket ederdin!
Ebu Cehil, yine üste çıkmış ve Ümeyye’yi dize getirmişti. Diye¬bileceği bir şey kalmamıştı Ümeyye’nin ve artık:
– En azından, Mekke’ deki en iyi deveyi satın alıp onunla gide¬rim, diye düşünüyordu.
Çaresiz, evine geldi ve hanımına:
– Ey Ümmü Safvan diye seslendi, haydi, beni de savaşa hazırla!
Hanımı da şaşırmıştı. Öldürülmekten korktuğunu çok iyi bili¬yordu. Sa’ d İbn Muaz’ın sözlerini kendisine naklederken yaşadığı korkuyu hatırlıyor ve bir anda bu kadar değişip de savaşa gitmek is-teyişine bir mana veremiyordu. Onun için:
– Ya Eba Safvan diye seslendi. Bir taraftan da, burnundan solu¬yan kocasını süzüyordu. Çok geçmeden şunu sordu ona: – Yesribli arkadaşının sana söylediklerini ne çabuk unuttun31
– Unutmadım, diye cevapladı Ümeyye. Her halinden çaresizlik okunuyordu. Göz göre göre ölüme gittiğinin o da farkındaydı. Unut¬mamıştı ama kendince, riskli ortamlardan uzak kalarak ölümden kurtulmayı planlıyordu. Onun için, müşrik ordusunun mola verdiği her yerde Ümeyye, devesini kenardaki bir ağaca bağlayacak ve ken¬dini emniyete almaya çalışacaktı.
3ı Daha birkaç ay önce, umre yapmak için Mekke’ye gelen eski dostu Sa’d İbn Muaz’la konuşurken, Efendimiz’in kendisini öldüreceğine dair bir beyanı kulağına gelmiş ve o da bunu, lıayat arkadaşıyla paylaşmıştı. Bunu duyan Ümmü Safvan. – Mekke’de mi, diye tepkisini dile getirmiş ve buna karşılık o da: – Bilmiyorum, cevabını vermişti. O günden bu yana, Mekke dışına çıkmamaya yemin etmiş ve yeminini bozmama konusunda da kararlılığını devam ettiriyor¬du. Bkz. Buhari, Sahih, 4/1453 (3734); İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 3/316
Mekke’den Çıkış
Kervandan haber getiren Damdam’ın Mekke’ye gelişi üzerin¬den iki gün geçmişti ve artık Kureyş ordusu tam tekmil savaşa ha¬zırdı. Kendilerine güvenleri tam, galip geleceklerine dair inançları da doruk noktadaydı. Onun için alımlı alımlı yürüyor ve adeta boy gösterisi yapıyorlardı.
Çok geçmeden de, düğüne giden gelin alayları gibi şen ve şakrak yola koyuldular. Kendilerinden o kadar emin idiler ki, savaş sonra¬sında alem yapmak için, yanlarına içki, kadın ve çalgı malzemeleri de almayı ihmal etmemişlerdi.
Başlangıç itibarıyla bin üç yüz kadar insamn bulunduğu ve Ebu Cehil’in komuta ettiği Mekke ordusunda, yüz at ve yedi yüz de deve vardı. Onlar için kervan, artık ikinci plandaki bir işti; Muhammed ve ashabım şehir dışında bir yerde yakalayıp, bir daha karşılarına çık¬mamak üzere ve kesin olarak işlerini bitireceklerini düşünüyorlardı.
Ordunun yiyecek meselesini de kendi aralarında paylaşmış ve bu yükü, belli başlı kimselere ihale etmişlerdi. Mekke’den çıktıkları ilk gün, EbU Cehil on deve kesmiş ve ordunun karnını doyurmuştu. Usfan’a geldiklerinde Ümeyye İbn Hale! devreye girecek ve dokuz deve de o kesecekti. Kudeyd’e ulaştıklarında, meşhur şair Süheyl İbn Amr kolları sıvayacak ve on deve de o boğazlayacaktı. Daha sonraki günlerde ise, on deve Utbe İbn Rebia ve on deve de, Haccac’ın oğul¬ları Miinebbilı ve Nübeyh kesecek ve böylelikle ordunun karnını or¬taklaşa doyurmuş olacaklardı.
Cuhfe denilen yere geldiklerinde, Cüheym İbn Salt arkadaşları¬na dönecek ve:
– Biraz önce benim yanımda duran süvariyi gördünüz mü, diye soracaktı. Kimsenin bir şey gördüğü yoktu ve:
– Hayır, dediler. Ardından da:
– Şüphesiz sen de delirmiş olmalısın! Anlaşılan, seninle şeytan
oyun oynuyor, demeyi ihmal etmediler. Meğer, Cüheym de, uyku ile uyanıklık arasında bir rüya görmüş ve bir türlü bunun tesirinden kurtulamamıştı. Rüyasında, yedeğinde bir deve olduğu halde kar¬şısından kendisine doğru bir atlı geliyor ve Rebia’nın iki oğlu Utbe ve Şeybe, Ebu’l-Hakem İbn Hişam (Ebu Cehil), Ümeyye İbn Halef, Ebu’l- Balıteri ve Kureyş’in eşrafından sayılan daha birçok ismi zikre¬dip bunların öldürüldüğünü söylüyordu. Sonra da, devesinin boynu¬na kılıçla vurup, onu askerlerin arasına doğru gönderiyor; boynun¬dan fışkıran kanlar da, orada bulunan çadırların hepsinin üzerine bulaşıyordu.
Bu rüya da konuşulmaya başlanıp Ebu Cehil’in kulağına geldi¬ğinde Ebu Cehil:
– İşte, Muttaliboğullarından yeni bir peygamber daha, diye tepki verdi. Ona göre, Haşimoğullarının yalanlarına şimdi bir de Muttaliboğullarının yalanları ilave ediliyordu. Halbuki, öldürüle¬cekler arasında kendi adı da zikredilmişti ama o, söylenilenleri alaya alıyor ve böylelikle bunların, boş şeyler olduğunu anlatmaya çalışı¬yordu. Arkasından da şunu ilave etti:
– Eğer onlarla karşılaşırsak, yarın kimin öldürüleceğini göre¬ceksiniz!
Ebu Süfyan’ın Geri Dönüş Çağrısı
Ebu Süfyan’ın gönderdiği Kays İbn İmriülkays da, Cuhfe deni¬len yerde Kureyş ordusuna ulaşmış ve:
– Şüphesiz ki sizler, kervandaki mallarınızı ve onunla birlikte olan adamlarınızı düşünerek yola çıkmıştınız; şimdi ise hem malla¬rınızı, hem de canlarınızı Allah tehlikelerden kurtardı; öyleyse geri dönün, diyerek onlara, savaşın gereksiz olduğu mesajını iletiyordu.
Bu haberi duyan ve zaten savaşmak istemeyen Hôris İbn Amir, Ümeyye İbn Halef, Rebia’nın oğulları Utbe ve Şeybe kardeşler, Hakim İbn Hizôm, Ebu’l-Bahteri, Ali İbn Ümeyye ve As İbn Mü¬tıebbiiı gibi bazı insanlar, geri dönüş için belli başlı girişimlere bile başlamışlardı.
Ebu Cehil, bu girişimi ve geri dönmek isteyen herkesi korkak¬lıkla itham ediyor ve onlar insanlar önünde zor durumda bırakıyor; ayrıca Ukbe İbn Ebi Muayt ve Nadr İbn Haris de ona destek verip yol gösteriyorlardı. Küfür adına kinni kusuyor ve göz göre göre insanları ölüme sürüklüyordu. Son hükmü de yine o verecekti:
– Vallahi de, Bedir’e ulaşıncaya kadar asla geri dönmeyiz! Sonra da orada üç gün kalır; develer keser, yemek yeyip içki içer ve çalgıcı kadınlarla alem yaparız! Böylelikle Araplar, bizim toplanıp da bu¬raya kadar geldiğimizi duyar ve bundan sonra da asla bize karşı laf üretemezler! Haydi, yolunuza devam edin!
Ancak, herkes aynı kanaatte değildi; Ahnes İbn Şerik, Zühreo¬ğullarına seslenerek artık kervanın emniyette olduğunu ve dolayı¬sıyla da savaşmalarına gerek kalmadığını söyleyip onlarla birlikte geri dönecekti. Zühreoğullarını, Adiyyoğulları da takip edecek ve bu iki kabileden, savaş için yola devam eden kimse kalmayacaktı.
Her türlü çabaya rağmen Ebu Cehil’in, inatla Kureyş’i savaşa sürüklediğini duyan Ebu Süfyan şunları söyleyecekti:
– Vah kavmimin başına gelenlere! Hiç şüphe yok ki bu, Amr İbn Hişam’a (Ebu Cehil) ait bir hırstan başka bir şey değil!
Hatta, Kureyş’in habercisi gelip de, kendisine her şeye rağmen ordunun, Ebu CehiI’in teşvikiyle Bedir’e doğru ilerlediğini söyledi¬ğinde çok üzülmüştü. Üstüne üstlük bir de bu adamlar, kendisini de arkadan çağırıyor ve kervanı Mekke’de bırakarak orduya yetiş¬mesini istiyorlardı. Şaşılacak bir işti; göz göre göre ölüme gidiyor¬lardı ve o, bunların hiçbirine iltifat etmeyecek ve böylelikle, Ebu Cehil’in hırsına kendisini de kurban etmeyeceğini beyan etmiş ola¬caktı.
Çok geçmeden Mekke’de, Kureyş’in kervanından ayrılan Zühre ve Adiyyoğullarıyla karşılaşacak olan Ebu Süfyan, diğerleri gittiği halde kendilerinin neden döndüklerini soracak ve karşılık olarak da, onlar, Ebu Süfyan’ın gönderdiği haber sebebiyle döndüklerini söy¬leyeceklerdi.
Karar İçin Kritik An
Yola çıktıkları günden bu yana oruç tutan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), daha önce ifade ettiği halde orucunu açmak isteme¬yen ashabına seslenecek ve:
– Ben orucumu açtım, sizler de açın, diyerek bugünden sonra oruca niyet etmemelerini emir buyuracaktı. Böylelikle ashab-ı kirarn hazretleri, yolculuk ve savaş gibi durumlarda oruç tutmama ruhsatı¬nı da öğrenmiş oluyorlardı. Zira Cibril-i Emin’in getirdiği ayetlerde bu konu ele alınmış ve Resülullah da bunları ashabına tebliğ etmiş¬ti.
Safra denilen yere geldiklerinde, Resülullah karşılarına çıkan iki dağın adını so rup burada yaşayan ahalinin hangi kabileye men¬sup olduklarını öğrenmek istedi. Aldığı cevaplar pek hoşuna gitme¬mişti ve yolunu değiştirip Safra’yı sol tarafına alarak Zefirarı deni¬len vadi istikametinde sağ tarafı tercih edip yoluna devam etti. Zira, kainatta tesadüf yoktu ve olumsuzluğu ifade eden bu isimler O’na, eşyanın perde arkasından belli mesajlar fısıldamıştı. İçinde yaşadığı varlıkla bu denli bütünleşen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) de, başka kaynaklardan elde ettiği bilgiler yanında bu isimlerin kendi¬sine ilham ettiği şeyleri de esas alıyor ve stratejisini ona göre belir¬liyordu.
İşte bu sıralarda, Kureyş’in yola çıkıp da savaşmak için geldiği haberini almıştı. İşin rengi bir anda değişivermişti. Savaş niyetiyle yola çıkmadıkları için, ne malzeme ne de ruhi olarak hazırlardı. Al¬dığı kararlarda beraber yürüdüğü insanların katılımına özen göste¬ren Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), böylesine kritik bir noktada ashabının görüşüne başvurdu. Önce Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi ileri gelenler fikir beyan ettiler. Mikdôd İbnAmr söz aldı:
– Ya Resülullah, dedi. Allah’ın Sana emrettiği istikamette yo¬luna devam et; bizler hep Seninle beraberiz! Allah’a yemin olsun ki bizler, İsrailoğullarının Hz. Musa’ya dedikleri gibi:
– Sen ve Rabbin gidip savaşın; işte bizler burada oturup hiçbir yere gitmiyoruz32 diyecek değiliz! Bizler şunu diyoruz:
32 Bkz. Maide, 5/24
– Sen ve Rabbin gidip savaşın ama bizler de Sizinle birlikte ve Senin sağ ve solunda, ön ve arkanda ölümüne beraber savaşınz. Seni hak ile gönderene yemin olsun ki, Berk-i Gımad’a kadar yürümeyi murad buyursan, vallahi biz hepimiz, hiç usanmadan Seninle birlik¬te oraya kadar geliriz!
Başındaki peygamberle birlikte ölüme koşarak gidiyor olmanın heyecanıydı bu ifadeler ve Efendimiz’i çok memnun etmişti. Nur ce¬mali ay ışığı gibi parlıyordu. Önce Mikdad’a hayır duada bulundu ve arkasından genele dönerek ashabına şunları söyledi:
– Ey insanlar! Bana fikrinizi söyleyip yol gösterin!
Demek ki O (sallallahu aleyhi ve sellern), bu kabulün sadece belli kim¬selerle sınırlı olmasını istemiyordu ve bunu söylerken de, özellikle Ensar’ı kastediyordu. Çünkü Ensar, Akabe’de söz verirken Medine¬’yi kasdetmişlerdi. Şimdi ise mesele, Medine dışına kaymış ve sıcak bir çatışmaya doğru gidiyordu. Aynı zamanda ordunun büyük ço¬ğunluğunu da onlar oluşturuyordu. Onun için çok geçmeden Efen¬dimiz:
– Bana fikrinizi beyan edip yol gösterin, deyip talebini tekrar¬layacaktı.
– Ensar adına ben konuşayım, diyerek Sa’d İbn Muiiz ayağa kalktı:
– Sanki, bizi kasteder gibisin ya Resülullah, diyordu. Efendimiz
de:
– Evet, buyurdu. Bunun üzerine Hz. Sa’d, şunları söylemeye başladı:
– Sanki, Ensar’ın sadece kendi yurtlarında Sizi koruyacaklarına dair bir endişeniz var gibi ya Resülullahl Şüphesiz ki ben, şu an Ensar adına konuşup Size cevap veriyorum; dilediğin yere kadar yürü … İs-tediğin kimselerle irtibat kur ve istediklerinle de alakanı kes …
Mallarımızdan istediğini al ve dilediğin kadarını da bize bırak; bil ki, mallarımızdan aldığın miktar, bizim için geride bıraktığından daha çok bizi memnun eder. Senin emrin başımızın üstüne ve bizler emrini bekliyoruz ve hep Seninle birlikte olacağız!
Bizler, Sana iman edip tasdik ettik; getirdiklerinin hak olduğu¬nu beyan edip her haliıkarda Sana söz ve ahid verdik. Öyleyse şimdi Sen, istediğin yere yönel ya Nebiyyallah! Biz, hep Seninle beraber olacağız! Seni hak ile gönderene yemin olsun ki, şayet şu denize atını sürüp dalsan, istisnasız bizler de gelip oraya at sürer ve denize da¬larız! Ve bu konuda inan, bizden bir tek adam bile geride kalmaz! Yarın, bizimle birlikte düşmanla karşılaşman, bizi asla bu yoldan çeviremez. Çünkü bizler, savaş konusunda sabırlı, düşmanla karşı¬laştığımızda da, sözümüzün eriyizdir. Göreceksin; umulur ki Allah, bizim vesilerniz ve Resülü’nün de bereketiyle Sana, gözünü aydın kı¬lacak lütuflar gösterecek!
Sanırım şimdi Senin karşına Allah (celle celaluhü), hesap etme¬diğin bir iş çıkardı. Bizimle birlikte Sen, Allah’ın bereketiyle yürü! Şüphe n olmasın ki bizler, sürekli Senin sağ ve solunda, ön ve arkan¬da bulunacak ve Seninle birlikte ölümüne savaşacağız!
Anlaşılan, kıvam tamdı ve bu kıvamda, dünyayı dize getirecek bir potansiyel gizliydi. Zaten, manada yakalanan bu güç, aynı za¬manda maddi olanın da üstesinden gelmeye yetecek bir potansiyel demekti. Zira, gözünü budaktan sakınmadan ve Allah ve ResUlü’¬nün yoluna karşılık beklemeden baş koyanlara Allah’ın nusret vaadi vardı.
Zaten, Cibril-i Emin de gelmiş, bu vaadin gerçekleşeceği müj¬desini getirmişti. Gelen ayetlerde Yüce Mevla, iki topluluktan birisi¬ni Müslümanlara vadettiğini söylüyordu. Elbette burada, riski daha az olan kervanı tercih etmek insan fıtratının bir gereğiydi ve belli ki ashab da, başlangıçta böyle düşünmüştü. Ancak Allah (celle celaluhü), emirleriyle hakkı üstün tutmak ve şirkin kuvvetini yok ederek kafir¬lerin ardını kesrnek istiyordu. Zira bu, bir fırsat demekti ve böyle¬likle hak olan İslam’ın adı yükselecek ve batıl olan şirk ise hezimet yaşayacaktı.P
Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabına döndü ve şöyle buyurdu:
– Allah’ın bereketiyle haydi yürüyün bakalım! Çünkü Allah (celle celaluhü), iki taifeden birisini Bana vadediyor. Vallahi, şu anda da Ben, onların teker teker devri1ip düştükleri yeri görüyor gibiyim!
Artık, kararlılıkla yola koyulmuş, Bedir’e doğru ilerliyorlardı.
33 Bkz. Enfal, 8/7, 8
Ve Bedir …
O gün için Bedir, yolların kesiştiği bir yerdi ve burada Araplar, belli mevsimlerde bir araya gelip panayır kurarlardı. Kısaca Bedir, Mekke’nin de Medine’nin de yabancısı olmadığı bir yerdi.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashab-ı kirarn Bedir’e gel¬diklerinde günlerden cuma idi. O akşamı burada geçirecekler ve savaş da, ertesi gün burada cereyan edecekti. 34
Savaş, istihbarat demekti ve Efendimiz de, karşı tarafın duru¬muyla ilgili bilgi toplamaya azami dikkat ediyordu. Bu sebeple o günün akşamında, Hz. Ali, Hz. Zübeyr İbn Avvam, Besbes İbn Amr ve Sa’d İbn Ebi Vakkôs’ı yeniden Bedir’e göndererek keşif yapma¬larını istedi. Akşamın karanlığında yola çıkan grup, Bedir kuyuları¬nın başına geldiğinde, burada müşriklerin gönderdiği Eslem ve Arid adında iki kişiyle karşılaştı.
Aslında onlar da, haber ve bilgi avına çıkmışlardı. ilk sıcak te¬mastı bu ve aralarında geçen hafif bir tartışmanın ardından mü’¬minIer, onları esir alarak Efendimiz’in huzuruna getirdiler. Huzu¬ra getirildiklerinde, Efendiler Efendisi namaz kılıyordu. Namazını bitirinceye kadar ashab, etrafında toplandıkları adamları sıkıştırdı. Adamlar:
– Bizler, Kureyş için su almaya gelmiştik, diyorlardı, fakat ashab tatmin olmamıştı. Onların, Ebu Süfyan’ın kervanından ayrılıp da geldiklerini düşünüyorlardı. Onun için, şiddet ve tazyikin dozunu artırarak sıkıştırmaya devam ediyorlardı. Nihayet, adamlar da kur¬tuluşu, talep edilen istikamette konuşmakta görmüş ve Ebu Süfyan’ ¬ın ulakları olduklarını söylemişlerdi.
34 Bugünün, cuma olduğuna dair de rivayet vardır. Bkz. İbn Sa’d, Tabakat, 2/21; İbn Abdilberr, İstiab, 1/43. Her ne kadar Bedir’in pazartesi günü cereyan ettiğine dair bir rivayet olsa da buna pek itibar edilmemiştir. Bkz. İbn Sa’d, Tabakat. 2/21
Bu arada Efendimiz, rükü ve seedesini tamamlayıp selam ver¬mişti. Ashabına döndü ve şunları söyledi:
– Adamlar size doğruyu söyleyince sıkıştırıp dövüyor, yalan be¬yanda bulununca da onları bırakıyorsunuz! Adamlar doğru söylü¬yor; vallahi de onlar, Kureyş’in adamları.
Ardından da, Eslem ve Arid’ı karşısına alarak sordu:
– Kureyş nerede?
– Şu gördüğün tepenin arkasında, diye cevapladılar.
– Peki, onlar ne kadar?
– çok.
– Sayıları kaç?
– Bilmiyoruz.
– Günde kaç deve kesiyorlar?
– Bir gün dokuz, bir gün on.
Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabına döndü ve:
– Onlar, dokuz yüz ile bin kişi arasında, buyurdu. Bir sorusu daha vardı:
– Peki, onlar arasında Kureyş’in ileri gelenlerinden kimler var? Eslem ve Arid; gelenler arasında, Rebia’nın oğulları Utbe ve Şeybe, Ebu’l-Bahteri, Hakim İbn Hizôm, Nevjel İbn Huveylid, Amr İbn Hişôm (Ebu Cehil), Ümeyye İbn Halef, Haccac’ın iki oğlu Nebih ve Münebbih, Süheyl İbn Amr ve Amr İbn Abdivüd gibi isimleri sa¬yacaklardı.
Bunları dinledikten sonra Allah Resülii’nün dudaklarından şu cümle dökülüverdi:
– İşte, şüphesiz ki Mekke, bugün sizin önünüze ciğerparelerini sunmuş bulunuyor!
Mekân Tercihi
İki ordu, birbirine çok yaklaşmış ve buluşacakları yer, Bedir ola¬rak kesinlik kazanmıştı. Öyleyse, bir an önce oraya gidip karargah kurarak yerleşmek gerekiyordu. Ve Ramazan ayının on yedinci günü bir cuma akşamı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabıyla birlik¬te Bedir’ e gelip konaklama emri verdi.
35 Gerçekten de müşrik ordusu, Efendimiz’in söylediği rakamın ortası olan dokuz yüz elli kişiden oluşuyordu. Bkz. İbn Sa’d, Tabakat. 2/ı5
Bu arada yanına yaklaşan Hubôb İbn Münzir: – Ya Resülullah, dedi.
Hübab, henüz gençti ve Allah Resülü’ne muhalefet etme endi¬şesi taşıyordu. Onun için sesini olabildiğince kısmış, endişe dolu bir sesle hitap ediyordu. Ancak zaman ve mekan açısından ortada, isti¬şarenin hakkını vermeyi ve bildiğini ortaya koyup tecrübeyi paylaş¬mayı gerektiren bir durum vardı. Şöyle devam etti ve sordu:
– Bu mekanı tercihiniz; bizim herhangi bir değişiklik yapıp da takdim veya tehir tercihimiz olmayan ve Allah’ın Size bildirdiği bir vahiy neticesi mi yoksa bu, harp ortamını göz önüne alarak Zatınızın yaptığı bir tercih mi?
– Bilakis, savaş şartları düşünülerek yapılmış bir tercih, diyor¬du Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern). Bunun üzerine şunları söy¬ledi:
– Ya Resülullah! Şu anda bulunduğumuz yer, savaş açısından uygun bir mekan değil; en iyisi insanlara emret ve bizler, onlara yakın olan aşağı taraftaki kuyunun yanına gidelim! Çünkü ben, bu¬rayı ve buradaki kuyuları iyi biliyorum. Orada, benim bildiğim, suyu tatlı ve kesilmeyen bir kuyu var. Oraya bir havuz yapıp daha fazla su toplar ve ihtiyacımızı buradan karşılar, diğer kuyuları da kapatırız.
Ortam, savaş ortamıydı ve yürekten gelen bu samimi teklif, makul görünüyordu. Bu arada, Cibril-i Emin de gelmiş, Hubab’ın teklifinin isabetli olduğu müjdesini getirmişti.
Bunun üzerine Efendimiz:
– Doğru olan, Hubab’ın işaret ettiğidir, dedi ve tarif edilen yere doğru yola koyuldu ve sözü edilen kuyunun yanına gelerek burada karargah kurdu. Bu arada, diğer kuyular da kapatılmıştı.
Dikkat çeken bir husus da, Şam cihetindeki mevkiyi tutan Müs¬lümanların güneşi arkalarına almış olmalarıydı. Tabii olarak müş¬rikler de, Yemen tarafını tutmuş ve güneşe karşı savaşmak zorunda kalmışlardı.
Bu kadar gelişmeden sonra bir sahabinin gelip rüzgarı da arka¬larına almalarının kendi lehlerine olacağını, çünkü rüzgarın vadinin yukarısından bu tarafa doğru estiğini ve bunun da bir nusret emare¬si olduğunu bildirmesi üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Ben artık saflarımı düzenledim ve sancağımı da buraya dik¬tim; bir daha onu değiştiremem, buyuracak ve böylesine kritik an¬larda bir liderde olması gereken kararlılığı gösterecekti.
Bu arada, Efendimiz’in de içinde kalacağı çadır kurulmuş, akışı değiştirecek hamle için merkez de tayin edilmişti. Bu sırada, savaşın cereyan edeceği alanı teftiş etmek istedi. yanında bir grup ashabıyla birlikte Bedir kuyuları arasında dolaşırken Kureyş ulularının isim¬lerini saydı ve bizzat mübarek elleriyle onların teker teker ölüp de düşecekleri yerleri gösterdi.
Çok geçmeden Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, Hz. Ebu Bekir’le birlikte bu çadıra girdi. Sebeplere riayet edip savaşın hak¬kını verecek tedbirler yanı sıra Mevla-yı Müteal ile olan irtibatını da ihmal etmiyordu. Zira, atılan her adımda O’nun rızası olmalıydı; O razı olduktan sonra inayeri de zahir olur ve her türlü sıkıntının üste¬sinden gelirlerdi. Evet, şimdi de sohbet-i canarı zamanıydı.
Bir aralık, dışarıda bekleyen birinin varlığını hissetti; dışarı çıkıp da baktığında oradaki insanın Sa’d İbn Muaz olduğunu gördü. Yü¬zünde, endişe dolu bir bekleyiş hakimdi. Belli ki, müşriklerin Efen¬dimiz’e bir kötülük yapabileceklerinden endişe etmiş ve kılıcını ku¬şanarak O’nu korumak için buraya kadar gelmişti. Bu endişe, onun yüzüne de yansımıştı. Düşmandan gelebilecek tehlikelere karşı te¬dirgin bir hali vardı. Efendiler Efendisi ona döndü ve:
– Sanki sen ey Sa’d, bu insanlardan gelecek tehlikelere karşı en¬dişe duyuyorsun, diye seslendi.
– ValIahi de, evet ya Resülullahl Zira bu, bizim müşriklerle ya¬pacağımız ilk savaş, diyordu. İşi ihtimale bırakmayan bu tedbir in¬sanı, ancak takdir görürdü ve Efendimiz de, onun bu hassasiyetini takdirle karşılayacaktı. O gece sabaha kadar dua dua Rabbine yalva¬racak ve Allah davasını ikame etmek isteyen bu bir avuç insanı, ina¬yet edip muzaffer kılmasını talep edecekti. Dua ederken:
– Allah’ım, diyordu, işte Kureyş, bütün benliği ve şatafatıyla bir¬likte buraya kadar geldi; onlar Sana meydan okuyor ve Resülii’ne ya¬lancı isnadında bulunuyorlar. Allah’ım! Onlara karşı Senden, Bana vaadettiğin nusretini talep ediyorum! Allah’ım! Yarın sabah erken¬den, onların burnunu yere sürt!
Yağmur ve Sekine
Bu arada Bedir’de tatlı bir yağmur yağmaya başlamıştı. Bu gelecek zafer öncesinde adeta tatlı bir rahmet müjdesi gibiydi. Mü’minler için rahmetin sağanak olup yağacağının müjdesi idi. Elbette aynı yağmurdan karşı tarafın olduğu yer de etkilenmişti; bir farkla ki onlar, giderek şiddetlenen bu yağmur sebebiyle perişan olmuş ve bulun¬dukları yerde çamurdan hareket edemez hale gelmişlerdi.
Bir de o akşam, üzerlerine sekine inmiş ve ashab, sanki rahmet banyosu yapmışçasına tatlı bir huzura gark olmuş, iliklerine kadar huzur soluklamıştı. Zaten sekine de, böyle bir huzurun adıydı. Öyle tatlı bir uykuya daImışlardı ki, bu tatlı uyku adeta buraya kadar ya¬şanan onca sıkıntı ve acıyı tamamen unutturmuştu. Belli ki, erte¬si gün için zinde olmaları gerekiyordu ve bu telaşla uykusuz kalıp da dirençlerini düşürmernek için Allah (celle celaluhü) onlara böyle bir nimet bahşetmişti. Hatta mü’minler, üzerlerine sine n bu sekinenin tesiriyle, ayakta kalabilmek için kılıçlarına dayanmak istiyorlar ama bu vaziyette bile uyuyakalıyorlardı.
Karşı tarafta savaş hazırlığı yapan müşrikler ise, artan yağmu¬run şiddeti altında kalacak ve çamur içinde yürümekte zorlanacak¬lar, üstesinden gelmekte zorlandıkları türlü türlü meşakkat yaşaya-caklardı.
O gecenin sabahında Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), daha müşrik ordusu gelip yerleşmeden önce, Bedir’de ashabını toplamış ve savaş için saflara ayırarak hizaya sokınuştu. Belli ki, görünüşe de önem veriyordu. Zira, bu da bir mesajdı; hafif öne veya arkaya kay¬mış olanları bizzat uyarıyor ve saflardaki düzgünlüğü sağlayıp niza¬mi bir görünüm temin ediyordu. Efendimiz, bu esnada saflar arasın¬dan birinin hafifçe öne çıktığını görmüş ve yanına gelerek, biraz geri çekelerek hizaya gelmesi için elindeki okla bu sahabinin göbeğine hafifçe dokunmuş ve:
– Sen de hizaya gir ey Sevad, buyurmuştu. Sevad İbn Ğaziyye hizaya girmişti girmesine ama arkadan:
– Ya Resülullah, diye seslenmişti. Bana eziyet verdin; Seni hak ile gönderene yemin olsun ki, aynı şekilde kısas istiyorum!
Sesin geldiği cihete yönelen Efendimiz (sallallalıu aIeyhi ve sellern), hiç tereddüt etmeden karnını açtı ve:
– Haydi, öyleyse kısas yap, diyerek Sevad’ırı vurması için yanına yaklaştı. Ashab-ı Bedir, taaccüp içinde gelişmeleri takip ediyordu. Efendimiz’in bu davranışı, kul hakkı adına herkese büyük bir ders veriyordu.
Herkesin dikkat kesildiği Sevad, önce eğilip Efendimiz’in kar nından öptü ve arkasından da boynuna atlayıp O’na sarıldı. Niyeti anlaşılmıştı ve Efendimiz de sordu:
– Peki, niye böyle bir şey yaptın ey Sevad?
– Ya Resülullah! Gördüğün gibi savaş gelip çattı ve ben, öldürülmeyeceğimden emin değilim! İstedim ki, tenimin mübarek teni¬nize değmesi dünyadan son nasibim olsun ve huzur-u ilahiye ben bununla gideyim!
Resülullah ile bütünleşmenin, O’nun sevgisiyle yanıp tutuşma¬nın ve aynı zamanda O’nun sevgisine karşılık ashabından taşan sev¬ginin adıydı bu. Bu hareket de karşılıksız kalmayacak ve yaşanan bu hadise üzerine Allah Resfılii (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Sevad’a ilti¬fat edip hayır duada bulunacaktı.
Bu arada, şiddetli bir rüzgar esmiş ve bir müddet sonra arka¬sı kesilmişti. Çok geçmeden ikinci bir rüzgar ve bunun ardından da üçüncü bir rüzgar estikten sonra ortalık durulmuştu. Meğer birinci rüzgarla birlikte Cibril-i Emin, ikinci rüzgarla Mikail ve üçüncü rüz¬garla da İsrafil (aleyhimüsselam) gelmişlerdi ve beraberlerinde bulunan biner adet melekle mii’minleri takviye ediyorlardı. Demek ki, Rabbi razı edecek keyfiyeti elde edip O’nun adını bayraklaştırma adına yerdekiler kendilerine düşeni kusursuz yerine getirip yapınca, sema ehli de buna kayıtsız kalmıyor ve hayır müdavimlerinin yardımına koşuyordu. Mikail ve beraberindeki bin melek, Efendimiz’in sağ ta¬rafına, İsrafil’le birlikte olan diğer bin melek de sol tarafına geçip saf tutacaklardı. Kendilerine mahsus bir görüntü arz ediyorlardı; yeşil, sarı ve kırmızı sarıklarını başlarına sarmış, bir ucunu da bellerinden aşağıya doğru sarkıtmışlardı. Atlarının alnında, yünden bir nişane bulunuyordu. 36
36 o gün Bedir’e katılan meleklerin sima ve giysileriyle ilgili farklı rivayetler bulun¬maktadır. Sarıkların renkleri daha çok kırmızı, siyah, sarı ve beyazdır. Belli başlı insanların şekline büriinüp de gelen meleklerin giysi farklılığı, muhtemelen o in¬sanların giydiği giysileri taşıyor olmalarındandı. Mesela Cibril-i Emin, Zübeyr İbn Avvam suretinde gelmişti ve o da, başında sarı bir sarıkla savaşıyordu. Bkz. Salihi, Sübülü1-Hüdii ve’r-Reşad, 4/43, 44
Büyük ve beyaz sancak, Muhacirler adına Mus’ab İbn Umeyr’e verilmişti. Bunun yanında, Ensar’ı temsilen iki tane daha sancak vardı; Hazrec’in sancağını Hubâb İbn Münzir ve Evs’in sancağını da Sa’d İbn Muâz taşımaktaydı. 37Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Muhacirlerin parolasını ‘Ya Beni Abdirrahmôn’, Hazrecinkini ‘Ya Beni Abdillah’ ve Evs’in parolasını da ‘Ya Beni Vbeydillah’ olarak tayin etmişti. Genelde herkesin kullandığı parola ise, ‘Ya Mensur. Öldür!,38 şeklindeydi.
37 o gün, müşriklerde de üç sancak bulunmaktaydı ve bunlan, Ebü Aziz İbn Umeyr, Nadr İbn Haris ve Talha İbn Ebi Talha taşıyordu.
38 O günkü genel parolanın, ‘Ehad, Ehad’ şeklinde olduğu da söylenmektedir. Bkz.
İbn Hişam, Sire, 3/182
Ashaba Yapılan Tembihler
Savaş başlamadan önce Efendiler Efendisi’nin, ashabına diye¬cekleri vardı. Ashabını toplamış ve şöyle seslenmişti:
– Ben biliyorum ki Haşirnoğullanndarı ve diğerlerinden bazı in¬sanlar, zorla savaşa gelmek zorunda bırakıldılar; zaten bizim, onlan öldürmeye ihtiyacımız da yok! Sizden kim, Haşimoğullarından biri¬siyle karşılaşırsa, sakın onu öldürmesin!
Bu listenin başında şüphesiz, Efendimiz’in öz amcası Abbas İbn Abdulmuttalib bulunuyordu. Müslüman olmuştu ama İslam’ı tercih ettiğini Kureyş’ten gizliyordu. Hatta, hanımı Ümmü Fadl ile birlik¬te onun da Müslüman olduğu haberini kendisine ilk ulaştıran EbU Rôfi’ı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bu müjdesine mukabil hiir¬riyete kavuşturmuştu.39 İşte bugün Hz. Abbas dahil Haşimoğullan, bilhassa Ebu Cehil’in zorlamasıyla Bedir’e gelmek ve ailelerinden bi¬rilerine karşı kılıç kuşanmak mecburiyetinde kalmışlardı. O’nun do¬kunulmaz ilan ettiği başkalan da vardı ve ashabına şunlan söyledi:
– Dikkat edin! Ebu’l-Bahteri’den başka bunlar arasında kimse¬nin Bana karşı minnet hakkı yoktur. Sizlerden hanginiz onunla kar¬şılaşırsa, yolunu serbest bıraksın ve o size ilişmediği sürece sizler de ona dokunmayın!
39 Zaten Ebu Rafi’, Hz. Abbas’ın kölesiydi; onu yeğeni Efendiler Efendisi’ne daha önce hediye etmişti. Efendisinin Müslüman olması, Ebu Rafi’ için aynı zamanda hürriyete giden yol anlamına geliyordu. Bkz. İbn Sa’d, Tabakat. 4/73, 74
Zira o, yine Ebu Cehil’in tahrikiyle Kabe’de, üzerine deve işkem¬besi atıldığı zaman Efendimiz’e sahip çıkmış, hatta mahzun haline şahit olunca da O’nu yoldan geri çevirip Ebu Cehil’in kafasına sopasını indirerek başını yarmıştı. Üç yıl süren boykotun delinmesinde de, önemli ölçüde onun rolü vardı. İnanmamıştı ama bu kadarcık iyiliğini bile Efendimiz unutmamıştı. Kendisiyle savaşmak için gel¬diği Bedir’de Ebu’l-Bahteri’ye de merhamet ediyordu. Ancak, bu du¬rumdan hoşnut olmayanlar da vardı:
– Bizler, babalarımızı, kardeşlerimizi ve aşiretimizi öldürüp du¬rurken Abbas’ı terk mi edeceğiz, diyorlardı. Bu sözler, Efendimiz’in kulağına kadar gelince yanına Hz. Ömer’i çağırdı:
– Ya Eba Hafs, dedi. Bu künyesiyle Hz. Ömer’e ilk seslenişiydi.
Gönül eritip yürek yakan bu seslenişin ardından da, içini açarak ona şunu söyledi:
– Hiç, Resülullah’ın amcasını kılıçla vurmak uygun düşer mi? Hz. Ömer, kim olursa olsun Resülullah’ı üzeni, oracıkta defte¬rinden siliverdi ve hemen:
– Onu bana bırak ya Resülullahl Bırak ki onun boynunu vura¬yım, diye kükredi. Çünkü, ona göre böyle bir itiraz da bulunan, ancak bir münafık olabilirdi.
Ancak Efendiler Efendisi, ashabından kimseyi dışarıda bıraka¬cak değildi; O’na göre, insanlar ne kadar farklı düşünürlerse düşün¬sünler, İslam’ın eritici atmosferine girdikten sonra bu farklılıklar it¬tifak çizgisinde izale edilecek ve herkes, gün gelip mutlak doğrunun etrafında kenetlenecekti.
O gün de öyle olacaktı. Hz. Ömer’İn nifak alameti taşıdığını dü¬şündüğü o insanlar, gün gelecek, Hz. Ömer’in de gıpta ile baktığı ve Resülullah’a sırdaş birer can yoldaşı olacaklardı.40
40 Bkz. İbn Ebi Şeybe, Musannef, 7/481 (37390); Taberani, Mu’cemu’l-Kebir, 3/165.
Hz. Ömer’in hiddetlendiği bu sahabe, EbU Huzeyfe idi ve babası Utbe İbn Rebia, Efendimiz’in can düşmanlanndan birisiydi. Zaten Bedir günü, ilk ölenlerden biri de o olacaktı. O gün, Efendimiz’in amcası Hz. Abbas için söylediklerinden dola¬yı o kadar üzülmüştü ki, “Bunu ancak şehadet temizler.” demiş ve korkusundan tir tir titremişti. Nihayet, arzuladığı şehadeti Yemame günü bulacaktı. Bkz. İbn Hişam, Sire, 3/177; Taberi, Tarih, 2/34
Hutbe
Buraya kadar her şey kontrol altındaydı. Müşriklerin sayı ve teçhizat açısından üstün olmalarının ne önemi olabilirdi ki! Nice sayıca az topluluğun, kendilerinden kim bilir kaç kat orduların üs¬tesinden geldiğini bizzat Allah ifade ediyordu. Onların da, rıza-yı ilahiden başka gayeleri yoktu ve işin burasında Efendimiz (sallalla¬hu aleyhi ve sellern), ashabına savaş öncesinde bir hutbe irad edecekti. Önce Allah’a hamdedip O’nu sena ile başladığı hutbesinde şunları söyleyecekti:
– Şüphesiz ki Ben, Allah’ın sizi teşvik ettiği hususta sizi teşvik ediyor; O’nun yasakladığı konularda da dikkatinizi çekip sizi neh¬yediyorum! O Allah ki, şanı yücedir; hak ile emreder ve doğruluğu sever. Hayır ehline onu, katındaki mertebelerine göre verir ki onlar, O’nun verdiği bu hayırla yad edilip onunla birbirlerine üstün olurlar. Şu anda sizler de, hak üzere bir menzilde bulunuyorsunuz. Böyle bir yolda Allah, ancak kendi rızası için yapılan amelleri kabul eder ve yine şüphe yok ki gerçek manada sabır, böylesine zor anlarda göste¬rilen sabırdır; onunla Allah, bütün sıkıntıları bertaraf eder ve onunla sıkıntıları unutturur. Unutmayın ki sizler de yarın, gerçek kurtuluşu ancak onunla elde edebileceksiniz.
İşte, sizin aranızda Allah’ın Resülü var ve sizi bazı şeylerden sa¬kındırıp belli başlı taleplerde bulunuyor; bugün siz, gazab-ı ilahiyi eelbedecek bir davranışınıza Allah’ın muttali olmasından sakınıp haya edin! Çünkü Allah (celle celaluhü), “Allah’zn gazabı, sizin kendini¬ze olan kötülüğünüzden daha büyüktür.”41 buyurmaktadır. O’nun, size gönderdiği kitabında emrettiklerini, ayetlerini size beyan edip gösterişini ve zillet içindeyken sizi kurtarıp aziz kılışını iyi düşünün ve ona sımsıkı sarılın ki, onunla Rabbiniz sizden razı olsun! Bu mev¬kilerde Rabbinizin hiçbir emrini çiğnemeyin ki, size vadettiği rah¬met ve mağfiretine nail olun! Zira O’nun vaadi hak, kavli sıdk ve ikabı da şedittir.
Artık, Ben de sizler de, Hayy ve Kayyüm olan Allah’a emane¬tiz! Sırtımızı sadece O’na dayar, sadece O’na tutunup O’ndan yar¬dım diler ve yine sadece O’na tevekkül ederiz! Zaten, dönüşümüz de O’nadır. Allah (celle celaluhü), bizi ve bütün Müslümanları mağfiret buyursun!
41 Ğafir, 40/10
Müşrik Cephenin Durumu
Bu arada müşrikler, Umeyr İbn Vehb’i göndermiş mü’minler hakkında daha kesin ve net bilgi toplamak istemişlerdi. Tepeye çıkıp da manzarayı gören Umeyr, geri döndüğünde sevinerek onlara şun¬ları söyleyecekti:
– Onlar, üç yüz kişi kadarlar. Olsa olsa üç beş fazladır. Yetmiş develeri iki tane de atları var! Ancak siz bana, biraz daha zaman verin ve bundan başka bir destek kuvvetleri olup olmadığına da bir bakayım!
Atma atlayacak ve vadiyi de dolaşıp geldikten sonra yine onlara dönecek ve şunları söyleyecekti:
– Hiçbir şey görernedim. Fakat, Ey Kureyş topluluğu! Sahipsiz develerin ölüm taşıdıklarını … Yesrib develerinin kaçınılmaz sonu hazırladıklarını görüyorum! Gerçi onların, kılıçtan başka kendileri¬ni koruyacak ne bir sığınak ne de bir koruyucuları var! Görmüyor musunuz, sanki konuşma kabiliyetlerini yitirmiş çıt çıkarmıyorlar! Ancak, ejderhalar gibi, avlarını yakalamak için fırsat kolluyorlar! Al¬lah’a yemin olsun ki, onlardan öldürülecek her bir nefere karşılık mutlaka sizden de birileri öldürülecektir. Sizin aranızdan bu kadar adam öldükten sonra da, artık yaşamanın ne hayrı var? Ama esas görüş, sizin ortaya koyacağınız görüştür ve bu şartlar altında kendi kararınızı kendiniz verin!
Kureyş adına yaşanan en kritik andı bu. Bazı insanlar, zaten sa¬vaşmak istemiyor ve geri dönme planları yapıp duruyordu. Umey¬r’in sözleri de böyle düşünenlerin harekete geçmesini netice vere-cekti. Buna karşı olanlar ise, Umeyr’in yanlış istihbarat topladığını ileri sürüyor ve yeni bir adam daha göndermeleri gerektiğinde ısrar ediyorlardı. Derken, EbU Seleme el-Cüşemi’yi göndermeyi kararlaş-tırdılar. Ebu Selerne gidip geldikten sonra şunları söyleyecekti:
– ValIahi ben de, o kadar büyük güç ve kuvvet, silah ve teçhizat veya önemsenecek bir süvari birliği görmedim; fakat çoluk çocuk¬larına geri dönmeyi akıllarından silmiş ve gözleri arkada olmayan bir topluluk gördüm! Kılıçlarından başka ne sığınabilecekleri bir merci ne de kendilerini koruyacak bir yardımcıları olmasına rağ¬men kendilerini ölümüne adamış bir topluluk! Sanki zırhlarının altında saklı çakıl taşları gibi gök mavisi gözler! Artık kararınızı kendiniz verin!
Ebu Seleme’nin kanaati de Umeyr’inkinden farklı değildi. Bun¬ları dinleyen Hakim İbn Hizam, hemen Utbe İbn Rebia’nın yanına gidecekve:
– Ya Eba’l-Velid! Şüphesiz ki sen, Kureyş’in büyüğü ve efendi¬sisin; bu konuda senin sözün dinlenir. Dünya durdukça hayırla yad edileceğin bir iş yapmak istemez misin?
Böylesine önemli bir işi kim yapmak istemezdi ki! Bunu duyan Utbe, hemen Hakim İbn Hizam’a dönecek ve:
– Ne demek istiyorsun ey Hakim, diyecekti.
– Müttefikin olan Amr İbn Hadrami’nin işini üstüne al ve in-
sanları yollarından geri çevir!
– Tamam, yaparım ama sen de bana yardımcı ol! Doğru, o benim müttefikim; onun diyetini ödemek ve yağmalanan mallarını iade etmek benim üzerime borç olsun! Sen de İbnü’l- Hanzaliyye’ye'” git; çünkü ben, insanların geri dönme fikrine ondan başkasının karşı çıkacağını sanmıyorum!
Aralarında geçen bu konuşmanın ardından Utbe, insanlara ses¬lenecek ve şöyle diyecekti:
– Ey Kureyş topluluğu! Allah’a yemin olsun ki sizler, Muham¬med ve ashabına karşı gelmekle iyi bir iş yapmış olmuyorsunuz. Val¬lahi de, şayet O’nunla savaşıp O’nu mağlup etmiş olsanız bile yarın, amca veya dayıoğlunu veya akrabalarından birini öldüren hangi adam insanlar arasına çıkabilir ve bir diğerinin yüzüne bakabilir! En iyisi siz, hemen bu işten vazgeçip geri dönün ve Muhammed’le Araplar arasına girmeyin! Şayet onlar O’nu mağlup ederlerse, zaten bu sizin de istediğiniz bir şey! Yok, öyle değil de bunun aksi olacak olursa, o zaman da siz, O’na ilişmediğiniz için O’ndan size bir zarar gelmez! Şüphesiz şu anda ben, ölüm için can atan insanlar görüyo¬rum; sizlerin onları alt etmesi mümkün değildir! Hala iş işten geç¬miş değil; bu hayırlı karar size ait!
42 Bununla 0, Ebu Cehil’i kastediyordu. Çünkü Harızaliyye, EbU Cehi!’in annesi için kullanılan bir ifadeydi. Bkz. İbn Hişarn, Sire, 3/170; Taberi, Tarih, 2/30-31
Ey kavmim! Bugün bu işi isterseniz benim başıma sarın ve ‘Utbe korktu!’ deyin; gerçi siz de biliyorsunuz ki ben, asla sizin en korka¬ğınız değilinı!
Atının üzerinde Kureyş ordusuna seslenip de geri dönme çağrısı yapan Utbe’yi uzaktan gören Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), as¬habına dönecek ve şunları söyleyecekti:
– Şayet şu topluluk içinde birisinde hayır varsa o da şu kızıl devenin üzerindeki adamdadır; şayet onun dediğini yaparlarsa en doğru olanı yapmış olurlar!
Ümitlenmişti; demek ki müşrikler, her şeye rağmen kendi ara¬larında tam ittifak etmiş değillerdi. Sonra da, yanında bulunan Hz. Ali’ye seslenerek:
– Bana Hamza’yı çağır, dedi.
O sırada Hz. Hamza, düşmana yakın bir yerdeydi ve haber ken¬disine ulaşır ulaşmaz soluğu huzurda aldı. Efendiler Efendisi ona, karşı taraftaki kızıl devenin üzerinde insanları geri çevirmeye çalı¬şan adamın kim olduğunu soruyordu.
Bu arada Hakim İbn Hizam da, zırhını hazırlayıp kılıcını bile¬mekle meşgulolan Ebu Cehil’in yanına gitmiş ve ona Utbe’nin de selamını söyleyerek gelinen son noktayı aktarmaya başlamıştı. Ebu Cehil’i çileden çıkaran bir gelişmeydi bu ve şiddetle karşı çıkacaktı:
– Anlaşılan o ki, Muhammed ve arkadaşlarını görünce iyice büyülenmiş, dedi önce. Arkasından da, yemin billah ederek şunları söylemeye başladı:
– Vanahi de Allah, Muhammed’le aramızdaki hükmü verinceye kadar asla bu yoldan dönmeyeceğiz! Aslında Utbe, bunu söyleyecek bir insan değildir; fakat o, Muhammed ve ashabının, bir deve etiy¬le doyacak kadar az olduklarını görünce, onların arasında bulunan kendi oğlunun başına bir şey gelmesinden korktu!
Geri dönme ihtimalinin gündeme geldiği bir yerde Ebu Cehil, elbette bununla yetinmeyecek ve yine Ebu Cehilliğini gösterecektil Büyük bir hışımla yerinden kalktı ve Abdullah İbn Cahş seriyyesin¬de kardeşi öldürülen Amir İbn Hadrami’yi yanına çağırdı. Herkes, olup bitecekleri merakla beklerneye durmuştu. Burnundan soluyan Ebu Cehil, yanına gelen Amir’e, Nahle’de öldürülen kardeşi Amr’ı hatırlatıyor ve:
– İşte bu senin müttefikin Utbe, tutmuş insanları savaştan geri çevirmek istiyor! Gel de başımıza gelenleri kendi gözlerinle gör, di¬yerek yüksek sesle ağıt yakmasını istiyordu.
Ebu Cehil’in arka çıkıp imkan verdiği Amir, hemen oracıkta ya¬kasını paçasını yırtıp dövünmeye başlayıverdi! Kendini yere atmış, üstüne toz ve toprak saçarak:
– Vah benim kardeşim Amr’ın başına gelenlere, diye dövünüp duruyordu. Aslında bu, doğrudan Utbe İbn Rebia’ya bir mesajdı; zira o, Kureyş arasında Amr’ın can yoldaşıydı.
Ebu Cehil’in planı yine işe yaramıştı. Amir’in yürek yakan çırpı¬nışları müşrikleri cesaretlendirmiş ve intikam hırsıyla savaşma ar¬zularını kamçılamıştı. Olup bitenlerden haberdar olan Utbe, önce Ebu Cehil’e küfredip ona hakaret dolu sözler söyledi. Ardından da ilave etti:
– Yarın, herkes kimin gözünün boyandığını daha iyi görüp bile¬cek; benim mi onun mu?
Zaten bu arada Ebu Cehil de, atının sırtına kılıcıyla vurmuş ve onu mahmuzlayıp orduyu toplamaya başlamıştı bile …
Allah’a inanmadığı halde başı sıkışınca Ebu Cehil de O’nu ha¬tırlayacak ve o da Rabb-i Rahim’den bir şeyler talep edecekti. Şöyle dediği duyuluyordu:
– Allah’ım! Yakınlarımızla akrabalık bağlarını kesip başımıza bilmediğimiz şeyler geldi; yarın bizi üstün kıl! Allah’ım! Aramızdan Sana en sevgili kim ise ve Sen daha çok kimden razı isen, yarınki za¬feri Sen ona nasip et!
Ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkaran Allah (celle celaluhü), kimi nerede ve nasıl istihdam ediyordu! Şirretliğin başı bir adam, tutmuş Bedir meydanında hayır adına dua ediyordu ve bu, EbU Cehil’in, hiç-bir zorlamaya maruz kalmadan kendi aleyhine yaptığı bir dua idi. Daha sonraları Cibril-i Emin gelecek ve fetih öncesinde işe ilk başla¬yanın da o olduğunu ilan edecekti.43
43 Bkz. Enfal, 8/19
Efendimiz’in Çabaları
Her şeye rağmen Rahmet Peygamberi (sallallalıu aleylıi ve sellern), son kez bir hamle daha yapıp Hz. Ömer’i müşriklerin bulunduğu yere gönderecek ve onları, kılıçlarm çekildiği en kritik anlarda bile savaş¬tan vazgeçirmeye çalışacaktı. Belki de, biraz önce Utbe’yi, kızıl deve¬sinin üzerinde insanları geri çevirmek için gayret gösterirken miişa¬hede etmesi O’nu ümitlendirmişti. Gönderdiği mesajda onlara:
– Geri dönün, diye hitap ediyor ve olacaklar konusunda onları ikaz ediyordu.
Bütün bu gayretlerden de anlaşılacağı üzere Allah Resülü’nün şahıslarla alıp veremediği bir mesele yoktu; O’nun hedefinde, Alla¬h’ın rızası vardı. Mekke’ den kopup da Bedir’ e kadar gelenler ise, bu rızanın tahakkukunun önünde engeloluşturuyorlardı. Şu anda bile bırakıp geri gitselerdi, kıllarına bile dokunulmayacak ve bu rızayı kazanmaya matuf medeni hamleler artarak devam edecekti.
Onların ise, ne rızadan anlayacak akılları ne de kendilerini teh¬likeye atmaktan kurtaracak liderleri vardı. Ebu Cehil gibi gözünü kin bürümüş bir firavuna teslim olan milletin başı elbette beladan kur-tulmazdı ve o gün de öyle olacaktı!
Hz. Hatice Validemizin kuzeni olan Hakim İbn Hizam, Hz.
Ömer’in getirdiği mesajı duyar duymaz hemen ileri atılacak ve:
– Samimi davranıp size nasihat ediyor; onu kabul edin! Zira siz¬ler, bu nasihate rağmen O’na karşı savaşa devam ederseniz asla mu¬zaffer olamazsınız, diyecekti. Bu havayı bozma işi yine Ebu Cehil’ e aitti; hemen ileri atıldı ve:
– Vallahi, Allah onlar karşısında bize bu imkanı vermiş ve onla¬rı avucumuzun içine almışken asla geri dönmeyiz, deyiverdi.
Artık anlaşılmıştı; başında Ebu Cehil’in olduğu bu ordu, ne yapıp edecek ve ne pahasına olursa olsun savaşacaktı. Bütün ordu karşı çıksa bile, sadece Ebu Cehil’in şirretliği bu orduyu savaşa sü¬rüklemeye yeterdi! Öyleyse, karşı çıkmanın hiçbir anlamı yoktu; kuzu kuzu gidip silahlarına sarılacak ve Ebu Cehil’in emrini yerine getirmeye çalışacaklardı.
Dua Boyutu
Sebepler açısmdan yerine getirilmesi gereken her şey tamamdı ve artık zaman, Müsebbibü’l-Esbab’a yönelme zamanıydı. Karşı ta¬rafta biriken insanların sayısı Müslümanların üç katıydı ve o günkü savaşlar, doğrudan insan gücü üzerinden cereyan ediyordu. Sayıca az oldukları halde çokların üstesinden gelebilmek için Efendimiz (sal1al¬lahu aleyhi ve sellern), önce kıbleye yönelip iki rekat namaz kıldı ve ardın¬dan da, mübarek ellerini açarak Rabb-i Rahim’ine şöyle yalvardı:
– Allah’ım! Beni kendi halime terk edip yalnız bırakma! Al¬lah’ım! Bana vaat ettiğin şeyleri gerçekleştirip lütfunla bizi kucakla! Allah’ım! Şayet İslam adına şu bir avuç insan bugün burada helak olursa, artık yeryüzünde Sana ibadet edecek kimse kalmaz!
O anda muhatabı olan insanlar Kureyş uluları olsa bile aslın¬da bu, imanla şirkin karşı karşıya gelmesinin bir adıydı. Öyleyse, burada bugün şirk adına bir üstünlük söz konusu olacaksa, bun¬dan sonra dünyada iman adına bir emare kalmayacak demekti. Zira Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellem) ve ashab-ı kirarn hazretleri, iman adına canlarını vermeden Bedir meydanından geri dönmeyi düşün¬müyorlardı.
Bunları söylerken o kadar içten ve adeta bütün hücreleriyle bu taleple öylesine bütünleşmiş ve semaya doğru mübarek ellerini o kadar kaldırmıştı ki üzerindeki ridası yere düşüyordu. Onu alıp da yeniden omuzlarına koyan Hz. Ebu Bekir, ridasının bir kenarından tutarak şefkat ve merhamet peygamberi Efendiler Efendisi’ne şöyle deyip O’nu teselli etmek isteyecekti:
– Ya Resülullah! Rabbinden talepte bulunurken bu kadar ken¬dini yorup helak etme! Hem, yeter ya Resülullah! Rabbine karşı bu kadar ısrarlı olma! Şüphe yok ki Allah (celle celaluhü), Sana olan vaadi¬ni mutlaka yerine getirecektir!
Doğruydu; Allah (celle celaluhü) vaadinde hulfetmez ve mutla¬ka yerine getirirdi. Bedir’de zafer O’nun vaadettikleri arasındaydı. Ancak bu, Allah’a ait bir hususiyetti ve insanları gevşekliğe sevket-memeliydi. O (sallallahu aleyhi ve sellern), sadece beyanlarıyla değil, aynı zamanda hal ve hareketleriyle de ümmetine ders veriyordu. Anlaşı¬lan, böylesi durumlarda bile rehavete girilmemeli ve sohbet-i canan konusundaki duyarlılık asla yitirilmemeliydi!
Ümmeti için Efendimiz her şeyini ortaya koymuş öyle dua edi¬yordu. O kadar ki, İbn Mes’üd gibi sahabiler, Bedir günü Efendimi¬z’in Rabbiyle münasebetini yakından müşahede etmiş ve böyle bir kurbiyet anma bu zamana kadar rastlayamadıklarmı ifade etmiş¬lerdi.
Allah’ın vaadi vardı ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Ab¬dullah İbn Revaha’ya dönerek:
– Ey İbn Revahal Şüphesiz ki Ben, vaadini talep konusunda Al¬lah’a niyazda bulunacağımı Çünkü O (celle celaluhü), asla vaadinden dönüp hulfetmez!
Çok geçmemişti ki, mübarek yüzlerinde beliren beşaşetle etra¬fındakilere yöneldi; veeh-i nebevi, sürurdan ay parçası gibi parlıyor¬du ve
– Müjdeler olsun ey Eba Bekir, dedi. İşte şu Cibril! Başında sarı bir sarıkla sema ile arz arasında atını mahmuzlamış bekliyor! Yer¬yüzüne inince bir aralık onu nazarımdan kaybetmiştim; daha sonra yeniden Bedir tepelerinde göründü ve Bana, “Senin dua ve tazarru¬larına mukabilAllah’ın nusreti geldi” deyip duruyor!
Aynı zamanda Cibril, kıyamete kadar geleceklere rehberlik adına:
– Hatırlayın o günü ki, hani sizler Rabbinize dua ve tazarru ile yardım istiyordunuz. O da, “Ben size, peşi peşine gelen bin melek ile yardım edeceğim” diyerek dua ve tazarrunuzu kabul buyurmuştu.45mealindeki ayeti getirecek ve böylelikle, Bedir’ deki ilahi inayeti her¬kese duyurmuş olacaktı.
Çadınndan çıkarken, sevinçten zırhı içinde durmakta zorlanı¬yor ve bir taraftan da etrafındakilerle şu ayeti paylaşıyordu:
– Bu topluluk şüphe yok ki bozguna uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar! Esas hesaba çekilerek buluşacakları hesap günü ise kıyamet anındadır ve onlar için O zaman, daha çok acı verici ve perişan edicidir.
44 Taberani, Mu’cemu’l-Kebir, 10/147 (10270); Beyhaki, Delail, 3/32
45 Enfal, 8/9; Miislim, Sahih, 3/1384 (1763); Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 1/30 46 Kamer, 54/45, 46; Taberi, el-Carniu’l-Beyan, 27/109; İbn Kesir, Tefsir, 4/267
Artık Bedir ovasında, olduğundan fazla at kişnemesi ve kılıç şa¬kırtısı duyulmaya başlanmıştı. Kuvve-i maneviye takviye görmüş artık Müslümanlar, yere daha sağlam basıyorlardı. Bu hava içinde karşı tarafın gücü azaldıkça azalmış ve onlar açısından da Efendimiz ve ashab-ı kiramın gücü, arttıkça artmıştı.
Kısa zamanda ashab arasında duyulan bu haberler, herkesin yüzünü güldürmüştü. Efendimiz’in bir müjdesi daha vardı; ashabı¬na döndü ve şunlan söyledi:
– Sanki, şu anda Ben, bugünün akşamında hangi müşrikin ne¬rede öldürüleceğini görüyor gibiyim!
O gün Efendimiz (saIlallahu aleyhi ve sellern), sadece müspeti talep etmiyordu; aynı zamanda menfiyi dayatanlar konusunda da dua ediyor ve dualarında, Kureyş’i kışkırtıp da kendi üzerlerine yürüten ktifrün elebaşıarını zikrederek onlan Allah’a havale ediyordu. Bun¬lar, EbU Cehil, Ümeyye İbn Halef, Rebia’nın oğlu Utbe ve Şeybe kar¬deşler ve Ukbe İbn Ebi Muayt olmak üzere yedi kişi idi.
O kadar içtenlikle dua edip yalvarmıştı ki, sadece O’nun bu duası bile Bedir’i Müslümanların lehine çevirebilirdi. O kadar ki, aleyhinde beddua ettiği bu yedi kişinin, Bedir’de cansız yere düşe¬cekleri yerleri bile ashabına gösteriyor ve böylelikle onlara, daha savaş başlamadan önce sonucu gösterip moral veriyordu.
Bizzat kendileri de kılıcını kuşanmış ve düşmanla savaş vaziye¬ti almıştı. Düşmanla ilk randevu başlamak üzereydi. Bu arada, mü¬barek ellerine aldığı bir avuç toprağı düşman kuvvetlerin üzerine doğru savurmuş ve:
– Yüzler kara olsun, buyurmuştu. Bunu yaparken de, avucun¬da kalan toz ve toprağı onlara karşı üflüyordu. Ardından da, ellerini açıp:
– Allah’ım! Onların kalplerine korku sal ve ayaklarını kaydır, diye dua edecekti. Sonra da, son kez ashabına yönelecek ve:
– Haydi, saflannızı daha sağlam tutup birbirinizle kenetlenin, diye emredecekti.
İlk Kıvılcım
Müşrikler arasında Esved İbn Esed adında densiz ve kötü huylu bir adam vardı ve bu adam ileri atılarak şunlan söylemeye başladı:
47 Bkz. Enfal, 8/44
– Allah adına sözüm olsun ki, ya sizin şu havuzunuzdan su içe¬ceğim yahut da o havuzu yerle bir edecek veya bu uğurda öleceğim!
Bunu söylerken bir taraftan da havuza doğru koşmaya başla¬mıştı. Hızla yaklaşıyordu. Eller kılıçlara gitmiş ve bir anda savaşın soğuk yüzü herkesi tesiri altına alıvermişti. Zira bu, başlayacak bir savaşın ilk kıvılcımı demekti.
Meydan okuyarak kendilerine doğru koşturup gelen bu adama haddi bildirilmeliydi ve Hz. Hamza ileri atılarak, daha havuza yak¬laşmadan adamın işini bitirmek istedi. İlk hamlede adamın ayağı kopmuş ve sırt üstü yere düşmüştü. Bu halde bile havuza doğru sü¬rünmeye çalışıyor ve onu yıkmak için gayret gösteriyordu. Hatta ayağından akan kanlarla suyu kirletmiş ve sağlam ayağıyla da onu belli ölçüde yıkmış ve suyundan da içmişti. Kendince, herkesin hu¬zurunda verdiği sözü yerine getiriyordu! Derken Hz. Hamza, ikin¬ci bir hamle yaptı ve tarafları tahrik edip vuruşturmak için kendini kılıç darbelerine teslim eden bu adamı öldürdü.
Kuyularının kapandığını gören bazı müşrikler de suyun oldu¬ğu tarafa doğru gelmeye başlamışlardı. Onların gelişini gören bazı sahabiler, oklarını hazırlayıp gelenlerin işlerini bitirmek isteyince Efendiler Efendisi:
– Onları bırakın, buyuracaktı.s”
Bu sırada, müşrikler arasından Umeyr İbn Vehb bir ok atmış ve bu ok, Hz. Ömer’in azatlısıMihce İbn Aiş’e isabet ederek onu şehit etmişti.
Savaşta fertlerin gayretleri elbette çok önemliydi; ancak, bu gayretlerin birleştirilerek kullanılması çok daha ehemmiyet arz edi¬yordu. Onun için Efendiler Efendisi ashabına şöyle seslendi:
– Ben sizlere izin vermedikçe asla savaşa başlamayın! Ancak size yaklaştıklarında onlara ok atın! Onlar size iyice yaklaşıp saldır¬madan kılıçlarınıza sarılmayın ve onları, öncelikle oklarınızla karşı¬layın!
48 o gün kuyuya koşup da gelenlerin arasından sadece Hakim İbn Hizam ayakta ka¬labilmiştir. Bkz. İbn Hişam, Sire, 3/169; Beyhaki, Delail, 3/56
Aynı zamanda bu, eldeki kıt kanaat imkanları en verimli şekilde kullanmak demekti. Bir müddet sonra Hz. Ebu Bekir, Efendimiz’e şöyle seslenecekti:
– Ya Resülullahl Artık onlar bize iyice yaklaştı ve hatta bize zarar bile vermeye başladılar!
Mübareze
Hz. Ebu Bekir’in de söylediği gibi iki ordu, burun buruna gelmiş ve Rebia’nın oğulları Utbe ve Şeybe kardeşlerle Velid İbn Utbe öne çıkıp, mü’minlerden kendileriyle vuruşup mübareze edecek yiğit is-temeye başladılar.49 Bir meydan okumaydı aynı zamanda bu! Babası Utbe’nin, öne çıkıp da Efendimiz’e meydan okurcasına haykırdığı¬m gören oğul Ebu Huzeyfe, kılıcına sarılıp da ileri atılmak isteyince Efendiler Efendisi müdahale edip onu geri çekti. Zira, müşrik bile olsa, böyle bir ortamda babaya kılıç kaldırılmamalıydı.
Bunun üzerine Ensar’dan, Mra Binti Ubeyd’in oğulları Avfve MuCız kardeşlerle Abdullah İbn Revaha ileri çıktı. Ancak Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), müşriklerle ilk buluşma noktası olan Bedir’¬de Ensar’ı öne sürmek istemiyordu. Çünkü, Kureyş’in asıl hedefin¬de Ensar bulunmuyordu. Onun için, onların geri çekilmelerini talep etti.
Müşrikler, bunu da kendi lehlerine yorumlamışlardı ve:
– Ya Muhammed! Bizim karşımıza, kavmimiz arasından denk insanlar çıkar, diye bağırıyorlardı. Bunun üzerine Efendimiz:
– Ey Haşimoğulları, diye seslendi. Kalkın ve Allah’ın nurunu söndürmek isteyen bu batı! güruha, Nebinizi hak ile gönderen Allah hakkı için vuruşup savaşmamn ne olduğunu gösterin!
Adres netleşmişti; zaten mübarek gözler de onlar üzerinde yo¬ğunlaşmıştı ve Hz. Hamza, Hz. Ali ve Efendimiz’in amcaoğlu Hz. Ubeyde İbn Hôris, gergin yaydan fırlayan ok gibi hemen öne çıktı¬lar. 49 o gün için genel adet, şöyleydi: Daha savaşa başlamadan önce ordunun içindeki en kahrama kişiler öne çıkar ve herkesin önünde önce bunlar dövüşürdü. Hangi tarafın galip geleceği de, bir ölçüde bu insanların performanslanyla ölçülür ve bu bir iftihar vesilesi sayılırdı ve buna mübdreze denilmekteydi.
Üzerlerinde kar gibi beyaz urbalar vardı. Onun için, kendileriy¬le savaşmak için bekleşen müşrik mübarizler onları tamyamamıştı. Utbesordu:
– Sizler de kimlersiniz? Konuşun ve kendinizi tanıtm bize!
– Ben, Abdulmuttalib’in oğlu, Allah ve Resülullah’ın da aslanı Hamza, dedi Hz. Hamza, yüreklere korku salan bir ses tonuyla. Utbe, altta kalmak istemiyordu:
– Ben de, bu dostlarımın aslanıyım, dedi önce ve arkasından da, onun kendisine denk bir mübariz olduğunu söyleyip ilave etti:
– Peki, bu yanındaki iki kişi kim?
– Ali İbn Ebi Talib ve Ubeyde İbn Haris İbn Abdilmuttalib, diye cevapladı Hz. Hamza.
Bunlar da denk insanlardı ve bunun üzerine Utbe, Velid’ e sesle¬nerek ilk vuruşmayı onun yapmasını istedi.
Velid’in karşısına Hz. Ali çıkmıştı. Şimşek hızıyla inen iki kılıç darbesi, işini bitirmeye yetmişti Velid’in! Herkes, birbirine bakıyor¬du; zira, daha başlamadan mübareze bitivermiş, Velid’in cansız be¬deni yere serilivermişti. Büyük bir şok yaşıyorlardı.
İş başa düşmüştü. En azından ikinci hamleyi kendileri kazan¬malı ve ordunun bozulan moralini yerine getirmeliydiler. Bunun için Utbe, bu sefer kendisi ileri atıldı. Karşısında Hz. Hamza duru¬yordu. Kılıçların çekilmesiyle birlikte Utbe’nin de yere yığılışı bir ol¬muştu. O da, yerde cansız yatıyordu artık.
Derken sıra, Utbe’nin kardeşi Şeybe’ye gelmişti. Her ne kadar morali bozulsa da, ağabeyinin intikam hırsı bürümüştü gözlerini. Kılıcını çekti ve bu hırsla üzerine yürümek istedi Hz. Ubeyde’nin, O gün, ashab arasındaki en yaşlı insandı Ubeyde İbn Haris. Onun için, mübareze biraz uzadı. Hatta Hz. Ubeyd de yaralanmıştı; ayağı¬na gelen bir kılıç darbesiyle sarsılınca Hz. Hamza ve Hz. Ali devreye girmiş ve Şeybe’nin de hakkından gelmişlerdi.
Ayağı kopan Hz. Ubeyde’yi Hz. Hamza ve Hz. Ali omuzlayacak ve Efendimiz’in huzuruna getireceklerdi. Kan kaybediyordu. Ayağı¬nı yere uzattırdı ve Hz. Ubeyde’yi teselli etmeye başladı. Ancak ne kopan ayağı ne de kaybettiği kan sebebiyle halsiz düşmesi, onun umurundaydı:
– Ya Resülullah, dedi. Şayet bugün Ebu Talib yaşıyor olsaydı, bugün benim kendisini haklı çıkardığımı görecektil
Amcası Ebu Talib’in, daha o günlerdeyken söylediği bir şiiri hatırlatıyor ve kendi üstüne düşeni yerine getirdiğini söylemek istiyor¬du.So
Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellern), yeğeni Ubeyde İbn Haris’i ne ile teselli edeceğini iyi biliyordu ve ona şu müjdeyi verdi:
– Ben şehadet ederim ki sen şehitsin!
Ve Savaş…
Derken, savaş başlamıştı. Mekke, son bir hamle ile Müslüman¬ların işlerini bitirmek için olabildiğince yükleniyor; Müslümanlar ise, on beş yıldır çektikleri eza ve cefanın son bulması adına ve küf¬rün sesini kesip imanın yenilmezliğini göstererek Allah’ın adını ci¬handa hakim kılabilmek için vuruşuyordu.
Mekkelilerin hesap etmedikleri şeyler vardı; her şeyden önce Muhacirler, onların tahmin ettikleri insanlar değildi. Savaşın gere¬ğini de yerine getiren bu insanlar, aynı zamanda karşı konulmaz bir iman gücüne sahiptiler ve bu gücün önünde durmaya imkan yoktu. Savaş sonrasında ayakta kalabilenlerin anlatacakları gibi, o gün hangi kafayı kimin kılıcının indirdiğini, hangi kola da kimin kılıç vurduğu nu takip edemeyecek kadar hızlı bir gündü. 51
Şüphesiz savaşta en önde çarpışan, Efendiler Efendisi olacaktı.
Daha sonra, bunu ifade ederken Hz. Ali şunları söyleyecekti:
– Bedir gelip çatınca biz, Resülullah’a sığınarak kendimizi em¬niyette hissediyorduk.
O gün O (sallallahu aleyhi ve sellern), müşriklere en yakın yerde sa¬vaşıyor ve insanlar arasında savaşın hakkını da en fazla O veriyor¬du. Demek ki, dua ve tazarru ile cihad yanında bedenin de hakkı verilecek ve bir taraftan insanlar teşvik edilirken diğer yandan da nasıl savaşılması gerektiği ümmete gösterilerek iki makam cemedil¬miş olacaktı.
50 Şiirinde Ebu Talib şöyle demişti:
– Siz Muhammed’i bugün yalanlıyorsunuz, ama Beytullah’a yemin olsun ki bugün sesimizi çıkarmayız! Gün gelince biz de O’nun etrafında çarpışıp kahramanca mücadele ederiz. O’nun etrafında kütükte doğranmış etler gibi kalmadıkça ve oğullarımızdan ve canlanrnızdan olmadıkça O’nu asla size teslim etmeyiz! Bkz. İbn Hişarn, Sire, 2/111; Taberani, Mu’cernu’l-Kebir, 10/158 (10312)
51 Bkz. İbn Sa’d, Tabakat. 2/26
Bir aralık Efendimiz’in:
– Genişliği dünya ve semalar kadar olan cenneti kazanmak için yarışın! Nefsim yed-i kudretinde olana and olsun ki, bugün burada sadece Allah rızasını hedefleyerek, sabırla ve geri dönmeyi düşün-meden hep hücum ederek savaşıp da şehit düşeni Allah (celle celaluhü), mutlaka cennetine koyacaktır, dediği duyulmuştu. Bu sırada Umeyr İbn Humiim, bir kenara çekilmiş, açlığını bastırmak için hurma yi¬yordu. Efendimiz’in sesini duyar duymaz,
– Bak. .. Bak. .. Ya Resülullahl Genişliği dünya ve semalar kadar mı, diye sordu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Evet, dedi.
– Yani şimdi, benimle cennet arasında, sadece şunların beni öl-
dürmesi mi var!
Sonra da elindeki hurmalara bakarak:
– Sizler benim, Rabbime kavuşmama engeloluyorsunuz, dedi ve arkasından da, elindeki hurmayı bir kenara savurarak kılıcına yönel¬di. Onu kaptığı gibi düşmanın içine daldı ve gözlerden kayboldu.P Bir aralık Efendimiz’in yanına yaklaşan Hz. Ömer, zırhları için-
de çevik hareketler yapıp düşmana korku salarken O’nun:
– Şüphesiz bunlar, hezimete uğrayacak ve gerisin geriye kaçıp gidecekler.x mealindeki ayeti okuduğunu duymuştu. Kendi kendi¬ne düşündü; şayet Allah ve Resfılii bunu söylüyorsa, mutlaka Mekke müşrikleri bugün mağlup olacak ve kaçıp gerisin geriye gideceklerdi!
Ebu’l-Bahteri
Savaş esnasında ashabdan Miicezzer İbn Ziyad, Efendimiz’in eman verdiği isimlerden birisi olan Ebu’l-Bahteri ile karşılaşmış¬tl. Verilen talimatları çiğnernernek için o kadar duyarlı idiler ki Hz. Mücezzer, savaşın bu en kızgın anında bile Ebu’l-Bahteri’ye şöyle seslenecekti:
– Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), bizim seni öldürmemizi ya¬sakladı!
52 Bkz. Müslirn, Sahih, 3/1510 (1901); Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 3/136; Beyha¬ki, Sünen, 9/43
53 Kamer,54/45
Bunu duyan Ebu’l-Bahteri, bir miktar rahatlamıştı. Ancak o yal¬nız değildi; Mekke’den bu yana birlikte yol arkadaşlığı yaptığı dostu Cünade İbn Müleyhe de onunla birlikteydi ve:
– Peki, arkadaşımın durumu ne olacak, diye sordu. Hz. Mücez¬zer:
– Arkadaşın için böyle bir eman yok! ValIahi de biz, arkadaşı¬nın peşini bırakmayız! Resülullah, bize sadece seninle ilgili talimat verdi, şeklinde cevaplayınca Ebu’l-Bahteri:
– Öyleyse, ben de arkadaşımı kendi haline bırakamam! ValIahi, öleceksem, ben de onunla birlikte ölürürn! Hem sonra, benim için Mekke kadınları, “Hayatta kalabilmek için arkadaşını yalnız bırak¬tı.” diye söylenirler, dedi ve kılıç sallamaya devam etti. Bir taraftan da şunları söylüyordu:
– İbn Hurre, sağ salim yoluna devam edecek veya ölünceye kadar arkadaşını asla teslim etmeyecektir!
Derken, aralarında yeniden mücadele başladı. Asabiyet damarı yine öne geçmiş Ebu’l-Bahteri, bütün hırsıyla kılıç sallıyordu. Niha¬yet, Hz. Mücezzer’in yaptığı bir hamle neticesinde isabet eden bir kılıç darbesiyle yere yığılıverdi.
Mücezzer İbn Ziyad, ne yapacağını şaşırmıştı. Bir taraftan sevin¬rnek istiyordu; çünkü küfür adına bir çam daha devrilmişti. Ancak, üzüntüsünü de üzerinden atamıyordu; zira Efendimiz’in uyardığı bir adamı öldürmüştü!
Nihayet, boynu bükük huzura geldi; her halinden mahcubiyet okunuyordu. Kısık sesiyle, durumdan Efendiler Efendisi’ni haber¬dar ederken şunları söylüyordu:
– Ya Resülullah, dedi. Seni hak ile gönderene yemin olsun ki, onu esir edip Sana getirmek için çok uğraştım; ancak o, buna yanaş¬madı ve savaşarak ölmeyi tercih etti. Ben de onu öldürmek zorunda kaldım.
Ebu Cehil’in Sonu
Ön saflarda savaşan Abdurrahman İbn Avfın yanına bir ara¬lık Erisar’dan iki delikanlı geldi. Bunlar, Muôz İbn Amr İbn Cemidi ve Muôz İbn Afrô. adındaki iki Ensar idi. Bıyıkları yeni terlemiş bu gençler, kervanı takip için Medine’den yola çıkarken, belli ki geri dönmekten son anda kurtulmuş ve buraya kadar gelebilmişlerdi.
Hatta sağ ve sol tarafına gelen bu iki delikanlıyı gören Hz. Ab¬durrahman, bunlar yerine yanında daha tecrübeli insanların olması temennisinde bulunacaktı. Ancak onların derdi, kendisiyle birlikte savaşmak değildi; birisi usulca yanına yaklaşacak ve yanındaki ar¬kadaşına da duyurmamak için sesini biraz da kısarak fısıltı halinde ona şunu soracaktı:
– Ey amca! Sen Ebu Cehil’i tanıyor musun?
– Evet, tanıyorum, dedi Abdurrahman İbn Avf ve sordu:
– Peki, senin Ebu Cehil’le ne işin var ey kardeşimin oğlu?
– Resülullah’a küfrettiğini duydum; nefsim yed-i kudretinde olana and olsun ki, şayet onu görürsem, gölgem gölgesinden ayrıl¬madan önce mutlaka onu öldüreceğim!
O, Abdurrahman İbn Avfa bunları söylerken diğer delikanlı da arkadan eteğinden çekiyor ve o da, benzeri şeyler söyleyip gizlice Ebu Cehil’i soruyordu. Abdurrahman İbn Avf, bu iki delikanlıların hal ve istekleri karşısında şaşkınlığını gizleyememişti ama yine de:
– İşte, sizin bana sorduğunuz adam şu, diyecek ve karşısında şiir mınldanarak savaşan Ebu Cehil’i gösterecekti.
Daha o, parmağını kaldınp da işaret eder etmez her iki genç, yaydan fırlayan ok misali Ebu Cehil’in olduğu yere doğru koşmaya başlamışlardı. Abdurrahman İbn Avi, arkadan gençleri hayranlıkla seyre dalrmştı. İnsanlar:
– Bugün Ebu Cehil’in yanına kimse yaklaşamaz, diyorlardı ama gençler çoktan Ebu Cehil’in yanına sokulmuşlardı bile onların git¬mesiyle Ebu Cehil’in yere serilmesi arasında çok az bir zaman geç¬mişti; Her ikisi birden saldırmış ve inen kılıç darbeleriyle Ebu Cehil yere serilmiş can çekişiyordu.
Sevinçle huzura geldiler; onlar için bir Allah düşmanı daha dev¬rilmişti ya, bundan daha büyük bir müjde olamazdı. Şimdi bu müj¬deyi Allah Resülü ile de paylaşma zamanıydı ve ümmetin firavunu Ebu Cehil’i öldürdüklerini söylüyorlardı. Onların heyecanlarına ayrı bir değer veren Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Peki, onu hanginiz öldürdü, diye sordu. Her ikisi de:
– Onu ben öldürdüm, diyordu. Bu sefer de onlara:
– Kılıçlarınızdaki kanı sildiniz mi, diye sordu.
– Hayır, ya Resülullah, dediler. Bu arada kılıçlarını da çıkarmış, her birisi de, Ebu Cehil’i kendisinin öldürdüğünü ispat için onları Efendimiz’e göstermeye çalışıyorlardı. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), her iki kılıca da dikkatlice baktı ve:
– Onu ikiniz öldürmüşsünüz, buyurdu.
Muaz İbn Afra küfür ordusunu İslam’ a karşı kışkırtıp da Bedir’ e kadar getiren böylesine önemli bir adamı öldürmüş olmanın hazzıy¬la huzurdan aynlırken, kolundaki kılıç darbesini fark etmişti. Kan kaybediyordu. Meğer, Ebu Cehil’e kılıç sallarken onun oğlu İkrime de, Muaz’ı hedeflemiş ve koluna bir kılıç darbesi indirmişti.
Ebu Cehil devrilmişti ama hala yaşıyordu. Artık savaş bitmişti Efendimiz’in talimatıyla sahabe, savaş meydanında dolaşıp da neti¬ceyi görmek istiyordu. Hatta Ebü Cehil’in de ölüler arasında olup ol-madığını Efendimiz özellikle sormuş ve tanıyamazlarsa bacağındaki bir yarayı tarif ederek ona bakmalarını tembih etmişti. Zira Hira’da¬ki vuslat öncesinde, Abdullah İbn Cüd’an’ın hanesinde bulundukları bir sırada Ebü Cehil oyunbozanlık yapmış ve Efendimiz de onu yere çalıvermişti. İşte bu hadise sonrasında Ebü Cehil’in dizinde yara oluşmuştu. Bugün Allah Resülü aynı yaranın izini hatırlatıyordu.
Abdullah İbn Mes’üd, Ebü Cehil’i fark ettiğinde Ebü Cehil’in ölümüne ramak kalmıştı. Yüzünü demir miğferle kapatmış, kılıcını da dizi üzerine koymuştu. Hareket edecek hali yoktu ve yüzü yere bakıyordu. Ancak, hala yaşıyordu. Önce, kılıcını kaldırıp işini bitir¬mek istedi; ancak bu, onun için kolay bir ölümdü. Ebü Cehil, hezi¬meti iliklerine kadar yaşamalıydı. Bir de, yıllar önce kendisine karşı savurduğu tehditleri hatırladı. Mekke’nin o sıkıntılı günlerinde:
– Seni mutlaka öldüreceğim, diye İbn Mes’üd’u tehdit etmiş¬ti. Hatta o zamanlar İbn Mes’üd bir rüya görmüş ve bu rüyasını da, Ebu Cehil’i kendisinin öldüreceği şeklinde yorumlamıştı. Onun için iyice yanına yaklaştı ve ayağını Ebu Cehil’in başına hafifçe dokun¬durarak:
– Seni rezil ve rüsva eden Allah’a hamd olsun ey Allah düşmanı! Şimdi aklın başına geldi mi, diye seslendi.
Ebü Cehil, hala eski Ebü Cehil’di. Ne yenilgiyi bir türlü kabul¬lenmek istiyor ne de küfründen taviz veriyordu. İbn Mes’üd’un bu sözlerine karşılık şunları söyleyecekti:
– Niye rezil ve rüsva olayım ki! Neticede bir adamı öldürmüş oluyorsunuz! Beni öldüren bir baldırı çıplaktan dolayı mı rezil ola¬yım!
Ebü Cehil’in derdi başkaydı; çünkü aklı, hala savaştaydı. Bir macera uğruna Bedir’e kadar getirdiği ordunun durumunu öğren¬mek istiyordu ve güçlükle sordu:
– Sen esas bana söyle; kim galip geldi?
– Zafer, Allah ve Resülü’nün, diye haykırdı İbn Mes’üd,
Ebü Cehil’i öldüren bu haberdi. Kin ve nefretinden zerre kadar taviz vermeyen bu adam, İbn Mes’üd’a acı acı baktı. Küfrün tükeni¬şiydi bu bakışlar aynı zamanda. Ancak kibir ve gururundan da taviz vermek istemiyordu. Bu haldeyken bile İbn Mes’üd’u küçümsüyor ve içinde bulunduğu konumu kabullenmek istemiyordu. Onu hala koyun çobanı olarak görüyordu; halbuki koyun gütmenin ayıpla¬nacak bir yanı olamazdı. Hem, her peygamberin koyun güttüğünü bizzat Efendiler Efendisi beyan buyurmuştu. Evet, İbn Mes’üd da koyun gütmüştü ama esasında Ebü Cehil’in maksadı, giderayak İbn Mes’üd’a hakaret etmekti. Bu bardağı taşıran son damla olmuş ve kaçınılmaz sonunu kendisi hazırlamıştı.
Ve … Yılların vebalini üzerinde taşıyan Ebü Cehil’e son darbe¬yi indirdi İbn Mes’üd, Küfür adına önemli bir kale daha yıkılmıştı. Onun ölümü, aynı zamanda Bedir’in dönüm noktasını ifade ediyor¬du. Zira zaten onun zorlamasıyla Bedir’e gelen müşrikler, onun da öldüğünü duyar duymaz kaçmaya başlamışlardı.
Efendimiz’e bu müjdeyle gelen İbn Mes’fıd:
– Ya Resfılullah, diye seslenecek ve Ebu Cehil’in ölüm haberini verecekti. Haberi duyar duymaz Efendimiz, önce: – La ilahe illallah, dedi. Arkasından da sordu:
– Gerçekten öldürülmüş mü?
– Evet, deyince, önce secdeye kapandı ve ardından da, iki rekat namaz kılıp:
– İslam’ı ve Müslümanlan aziz kılan Allah’a hamd olsun, bu¬yurdu.
Artık, hakla batılın arası iyice belirginleşip müşrikler kaçmaya başlayınca Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), kılıcını çekecek ve onları arkadan takip etmeye başlayacaktı. Bu takip sırasında yine:
– Onların toplu kuvvetleri bozguna uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar.w mealindeki ayet i tekrar edip duruyordu. Bu ayet, bundan beş yıl önce Mekke’de inmişti ve o gün bugündür saha¬be, müşrik ordusunun hezimet yaşayıp da kaçacağı günü bekliyor¬du. Bedir günü olup da müşrikleri kaçarken gören ve bu kaçışı takip ederken de Allah Resülü’nün bu ayeti okuduğuna şahit olan sahabe¬nin, söz konusu ayetin daha o günden Bedir müjdesini verdiğinde şüphesi kalmamıştı.
Artık Bedir meydanında, bir kenarda bağlanıp bekleyen esirler¬le cansız yatan müşrik bedenlerden başka Kureyş ordusundan her¬hangi bir unsur kalmamış. Bir grup sahabe, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ile birlikte esirleri teftiş ediyor. Bu esnada sahabe arasın¬dan birisi ileri atılacak ve sıranın, şimdi de kaçan kervana geldiğini söyleyecekti. Bunu, Efendimiz’in amcası Hz. Abbas da duymuştu ve hemen sesini yükseltti:
– Hayır, bu Sana helal olmaz!
Herkes şaşırmıştı. Olacak şey değildi; bir adam hem esir olacak hem de kendilerini esir alanlara akıl öğretecektil Efendiler Efendisi de sordu:
– Peki, niye?
– Çünkü, Allah (celle celaluhü) Sana, iki topluluktan birisini vaadediyor şimdi de onlardan birisini Sana vermiş bulunuyor!
Gerçekten doğruydu; Allah (celle celaluhü), Bedir zaferini bir ihsan olarak lütfettiğine göre bir de kervanın peşine düşerek hırs göster¬mek olmazdı ve Hz. Abbas’a dönen Efendimiz:
– Doğru söylüyorsun, buyurdu.
54 Kamer, 54/45
Bu arada, Allah’ın kendilerine balışettiği zaferi, şiirin kalıpla¬rına döküyor ve Hz. Ebu Bekir ile karşılıklı olarak sevincini payla¬şıyordu. Bir aralık yanına, Taif dönüşünde kendisine eman veren Mut’im İbn Adiyy’in oğlu Cübeyr gelecek ve onları affetmesi için ta¬lepte bulunacaktı. Resülullah’ı düşündürüp maziye götüren bir ta¬lepti bu ve bir müddet sonra şunları söylemeye başladı:
– Şayet, Mut’im İbn Adiyy bugün yaşıyor olsaydı ve şu esirler konusunda Benimle konuşmuş olsaydı, sırf onun hatırı için bunları serbest bırakırdım!
Vefa insanıydı ve O’nunla birlikte o günleri yaşayanlar, Mut’¬im İbn Adiyy’in üç yıl süren boykotun kaldırılmasındaki rolünü dü¬şünüyor, Taif dönüşünde ortaya koyduğu kahramanlığı hatırlamaya çalışıyorlardı; zira Mut’im, her iki kritik noktada da önemli roller üstlenmiş ve Allah Resülü ve mü’minler yanında yer alarak zulüm adına karanlık bir dönemin daha kapanmasına vesile olrnuştul-”
Savaşta Kulluk Hassasiyeti
Savaşın en kızgın olduğu demlerde Efendimiz’i merak edip de yanına gelen Hz. Ali, O’nu secdeye kapanmış halde dua ederken bul¬muştu. Yeri gelince ve ihtiyaç hissettiğinde en önde savaşmaktan geri durmayan Allah Resülü (sallallahu aIeyhi ve sellern), vadedilen zafe¬rin gelebilmesi için en azından onun kadar önemli olan Rable irtibat konusunda da taviz vermek istemiyordu. Resülullah emniyetteydi ve Hz. Ali yeniden saflar arasına dalıp savaşmaya başladı. Ancak, aklı sürekli Efendimiz’deydi ve yeniden O’nun yanına geldi. Gördüğü manzara değişmemiş yine secdede duaya devam ediyordu.
Nihayet, savaş bitmiş ve ortalık da durulmuştu. Hz. Ali, yeniden Efendimiz’in yanındaydı. Ne garip ki O (sallallahu aIeyhi ve sellern), hala secde halini devam ettiriyor ve:
– Ey Hayy ve Kayyüm olan Allah’ım, diye tazarru ve niyazda bulunuyordu. Ve bu hal, Kureyşliler Bedir’i bırakıp gidene kadar da devam edecekti.
O günü anlatırken Hz. Cabir, şu hatırasını paylaşacaktı:
– Bedir savaşı sırasında Resülullah ile birlikte namaz kılıyor¬duk. Bir aralık namazında tebessüm ettiği dikkatimizi çekmişti. Na¬mazını bitirince de:
– Ya Resülullahl Sizi namazda tebessüm ederken gördük; sebe¬bi ne ola ki, diye sorduk. Cevap olarak O (sallallahu aIeyhi ve sellem) bize şunları söyledi:
55 Yaşlı Mut’im, Bedir’den yedi ay kadar önce vefat etmişti. Bkz. İbn Sa’d, Taba¬kat,I/233; İbn AbdiIberr, İstiab, 1/69
– Yanımdan, birilerinin peşinden gidip de geri dönerken üzeri¬ne bulaşmış toz ve toprakla birlikte Mikail geçiyordu. O Bana tebes¬süm edince Ben de ona tebessüm ettim!56
Bedir’deki Melekler
Bedir, her yönüyle olağanüstü idi. Kureyş, ne umutlarla Mek¬ke’ den kopup buralara kadar gelmişti ama şimdi kolu ve kanadı kırık olarak geri dönmek zorunda kalıyordu. Hem de, neredeyse lider ko-numundaki bütün değerlerini Bedir’de bırakmış olarak! Onlar için Bedir, başlamadan biten bir savaştı! Zira ne olduğunu anlayamadan kelleleri vücutlarından ayrılmış ve hasat mevsiminde olgunlaşan ba¬şaklar gibi kolayca derilivermişlerdi. Sanki görmedikleri birileri ge¬liyor ve teker teker işlerini bitiriyordu. O gün yaşama imkanı bulup da geri dönebilenler veya bunlar arasından daha sonra İslam’la şe¬refyab olanların anlattıkları hep aynı noktaya vurgu yapıyordu: O gün Kureyş ordusunu, gaybi bir el perişan etmişti!
Sayılarını azımsadıkları İslam ordusuna hücum ederken birden bir bulut belirmiş ve bu, müşrikleri endişeye sevketmişti. Zira, Eb¬rehe ordusunun başına gelenler o kadar anlatılmıştı ki, bir anda zi-hinlerde yeniden şimşekler çakmaya başlamıştı. Gördükleri, sadece mücerret bir bulut da değildi; bulutun içinden hücum sesleri geli¬yor ve at kişnemeleri kılıç şakırtılarına karışıp Bedir’in her yerin¬de yankılanıyordu. O kadar ki, az önce kendilerinin dörtte biri ola¬rak gördükleri İslam ordusunu artık daha farklı değerlendiriyor ve kendilerinden en az iki kat daha fazla olduğunu düşünüyorlardı. Bir anda her şey değişmiş ve bu değişiklik onları, ölüme biraz daha yak¬laştırmıştı.
Bedir’de esir alınıp da, bedelini ödedikten sonra Mekke’ye dö¬necek olan Süheyl İbn Aınr, o gün yaşanan olağanüstülükleri akta¬rırken:
– Bedir günü ben, sema ile arz arasında öyle küheylanlar ve bunlar üzerinde beyaz elbiseli öyle süvariler gördüm ki, sanki bun¬lar önlerine geleni esir alıyor ve öldürüyorlardı, ifadelerini kullana¬caktı.
56 EbU Ya’la, Müsned, 4/49; Heyserni, Mecmaü’z-Zevaid, 6/283
O günü anlatırken Abdurrahman İbn Avf, önce Efendimiz’in sağ ve sol tarafında iki kişinin savaştığını gördüğünü, ardından da ön ve arkasına birer kişinin daha gelerek O’nu tehlikelerden koruduğunu müşahede ettiğini anlatacaktı.
O gün de Dıhyetü’l- Kelbi suretinde gelen Cibril-i Emin’le hoş soh¬bet ettiği günlerden birinde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
– Bedir günü meleklerden ‘Ukdum, hayzüm’ diyen hangisiydi, diye soracak ve buna mukabil:
– Sema ehli arasında bilip tanıdıklarımın hepsi, cevabını ala¬caktı.
O gün esir alınanlardan Saib İbn Ebi Hubeyş, yemin billah ede¬rek kendisini insanlardan hiç kimsenin esir almadığını söyleyecekti. Ona:
– Peki, öyleyse seni kim esir aldı, diye sorunca da:
– Kureyş hezimet yaşamaya başlayınca ben de büyük bir şok ya-
şamıştım. Sema ve yeryüzünü dolduran alnı ve ayaklan sekili bir at üzerinde uzun boylu, beyaz giysili ve sarıklı bir adam bana yetişti ve gelip beni iple sıkıca bağladı. Bu sırada Abdurrahman İbn A vf yanı-ma geldi ve beni bu halde görünce:
– Bu adamı kim esir aldı, diye askerlere bağırdı. Kimseden ses çıkmamıştı. O da, beni yanına alarak Resülullah’ın yanına kadar ge¬tirdi. Allah Resülü bana:
– Ey İbn Ebi Hubeyş! Seni kim esir aldı, diye sordu.
– Bilmiyorum, diye cevapladım. Bunun üzerine O (sallallahu aley-
hi ve sellem):
– Seni, meleklerden bir melek esir aldı, buyurdu.
Efendimiz’in amcası Hz. Abbas’ı da Ebu’l- Yeser adında zayıf ya¬pılı bir sahabi esir almıştı. Halbuki Hz. Abbas, güçlü ve iri yapılı bir adamdı. Daha sonralan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebu’l-Ye-ser’i karşısına alacak ve:
– Ya Eba’l-Yeser! Söyler misin, Abbas’ı sen nasıl esir aldın, diye amcasını nasıl etkisiz hale getirdiğini soracaktı. Mahcubiyet içinde şunları söyledi:
– Ya Resülullah! Onu esir alırken bana, ne daha önce ne de daha sonralan gördüğüm şöyle şöyle görünümlü bir adam yardım etti.
Ebu’l- Yeser’in bu samimi ve içten cevabına mukabil Allah Resü¬Iii (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Sana, kerem sahibi bir melek yardım etmiş, buyurdular.
O gün her şey bittikten sonra Cibril-i Emin Efendiler Efendi¬si’nin huzuruna gelecek ve şöyle seslenecekti:
– Ya Muhammed! Allah (celle celaluhü) beni Sana gönderdi ve Sen razı oluncaya kadar yanında kalmamı emir buyurdu; Sen şimdi razı mısın?
Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Cibril’ e:
– Evet, razıyım, dedi ve arkasından da artık Bedir’den ayrılıp gidebileceğini söyledi.
Şehitler
O gün mü’minlerden on dört şehit vardı. Bunların altı tanesi Muhacir; ikisi Evs ve altısı da Hazrec olmak üzere sekiz tanesi de Ensar’dı.e? Şehitler arasında, mübarezeye çıkıp da ayağı kopan Efen-dimiz’in amcaoğlu Vbeyde İbn Hôris, Sa’d İbn Ebi Vakkas’ın küçük kardeşi Umeyr İbn Ebl Vakkas, üç kardeşiyle birlikte Bedir’e gelen Akı! İbn Ebi Bükeyr, Afra Validemizin oğulları Av! ve Muaoviz, Umeyr İbniil-Hiımôm, Sa’d İbn Hayseme, Züşşima!eyn İbn Abdi¬amr, Miıbeşşir İbn Abdilmiuızir, Hz. Ömer’in azatlı kölesi Mihce’, Sajvan İbn Beıjdô, Yezid İbn Hôris, Rôfi’ İbn Muallii ve Enes İbn Malik’in halaoğlu Harise İbn Siirôka gibi isimler vardı.
Evet, ortada bir zafer vardı ve her halükarda buna sevinmek gerekiyordu. Ancak sonuç zafer de olsa, Bedir’e bir hüzün çökmüş¬tü. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) için, her bir insan bir alem de-mekti ve çok önemliydi. Şimdi ise, ashabından on dört kişiyi Bedir’¬de bırakıp geri dönmek zorundaydı. Gerçi Cibril’in getirdiği haber, kendilerine isabet edenin en az iki katının karşı taraf için söz ko¬nusu olduğunu anlatacak ve başlarına gelen bu kadar meşakkete rağmen üzülmemeleri gerektiğini ifade edip mü’minleri teselli ede¬cekti.58
57 Şehitlerin sayısı bazı rivayetlerde on sekiz olarak geçmektedir. Bkz. Taberani, Mu’ceınu’l-Kebiıvıo/zoa
58 Bkz. Al-i İmran, 3/165
Bu şartlar altında Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), Bedir’ den hemen dönmeyecek ve burada üç gün beklemeyi tercih edecekti. Bu süre içinde Efendiler Efendisi, kendisiyle birlikte Bedir’e gelen ve herkesten önce şehadet şerbetini yudumlayan ashabının namazıa¬rını kıldıracak, onlar için dua edip Rabb-i Rahim’ine yalvaracak ve ashabıyla birlikte son yolculuklarına bizzat iştirak edecekti.
Ölülere Sesleniş
Müşrikler ise, Bedir’i terk edip kaçarken arkada yetmiş tane ölü bırakmışlardı.e? Savaş başlamadan önce Efendimiz’in yaptığı duada isimlerini zikredip de beddua ettiği Ebu Cehil, Ümeyye İbn Halej, Rebia’mn oğlu Utbe ve Şeybe kardeşler ve Ukbe İbn Ebi Muayt da, Bedir’de ölenler arasındaydı. Hem de bunlar, Efendiler Efendisi’nin daha savaş başlamadan önce gösterdiği yerlerde cansız uzanmış ya¬tıyorlardı. Kısa zaman sonra, kızgın güneşin altında kokmaya başla¬yacak ve etrafa dayanılmaz bir koku yayacaklardı.
Velid İbn Utbe, Ebu Süfyan’ın oğlu Hanzala, Ümeyye İbn Ha¬lefin oğlu Ali, Ukbe İbn Ebi Muayt, Hz. Talha’nın amcası Umeyr İbn Osman, Ümmü Selerne Validemizin kardeşi Mes’iıd İbn Ebi Ümeyye ve Ebu’I-Balıteri gibi isimler de Mekke müşrikleri arasın¬dan öldürülen önemli kişilerdi.
Bir de, Müslüman oldukları halde baskı altında tutulan ve zorla savaşa getirilen gençler vardı; boyunlarında bukağı, ayaklarında da pranga olduğu için bu insanlar,diğer Müslümanlar gibi hicret de edememiş ve Bedir konusunda da efendilerine boyun eğmek zorun¬da kalmışlardı. Bunlar, Hôris İbn Zem’a, Ebu Kays İbn Fôkihe, EbU Kays İbn Velid, Ali İbn Ümeyye ve As İbn Münebbih gibi isimlerdi.
59 Müşriklerin geride bıraktığı ölü sayısının elli olduğu şeklinde bir rivayet vardır.
Bkz. İbn Hişam, Sire, 3/270; Süheyli, Ravdu’l-Unf, 3/167
Daha Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Mekke’de iken Müslüman olmuşlar; ancak babalarının şiddetli baskıları altında pek varlık gös¬terememişlerdi. Bugün ise hepsi, Bedir’de can vermiş bulunuyordu. Acı bir tecrübeydi; benzeri bir durumla karşılaşmamak için Cibril-i Emin gelecek ve arkada kalanların kulağına küpe olacak şu mesaj¬ları getirecekti:
– İman edip de hicret etmeyerek kendi öz nefislerine zulmeder vaziyette olanların canlarını alırken melekler onlara diyorlardı ki:
“Ne işte idiniz?” Onlar da: “Biz bu ülkede, dinin emirlerini uygula¬yamayan, baskı altında yaşayan kimselerdik” deyince, melekler bu sefer şöyle diyorlardı: “Peki, Allah’ın dünyası geniş değil miydi; siz de oradan hicret etseydiniz ya?” İşte onların durağı cehennemdir. Ne fena bir dönüş yeridir orası!”?
Savaş biteli üç gün olmuştu; Efendimiz, atını hazırlayıp yola ko¬yulmadan önce, müşriklerin elebaşlarının olduğu yere geldi ve her birinin künyesini sayarak onlara şöyle seslenmeye başladı:
– Ey filan oğlu falan! Ey Ebu Cehil İbn Hişaml Ey Utbe İbn Rebia! Ey Şeybe İbn Rebia! Ey Ümeyye İbn Halef! Allah ve Resü¬lü’ne itaatsizlik etmenin ne demek olduğunu şimdi gördünüz mü? Rabbinizin, sizin için vadettiklerinin de hak olduğunu gördünüz mü? Ben, gerçekten Rabbimin Bana vaadettiklerinin hak olduğunu yakinen görmüş bulunuyorum! Sizin kadar peygamberine kötülük yapan yoktur! İnsanlar Beni tasdik ederken sizler Beni yalanladınız! Onlar Beni sinelerine sararken sizler Beni memleketimden çıkarıp kovdunuz! Başkaları Bana yardım ederken sizler, Bana karşı savaş ilan ettiniz! Ve Allah da, Bana yaptığınız bütün bunlardan dolayı sizi çok kötü şekilde cezalandırdı. Halbuki sizler, emin olduğum halde Beni yalanla itham ediyor, sadık ve doğru olduğum halde Bana ya¬lancı diyordunuz!
Efendiler Efendisi’nin bu ifadelerine şahit olan Hz. Ömer dev¬reye girecek ve:
– Ya Resülullahl Üç gün sonra onlara böyle sesleniyorsun; iç¬lerinde ruh olmayan, kokuşmuş ve cansız bedenlerle nasıl konuşu¬yor, cevap vermeleri için de sesini duyurmaya çalışıyorsun, diye so¬racaktı.
Efendimiz:
– Onlara söylediklerimi siz, onlardan daha iyi duyuyor değil¬siniz. çünkü onlar, şimdi kendilerine söylediğim her şeyi duyuyor ama bunlara cevap vermeye güç yetiremiyorlar, diyecekti.
60 Nisa, 4/97; Ayrıca bkz. Vahidi, Esbabü Niızüli’l-Kur’an, s. ı80; Salihi, Siıbülü’l¬Hüdil ve’r-Reşad, 4/77
Efendimiz Farkı
O ne büyük merhametti ki, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kendi lider ve önderlerini Bedir’de bırakıp da kaçan Kureyş adına, savaş meydanında bulunan cansız bedenlerin gömülmesini emrede-cek ve kendileri de, bizzat bu işe mübaşeret edecekti. Kureyş efen¬dilerinden yirmi dört kişinin gömülmesini bizzat Efendimiz emret¬mişti.
Utbe İbn Rebia’yı gömerken, yanında bulunan ve Utbe’nin de oğlu olan Ebu Huzeyfe’ye bakıyor ve yüzündeki ifadelerden ruhun¬da kopan fırtınaları anlamaya çalışıyordu. Yüzünün rengi gitmiş, ve mahzun Ebu Huzeyfe, belli ki imansız giden babasına yanıyordu. Onun mahzun halini görünce dayanamayıp yanına yaklaştı ve üzgün Ebu Huzeyfe’nin başını şefkatle sıvazlayıp:
– Herhalde, babanın içinde bulunduğu durum sebebiyle gam ve keder içindesin, buyurdular.
– Hayır, diye tepki verdi Ebu Huzeyfe. ValIahi de ne babam ne de onun yerde serilip uzanması beni üzüyor; beni esas üzen şey, baba¬mın bu duruma düşmeyecek kadar yumuşak tabiatlı, akıl sahibi ve fa¬ziletli oluşuydu. Onun bu hali bana umut veriyor ve ben de, gün gelip İslam’a yakınlaşacağını umuyordum. Tam, onun için bunları umup teslim olacağı günün hayalleriyle düşüp kalkarken onu bu halde ölmüş görünce içime bir hüzün çöktü ve ben de mahzun oldum!
Gerçekten de, üzüntü duyulacak bir durumdu ve onu bu üzün¬tüden kurtarması için Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), ellerini açıp Rabbine dua edecek, böylelikle Ebu Huzeyfe’nin acısını paylaş¬mış olacaktı.
Bugüne kadar adım adım kendisini takip edip de hep küfür kusan can düşmanı Ebu Cehil’i bile toprağa O (sallallahu aleyhi ve sellem) gömecekti. Hatta onu gömerken:
– Şayet Ebu Talib bugün yaşıyor olsaydı, kılıçlarımızın onların başlarına nasıl indiğini de görüyor olacaktı, buyurdu. Çünkü Ebu Talib, Ebu Cehil ve avanesinin gemi azıya alıp da Efendimiz’e sal-dırdıkları o Mekke yıllarında uzun bir şiir okumuş ve bu şiirinde, “bugünkü zalimler yarın, başlarına ne türlü kılıçların indiğini gö¬recekler” diye temennide bulunmuştu.
Artık sonuç belli olmuş ve sayılan az olmasına rağmen Müs¬lümanlar Bedir’de büyük bir zafer kazanmışlardı. Bu durum, bazı insanlar açısından ölçünün kaçınlmasına sebep olup dengeyi tut-turmada zaaf izhar etmelerini netice verebilirdi. Zira gelişmeleri şa¬hıslara bağlama, hemen her zafer döneminin belirgin yanılgısı ol¬maya aday kayma noktalarının başında geliyordu. İşte, böyle bir yanlışlığa meydan vermemek için yine Cibril gelmiş, Efendimiz’ e şu beyanlan ulaştırıyordu:
– Onları Siz değil, gerçekte öldüren Allah’tır; elinde tutup da at¬tıklarını attığın zaman da onlan Sen değil Allah atmıştı. Bütün bun¬ları, mü’minleri güzel bir şekilde imtihan etmek için yaptı. Çünkü O, her şeyi işitip bilen bir Semi’ ve bilgisiyle her şeyi kuşatan bir Alim’¬dir.?’
Çok geçmeden Cibril-i Emin yine gelecek ve şu beyanlarla mü’¬minlere işin gerçek yönünü anlatacaktı:
– Sizler, azınlıkta olduğunuz bir sırada Allah, Bedir’de size yar¬dım etti. Öyleyse sizler, O’nun çizdiği takva sınırları içinden şaşma¬yın ki şükrünüzü eda edebilesiniz. Hani o vakit Sen mii’minlere:
“Rabbinizin indirdiqi üç bin melek ile size imdad edip yardım gön¬dertnesi yetmez mi?” diyordun. Evet, eğer sabreder ve itaatsizlikten sakınırsanız, düşmanlarınız hemen üzerinize geliverse bile Rabbi¬niz, formalı formalı tam beş bin melek göndererek size yardım ede¬cektir. Şüphesiz ki Allah bu imdadı, sırf size müjde olsun ve kalpleri¬niz bununla müsterih olsun diye yaptı. Zaten nusret ve zafer, ancak mutlak galib, tam hüküm ve hikmet sahibi, Aziz ve Hakim olan Allah tarafından gelir.62
6ı Bkz. Enfal, 8/17
62 Ai-i İmran, 3/123-126
Bedir’den Ayrılış ve Ganimetler
Derken Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), ganimet olarak elde edilen yüz elli deve, on at ve diğer ticaret eşyalarını derleyip toparla¬ma işini Habbôb İbn Erett’e vererek Bedir’den aynldı. Ebu Cehil’in geride bıraktığı deveye’63 de kendisi binmiş; Medine’ye doğru hareket etmişti. Esirler konusunda ise, azatlısı Şükran’ı görevlendirmiş¬ti. Onları da birlikte Medine’ye getiriyorlardı.
63 Daha sonraki gazvelerinde bu devenin üzerinde savaşacak ve nihayet Hudeybiye günü bu deve, kurban edilenler arasında yer alacaktır. Bkz. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 1/261, 314; İbn Sa’d, Tabakat. 2/95, 103; Taberani, Mu’cemu’l-Kebir, 11/92
Esirler ve elde edilen ganimetler konusunda henüz net bir hüküm yoktu. Onun için Efendimiz, önce:
– Savaş sırasında sizlerden her kim, müşriklerden kimi öldür¬müşse, onun kıymetli eşyaları ona aittir; kim de kimi esir almışsa, o da onun esiridir, buyurmuştu. Ancak, savaş bir noktaya gelip de kaçan müşriklerin peşinden gidenler, ganimet toplama konusunda pek bir şeyelde edememişlerdi. Bunun için aralarında konuşuyor ve bir türlü ittifak edemiyorlardı. Savaş meydanında kalıp da ga¬nimet toplayanlar, bu hakkın kendilerine ait olduğunu söylerken, kaçan müşrikleri takip edip de nihai zaferin ilanını temin edenler ise, toplanan bu mallarda kendi haklarının da olduğunu iddia edi¬yorlar ve tabii olarak bu haklarının kendilerine verilmesini talep ediyorlardı.
İşin içinden çıkılamayınca durum Allah Resülü’ne arz edildi.
Zaten bu sırada Cibril-i Emin konunun çözümünü getirmiş ve ga¬nimetlerin dağılımında dikkat edilecek hususları Efendimiz’e bil¬direrek bu konudaki belirsizliği ortadan kaldırmıştı. Buna göre Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), ayetle tespit edilen beşte bir payı ayırdıktan sonra geride kalanları ashab-ı kirarn arasında eşit şekilde paylaştıracaktı.
Bedir savaşına gelemeyen bazı sahabilere de ganimetten pay verilmesi dikkat çekiyordu. Bunlar, ayrılırken Medine’ye vali olarak tayin ettiği Ebu Liibôbe İbn Abdülmünzir, Ebu Süfyan’ın kervanını takip için Şam taraflarına gönderdiği Talha İbn Ubeydullah ve Said İbn Zeyd, Rukiyye Validemizin hastalığı sebebiyle gelemeyen Hz. Osman, Kuba’da vekil bıraktığı Aszm İbn Adiyy, Hôris İbn Hôtıb, Havvdt İbn Cübeyr ve Hôris İbn Sımme gibi isimlerdi.
Bu arada, Bedir’ de şehit olan on dört kişi için de pay ayrılmıştı Bunlar da onların yakınlarına verilmek üzere bir kenarda tutulu¬yordu.
Ganimetler taksim edilirken, daha fazla gayret gösterip de ken¬dilerini riske atanlara farklı muamele beklentisi olanlar da vardı. Zira ganimet, hükmü ayetle sabit bir helaldi ve bununla ilgili akla gelebi-lecek her meseleyi o gün gündeme getirip doğrusunu bizzat Resülul¬lah’tan öğrenme imkanı vardı. Onun için Sa’d İbn Muaz sordu:
– Ya Resülullah! Savaşta süvari olarak önemli vazifeler yapan¬lara da zayıf ve güçsüzlere verdiğin kadar mı vereceksin?
Resülullah önce, Sa’d İbn Muaz’a döndü ve ardından da, tatlı bir ses tonuyla:
– Hayannesi evlatsız kalasıca, dedi. Sizler, zayıf ve güçsüzleri¬niz vesilesiyle nusrete mazhar olmuyor musunuz?
Safrii denilen yere geldiklerinde, Efendimiz’in işaretiyle mü¬barezeye çıkan ve ayağına aldığı kılıç darbesiyle yaralanan atmış üç yaşındaki yeğen Ubeyde İbn Hôris’uı takati kalmamıştı. Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellcm) şefkat dolu bakışlarıyla teselli edi¬yordu ama belli ki Ubeyd İbn Haris çok acı çekiyordu. Gerçi o, şehit olarak gideceği için çok huzurluydu; zira mübarezenin hemen son¬rasında bu müjdeyi bizzat amcasından almıştı. Şimdi ise, bu müj¬denin tahakkuk vaktiydi ve başı Efendimiz’in dizinde olduğu halde orada vefat edecekti.
Reıihii denilen yere geldiklerinde, kendilerini karşılamak için Medine’den çıkıp gelen kalabalıkla karşılaştılar. O gün Revha, adeta bayram yerini andırıyordu, Mekke ordusuna karşı kazanılan zaferi kutluyor ve çoluk çocuk bu mutluluğu birbirleriyle paylaşıyordu. 64
64 Onların bu kadar içtenlikle kendilerini yücelttiklerini gören Selerne İbn Selame şunlan söyleyecekti:
– Neden bunu bu kadar büyültüp bizi böyle kutluyorsunuz ki? Allah’a yemin olsun ki biz, sanki saçlan dökülüp beli bükülmüş ihtiyarlar veya ayaklan bağlan¬mış kurbanlık develerle karşılaştıkl Bize sadece boyunlarına vurmak kalmıştı; biz de onu yaptık! Bkz. İbn Hişam, Sire, 3/193; Taberi, Tarih, 2/38
Aynı zamanda bu, kendilerini öne çıkarıp da inayet-i ilahiye¬yi görmezden gelmemek için gösterilmiş önemli bir hassasiyetti ve bunu duyan Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), önce tebes-süm edecek ve ardından da şunları söyleyecekti:
– Ey kardeşimin oğlu! Aslında onlar, seçkin kimselerdi; onları uzaktan gördüğünde heybetten irkilir, sana bir şey emrettiklerinde de onu hemen yerine getirirdin! Onların ortaya koydukları gayret¬lerle kendine ait fiillerini kıyasladığında kendi yaptıklarını azımsar ve onları gözünde büyültürdün! Ancak onlar, Nebilerine karşı olma¬dık kötülük içine girdiler!
Bunlar, aynı zamanda Kureyş’in başına gelenlerin gerçek sebe¬bini de ortaya koyan net ifadelerdi.
Efendimiz, esirlerden bir gün önce bir çarşamba günü Medine¬’ye gelmişti. Veda tepesinde toplanan insanlar, dolunay misali üzer¬lerine doğuveren Allah Resülü’ne neşideler okuyar ve sinelerine ba-sıyorlardı.
O’nun, muzaffer ve mansur bir şekilde Bedir’den döndüğünü gören birçok insan, gelip Müslüman olduğunu ilan ediyordu. Çünkü küfür adına tutunabilecekleri bir dal kalmamış ve içinde nifak taşı-yanların umutları da tükenmişti. Abdullah İbn Übeyy İbn Seliil de bunlar arasındaydı.
O’nun gelişini gören Yahudiler ise:
– İşte, Tevrat’ta vasıflarını gördüğümüz peygamber bu peygam¬ber, diyor ve teslimiyetlerini ifade ediyorlardı.
Esirler Konusundaki Hassasiyet ve İstişare
Bu arada ashabına, esirler konusunda duyarlı olmalarını söyle¬miş ve onlara hayırla muamele edilmesini istemişti. Hatta bu emri yerine getirmek için o gün sahabe, yemek vakti gelince kendileri hurma ile yetinirken esirlerine ellerindeki en güzel yemeklerini ver¬diler. Daha sonra Müslüman olacak olan Ebu Zeyd, konuyla ilgili bir hatırasını anlatırken bu noktaya işaret edecek ve:
– O gün ben de, Erisar’la birlikte Medine’ye getirilenler arasın¬daydım. Yemek vakti gelip de bir şeyler yemek istediklerinde onlar, Resülullah’ın tavsiyesini yerine getirmek için ellerindeki ekmeği en önce bana veriyorlar, kendileri ise hurma yiyerek açlıklarını gi¬dermeye çalışıyorlardı. Hatta onlardan birisi o gün, elinde bulunan ekmeği uzatıp da bana verince, onu alıp da yemekten haya eder ve bu ekmeği yanımdaki bir başkasına verirdim ve çoğu zaman da bu ekmek, yeniden bana geri gelirdi.
Esirlerin Medine’ye getirildikleri ilk gece Efendimiz’in gözüne uyku girmemiş, sabaha kadar uyuyamamıştı. Bunun farkına varan bazı sahabiler, uyku tutmamasının sebebini sorduklarında Efendi¬miz onlara şu cevabı verecekti:
– Abbas’ın inlemesi beni uyutmadı!
Bunu duyan bir sahabi hemen yerinden kalkacak ve doğruca Hz. Abbas’ın yamna gelerek onun bağlarını çözecekti. Bir müddet sonra Efendimiz sordu:
– Abbas’ın iniltilerini niye duymuyorum?
Hz. Abbas’ın bağlarını çözen sahabi ileri atıldı ve:
– Ben onun bağlarını çözdüm ya Resülullah, dedi. Bunu duyan şefkat peygamberinin yüzünde güller açmaya başlamıştı. Belli ki ya¬pılan bu muameleden çok memnun olmuştu. Ancak O (sallallahu aleyhi ve sellern), aynı zamanda adaleti temsil eden bir peygamberdi ve Hz. Abbas’ın bağlarını çözen sahabiye:
– Git ve esirlerin hepsinin bağlarını çöz, buyurdu.
Bu, işin bir tarafım oluşturuyordu; diğer yandan yeni karşıla¬şılan bu duruma bir çözüm bulunmalıydı. Zira savaş ilk olduğu gibi esirler konusu da bir ilkti ve ne yapılacağı konusunda önlerinde misal teşkil edebilecek herhangi bir uygulama yoktu. Henüz ilahi bir emir de gelmemişti. Hüküm yok diye esirleri geri de gönderemezler¬di; çünkü bu, geri döner dönmez yeniden savaş hazırlıklarına başla¬yacaklan açıktan belli olan müşrik cephenin ekmeğine yağ sürmek anlamına gelirdi.
Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), önce ashabım top¬ladı ve onlarla, esirler konusunda atılacak adımları istişare etmeye başladı. Her şey, bir ilkti ve bugün atılacak adımlar, daha sonraları da kullanılacak birer metod olacaktı.65
65 Bu arada Cebrail’in gelerek, Efendimiz’in esirler konusunda dilediğini yapma konusunda serbest olduğunu bildirdiği de rivayetlerde yer almaktadır. Bkz. Ab¬durrezzak, Musannef, 5/209; Nesai, Sünenü’l-Kübra, 5/200; İbn Sa’d, Tabakat, 2/22
– Şu esirler konusunda ne düşünüyorsunuz, diye soruyor; “On¬ların çoğu dünkü kardeşleriniz olsa da Allah (celle celaluhü), bugün on¬lan sizin vereceğiniz karara muhtaç bıraktı.” diye ilave ediyordu. Hz. Ebu Bekir öne çıktı:
– Ya Resülullah, dedi. Onlara karşı Allah (celle celaluhü) Sana yardım edip Seni üstün kılsa da onlar, yine de Senin ehlin ve akrabala¬rın! Bunların kimi amcaoğlu, kimi aynı kabilenin miintesibi ve kimi de kardeşler! En iyisi bunları Sen, kendilerinden fidye almak sure¬tiyle serbest bırak. Böylelikle, onlardan alınanlar bizim küfre karşı elimizi güçlendirir. Belki de Allah (celle celaluhü), böylelikle onların kalbini Sana karşı yumuşatır ve onlar da bir gün Sana gelir ve des¬tek olurlar!
Sadık Yari’ nin kanaatini aldıktan sonra bir diğer arkadaşına dö¬nerek:
– Peki, sen ne diyorsun ey Hattaboğlu. diye sordu.
– Ya Resülullah, diye başladı Hz. Ömer. Bunlar, Seni yurdundan çıkarıp kovan, Seni yalancı ilan eden ve Seni öldürmek için yola çıkıp Seninle savaşan insanlar! Ben, Ebu Bekir gibi düşünmüyorum; bana kalırsa, falanı bana teslim edin ve onun boynunu ben vurayım! Ali’ye Ukayl’i bırakın; o da onun işini bitirsin! Hamza’ya da karde¬şi filanı bırakın; o da onun kellesini alsın! Ta ki Allah (celle celaluhü), bizim kalbimizde müşriklere ait zerre kadar bir sevgi olmadığını görsün! Çünkü bunlar, Kureyş’in en önde gelen imamları ve onları sevk eden akıl babaları; bunların boyunlarını vurdur! Senin elinde bunları esir olarak kalmasına benim gönlüm razı değil!
Bu arada, Abdullah İbn Revaha ileri atılarak:
– Ya Resülullah, dedi. Gördüğüm kadarıyla bu vadide, bir hayli çalı, çırpı ve odun var; onlar içindeyken bu vadiyi ateşe veriver!
İbn Revaha’nın bu teklifi üzerine, onun sesini duyan amca Abbas:
– Akrabalık bağlarını kökünden kestin, diyerek tepki göstere¬cekti.
Ashabının fikrini aldıktan sonra Efendiler Efendisi, içeri girdi.
Dışarıda bekleyen ashab, kendi aralarında konuşuyordu; bir kısmı, Ebu Bekir’in fikrine göre hareket edip onları fidye karşılığında ser¬best bırakacak; diğer bir kısmı, Ömer’in kanaatine göre hüküm verip hepsini öldürecek; bir diğer grup da, Abdullah İbn Revaha’nın dü¬şüncesini hayata geçirip onları yakacak, diye yorum yapıyordu. Bir müddet sonra Efendimiz yeniden dışarı çıktı:
– Şüphesiz ki Allah (celle celaluhü), bazı insanların kalbini öyle yu¬muşatmış ki, sanki onlar en yumuşaktan daha yumuşak! Bazılarının kalbini de öyle katılaştırmış öyle katı1aştırmış ki, taştan daha sert, dedi ve ilave etti:
– Sen, ey Eba Bekir! Melekler arasında, rahmetle yere inen Mikail’e, Peygamberler arasında da, “Onlardan her kim bana tabi olursa o bendendir; kim de bana isyan edip yüz çevirirse Sen, mer-hametinle muamele edip affinla onlarz mağfiret edersin”66 diyen İbrahim’e ve ‘Şayet onlara azap edersen; onlar Senin kulların; şayet onlara affinla muamele edip günahlarınz bağışlarsan, bu da Senin şanındır; çünkü Sen, Aziz ve Hakim’sin diyen İsa’ya ben¬ziyorsun!
Arkasından Hz. Ömer’e döndü:
– Sen de ey Ömer, dedi. Melekler arasında, şiddet, katılık ve Allah düşmanlarını cezalandırma düşüncesiyle inen Cibril’e, pey¬gamberler arasında da, “Allah’zm! Yeryüzünde kôfirlerden bir tane bile bırakma’s” diyen Nuh ile, “Allah’zm! Onların mallarznz akim, kalplerini de perişan eyle ki, azôb-ı elimi gözleriyle görunceye kadar iman edemesinler.” diyen Musa’ya benziyorsun!
Sonra da ikisine birden seslendi:
– Şayet siz, bir konuda ittifak etseniz, Ben size muhalefet etmem!
Daha cümlelerini bitirmemişti ki, Abdullah İbn Mes’üd’un sesi duyuldu:
– Ya Resülullah, diyordu. Süheyl İbn Beyda istisna olsun! Çünkü ben, ondan İslam’la ilgili güzel şeyler duydum; neredeyse Müslüman olmak üzere!
Gönüllere inşirah veren bir haberdi bu ve hemen oracıkta Resul¬ii Kibriya Hazretleri durdu. Bunu duyan Abdullah İbn Revaha. Daha sonra şunlan söyleyecekti:
– O gün, “Süheyl İbn Beyda istisna olsun” sözünü ResUlullah’¬tan duyduğumda korktuğum kadar, üzerime semadan taş yağaca¬ğından endişe ettiğim bir başka gün hatırlamıyorum.
66 Bkz. İbrahim, 14/36 67 Bkz. Maide, s/n8 68 Nı1h,71/36
69 YUnus, ıo/88
Genel kanaat belli olmuştu. Efendimiz’in kanaati de bu istika¬metteydi. Zira, bugüne kadar gelen ayetler, insanları affederek hik¬met ve mev’ize-i hasene ile davet üzerinde duruyordu. Kur’an’la bü-tünleşmiş bir ruh olarak herkesi affetmek, O’nun karakteri haline gelmişti ve O da, genelin kanaatine uyarak esirlerin, fidye karşılığın¬da serbest bırakılmaları gerektiğini söylüyordu.
Fidye miktarı olarak o gün, dört bin ükiyye tespit edilmişti,”?
Yine de, esnek bir uygulama ortaya konuluyor ve bu miktarı bulama¬yanlara da müsamaha ile bakılarak bu rakam, daha aşağılara kadar çekilebiliyordu.
Bir de, hiçbir şeyleri olmayan fakir insanlar vardı; gönül, bunla¬rın da hürriyetlerini kazanmalarını istiyordu ve çok geçmeden buna da bir çare bulundu. Tespit edilen fidye bedelini ödeyecek gücü ol-mayanlar, Müslümanlardan on delikanlıya okuma yazma öğretecek ve buna karşılık hürriyetlerini elde edeceklerdi.71′
Buna rağmen, hem malı olmayan hem de okuma yazma öğ¬retme imkanı bulunmayanları da zorda bırakmayacak ve onları da, bundan sonra Müslümanlığın aleyhinde konuşmamak ve aleyhte olanlara da yardım etmemek şartıyla serbest bırakacaktı. Ebu Izze olarak bilinenAmr İbnAbdullah bunlardan biriydi.72″
70 Bir ükiyye, 1283 grama tekabül eden eski bir ağırlık ölçüsüdür.
71 İslam’dan önce de Mekke ehli, okuyup yazma açısından Medinelilere göre daha önde bulunuyordu. Bkz. İbn Sa’d, Tabakat. 2/22; Beyhaki, Siinen, 6/322; İbn Seyyidinnnas, Uyünu’l-Eser, 1/373
72 Bkz. Buhari, Sahih, 4/1474 (3793); İbn Hişam, Sire, 3/211
Esirlere Muamelede Gösterilen Titizlik
Savaş bitip netice meydana çıkınca, esirler arasında bazı garip¬liklerin yaşandığı göriilecekti. Zira bu insanlar, bilhassa Muhacir¬lerin açısından daha düne kadar aynı şehri paylaştıkları akrabaları veya komşuları idi. Birbirlerinden kız alıp vermiş, yaz ve kış ayların¬da Şam ve Yemen tarafına beraber gidip ticaret yapmış ve acı tatlı anlarını birlikte paylaşmışlardı.
İslam gelip de Efendimiz risalet vazifesini tebliğ etmeye başla¬yınca, bir kısmı bunu kabullenmek istememiş, hatta sadece kabul¬lenmemekle de kalmayıp bu daveti durdurmak için ölüm tuzakları
kurmaya varıncaya kadar olmadık yollara başvurmuşlardı. Şimdi ise, düne kadar kendilerini güçlü sanan ve Muhacirleri yurtlanndan kovup da mallanna el koyan bu insanlar, esir olmuş ve haklannda verilecek karan merakla bekliyorlardı.
Bunlar arasında, bizzat Efendimiz’in yakın akrabalan da vardı.
Amcası Abbas İbn Abdilmuttalib.P Hz. Ali’nin kardeşi Aklı, bir diğer yeğeni Nevfel ve damadı Ebu’I-As da, Efendimiz’e karşı savaşmak için gelmiş Bedir esirleri arasında bulunuyordu. Efendiler Efendisi, kendi akrabalan olduğu için onlara özel muamele de bulunmayacak ve herkes gibi onlardan da esaret bedellerini aldıktan sonra onlan serbest bırakacaktı. Hatta amcası Hz. Abbas’tan, kendi bedeli yanın¬da yeğenlerinin kurtuluş akçelerini de alacak ve Hz. Abbas’ı ondan sonra serbest bırakacaktı.?’
73 Kureyş, o gün savaşa çıkarken ordunun hazırlanması için zenginlere müracaat etmiş ve Bedir’e katılarıların bütün ihtiyaçlannı on kişinin üstüne yıkmıştı. On¬lardan biri de, Efendimiz’in amcası Hz. Abbas idi. EbU Cehil başta olmak üzere Mekke müşriklerinin kurduğu baskıya dayanamayıp, Kureyş ordusuyla birlikte Bedir’ e gelmişti. Gelmişti ve şimdi de, esir olarak hakkında verilecek hükmü bek-liyordu.
74 Bkz. Beyhaki, Sünen, 6/322; Delailü’n-Niıbiivve, 3/150
Savaş sonrasında Allah Resülü’ne gelenler arasında Ebu’I-As’ın kardeşi Ömer İbni’r-Rabi’ de vardı. Kardeşini esaretten kurtarmak için elindeki keseyi uzatmış:
– İşte bu da, esiri için Zeyneb’in gönderdiği fidye bedeli, diyordu.
Önce, keseyi açtı Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern). Gönlünün gülü Hz. Hatice Validemizin hatırası duruyordu karşısında. Bu ger¬danlığı düğün günü boynundan çıkarmış ve kızı Zeyneb’in boynuna bizzat kendisi takmıştı Hatice Validemiz. Gözüne takılan bu gerdan¬lık dolayısıyle, maziye gitmiş ve canlanan hatıraların meydana getir¬diği bir duygu seli kaplayıvermişti Efendiler Efendisi’ni.
Bir müddet sonra da, etrafında bekleyip de gelişmeleri merakla bekleyen sahabeye döndü ve şunlan söyledi:
– Dilerseniz Zeyneb’in esirini serbest bırakın ve malını da ken¬disine iade edin!
Resülullah bir şey ister de sahabe O’nun isteğini yerine getirmez miydi? Zaten, bu arada gelen ayetler de, böyle bir durumda esirleri serbest bırakırken fidye almayı veya onlan karşılıksız serbest bırak¬mayı mü’minlerin meşietine havale etmiyor muydu?75 Çok geçme¬den her birinden:
– Peki, ya Resülullah, diyerek Efendimiz’in ricasını gönülden kabul ettiklerini bildiren tasdik sesleri yükseldi.
Ancak, Efendiler Efendisi’nin bir şartı vardı; Ebu’l-As’ı yanına çağırmış ve kulağına bir şeyler fısıldamıştı. Herkesi merak içinde bı¬rakan bir şeydi bu. Kulağını kayınpederinin ağzına dayayan Ebu’l-.As, bir müddet sonra başını sallamaya başlamıştı. Belli ki, şart olarak ileri sürülen konuyu kabullenmiş ve böylelikle mesele kapanrrnştı.Z”
Günün erken saatlerinde yanından ayrılıp da İslam saflarına katılan oğlu Abdullah’a kin kusan ve şiirleriyle Mekke ordusunu sa¬vaşa teşvik edip de coşturan Süheyl İbn Amr da, esirler arasındaydı. Onu esirler arasında gören Hz. Ömer, ileri atılacak ve Efendimiz’e şunlan söyleyecekti:
– Onu bana bırak ya Resülullah! Bırak da onun dişlerini söke¬yim ki, dili sarksın ve bir daha da hiçbir yerde, ebediyen Senin aley¬hinde konuşamasın!
Hz. Ömer, kendi tabiatının gerektiirdiği şekilde konuşturuyor ve Efendiler Efendisi’ne uzanan her el ve dili kesmenin gerektiğine inanıyordu. Ancak Allah Resülü’nün beklentisi daha farklıydı. Zira O, Ömer’in de görmediklerini görüyor ve ona göre konuşuyordu. Hattaboğlu Ömer’e döndü ve şunlan söyledi:
– Peygamber bile olsam Ben, insanlara böyle işkence yapmam!
Sonra Allah da Bana müsle yapar! Bırak onu ey Ömer! Bırak ki, gün gelir o da, senin hoşuna giden işler yapar!”77
75 Bkz. Muhammed, 48/4
76 Bkz. Akademi Araştırma Heyeti, En Öndekiler, s. 90 vd.
77 Aynı zamanda Efendiler Efendisi, savaş esiri bile olsa kimseye işkence yapmayı düşünmüyor ve bunu da şiddetle yasaklıyordu. Çünkü 0, beklenen ve gözlenen ahir zaman peygamberiydi. Hem gün gelecek Süheyl de teslim olacak ve Hz. Ömer gibilerini de sevindirecek işler yapacaktı; Allah Resülü’nürı dünya ve dün¬yadakilere veda ettiği gün Mekkelilere seslenecek ve henüz kalbinde imanın oturaklaşmadığı insanların yeniden küfre geri dönmelerine mani olacaktı. Bkz. İbn Hişarn, Sire, 3/200, 6/89; Vakıdi, Megazi, 1/107; Taberi, Tarih, 2/41
Esirler Konusunda Gelen İlahi İkaz
Aradan bir gün daha geçmiş; Hz. Ömer, Efendimiz’in huzuruna gelmişti. Efendimiz Hz. Ebu Bekir’le baş başa vermiş, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ömer’i endişelendiren bir manzaraydı bu ve:
– Ya Resülullah, dedi. Sizi ağlatan da nedir? Niye ağlıyorsunuz?
Ağlanacak bir durum varsa, ben de sizlerle birlikte ağlar, en azından ağlayamasam da sizinle birlikte kendimi ağlamak için zorlarımı Olanlardan haberi yoktu ve içinden geldiği gibi konuşup sami¬miyetini ortaya koyuyordu. Resül-ii Kibriya Hazretleri, onun saf ve duru simasına baktı ve şunları söylemeye başladı:
– İbn Hattab’ın sözüne muhalefetten dolayı neredeyse biz, büyük bir azaba düçar olacaktık! Ve şayet o azap gelmiş olsaydı, o azaptan sadece Hattaboğlu Ömer kurtulmuş olacaktı! O azap, işte şu ağacın yanında Bana arz edildi.
Meğer, bu arada Cibril-i Emin gelmiş ve bahsi edilen ağacın yanındayken Yüce Mevla’ dan vahiy getirmişti. Gelen vahiyde Allah (celle celaluhü), Bedir’de esir alınan insanlar hakkında şunları söylü-yordu:
– Bir peygamberin, dünyada zafer kazanıp küfrü zelil kılmadık¬ça, esirler edinip onları fidye karşılığında serbest bırakması uygun düşmez. Siz, dünya metaını istiyorsunuz; Allah ise, ahireti kazan¬manızı diliyor. Allah, Aziz ve Hakim’dir; üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir.
Eğer, yanılma neticesi verilen hükümlerden ötürü azap etmeye¬ceğine dair Allah’ın Levh-i Mahfüz’da yazdığı daha önceki hüküm ol¬masaydı, aldığınız fidyeden dolayı size büyük bir azap dokunurdu.
Şu kadar var ki, bundan böyle fidye ve ganimet size mübah kı¬lındı. Artık, aldığınız ganimetleri helal ve hoş olarak yeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının; gerçekten Allah, Gafür ve Rahirn’dir; affı bol, ihsanı da geniştir.78
78 Enfal, 8/67, 68, 69
Medine’ye Gelen Müjde
Savaşın neticesinden Medine’de bulunanları haberdar etmek için Efendiler Efendisi, azatlı kölesi Zeyd İbn Hârise ile Abdullah
İbn Revôha’yı önden Medine’ye gönderdi. Savaştan bir gün sonraki pazar günü öğleye doğru Akik denilen yere kadar gelecekler ve bu¬rada ikisi birbirinden ayrılacak ve her biri bir başka cihetten Medi¬ne’ye girip müjdeyi farklı yerlerden ulaştırmayı deneyeceklerdi. Çok geçmeden Abdullah İbn Revaha’nın şöyle seslendiği duyuldu:
– Ey Erisar topluluğu! Müjdeler olsun size! Artık Resülullah se¬lamettedir. Müşrikler ise, hem öldürüldü hem de esir alındılar! Rebia ve Haccac’ın ikişer oğluyla Ebü Cehil, Zem’a İbn Esved ve Ümeyye İbn Halef öldürüldü. Süheyl İbn Amr ise esirler arasında!
Onun söylediklerine dikkatle kulak veren .Asım İbn Adiyy, he¬yecanla soracaktı:
– Söylediklerin gerçekten doğru mu ey İbn Revahal
– Elbette ki doğru, diye cevapladı Hz. Abdullah. ValIahi de
doğru. Hem, yarın Resülullah da gelecek. .. Hem de bukağılara bağlı esirlerle birlikte!
Medine’yi büyük bir sevinç kaplamıştı. Abdullah İbn Revaha. bu sevinci herkesle paylaşabilmek için kapı kapı dolaşıyor ve karşı¬laştığı herkese aynı müjdeyi veriyordu. O kadar ki, çoluk çocuk onun etrafında toplanmış, Abdullah İbn Revaha ile birlikte koşturup du¬rurlarken bir taraftan da:
– Fasık Ebü Cehil öldürülmüş! Ümeyye ibn Zeyd’e varıncaya kadar herkes de, hak ettiği dersini almış, diye neşideler söylüyor¬lardı.
Zeyd İbn Harise ise, Efendimiz’in devesi Kasva’nın üzerinde Medine’ye gelmiş ve girişi de alt mahalleden yapmıştı. O da, Abdul¬lah İbn Revaha benzeri müjdeler veriyor ve Bedir’de kazanılan zaferi Medine ehliyle şöyle paylaşıyordu:
– Rebia’nın oğulları Utbe ve Şeybe, Haccac’ın iki oğlu, Ebü Cehil, Ebu’l-Bahteri, Zem’a İbn Esved ve Ümeyye İbn Halef öldürül¬dü. Başka pek çok esirle birlikte onların en azılılarından olan Süheyl İbn Amr da esir alındı! Bir tarafta Efendimiz’in devesi Kasva ile Medine’ye yalnız dönen Zeyd İbn Harise’yi izleyen bazı insanlar, bir ara tereddüt geçirecek¬lerdi; bazıları onun, yaşadığı şokla cinnet geçirdiğini sanıyorlardı. Yürekleri ağızlarına gelmişti; zira onlara göre, Resülullah’ın devesi boş geldiğine göre O (sallallahu aleyhi ve sellem), Bedir’de öldürülmüş ol¬malıydı!
Bu sırada münafıklardan birisi Ebu Lübabe’ye yaklaşmış:
– Arkadaşlarınız öyle paramparça olmuşlar ki, artık bugünden sonra bir daha asla bir araya gelemezler! Baksana, ashabın ileri ge¬lenleri ve Muhammed öldürülmüş! İşte bu, O’nun devesi; hepimiz onu tanınz! Bu Zeyd de, korkudan ne dediğini bilmiyor zaten, diyor¬du. Ebu Lübabe hazretleri, kendisine bunları söyleyen adama acı acı baktı önce ve arkasından da şunu söyledi:
– Pek yakında Allah (celle celaluhü), senin sözlerinin doğru olmadığını gösterecektir!
Bunu fırsat bilen Yahudiler de şöyle söyleniyorlardı: – Şüphe yok ki Zeyd, cepheden kaçıp gelmiş!
Babasının sesini duyar duymaz koşturup gelen ve etraftan uza¬nan dillere şahit olan genç Üsame, babası Zeyd İbn Harise’yi bir ke¬nara çekecek ve soracaktı:
– Ey babacığım! Söylediklerin gerçekten doğru mu?
– Ey oğulcuğum! Söylediklerimin hepsi de elbette doğru, diye
mukabelede bulundu Hz. Zeyd. Bunun üzerine genç Üsame, biraz önce Resülullah’ın öldürüldüğü şayiasını çıkaran münafığın yanına geldi ve adama şunları söyledi:
– Şüphe yok ki sen, Resülullah ve Müslümanlar hakkında iftira atıp fitne çıkarıyorsun; göreceksin, Resülullah gelir gelmez seni O’na şikayet edecek ve boynunu vurduracağım!
Ertesi gün olunca zaten, esirlerin başında Efendimiz’in azatlısı Şükran olduğu halde Medine’ye gelecekler ve işin gerçek yönü bütün netliğiyle ortaya çıkacaktı.
Rukiyye Validemizin Vefatı
Ramazan ayının yirmi üçiiydü. Kervanı takip için yola çıkalı on gün olmuştu. Ancak bu on gün, her anı yeni sürprizlerle geçen bir on gündü. Bu on gün içinde ashab, sıkıştırılmış bir program gibi bir ömürde öğrenilip çözülemeyecek meselelerle karşılaşmış ve dersleri¬ni Muallim-i Ekmel’lerinden alarak benzeri problemlerle karşılaştık¬larında nasıl davranmaları gerektiğini de yine O’ndan öğrenmişlerdi.
Lütuf üstüne lütuflara mazhar olmuşlar ve üzerlerine ilahi rahmetin sağanak olup yağdığını görmüşlerdi. Medine’den çıkarken kervana niyet ettikleri halde Allah (celle celaluhü), karşılarına Kureyş ordusunu çıkarmış ve cebri olarak onlar da savaşın hakkını vermişler, şimdi de herkesin alkışladığı bir zaferle Medine’ye dönüyorlardı.
Ancak Medine’nin havasında bir burukluk vardı. Gerçi kendi¬lerini karşılayıp Bedir’de elde edilen zaferi paylaşmak için yollara dökülrnüşlerdi ama içlerinde Efendimiz’in kızı Rukiyye Validemizin yokluğundan duyduklan hüzün hakimdi.
Meğer Rukiyye Validemiz, Bedir’de zafer yazılırken Medine’de son nefesini vermiş, ashab da, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ge¬linceye kadar onu toprağa emanet etmişti. Zeyd İbn Harise’nin Me¬dine’ye geldiği gün onlar, Cennetü’l- Baki’ de onun için son görevlerini yerine getirmekle meşgullerdi. Çünkü kervanı takip için yola çıkar¬ken ağır hasta olan ve bu sebeple Efendimiz’in, yanında kalması için Hz. Osman’ a izin verdiği Rukiyyi Validemiz hayata veda etmişti.
Cennetü’l-Baki’ye doğru yaklaşan bir tekbir sesi duymuşlardı.
Hz. Osman, miijdeli bir haber getirdiği belli olan bu sesin ne anlama geldiğini sordu. Daha sorusuna cevap almaya zaman kalmadan sesin sahibi çoktan yanlarına yaklaşmış ardı ardına tekbir getiriyordu.
Resülullah’ın, devesi Kasva üzerinde gelişini görünce bir anda yüzler O’na dönmüş ve vereceği haberi beklerneye başlamışlardı. Bir zaferden bahsediyordu. Allah (celle celaluhü), müşriklerin ileri gelen¬lerini Bedir’de yere sermiş ve Resülü’ne de zafer ihsan etmişti. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı; Bedir’deki zafere sevinrnek mi, Resü¬lullah’m yokluğunda toprağa verdikleri Rukiyye Validemize üzül¬rnek mi lazım!
Hem, Bedir’de zafer yazıldığına göre Resülullah da çok yakında gelecekti. Peki, şimdi bu haberi Allah Resülü’ne nasıl verecekler ve “Senin yokluğunda onu biz toprağa gömdük.” diye nasıl söyleye-ceklerdi!
Medine’de ayrı bir acı yaşanıyordu; daha önce erkek çocuklan¬nın üçünü de kendi eliyle toprağa veren Efendiler Efendisi, kızlarını da kaybetmeye başlamıştı. Anlaşılan O, her fırsatta ebedi dostluğa yöneltiliyor ve zafer anlarında bile Allah (celle celaluhü) O’nun önüne, hüznünü artıracak yeni hüzün alanlan çıkarıyor ve dünyada elde edilen hiçbir zaferden dolayı sevinmemesi gerektiğini söylüyordu.
Nihayet O da haberi almıştı; takdirin önüne geçilmezdi. Veren de O idi alan da. Rukiyye şimdi, dünya adına sıkıntılanndan kur¬tulmuş ve annesi Hz. Hatice ile daha küçük yaşta vefat eden erkek kardeşlerinin yanına gitmişti. N asıl olsa yolculuk devam ediyordu ve bugün geçici bir firak olsa da bir gün yine buluşacaklardı. Onun için kalktı ve Cennetü’l-Baki’nin yolunu tuttu. Kızı Rukiyye Validemizin mezanna gelmişti. Kalp mahzun olmuş, gözlere de yaş yürümüştü ve o gün Cennetü’l- Baki’ de Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), mübarek ellerini açıp uzun uzun dua edecekti.
Mekke’ye Ulaşan Acı Haber
Beri tarafta Mekke’ye acı haberi ilk ulaştıran kişi, Haysiiman İbn İyas olmuştu. Bu sırada Mekkeliler, Hıcr’da oturmuş muhab¬bet ediyorlardı. Onun, üstü başı dağılmış, korku dolu ve bitkin halde geldiğini görenler zaten gelişinden mesajı almışlardı:
– Ne o? Ne haber getirdin, diye soruyorlardı. Nereden başlaya¬cağını şaşırmıştı Haysüman, Önce şunları sıralamaya başladı:
– Öldürüldü, diyordu. Utbe İbn Rebia, Şeybe İbn Rebia, Ebu’l¬Hakem İbn Hişam (Ebu Cehil), Ümeyye İbn Halef, Zem’a İbn Esved, Hacoac’ın iki oğlu Nebih ve Münebbeh, Ebu’l-Bahteri İbn Hişam, Neredeyse herkesin ölüm haberini verecek gibi saymaya devam eden Haysürnan’ın sözünü, meraktan çatlayacak seviyeye gelen Saf¬van İbn Ümeyye kesti ve:
– ValIahi de, bu adamın aklı yerinden uçup gitmiş! Kalbi de kal¬mamış! İsterseniz ona, bir de beni sorun bakalım; bana ne olmuş!
Etrafındaki adamlar gerçekten onu ciddiye almış ve Haysüma¬n’a Safvan’a ne olduğunu sormaya başlamışlardı. O da, bir taraftan Hıcr’i göstererek:
– Aha, işte o şurada oturuyor, dedi ve ilave etti:
– ValIahi, onun babası da kardeşi de öldürüldü!
Bir anlık, sanki Mekke’de hayat duruverdi! Anlaşılan Haysürna¬n’ın aklı da kalbi de yerindeydi. Safvan’ı tanımış, üstüne üstlük onun babasının da kardeşinin de Bedir’de öldürüldüğünün haberini ver¬mişti. Tam manasıyla Mekke buz kesilmiştildi. Getirdiği haberin doğruluk testini başarıyla veren Haysiiman’ın etrafını sarmış, teker teker Bedir’de olup bitenlerin haberini alma¬ya çalışıyorlardı. Aldıkları her haber, onlar için bir yıkım demekti. Mekke, gerçekten de ciğerparelerini feda etmişti, Lider konumunda¬ki adamlarının neredeyse tamamı artık yaşamıyordu.
Kolay değildi; önde gelenlerin hemen hepsi burada ölmüştü.
Dokuz yüz elli kişi arasından yetmiş tane askerini Bedir’ de cansız bırakan Kureyş ordusu, yetmiş tanesini de Müslümanlara esir vere¬rek hem de kaçarak geri dönmekteydi. Üstelik, ordu içinde birçok da yaralı bulunmaktaydı.
Yıllar Önce Mekke’de ektiklerinin neticesini bugün görüyorlar¬dı. Belki onların akıllarına bile gelmiyor du ama Efendiler Efendi¬si’nin (sallallalıu aleylıi ve sellern), namaz kılarken üzerine atılan deve işkembesi sonrasında ellerini açıp da yaptığı şu dua unutulacak gibi değildi:
– Allah’ım! Kureyş’i Sana havale ediyorum. Allah’ım! Kureyş’i Sana havale ediyorum. Allah’ım! Kureyş’i Sana havale ediyorum.
Allah’ım! EbU Cehil’i de … Utbe İbn Ebi Rebia’yı da … Şeybe İbn Ebi Rebia’yı da … Velid İbn Utbe’yi de … Ümeyye İbn Halefi de … Ukbe İbn Ebi Muayt’ı da Sana havale ediyorum; onların hakkından Sen gelirsin ey Allah’ım!”?
Ve … Peygamberini bu hale getirip de hayatına kasteden, üze¬rine deve işkembesi atıp da karşısında katıla katıla gülen ve O’nun boynuna sarık sarıp da yerde sürüklemek isteyen bu adamların hepsi de Bedir’de takılıp kalmış, Allah Resülü’nün Allah’a havale ettiği bu adamlardan geriye dönen bir kişi olmamıştı.
Ebu Leheb’in Ölümü
Bu sırada Ebu Leheb, elbisesini sürükleyerek Kabe’ye doğru gel¬mekteydi. Geldi ve sırtını dayayarak bir kenara oturdu. Neredeyse sırtı, o sırada Zemzem kuyusunda çalışmakta olan Abbas İbn Abdül-muttalib’in kölesi EbU Rafi’in sırtına değmişti. Hz. Abbas’ın hanımı Ümmü Fadl da orada bulunmaktaydı.
79 Bkz. Müslirn, Sahih, 3/1418-1419 (1794)
Aradan çok zaman geçmemişti ki, Bedir bozgununun haberini getiren Ebu Süfyan İbn Haris’in geldiği görüldü. Onun gelişini gö¬renler:
– İşte bakın, EbU Süfyan İbn Hôris geliyor, diyerek ona işaret etmeye başlamışlardı.
Ortalıkta bir gariplik vardı; , sanki herkes bir şeyler biliyormuş da söyleyemiyormuşçasına bir hava hakimdi. Bu arada Ebu Leheb, gelen şahsa seslendi:
– Hele şöyle yanıma bir gel bakalım yeğenim! Hayatıma yemin olsun ki, sende yeni haberler var gibi duruyorsun! İnsanların hali nice oldu, gel de bana anlat!
O da, Ebu Leheb’in yanına yaklaşmış ve bir kenara çömelmiş¬ti. Meraklı nazarlar da onlann etrafında toplanmış, konuşulacaklan dikkatle bekliyordu.
Evet, Ebu Süfyan İbn Haris çok şey anlatacaktı. Her tarafından hüzün dökülüyordu. Şunlan sıraladı teker teker:
– Bizler, onlarla karşılaştığımızda, sanki boyunlanmızı kendi ellerimizle onlara uzattık ve onlar da, diledikleri gibi bizi öldürmeye, bizden istediklerini de esir almaya başladılar! Bunun yanında, ben kimseyi de kınamıyorum; çünkü bir de yeryüzü ile sema arasını dol¬duran devasa atlar üzerinde ve bembeyaz urbalar içinde öyle insan¬larla karşılaştık ki, vallahi ne onlara karşı koymaya imkan vardı ne de hızlanna yetişmeye!
Daha İbn Haris sözünü bitirmemişti ki, orada anlatılanlara kulak veren Ebu Raft’ heyecanına hakim olamayıp kaldırdığı perde¬nin altından:
– Hiç şüphe yok ki onlar, valIahi de meleklerdir diye bağınverdi.
Sözünü bitirir bitirmez de, şiddetli bir tokatla sarsılacaktı.
Çünkü, zaten öfkeden nefret kiipii haline gelen Ebu Leheb, çileden çıkmış ve elinin tersiyle EbU Rafi’e şiddetli bir tokat savurmuştu. Bununla da hırsına mani olamayan Ebu Leheb, tokatla birlikte yere yuvarlanan Ebu Rafi’in üzerine çullanacak ve ardı ardına darbeleri¬ne devam edecekti.
Halbuki Ebu Rafi’, zayıfyapılı bir adamdı; Ebu Leheb gibi azgın bir din düşmanının bu kadar öfkesine muhatap olmak, onu oldukça hırpalamıştı. Artık o, yerde perişan vaziyette yatıyordu.
Bu durum, o ana kadar olanlara seyirci kalan Ümmü Fadl’ı ha¬rekete geçirecekti. Gitti ve eline geçirdiği bir çadır kazığını kaptığı gibi Ebu Leheb’in karşısına dikildi:
– Efendisi burada yok diye bir köleyi nasıl böyle dövebilirsin, diyordu. O da çok öfkelenmişti. Ebu Leheb’in öz kardeşi Abbas’ın hanımıydı ve hızını alamayıp elindeki kazıkla birlikte Ebu Leheb’in kafasına şiddetle vurmaya başladı. Kafasından kanlar akıyordu. O da şaşırmıştı; akan kanları eliyle temizlerken neye uğradığını bile¬memenin şaşkınlığı her halinden okunuyordu.
Ancak bu darbeler, aynı zamanda onun sonunu hazırlayan ölüm darbeleriydi. Küfür adına beraber yürüyüp müşterek adım attığı ar¬kadaşlarının yokluğunun üzerine bir de aldığı bu darbeler, onu ha-yattan bir hayli koparmıştı. Üzüntüden karalar bağlamıştı. Yedi gece sonra da Mekke halkı, Ebu Leheb’in ölüm haberini alacaktı. Küfür adına bir kale daha tarihe karışıyordu.
Mekke’nin Yası
Mekke’de tam bir matem havası hakimdi; kime gidip sorul¬sa mutlaka ağlıyor ve ölülerinin arkasından ağıtlar yakıyordu. Zira hemen her evden bir veya birkaç kişi o gün orada ya ölmüştü ya da esir olarak hala Müslümanların elinde bulunuyordu. Küfrün kasvet havasına bir de matemin yası sinmiş, sineler, intikam yeminleriyle inip kalkıyordu. Bedir’de öldürülenlerin arkada bıraktıkları eşyala¬rı ortaya dökülüyor, başta kadınlar olmak üzere bunların etrafına toplanan insanlar günlerce ağıt yakıyorlardı. Bu durum tam bir ay sürecekti.
Nihayet, her gün matem havasıyla ruhu daralan bir Mekkeli ileri atıldı ve:
– Bunu böyle yapmayın, dedi. Çünkü sizin bu haliniz Muham¬med ve arkadaşlarına ulaşır ve bu davranışlarınız onları hoşnut eder!
Başlangıç itibarıyla bu fikre pek sıcak bakmasalar da daha son¬raları adamın haklı olduğunu iyice anlayacak ve aralarında ağlaşa¬rak ağıtlar yakmayı, yaka paça yırtarak dövünmeyi ve buna benzer daha birçok garip davranışlarını bir kenara bırakacaklardı. Esirler konusunda da aceleci davranmamayı kararlaştırmışlar¬dı. Onlara göre fidye ödernede acele etmemek, ödenecek fidyenin miktarını düşürecek bir adımdı. Çünkü onlar, fidye ödemekte acele edildiğini gören Müslümanların, esirlerin bedelini yükselteceklerine inanıyor ve sırf daha az bedel ödemek için kendi adamlarıyla ilgilerı¬miyor görüntüsü vermeyi planlıyorlardı.
Müşriklerden Esved İbn Muttalib’in Bedir’de, Zem’a, Aklı ve Haris adında üç oğlu öldürülmüştü ve bu kişi, içinden geldiği gibi oğullarına ağıt yakıp ağlamak istiyordu. Ancak o da, müşriklerin ağlama yasağına takılmış ve hüznünü içine atmak zorunda kalmış¬tı. Bir gece dışarıda ağlama sesi duymuş ve kölesini çağırarak bu sesin nereden geldiğini kendisine haber vermesini istemişti. Gidip de durumu öğrenen köle, ağlayan kişinin devesini kaybeden bir kadın olduğunu söylemişti. Bunun üzerine Esved, devesi kaybolan bir kadının ağlayabildiği Mekke’de, öldürülen üç oğluna ağıt yaka¬mamaktan kaynaklanan hüznünü şiirin diliyle insanlara duyurma¬ya çalışacaktı.
Rum Diyarından Gelen Zafer Haberi
Bedir sonrasında Medine’ye dönen Müslümanlar, Allah’ın ken¬dilerine lütfettiği inayerle sevinip İslam’ın izzet ve onurunun gerek¬tiği şekilde temsil edilmesinden duydukları hazzı birbirleriyle payla-şırken onları sevindiren bir haber de Rum diyarından gelmişti.
Rum süresi inip de Rumların Farslılara mağlubiyetini bildiren ayetler Mekke’de yayılınca Hz. EbU Bekir’le Mekke müşriklerinden Übeyy İbn Halefkarşılaşmış ve aralarında geçen uzun konuşmalar sonrasında dokuz yıl ve yüz deve üzerinden bir iddiaya girmişlerdi. Çünkü Kur’an. üç yıl ile dokuz yıl arasındaki bir zaman diliminde Rumların yeniden toparlanıp Farslılara galip geleceklerinin haberi¬ni veriyordu. Aynı zamanda bu haberde, Rumların galip geldiği gün Müslümanların da büyük bir sevinç yaşayacaklarının müjdesi veri¬liyordu.
Şimdi aradan dokuz yıl geçmişti. Bedir’den zafer sevinciy¬le dönen sahabe, çok geçmeden Medine’de Rum diyarından gelen zafer haberinin yankılandığına şahit oluyordu. Ne büyük mutluluk, ne büyük lütuftu. Hz. Ebü Bekir gibi fıtratlar, Allah’ın verdiği haberin aynen haber verildiği gibi tahakkuk edişi karşısında O’na hamdle yöneliyor ve minnet duygulanyla kendilerini şükrün engin vadileri¬ne salıyorlardı.
Meğer Rumlar, dokuz yıl önce işgal edilen topraklarını geri al¬mışlar ve Farslıları da Dicle ve Fırat’ın gerilerine kadar püskürtmüş¬lerdi. Daha dokuz yıl önce, “Artık Rumlar bir daha zafer yüzü göre¬mez.” diye düşünenler yine yanılmış ve ölüden diriyi çıkaran Allah (celle celaluhü), bugün ‘olmaz’ denilenlerin nasılolduğunu herkese göstermişti. Zaten Bedir de, böyle bir’ olmaz’ değil miydi? Mekke¬liler, Müslümanları Bedir’de yok ettikten sonra eğlence tertip etme hülyalarıyla gelmiş ve yenilgiyi akıllarının ucundan bile geçirmemiş¬lerdi! Demek ki, küfür hesabına yapılan ince hesaplar her zaman tut¬muyordu ve hep, Rahmani hesap galip geliyor, Allah’ın dediği olu¬yordu. Bugün de öyle olmuştu ve Kur’an’ın verdiği bir haberin daha aynen tahakkuk ettiğini gören birçok insan gelip Müslüman olmaya başlamıştı. 80
Bu arada Hz. Ebu Bekir de, söz konusu yüz deveyi alacak, ancak Efendimiz’in yönlendirmesiyle hepsini tasadduk edecekti.
80 Bkz. Tirmizi, el-Camiu’s-Sahih, 5/189 (2935), 343 (3192, 3193); Hakim, Müsted¬rek, 2/445 (3540)
BEDİR SONRASINDAKİ GELİŞMELER
Bedir’de bir zafer kazanılmıştı ama bu işin Bedir’de nihayet bul¬mayacağı her halinden belliydi. Zira geri dönüp de kaçarken Mekke¬lilerin kini, gelirken duyduklarından daha az değildi. O günkü nüfus düşünüldüğünde yetmiş ölü ve bir o kadar da esir, hemen hemen her evde bir acının yaşandığını gösteriyordu. Bedir’ e gelirken geri dönme eğilimi gösterenler bile şimdi İslam ve Müslümanlara kin ku¬suyor ve en kısa zamanda intikamlarını alacaklarını söylüyorlardı. Bugünü görüp de acısını dindirineeye kadar rahat döşeği kendisine haram kılanlar, intikam alıncaya kadar ağıt yakıp mersiye söyleye¬ceğini ilan edenler ve bugünü yaşamadan yeni hiçbir şeye el sürme¬yeceğine dair yemin edenler vardı.
Kısaca, daha Bedir’den dönerken yeniden gelmenin hesapları yapılmaya başlanmış ve bu işin burada kalmayacağına dair yeminler edilmişti.
Medine’de ise, Müslümanların Bedir’de kazandığı zaferden rahatsızlık duyanlar yok değildi; bunlar, Kureyş ordusunun galip gelmesini içten içe isteyen müşriklerle kendileri dışında bir başka gücün öne çıkmasını istemeyen hasetkar Yahudilerdi. Aynı zamanda etraftaki kabileler de bu durumdan endişelenmeye, Medine’de kuru¬lacak güçlü bir devletin yarın kendilerini de tehdit edeceğini düşün-meye başlamıştı.
Müslümanlar cihetinde ise durum tamamen farklıydı; onlar,
Allah tarafından kendilerine bahşedilen bu zaferle, çeyrek asırdır yaşadıkları sıkıntılara bir nebze olsun son verildiğini görmüş ve bundan sonrası adına daha fazla kenetlenmişlerdi. Öyleyse bütün strateji, bu şartlar hesaba katılarak geliştirilmeliydi ve Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de öyle yapacaktı.
İlk istihbarat, Benü Kataian ve Benü Süleym’in Medine’ye sal¬dırmak için toplanmaya başladıkları istikametindeydi ve Efendimiz de, Medine’de vekâleten Siba’ İbn Urfuta’yı görevlendirerek'” iki yüz süvariyi toplayıp Necid yolu üzerindeki Küdr kuyularına doğru yöneldi. O’nun iki yüz süvari ile geldiğini duyan ve henüz toparlan¬maya başlayan Süleymoğulları kaçmaya başlayacaklar ve arkaların-da beş yüz deve bırakacaklardı. 82
Burada üç gün kalan ve hâkimiyetini ilan eden Allah Resülü (sal¬lallahu aleyhi ve sellem) yeniden Medine’ye dönecekti.
8ı Bu gazvede Medine’de görevlendirilen sahabinin Abdullah İbn Ümmü Mektürn olduğu da rivayet edilmektedir. Bkz. İbn Sa’d, Tabakat. 4/209; Taberi, Tarih, 2/50; Siiheyli, Ravdu’l-Unf, 3/219
82 Beşte bir pay aynldıktan sonra geriye kalan dört yüz deve süvariler arasında paylaşılacak ve kişi başına iki deve düşecekti. Yesar adında bir de esir alınmıştı ki onu da Allah Resülü (s.a.s.) hürriyete kavuşturmuştu. Bkz. İbn Sa’d, Taba¬kat,2/31; İbn Seyyidinnas, Uyünu’l-Eser, 1/391
Sevik Gazvesi
Bu arada Mekke’den yeni haberler gelmeye başlamıştı. Bedir’¬deki yenilgi karşısında Ebu Süfyan, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sel¬lem) ve ashab-ı kiram hazretlerinden intikam almadığı sürece başına yağ sürmeyip hanımlarına da yaklaşmayacağına ve dolayısıyla da yı¬kanmayacağına dair ahdetmişti. Çok geçmeden de iki yüz kişilik bir güçle Necdiyye tarafına doğru ilerlemeye başlayacaktı. Onlar için bu, ilk defa denedikleri bir stratejiydi ve bunu, Bedir öncesinde kullanan Allah Resülii’nden öğrenmişlerdi. Ancak Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), sürekli strateji değiştiren bir rehber-i ekmel idi ve her defasında yeni bir strateji ile Mekkelilere sürpriz yapacaktı!
Derken Ebu Süfyan, Medine’ye bir veya iki konaklı bir mesafe¬ye kadar geldi. Geceleyin gizlice Medine’ye girip Benü N adir’in reisi olan Huyay İbn Ahtab’ın kapısını çaldı. Onun, endişelenip de kapıyı açmadığını görünce de bir başka büyük olan Bellum İbn Mişkem’in kapısına gitti.
Ebu Siıfyan’a izzet ii ikramda bulunan Sellam. istediği bilgileri ona verdi. Bir müddet oturduktan sonra oradan ayrılan Ebu Süfyan, arkadaşlarının yanına döndüğünde hareket edecek ve karşılaştıkları iki Ensar’ı öldürdükten sonra oradaki bir hurma bahçesini de ateşe verecekti.
Mekke’nin kin ve nefretinin nerede ve nasıl tecelli edeceğini kestirmek mümkün değildi; bu yüzden güvenlik tedbirlerini daha da artırmak gerekiyordu. Çünkü, er meydanında yiğitçe vuruşmaktan çekinen her zayıfın yaptığını yapıyorlar ve gizlice yaklaşıp masum insanların kanına girerek kendilerince intikam alıyorlardı!
Bunun üzerine, ashabından sekseni atlı olmak üzere iki yüz ki¬şilik bir müfreze ile yola çıkan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), Ebu Süfyan ve arkadaşlarının peşine düşecekti.se
Efendimiz’in Medine’den çıkıp da geldiğini duyan Ebu Süfyan ise hiç vakit kaybetmeden buradan uzaklaşma emri vermiş ve hızla Mekke istikametine doğru yol almaya başlanmıştı. Bu hızla giderler¬se Efendimiz’in kendilerine yetişeceğinden korkan Ebu Süfyan, bir hamle daha yapacak ve arkadaşlarına, develerin üzerindeki bütün yükü bırakmalarını söyledi. Önce arkadaşları buna bir anlam vere¬memişlerdi; ancak arkadan hızla kendilerine yaklaşan İslam asker¬lerinin geldiğini duyunca hepsi de yüklerini boşaltıp hızla Mekke is¬tikametine doğru kaçmaya başladılar.84
83 Medine’den çıkış, Zilhicce ayının beşine denk gelen bir pazar günüydü. Hicre¬tin üzerinden yirmi iki ay geçmişti ve bu gazvede, yerine vekil olarak Medine’de Beşir İbn Abdilmünzir’i bırakınıştı. Bkz. İbn Sa’d, Tabakat. 2/30
84 Yüklerinin çoğunluğu un çuvallanndan oluşuyordu. Bu sebeple gazveye de, un manasına ‘Sevtk’ ismi verilecekti. Bkz. İbn Hişarn, Sire, 3/311; Taberi. Tarih, 2/5ı
Beş günlük bir takibin ardından yeniden Medine’ye dönen Allah Resülü’ne, yaptıkları işin sevap boyutunu da düşünen ashab-ı kirarn soracaktı:
– Ya Resülullahl Bunun bizim için bir gazve olduğunu umuyor musun?
Belli ki onları tereddüde sevk eden şey, düşmanın peşinden gittikleri halde herhangi bir problemle karşılaşmadan geri dönmeleriy¬di. Bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Evet, buyurdu.
Gatafan Gazvesi ve Bir Suikast Girişimi
Bir başka bilgi de Betıii Sa’lebe ve Muhôrib yurdundan geliyor¬du; sözde Efendimiz’i etrafından kuşatıp da tüketmeyi planlamışlar¬dı. Bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), yerine Hz:
Osman’ı vekil bırakarak dört yüz elli kişiyle birlikte Rebiülevvel ayı¬nın on ikisinde yola çıktı. O’nun ashabıyla birlikte gelişini duyunca Benü Sa’lebe ve Muharib orduları dağılıp kaçmış ve dağlara sığın-mışlardı. Belirlenen hedefe gelindiğinde, sadece bir adamla karşılaş¬tılar. Oturup bu adamla bir müddet konuşunca o da Müslüman oldu ve Müslümanlar gelinceye kadar orada yaşanılanları teker teker an¬lattı.
Bu sırada şiddetli bir yağmur yağmış ve bu rahmetle ıslanmış¬lardı. Yağmur dinip de giysilerini kurutmak için kenara çekildikleri sırada Du’sür İbn Haris8s adında bir adam Efendimiz’in arkasından yaklaşacak ve kılıcını kaldırıp soracaktı:
– Bugün Seni benden kim kurtaracak?
85 Bazı kaynaklarda bu şahsın adı Gavres İbn Haris veya Avf İbn Haris; kabilesinin adı da Benü Muharib olarak geçmektedir. Bkz. İbn Hişam, Sire, 4/159; İbn Hıb¬han, Sahih, 7/138 (2883)
Meğer adam, çok önceden planını kurmuş ve planlı bir şekilde gizlenerek Efendimiz’ e yaklaşıp O’nu öldürmek istemişti. Buraya gel¬meden önce de kavmi arasında ahdetmiş ve Muhammedü’l-Emin’i öldürmeden geri gelmeyeceğini söylemişti.
Onun bu halini gören Efendiler Efendisi, gözleriyle esir almaya çalıştığı adama dönecek ve:
– Allah, buyuracaktı. Tevekkülü tamdı ve Allah’ın da, O’nu ko¬ruyacağına dair teminatı vardı. Zira adam tam kılıcını kaldırdığı anda karşısında Cibril-i Emin temessü1 etmiş ve göğsüne indirdiği bir darbe ile adamı yere yuvarlayıvermişti.
Şaşkınlıktan neye uğradığını şaşıran adam, sağına soluna bakı¬yor ve bu darbenin nereden geldiğini anlamaya çalışıyordu. Bu sırada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) de, adamın düşen kılıcını almış ve üzerine yürümüş; anladığı dilden sesleniyordu:
– Peki, seni Benim elimden kim kurtaracak?
Çaresizdi; elinden tutacak kimsesi yoktu. Sadece kendi bilek gü¬cüne güveniyordu ama o da bu durumda bir işe yaramazdı. Teslim olmaktan başka çare gözükmüyordu ve önce:
– Hiç kimse, diye cevapladı. Çünkü etrafında, kılıcını kaldınp da tam indirecek kadar meseleye hakim iken kendisini yere çalıp da başkasına mahkum edebilecek başka bir güç görünmüyordu. Olsa olsa bu güç, inayet-i ilahiyeye sırtını dayamış bir Nebi’ye ait olabilir¬di ve şunları söyledi:
– Bundan sonra ben, ne Senin karşına çıkıp kılıç çekerim ne de Sana kılıç çeken bir topluluğun içinde yer alırım. Ve ben şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve yine ben şehadet ederim ki Muhammed de O’nun Resülü’dür.
Birileri yine O’nun bedenini ortadan kaldırma niyetiyle koşup gelmişti ama şimdi kendisi hayat bularak geri gidiyordu; hem de başka ‘ölü’lere de hayat olmak niyetiyle! Zira Du’sür İbn Haris de kavrnine dönecek ve hemen onlara Allah ve Resülullah’ı anlatma gayreti içine girecekti. Onlara şöyle diyordu:
– Şu anda ben, insanların en hayırlısının yanından geliyorum. Minnet sadedinde gelen mesajda bu duruma da telmihte bulu¬nulacak ve şöyle denilecekti:
– Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın; hani bir topluluk size ellerini uzatmışken Allah da onların ellerini sizin üzerinizden savrnıştı. Öyleyse sizler, Allah’ın takva sınırları içinde bir hayatyaşayın ve mü’minler, topyekünAllah’a tevekkül etsinler.f'”
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), on bir gün burada kaldıktan sonra herhangi bir problemle karşılaşmadan yeniden Medine’ye dö¬necekti.
Bu ve benzeri gazvelerle Medine’deki yapının gücü ortaya çıkı¬yor ve Hicaz’daki hakimiyet artık İslam adına pekiştirilmiş oluyor¬du.
86 Bkz. Maide, s/n
Bedir’den Kısa Bir Süre Sonra Yaşanan Diğer Gelişmeler
İlk defa Ramazan orucu tutuluyordu ve birkaç gün sonra da bayramdı, Bu da bir ilk olacaktı. Derken Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), ashab arasında oturmuş; onlara fıtır sadakasıyla ilgili hü-kümleri bildiriyordu. Bundan sonra küçük büyük, hür köle, erkek kadın hali vakti yerinde olan her bir Müslüman için Ramazan bayra¬mı öncesinde fıtır sadakası vermek vacipti.
Bu arada, zekatla ilgili tamamlayıcı hükümler de gelmişti. Efen¬dimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), onları da ashabıyla paylaşıp gereğini yapmalarını istiyordu.
Ardından da bayram müjdesini paylaşacaktı onlarla. Sevinç ve huzur günleriydi ve yine ilk defa, Allah Resülii’niin arkasında saf tu¬tacak ve bayram namazını kılacaklardı.
Yine bugünlerde, genç yeğen Hz. Ali ile Efendimiz’in son kızı Hz. Fatıma’nın nikahları kıyılmış ve sade bir velimeyle dünya evine girmişlerdi.s”
Bu arada, Ensar’dan Ebu’d-Derda gelip Müslüman olmuştu. Efendimiz’in damadı Ebu’ı-As’ı serbest bırakırken kulağına eği¬lip de söylediği sözü herkes merak ediyordu. Bundan sonra bir miiş¬rikle Allah Resülü’niin kızı Zeyneb aynı yastığa baş koyamazdı ve o günden itibaren Ebu’-As, Zeyneb Validemizi Medine’ye gönderme hazırlıklarına başladı.
Bedir üzerinden yaklaşık bir ay geçmişti ki Allah Resülü (sallal¬lahu aleyhi ve sellem), Mekke’de hazır bekleyen kızı Zeyneb’i Medine’ye getirmek için Ensar’dan bir arkadaşıyla birlikte Zeyd İbn Harise’yi Mekke’ye gönderdi.
Arkadaşıyla birlikte Hz. Zeyd, çıkıp gidecek ve uzun uğraşlar, engelleme çabaları, günlerce devam eden bekleyişler ve maceralı bir yolculuk sonrasında Hz. Zeyneb’i alıp Medine’ye getirecekti. 88
87 Konuyla ilgili detaylı bilgi için bkz. Akademi Araştırma Heyeti, En Öndekiler, s. 125 vd
88 Olayla ilgili detaylı bilgi için bkz. Akademi Araştırma Heyeti, En Öndekiler, s. 93 vd
Bir Suikast Girişimi
Bedir Savaşı’ndan oğlu Vehb İbn Umeyr Müslümanların elinde esir olan Umeyr İbn Vehb, Kabe’de karşılaştığı Safvan İbn Ümey¬ye’ye dert yanacak ve Bedir’de aldıkları mağlubiyetin acısını dile ge-tirecekti. O da dertliydi ve bunun üzerine Umeyr, Safvan’a şunları söyleyecekti:
– Allah’a yemin olsun ki, ödeme imkanı bulamadığım şu üze¬rimdeki borçlar ve benden sonra perişan olacaklarından endişe etti¬ğim çoluk çocuk olmasaydı vallahi de deverne biner ve Muhammed’i öldürmek için Medine’ye giderdim! Çünkü benim başıma ne gelmiş¬se onlardan geldi; hala oğlum onların elinde esir!
Safvan için böyle bir adam, bulunmaz fırsat demekti ve hemen ileri atıldı:
– Borçların benim borcum; onları ben öderim! Çoluk çocuğun da benim ailem sayılır; hayatta kaldıkları sürece onları kimseye muh¬taç etmem ve elimde olan hiçbir şeyden onları mahrum kılmam!
Bir tarafta, bu işi yapmak isteyen ancak bunu yaparken hayatın¬dan olma durumunda arkada bırakacağı borçlarıyla ailesinin geçim sıkıntısına düşüreceğinden endişe duyan bir adam, diğer yanda ise onun bu endişelerini tamamen göğüsleyecek fedakar bir destekçi! Anlaşmış görünüyorlardı. Göz göze gelecek ve birbirlerine bakacak¬lardı uzun uzun. Bu bakışlar, planlanan işin her ikisi tarafından da kabul gördüğünün göstergesiydi. Sonunda Umeyr, Safvan’a şunu tembih edecekti:
– Bu, aramızda kalsın! Ne senin yapacaklarını ne de benim ha¬limi kimseye söyle!
– Tamam, söylemem, diye cevapladı Safvan. Mesele tamamdı ve işe koyulmak üzere oradan ayrıldılar.
Evine gelir gelmez yol hazırlıklarına başlayan Umeyr İbn Vehb, kılıcını keskinleştirecek ve zehirleyerek düşündüğü suikasta hazır hale getirecekti. Görünürde ise, esir olan oğlu Vehb’i kurtarmaya gi¬diyordu.
Derken yola koyuldu ve günler sonra Medine’ye geldi. Mescid-i Nebevi’nin önünde devesini çökertirken onun gelişini görüp de te¬laşlanan feraset sahibi Hz. Ömer, o sırada etrafında toplanıp da ken¬disinden Bedir zaferini dinleyenlere şunu söyleyecekti:
– Allah düşmanı köpek Umeyrl Mutlaka kötü bir şey için gel¬miştir!
Bunu söylemesiyle ayağa kalkıp Mescid-i Nebevi’ye girmesi de bir olacaktı. Efendimiz’in huzuruna koşmuş ve O’na şöyle seslen¬mişti:
– Ya Resulullah! Şu Allah düşmanı Urneyr, kılıcını kuşanıp bu¬raya gelmiş!
– Onun yanıma gelmesine izin ver, diye mukabelede bulundu Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem).
Hz. Ömer’in hiç beklemediği bir izindi bu. Adam resmen kötü bir niyetle gelmişti; her halinden bu anlaşılıyordu ama Resül-ü Kib¬riya Hazretleri bu adamın huzuruna girmesine izin vermişti. Yapıla¬cak bir şey yoktu; sadece daha ihtiyatlı davranmalan gerekiyordu.
Umeyr’e doğru yöneldi. Bu arada kılıcının askısından tutup kavramış ve etrafındaki Ensar’a da:
-Bu pis adamın huzura girmesine müsaade edin; ancak gözü¬nüzü de üzerinden ayırmayın. Çünkü bu, emin bir adam değildir, demeyi ihmal etmemişti.
Nihayet mescide girmişlerdi. Onların bu halini görünce Efendiler Efendisi:
– Onu bırak ya Ömer, diye seslendi. Bu arada Umeyr’e de:
– Yaklaş, ey Umeyr, diyordu.
Bu arada Umeyr de, Efendimiz’e yaklaşmış ve:
– Hayırlı sabahlar, demişti. İçinde gizlediği niyetini aşikâr kıl¬mamak için kendini zorluyordu.
Şefkat ve merhamet insanı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), önce:
– Allah (celle celaluhü) bizi, senin selamından daha hayırlı bir se¬lamla serfiraz kıldı ey Umeyrl Şüphesiz ‘selam’, cennet ehlinin tahıy¬yesidir, buyurdu. Ardından da sordu:
– Seni buraya getiren şey de nedir ey Umeyr?
– Elinizin altındaki esir için geldim. Onun için ihsanınızı esirgemeyin, diye cevapladı Umeyr, Soruların ardı arkası kesilmiyordu ve Resül-ii Kibriya Hazretleri, izhar ettiği niyetiyle gizlediğinin arasın¬daki çelişkiyi ortaya koyan silahı sordu:
– Peki öyleyse boynunda asılı duran kılıcın hali nedir?
Bu soru üzerine Umeyr
– Allah kahretsin bu kılıcı da! Bundan başka elimizde ne kaldı ki, diyebildi. Bunu söylerken, ikna edici bir şey söyleyemediğinin farkındaydı. Her gelen soru, foyasını meydana çıkarmaya matuf¬tu. Sanki Efendimiz’in olup bitenlerin hepsinden haberi var gibiydi. Geldiğinden beri Eendimiz’den kaçırmaya çalıştığı gözlerini kaldırıp da yüzüne bakmak istedi Umeyr. O (sallallahu aleyhi ve sellem) da ken-disine bakıyordu. Bir aralık göz göze geldiler ve “Bütün bunları bir kenara koy ve Ben sana söylemeden önce sen Bana esas niyetini söyle.” dereesine yine sordu:
– Bana doğruyu söyle! Sen buraya hangi niyetle geldin?
– Bundan başka bir niyetim yok; bunun için geldim, diyebildi.
Kendi kendini ele veremezdi ya! Ancak köşeye sıkıştığını hissediyor¬du. Bu sırada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), olanca heybetiyle konuşmaya başlamıştı:
– Hayır! Sen ve Safvan İbn Ümeyye, Hıcr’da oturdunuz ve Bedir kuyularında ölen Kureyş hakkında konuştunuz. Sonra sen: “Şayet benim borçlarını ve çoluk çocuğum olmasaydı gider ve Muhamme¬d’i öldürürdüm.” dedin ve bunun üzerine de Safvan. Beni öldürmen karşılığında, borçlarınla ailenin geçimini üstüne aldı. Ancak unutma ki Allah (celle celaluhü), seninle bunun arasına engel koyacak ve sana bunu yaptırmayacak!
Dizlerinin bağı çözülüvermişti Umeyre’nin. Renkten renge gi¬riyordu. Nasıl olur da bir adam, beş yüz kilometrelik bir mesafede ve başka kimsenin olmadığı bir yerde konuşulanları aynen duyup aktarabilir ve içinde gizlediği her şeyden haberdar olabilirdi! Bunu söylese söylese Safvan söyleyebilirdi; çünkü ondan başka bu konuş¬maya şahit olan kimse yoktu. O ise, bu konuda kendisinden daha hırslıydı. Zaten yapacağı bu iş karşılığında borçlarını üstlenip ailesi¬nin hayat boyu geçimini tekeffül etmesi de bunu gösteriyordu. Yok … Yok … Bunu bir beşerin yapma imkan ve ihtimali yoktu! Öyleyse tek bir seçenek kalıyordu. Yelkenlerini indiren Umeyr, malıcup bir eda ile Allah Resülü’ne döndü ve şunları söylemeye başladı:
– Ben şehadet ederim ki Sen, Resülullah’sın! Biz Sana, sema¬dan getirdiğin haberler ve Sana gelen vahiyler konusunda hep yalan söyledik ya Resülullahl Bu, sadece benimle Safvan’ın bildiği bir işti;
Vallahi de bunu Sana, Allah’tan başkasının bildirmesine imkan yok¬tur! Beni İslam’a hidayet eden ve bu yolla da olsa beni kendisine sevk eden O Allah’a hamd olsun! Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhe¬dü enne Muhammeden abdühü ve Resülüh,
Başta Hz. Ömer olmak üzere etrafta toplanıp da olup bitenleri seyreden ashab şaşkınlık içindeydi. Gelirken her halinden şer akan bir adam nasılolmuştu da, güneş görmüş buz gibi eriyip bal mumu haline gelivermişti! Resülullah farkıydı bu ve Resülullah bu haliyle de ders veriyordu. Demek ki, insanları öldürüp bir kenara atmak çok kolaydı; önemli olan, Umeyr gibi en katı olanlarını İslam’ın engin atmosferinde eritip topluma yeni bir fert olarak kazandırabilmekti. Öyle bir hayat ortaya konulmalıydı ki, bedenini ortadan kaldırmak için bütün hazırlıklarını tamamlayıp da huzura gelenler, bu huzur¬dan nasipsiz geri dönmemeli ve dönerken de, gelişlerinden çok fark¬lı olabilmeliydi!
Bu sırada Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabına dön¬müş, Umeyr için şunları söylüyordu:
– Kardeşinize dinini öğrenme konusunda yardım edin! Ona Kur’an öğretin ve esirini de serbest bırakın!
Bütün bunlar Medine’de olup biterken Safvan. Mekke’de dur¬muş insanlara şunları söylüyordu:
– Çok yakında size, Bedir gününden bu yana yaşadığınız acılı günleri unutturacak kadar önemli ve büyük bir müjde gelecek!
Bir taraftan da, Medine’den gelen herkese Umeyr’i soruyor ve bu müjdeli haberi Mekke’de paylaşabilmek için can atıyordu. Der¬ken, birisi gelmiş ve Umeyr’in Medine’de Müslüman olduğu haberi¬ni vermişti Safvan’a. Hayatının şokunu yaşıyordu; nasılolur da bir adam, öldürmek için bu kadar riske girdiği birisinin dizinin dibin¬de teslim olur ve bütün ideallerinden vazgeçebilirdi! Şayet bu haber doğruysa, insanlar arasına hangi yüzle çıkıp, “Size vereceğim müjde şu idi.” diyebilirdi!
Yemin billah edip etrafındakilerle Umeyr’e olan kızgınlığını paylaşıyordu. Onunla bir daha asla konuşmayacak ve bundan sonra ona, malından zırnık bile koklatmayacaktı.89
89 Daha sonra Mekke’ye gelen Umeyr İbn Vehb, Müslüman olduğunu açıklayacak
Benü Kaynuka Kuşatması
Benü Kaynuka, Medine’de yerleşik üç ana Yahudi kabilesin¬den birisini oluşturuyordu ve hicret sonrasında yapılan anlaşmada bu kabilenin de imzası vardı. Abdullah İbn Selam’ın kabilesiydi bu. Müslüman olduktan sonra Abdullah İbn Selam’ı da çok sıkıştımuş ve bu tercihini bir türlü hazmedememişlerdi. Son gelişmeler, onla¬rın bu anlaşmaya sadık kalmadıklarını gösteriyordu. Zira Bedir’ de kazanılan zafer, ciddi manada onları rahatsız etmişti; çünkü Müslü¬manlar, bir daha önü alınamayacak bir güce ulaşıyorlardı.
Aralarında kendilerini tahrik edip de Müslümanlar aleyhine kışkırtan elebaşları vardı. Şôs İbn Kays adındaki ihtiyar bir adam, yanına çağırdığı bir delikanlıya tembih etmiş ve Buas savaşlarında aralarında yaşanan sıkıntıları anlatıp insanlara bu konuyla ilgili şi¬ideri hatırlatmasını söylemişti. Düne ait ne varsa unutmaya başla¬dıkları bir dönemde yeniden bunların hatırlatılması, o günün toplu¬mu adına en duyarlı oldukları yumuşak karın manasına geliyordu. Zaten hedef de, Evs ve Hazreci birbirine düşürmekti.
İhtiyardan dersini alan delikanlı, kalabalıkların arasında dola¬şıp kendisine denileni yapmaya başlamıştı bile. Çok geçmeden, ye¬niden eski ihtilaflar ortaya çıkmıştı. Evs ile Hazreç birbirlerine yü-rümek üzereydi. Hatta sözlü sataşmalar tarafları tatınin etmeyince filan yerde buluşup kozlarını paylaşmak üzere anlaşmışlardı bile!
Durumdan haberdar olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), yanına aldığı ashabıyla birlikte hemen olay mahalline geldi. Onlara şöyle seslendi:
– Ey Müslüman topluluğu! Sizi Allah’a davet ediyorum! Sizi Al¬lah’a davet ediyorum! Ben sizlerin arasında olduğum halde ve Allah da sizi İslam’la şerefyab etmiş, onunla size keremini nasip etmişken yeniden cahiliye anlayışlarına geri dönmek ki istiyorsunuz? İslam’la Allah (celle celaluhü), cahiliye işlerini kesip ortadan kaldırmış, sizi de küfrün karanlıklarından kurtarmış ve kalpleriniz arasını da telif et¬mişken bu nasılolabilir!
ve nasıl Müslüman olduğunu insanlarla paylaşacaktı. Bunun üzerine gelip de Müslüman olan bir hayli insan olacaktı. Bkz. İbn Hişam, Sire, 3/213-215; Taberi, Tarih, 2/45-46
Efendimiz’in kendilerine hitabı, Evs ve Hazreçlileri intibaha sevk etmiş, nasıl böyle bir şey yapabildiklerini düşünmeye başlamış¬lardı. Evet ya, durup dururken bu noktaya gelmek bir Müslüman’a hiç yakışır mıydı? Yakışmazdı ama diğer tarafta kendilerini tahrik edip de kavgaya zorlayan gerçek sebebi de bulmalan gerekiyordu ve bunu bulmak da uzun sürmedi. Gerçi bu, Benü Kaynuka’nın ilk ka¬bahati değildi; Bedir öncesinde de ortalığı çok kanştırmak istemiş¬lerdi ama Müslümanlar, bunların da bir gün gelip gerçeği anlaya¬caklarını umut ederek hep af yolunu tercih etmişlerdi.
Başlarını eğmiş ağlıyorlardı ve hemen birbirlerine dönüp ku¬caklaşmaya başladılar. Bundan böyle, arada dolaşıp da kitleleri tah¬rik edenlerin süslü sözlerine kanmayacaklarına dair söz verdiler.
Kaymikaoğullarıyla ilgili bilgiler bunlarla da sınırlı değildi; bil¬hassa kışkırtıcılıkta önceliği kimseye kaptırmayan bir başka Yahudi olan Ka’b İbn Eşrefle irtibata geçmişler ve ondan da destek alarak sınırlan çoktan zorlamaya başlamışlardı bile.
Elindeki malı Kaynuka çarşısına götürüp de satmak ve sonra¬sında buradan ihtiyaçlarını karşılamak için gelen bir kadına yaptık¬lan ise, bardağı taşıran son damla olmuştu. Elindekini orada satan kadın, bir sarrafa girmiş ve kendisine bir altın almak istemişti. Onu bu halde ve yalnız bulan Benü Kaynuka tüccarları, kadına sataşmış¬lar ve örtülü olan yüzünü açıp kadından kam alarak eğlenmek iste¬mişlerdi.
Bu arada sarraf olan diikkan sahibi, taleplerine şiddetle karşı çıkan kadının arkasından dolaşmış ve ona hissettirmeden eteğini bir iğneyle beline iliştirivermişti. Gördüğü muamele karşısında öfkele-nerek oradan ayrılmak isteyen kadın ayağa kalkınca, beline iliştirilen eteği de yukarı kalkmış ve tabii olarak görülmemesi gereken yerleri de açığa çıkıvermişti. Bu durum, Benü Kaynukalılan oldukça sevin¬dirmiş ve ne olduğunu anlamaya çalışan kadına bakıp kahkahalarla gülmeye başlamışlardı. Eteğinin beline iliştirildiğini, bundan dolayı da Yahudilerin kendisine güldüğünü anlayan kadın, olduğu yerde feryadı basmıştı. Namusuna uzanmak istenen bu muamele karşısın¬da ‘imdat’ diye bağırıyordu.
Onların bu hali, dışandaki bir Müslünıan’ın da dikkatini çek¬mişti; dikkatli nazarlarla içeri bakınca durumu anlamış ve bunu yapan Yahudinin üzerine atlayarak haddini bildirmek istemişti. Ara¬larında ciddi ciddi kavga başlamıştı ve çok geçmeden Müslüman, söz konusu Yahudi’yi yere serivermişti. Bu sefer de orada bulunu¬nan diğer Yahudiler Müslüman’ın üzerine saldırmış ve onu oracaktı şehit etmişlerdi.
Orada şehit edilen Müslüman’ın yakınları çok kızgındı ve çok geçmeden Efendimiz’e gelerek yardım talep ettiler. Burunlarından soluyorlar ve yakınlarına bunu reva görenlere bir an önce hadlerini bildirmek istiyorlardı.
Gerçekten yapılan iş çirkindi ve mutlaka hak ettiği cezayı bul¬mahydı. Halbuki hicret sonrasındaki anlaşmaya bunlar da imza atmış ve bırakın Müslüman’a saldırmayı, saldırıya maruz kaldıkla¬rında Medine’de müşterek bir savunma yapacaklarına dair söz ver¬mişlerdi.
Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), “Anlaşma¬yı ihlal ettiniz.” deyip hemen üzerlerine yürümedi ve önce Benı1 Kaynuka Yahudilerini toplayarak onlarla konuşmayı denedi. Onla¬rı, daha mutedil davranmaya, yapageldikleri kötülüklerden vazgeç¬meye, insani değerlerden taviz vermeden Müslümanca yaşamaya ve Kureyş’in başına gelenler kendi başlarına gelmeden önce akıllarını başlarına almaya davet ediyordu. Ancak onlar, şefkat ve merhamet¬ten anlayacak durumda değillerdi; bu Nebevi davete alayla cevap vermeyi deneyecek ve şunları söyleyeceklerdi:
– Ya Muhammed! Henüz toy ve savaş nedir bilmeyen delikan¬hlarla savaşıp da onları yenmiş olman sakın Seni aldatmasın! Şayet bizimle savaşacak olursan esas savaşın ne demek olduğunu o zaman görürsün! Çünkü Sen, henüz bizim gibi birileriyle hiç karşılaşma¬dınl??
Bu, bir meydan okumaydı ve bunca yaptıklarının yanında bir de böyle tavır takınıp Efendiler Efendisi’ne küstahça cevap vermeye kalkışmaları, açıkça savaş ilanı demekti. Anlaşılan, bunların sözden anlayacak halleri yoktu; öyleyse çizgiyi aşan ve aralarındaki anlaşma maddelerine sadık kalmadıkları yetmiyormuş gibi bir de dün kabul¬lendikleri otoriteyi bugün hiçe sayan tavırlar içine giren bu insanlar¬la anladıkları dilden konuşmak gerekiyordu.
90 İbn Hişam, Sire, 3/313, 314
Bu arada Cibril-i Emin de gelmişti. Önce Bedir’i hatırlatarak ka¬firlere şu mesajı ulaştırmasını söylüyordu:
– Siz mağlup olacak, haşredilip toplanacak ve cehenneme sü¬rükleneceksiniz! Orası, ne fena bir yataktır! Birbiriyle karşılaşan iki toplulukta size büyük bir ibret vardı: bunlardan biri Allah yolunda vuruşuyordu. Diğeri ise kafir idi. O kafirler Müslümanları, bizzat gözleriyle kendilerinin iki misli görüyorlardı. Allah, dilediği kimse¬leri nusretiyle destekler. Elbette bunda, görecek gözleri olanlar için alınacak ibret vardır.?’
Arkadan gelen mesaj, daha netti:
– Seninle sözleşme yapan bir millette sözleşmeye aykırı bir ha¬inlik tespit edersen, savaş açmadan önce antlaşmanın artık geçer¬siz olduğunu ilan et ki, bunu bilme hususunda iki taraf eşit olsun! Çünkü Allah, hainleri asla sevmez. 92
İşte bu, Rahmani olan bir uygulamaydı. Halbuki anlaşmayı ihlal edenler zaten onlardı. Buna rağmen Allah (celle celaluhü), yaptıkları bu küstahlık neticesinde aralarında bulunan anlaşmanın artık geçersiz olduğunu bildirmesini istiyor ve savaşa girmeden önce karşı tarafın da bilgisinin olmasını talep ediyordu. Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sel¬lem) de, öyle yapacaktı.
Hicretin üzerinden yirmi ay kadar bir zaman geçmişti. Şevval ayının ortalarıydı ve Medine’ de yine Ebu Lübabe’yi vekil bırakan Allah Resülü, bir cumartesi günü beyaz sancağı Hz. Hamza’ya vere¬rek Berıü Kaynuka üzerine yürüdü.
Sağlam bir kaleleri vardı ve Müslümanların kendi üzerlerine geldiğini görünce hemen bunun içine girip kapılarını da sıkıca ka¬patmışlardı. Kuşatma tam on beş gün sürecekti. Bu süre içinde Allah (celle celaluhü), kalplerine büyük bir korku düşürmüş ve Benü Kaynu¬kalılar Efendimiz’in vereceği hükmü kabul ettiklerini bildirerek on beş günün sonunda da teslim olmuşlardı.
Artık, Benü Kaynuka Yahudilerinin eli silah tutan erkekleri esir alınmış ve elleri de bağlanmıştı. Şimdi ise, haklarında verilecek hükmü bekliyorlardı. Haklarında verilecek her türlü hükme razı idiler. Artık tükendiklerini düşünüyorlardı. Hayatlarını ortaya koyarak büyük bir kumar oynamış ve kaybetmişlerdi.
Bu sırada, Benü Kaynukaoğullarının müttefiki olan ve Bedir sonrasında Müslüman olduğunu açıklayan Abdullah İbn Übeyy çı¬kageldi. Aralarındaki ittifakı nazara vererek Efendimiz’den, Benü Kaynuka Yahudilerine iyi davranmasını ve onları affetmesini istiyor¬du. Hatta bunun için o kadar ısrar ediyordu ki, Efendimiz’in cevap vermeyişi karşısında küplere biniyor ve istediğini koparabilmek için olmadık yollara başvuruyordu.
Nihayet elini, Efendimiz’in zırhının cebine sokmuş ve kendine doğru çekmişti. Bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ellerini çekmesini söyleyecek-ti. Ancak o, bundan anlayacak gibi gö¬zükmüyordu. İkinci kez seslendi:
– Yazıklar olsun sana! Bırak Beni!
– Vallahi de bırakmam, diyordu. Benim müttefiklerime iyi dav-
ranma sözü almadığım sürece bırakmam! Çünkü onlar, üç yüzü zırh¬lı olmak üzere yedi yüz kişiyle birlikte beni Arap ve Acemlere karşı koruyup onların bir günde işlerini bitirdiler. Artık ben, arkası kesil … meyecek savaşların sökün etmesinden korkuyorum!
Onun bu halini görüp de gerçek niyetinin ne olduğunu bilen bir başka müttefik Ubôde İbn sabit, Efendimiz’ e gelecek ve Benü Kay¬nuka ile bütün anlaşmalarına son verdiğini açıklayarak:
– Ya Resülullah, diyecekti. Ben artık, sadece Allah ve Resulu ile mii’minleri dost kabul ediyor ve onun dışındaki her türlü anlaşmayı -bu kafirler ve anlaşmaları dahil … bir kenara koyuyorum!
Zaten Cibril-i Emın’in getirdiği haber de aynı şeyleri tavsiye edecekti. Gelen ayetlerde, mü’minlerin dostunun, ancak mü’minler olabileceğini anlatıyor, başkalarıyla olan münasebetlerde daha du¬yarlı davranılması gerektiğinin üzerinde duruluyor ve iman adına tavrını belirleyenlerin de bu hareketlerinin karşılığını mutlaka ala¬cakları ifade ediliyordu.93
91 Al-i İmran, 3/12,13 92 Enfal,8/S8
93 Bkz. Maide, 5/51, 52, 53 Bunun üzerine Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), Benü Kay¬nukô Yahudilerine üç gün süre verdi ve bu üç günün sonunda Medi¬ne’yi terk etmelerini istedi. Bu kadar isyan ve karşı koyuşa rağmen ne birisinin burnu kanamış ne de esir alınmışlardı. Halbuki onlar, bu çıkışlarıyla benzeri sonuçları çoktan hak etmiş ve zaten hakların¬da böyle bir kararın verileceğini bekliyorlardı.
Dünyalar onların olmuştu; ölüm beklerken hayatlarının yeni¬den kendilerine bahşedilmiş olmasını büyük bir lütuf olarak değer¬lendirip hükme itiraz bile etmeden hemen yol hazırlıklarına başladı¬lar. Onların Medine’den ayrılışlarını ashab adına Ubôde İbn Sômit deruhte ediyordu.
Arkalarında bol miktarda silah bırakmışlardı ve bunlar da ashab arasında ganimet malı olarak dağıtıldı. Benü kaynukahların geride kalan mallarıyla ilgili olarak da Muhammed İbn Mesleme görevlerı-dirilmiştİ.
Yeni Bir Bayram Daha: Kurban
Benü Kaynuka kuşatmasından dönüş kurban bayramına denk gelmiş ve imkanı olanların kurban kesmeleri bildirilmişti. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), bayram namazının kılın¬dığı Beni Selime yurdunda o gün, bizzat kendisi kurban olarak iki koyun kesmişti; hali vakti yerinde olanlar da O’nunla birlikte kur¬banlarını kesmişlerdi.
Müslümanların ilk kez yaşadıkları bayramdı. Gerçi, daha önce¬leri de Medine’de bazı günler bayram olarak kutlanırdı. Medineliler, uzun zamandır devam eden bu geleneğe göre o günlerde bir araya gelir ve değişik oyunlar oynayarak eğlenmeye çalışırlardı. Şimdi ise Allah (celle celaluhü), cahiliye döneminde onların yaşadıkları bu iki güne bedel, Ramazan ve Kurban olmak üzere iki bayram lütfetmişti. Aynı zamanda bu, mü’minler için yılda iki kez yaşayacakları umumi sevinç günü anlamına geliyordu.
94 Hafsa Validemiz, risaletten beş yıl önce Kureyş’in Kabe’yi tamir ettiği sene dün¬yaya gelmişti. Daha önce Huneys İbn Huzafe ile evlenmiş ve birlikte Medine’ye
Üçüncü Yılda Yaşanan Diğer Gelişmeler
Allah Resülü Medine’ye hicret edeli otuz ay olmuştu. Hz. Ömer, kocası ölen kızı Hafsa’yı (radıyallahu anha)94 önce Bedir günlerinde ha¬nımı Rukiyye Validemizi kaybeden Hz. Osman’la nikahlamak iste-
miş ve gidip ona konuyu bizzat kendisi açmıştı. Ancak Hz. Osman, böyle bir evlilik için henüz hazır değildi ve dava arkadaşı Hz. Ömer’e beklediği cevabı verememişti. Gerçi Hz. Ömer, aldığı bu cevap karşı¬sında bir nebze üzülmüştü ama yine de meseleyi anlamaya çalışıyor¬du. Ondan ümidini kesince bir başka yakın arkadaşına konuyu aça¬caktı; ancak Hz. Ebu Bekir de evlilik düşünmüyordu. Bunun üzerine o (radıyallahu anh), durumu gelip bir de Resül-ü Kibriya Hazretlerine anlatmayı denedi. Beklediği cevap, hem de fazlasıyla Efendimiz’den gelecekti:
– Ben sana, Osman’dan daha hayırlı bir damat ve Osman’a da senden daha hayırlı bir kayınpeder söyleyeyim mi, diye sordu. Bunu kim istemezdi ki! Hz. Ömer hemen:
– Söyleyin ya Resülullah, dedi. Bunun üzerine Allah Resülii (sal¬lallahu aleyhi ve sellem), şunları söyledi:
– Sen, kızın Hafsa’yı Bana nikahlarsın; Ben de, kızım Ümmü Gülsüm’ü Osman’a!
Hz. Ömer’in sevinçten neredeyse ayakları yerden kesilecekti.
Resülullah ile akraba olmak onun için en büyük bahtiyarlıktı.
Ve derken Medine’de iki evlilik birden gerçekleşiyordu. Mekke’¬nin ilk günlerinden beri yanında olan haya insanı Hz. Osman’a, bun¬dan sonra iki nur sahibi manasında ‘Zii’n-Nureım’ denilecekti.
Çok geçmeden, Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın evliliklerinden bir ço¬cukları dünyaya gelecek ve adını Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ‘Hasan’ koyacaktı.
Hicretin üzerinden otuz bir ay geçmiş ve yine, gufranla tüllenen Ramazan ayının bereketi üzerlerine rahmet olup yağmaya başlamış¬tı. Ümmetine merhamet ve şefkat kanatlarını gererek ihtiyaçlarını gidermek isteyen Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), Bedir günü ilk mübarezede yaralandıktan sonra dönüşte şehit olan Ubey¬de İbn Haris’in hanımı Zeyneb Binti Huzeyme’nin içinde bulundu¬ğu şartların zorluğunu görmüş ve yoksulların elinden tutan bu dul ve yalnız kadının elinden tutmak istemişti. Bunun en kestirme yolu, onu nikahı altına almaktı ve O da öyle yaptı.
hicret ettiği kocası Bedir sonrasında vefat edince de dul kalmıştı. Bkz. İbn Seyyi¬dinnas, Uyürıu’l-Eser, 2/384; Zehebi, Tarihu’l-İslam, ı/soo
Hz. Zeyneb (radıyaUahu anha), cahiliye döneminden bu yana muh¬taçların annesi olarak bilinen saliha bir kadındı. Tam, “Bu yaşlı hô¬limle kimsesiz kaldım.” diye endişelerle boğuşup dururken Allah Resülü’ne zevce olma bahtiyarlığıyla serfiraz kılınan Hz. Zeyneb (ra¬dıyallahu anha), artık dünyanın en balıtiyar kadınıydı. Ancak yaşlı vali¬demiz Hz. Zeyneb Binti Huzeyme, aradan sekiz ay kadar bir zaman geçince vefat edecek ve mü’minlerin annesi manasında ‘Ümmü’l¬Mü’minin’ olarak ebedi aleme göç edecek, bizzat Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından Cennetü’l-Baki’deki mekanırıa tevdi edile¬cekti.95
Artık Cemaziyelevvel ayına gelinmişti. Yaz ayları da yaklaşmış ve Kureyş, Şam taraflarına göndereceği kervanı düşünmeye başla¬mıştı. Bir taraftan Bedir’in acısıyla kıvranırken diğer yandan da:
– Şayet burada böyle bekleyip durursak elimizdeki bütün im¬kanlar tükenip bitecek ve açlıktan kırılacağız, diyorlardı.
Nihayet uzun da olsa yeni bir yol bularak Şam’a gitmek üzere Safotm İbn Ümeyye başkanlığında bir kervan tertip etmişler ve Furfıt İbn Hayyfın adında bir delil tutarak yola koyulmuşlardı.
Efendimiz bu durumdan da haberdar oldu ve hemen Zeyd İbn Hôrise’yı görevlendirerek yüz kişilik bir kuvvetle yola çıktı. Onların gelişini duyan Safvan da, Ebu Süfyan gibi hızla kaçmaya başladı.
Zeyd İbn Harise, hedeflenen yere geldiğinde kervanın çoktan kaçıp uzaklaştığını görecek ve Furat İbn Hayyan’ı esir alarak geri dörıecekti.?”
Bu da bir işti; zira bundan böyle Mekke, kendi başına ve istediği gibi Hicaz’ da dolaşamayacağını anlamış oluyor ve kendisine çekidü¬zen vermek zorunda kalıyordu.
95 İbn Sa’d, Tabakat. 8/115. Zeyneb Validemizin, Efendimiz’le izdivacından üç ay sonra vefat ettiğine dair de bir rivayet vardır. Bkz. İbn Esir, Üsüdü’l-Ğabe, 1/19, 3/359; İbn Seyyidinnas, Uyünu’l-Eser, 2/385
96 Furat İbn Hayyan da gelecek ve Efendimiz’in huzurunda Müslüman olacak¬tır. Bkz. İbn Sa’d, Tabakat, 2/36; Taberi, Tarih, 2/55; İbn Esir, Üsiidii’l-Ğabe, 2/393
BEKLENEN GELİŞME
Hz.Abbas’ın Mektubu
Hicretin üzerinden üç yıl geçmişti ve Şevval ayının bir Perşembe günüydü. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellern), Kuba’da bulunduğu bir sırada Hz. Abbas’ın gönderdiği mektup eline ulaşrnış”? ve mektu¬bu kendisine okuyan Übeyy İbn Ka’b’ı dinledikten sonra bunu gizli tutmalarını söyleyerek Sa’d İbn Rebi’in yanına gitmişti.
Meğer etraftaki kabilelerden de destek alan Kureyş, Bedir’de al¬dığı ağır yarayı sarıp Müslümanlardan intikam alabilmek için ha¬zırlığını yaptığı orduyla Mekke’den hareket etmiş, son bir hamleyle kesin çözüm alabilmek için Medine’ye doğru ilerliyordu. Hatta bu ordu için Kureyş, Bedir öncesinde Şam’a gidip de gelen Ebu Süfyan kervanındaki mallarını himmet edip hazırlanacak ordu için vermiş ve Medine’den intikam alabilmek için bu orduya daha başka katkı¬larda da bulunmuştu. Konuyu haber veren Cibril’in getirdiği ayette şu bilgi verilecekti:
– Şüphesiz ki o kafirler, Allah yolundan insanları geri çevirmek için mallarını infak ediyorlar. Gerçi onu infak edecekler ama bu, yine de onların aleyhine cereyan edip yürek yakan bir hicrana dönüşecek ve mağlup olacaklar.v”
97 Mektubun aciliyetinden dolayı Hz. Abbas’ın Ğıfaroğullanndan seçtiği elçi, Mekke-Medine arasındaki yolu üç günde alacaktır. Bkz. Vakıdi, Meğazi, 1/204 98 Enfal, 8/36; ibn Sa’d, Tabakat. 2/38; Vahidi, Esbabu Nüzüli’l-Kur’arı, 1/84 vd.
Bu haber üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), önce fark¬h yönlere ashabından bazılarını göndererek üzerlerine gelen Mekke ordusuna ait haberlerin hiç atlamadan kendisine ulaştırılmasını is¬temişti.
Durumun nezaketine binaen Sa’d İbn Muôz, Üseyd İbn Hudayr ve Sa’d İbn Ubôde gibi sahabiler, Efendimiz’in etrafında silahlarını almış, namaz kılarken bile silahlarını yanlarından ayırmadan nöbet tutuyorlardı.
Mekke Ordusu
Mekke ordusunun üç bin kişilik bir kuvvetten oluştuğu ve bu kuvvetin içinde etraftaki kabilelerin de katkılarının bulunduğu ha¬berleri gelmişti. Hatta Hz. Hanzala’nın babası Amir gibi Medine’den bile gidip bu orduya katılan birçok insan vardı.s? Üç bin deve ve iki yüz at üzerinde geliyorlardı. Orduya Ebu Süfyan kumanda ediyordu. Athların komutanı ise Halid İbn Velid idi; Ebu Cehil’in oğlu İkrime de ona yardımcı oluyordu.
Savaşta kendilerini coşturup cesaretlendirmek için yanlarına kadınlarını da almışlardı. Bilhassa ileri gelenlerin kendi hanımları da beraberlerinde geliyorlardı. Maksatları da, iffet ve namuslarına halel gelmemesi için savaşta geri dönüp askerin kaçmasını önlemek¬ti. Zira her ne kadar kendilerinden emin olsalar da işin olumsuz ta¬raflarını da akıllarından çıkaramıyorlardı. Kısaca Mekke ordusu, savaş için gerekli olan bütün imkanları bir araya getirmiş, öylece Medine’ye yürüyordu.
99 Hz. Hanzala’nın babası Ebu Amir de Medine anlaşmasına imza koyanlardan birisiydi. Ancak zamanla o, içinde büyüyen düşmanlık duygulanm bastıramaya¬cak ve açıktan Allah Resülü’ne düşmanlığını ilan edecekti. Halbuki bu sıralarda kendisiyle aynı duygulan paylaşan Abdullah İbn Übeyy İbn Selül, göriinüşte Müslüman olduğu izlenimi vererek kendini gizlerneyi tercih etmişti. Uhud için Mekkelilerin hazırlık yaptıklarını duyunca da, yamna aldığı elli kadar adamıyla Mekke ordusuna katılacak ve savaşmak için Uhud’a gelecekti. Bkz. Vakıdi, Meğa¬zi, ı/205 vd.; Belazuri, Erısabu’l-Eşraf, 1/ı36
Ebva’ya geldiklerinde, babası dahil en yakınlarını Bedir’de kay¬beden Ebu Süfyan’ın hanımı Hind Binti Utbe, Efendimiz’in annesi¬nin kabrini açıp parçalamak istemiş ancak bunun bir adet olacağı ve bundan sonra kendi mezarlarına da böyle şeyler yapılacağı korku¬suyla Kureyş buna izin vermemişti.
Bilhassa Hind gibi Bedir’de canı yananlar, askerleri coşturmak için şiirler okuyor ve Medine’ye doğru yaklaşırken orduyu zinde tut¬mak istiyorlardı.
Ashabla İstişare
Mekke ordusu Uhud yakınlarına kadar gelmişti. Uhud demek Medine demekti; büyük bir debdebe ve ihtişamla buraya gelen Mekke ordusu Medine’yi yerle bir etme hırsıyla Uhud’ da bekliyor¬du.
Ashabdan ileri gelenler bir araya gelmişti. Allah Resnlü (sallal¬lahu aleyhi ve sellem) onlarla istişare ediyordu. Zira bu, Bedir’den daha farklı bir gelişmeydi. Gerçi Bedir’e giderken de benzeri bir istişare gerçekleşmiş ve, herkesin kabullendiği müşterek bir karar çıkmıştı. Bugün de öyle olmalıydı. Çünkü Cibril’in getirdiği ayet, Efendimiz’in ashabıyla istişare yapması gerektiğini emrediyor ve meseleyi toplu¬ma mal etmenin en etkin yolunun bu olduğunu söylüyordu.
Önce Mekke ordusunun haberleri konuldu ortaya. Bir realiteydi ve üç binlik bir kuvvet geliyordu üzerlerine. Ancak bilhassa Bedir’e katılıp da orada zafer yaşayamayan veya Bedir’den sonra Müslüman olan heyecan dolu sahabe, onlarla yeniden çarpışıp haklanndan ge¬leceklerini söylüyorlardı.
O (sallallahu aleyhi ve sellern), ise, Medine dışına çıkmamak gerekti¬ğini ve şehri, içeride kalarak korumanın daha uygun olduğunu düşü¬rüyordu. Zira bir rüya görmüş ve gördüğü bu rüyayı da cuma sabahı ashabıyla şöyle paylaşmıştı:
– Vallahi Ben, bazı şeyler gördüm ki, inşallah hayırlı olur; bazı hayvanların boğazlandığını, kılıcımın kabzasında bir gedik ve elimi sağlam bir zırhın içine soktuğumu gördüm!
O’nun her halini hayatına rehber yapmak isteyenler bu rüyanın tevilini sorduklarında da Efendimiz, boğazlanan hayvanların asha¬bından bazılannın şehit olacakları: kılıcının kabzasındaki gediğin, kendi başına gelecek bir musibet ve en yakınlanndan birisinin şeha¬deti; sağlam zırhı da Medine’ye sığırırnak gerektiği şeklinde yorumlamıştı. Onun için reyini de, Medine’de kalıp müdafaa yapmaları gerektiği şeklinde izhar etmişti. Belki de, düşman şehre girdiğinde onları sokak aralarında düşmanı yakalar, kuvvetlerini sokaklar arasında bölerek daha kolay teslim alırız ve kadınlar da en azın¬dan çatılardan bize yardım ederler, diye düşünüyordu. Sahabe ise;
– Ya Resülullah! Bizler zaten böyle bir günü bekliyor ve Alla¬h’a dua ediyorduk. Şimdi O bize, böyle bir fırsat verdi ve kendimizi ortaya koyma imkanını ayağımıza getirdi. Düşmanla vuruşmak için dışarı çıkalım ya Resülullah! Dışarı çıkıp vuruşalım ki, bizim kendi¬lerinden korktuğumuzu sanıp da cesaretlenmesinler, diyordu.
Ensar ve Muhacirlerin ileri gelenleri bu heyecanlı çıkışa katıl¬madıklarını ve Resülullah ne derse onun yapılmasının daha iyi ola¬cağını söylüyorlardı. Ancak galip düşünce, gençlerle Bedir’de savaş¬ma fırsatını kaçıranların oluşturduğu hava üzerinde yoğunlaşıyordu. Bilhassa Abdullah İbn Übeyy, gidişattan oldukça rahatsızdı ve her haliıkarda savaşılmaması gerektiği konusunda ısrar ediyordu.
Bu bir istişareydi ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, Al¬lah’ın emri olan istişareyi ashabı arasında yerleştirmek istiyordu. İnsanlar arasında istişare gibi temel bir meselenin yerleşmesi bugün için her şeyden önemliydi ve bunun için herkes fikrini açıkça söyle¬yebiliyordu. O (sallallahu aleyhi ve sellem) bir peygamberdi ama ağırlıklı görüş, savaşı Medine dışında yapma şeklinde tecelli edince ashabın genelinin fikrine riayet ederek Mekke ordusunu şehrin dışında kar¬şılama kararı aldı.
Artık Medine’de hummalı bir süreç başlamış oluyordu. Zira cuma günü sabah namazı kılındığı andan itibaren Medine’deki tek konu, nefeslerini bile duymaya başladıkları Mekke ordusu karşısın¬da nasıl bir mukabelede bulunulacağı idi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de her fırsatı değerlendiriyor ve ashabı Medine’yi savunma konusunda teşvik ediyordu.
Tabii olarak cuma namazının da konusu bu karşılaşmaydı.
Efendimiz, hutbelerinde iman konusu üzerinde duruyor, sabır ve temkinle hareket ettikleri takdirde Allah’ın nusretinin yine kendile¬riyle birlikte olacağını anlatıp ashabını, vicdanlarına seslenerek va-tanlarını koruma konusunda teşvik ediyordu.
Bir taraftan da hazırlıklar devam ediyordu. Ashabda bayram havası vardı; Uhud’da düğüne gidercesine bir heyecan içine girmiş¬ler ve Allah davasına isyan bayrağı çekip de Uhud’a kadar gelen kin tüccarlarına hadlerini bildirmek için can atıyorlardı.
Kararlılık
İkindi namazını kıldırtan sonra Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), yanında Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer olduğu halde hücre-i sa¬adetlerine girdi. Belli ki, zırhını giyip kılıcını da alarak ashabı ara¬sına çıkacak ve Uhud’a gidecek ordunun önündeki yerini alacaktı. İnsanlar, hücre-i saadetleri ile minber-i şerifleri arasında toplanmış bekleşiyorlardı.
O’nun ifadelerindeki teenniyi, mübarek yüzlerindeki manzara¬yı, gördüğü rüyayı ve ashabın ısrarını değerlendiren Sa’d İbn Muôz ve Üseyd İbn Hudayr gibi sahabiler:
– O’nun üzerine semadan vahiy inip durduğu halde sizler, Resü¬lullah’ı savaşı dışarıya çıkarak yapma konusunda zorladınız! Gelin, bu ısrarınızdan vazgeçin ve işi O’na bırakın; O size ne emrederse onu yapın, diyorlardı.
Onlar dışarıda bunları konuşurken üzerine zırh üstüne zırh giy¬miş, sarığını sarmış ve bir eline kalkanını alıp kılıcını da kuşanmış olarak Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) kapıda beliriverdi. Sa’d İbn Muaz ve Üseyd İbn Hudayr’ın ikazları neticesinde meseleyi ye¬niden düşünmeye başlayan sahabede büyük bir pişmanlık hakim¬di. Başlarındaki peygamberin dediklerine muhalefet etmek, O’na bu kadar yakın olanlar açısından arkası gelmez başka sıkıntıları da be¬raberinde getirirdi. Zira ‘mukarrabin’ konumundaki şahısların ata¬cağı her bir yanlış adım, başka yanlışlara davetiye çıkarmak anlamı¬na gelmekteydi. Boyunlarını bükmüş şöyle diyorlardı:
– Ya Resülullah! Seni bizler zorladık; halbuki Sana muhalefet edip bunu yapmak bize yakışmazdı. Medine’de kalmak dahil Sen di¬lediğini yap ya Resülullahl
Ashabının pişmanlığını gören Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sel¬lem), bekledikleri gibi geri dönme yerine onlara şunu söyleyecekti:
– Daha önce bunu Ben isterken sizler ‘hayır’ diyordunuz. Zırhı¬nı giydikten sonra artık, düşmanıyla arasındaki hükmü Allah verin¬ceye kadar bir Nebi’ye onu çıkarmak yakışmaz! Artık Allah’ın sizin için takdir ettiği şeye bakın ve O’nun buyruklanna tabi olun. Haydi, Allah’ın adıyla düşün yola! Sabrettiğiniz sürece zafer sizin olacak¬tır!’?”
Anlaşılan, işin başında bulunanların böylesine kritik noktalar¬da kararlı olması, bu noktadan sonra elde edilmesi muhtemel fayda¬lardan daha önemliydi ve Efendimiz de ashabına bunu fiilen göster-mek istiyordu. Çünkü Allah (celle celaluhü) O’na:
– İstişare ile karar verip azmettiğinde, Allah’a güven ve O’na te¬vekkül et, buyurmuştu.’?’ Aynı zamanda istişare kararını yine istişa¬re meclisinde almak gerekiyordu. Şimdi ise, kararlılığın gösterilmesi gerektiği bir zeminde bulunuyorlardı.
Geri Çevirilen Gençler
Allah Resülü, Bedir’e çıkarken yaptığı gibi bu arada gozu¬ne küçük gözüken gençleri geri çevirmek istemişti. Abdullah İbn Ömer, Üsôme İbn Zeyd, Üseyd İbn Zuheyr, Zeyd İbn Sabit, Zeyd İbn Erkam, Arôbe İbn Evs, Amr İbn Hazm ve Ebii Saidi’l-Hudri gibi gençler o gün geri çevrilenlerdendi. Mekke müşrikleriyle vuruşmayı candan isteyen bu gençler büyük bir hüzün yudumluyorlardı.
Geri çevrilenler sadece bu gençler değildi; Medine’yi birlikte müdafaa etme sözü aldığı halde Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Medine’nin diğer sakinleri Yahudi ve Arap müşriklerinden kendile¬riyle birlikte savaşma talebinde bulunmayacak, hatta gönüllü olarak yola çıkanlan da geri çevirecekti. Zira bu, küfürle imanın bir müca¬delesiydi ve böylesine bir savaşta, dinamizmini imandan alan gönül insanlan muzaffer olabilirdi. Bunun için Şeyheyn denilen yere gel¬diklerinde, iyi giyimli ve nizami bir grubun kendilerine doğru geldi¬ğini görünce bunların kimler olduğunu soracak ve henüz Müslüman olmayan bir grup olduklarını öğrenince de:
– Ehl-i şirke karşı ehl-i şirkten yardım almak olmaz, buyurarak iman davasında sadece mii’rninlerle birlikte mücadele etmek gerek¬tiğini söyleyecekti.
ıoo Buhari, Salıih, 6/2682; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 3/351; Hakim, Müstedrek, 2/141 (2588)
ıoı Al-i İmran, 3/159
Bunun yanında Resülullah ile birlikte savaşa gidebilmek için büyük bir gayret ortaya koyanlar vardı. Yaşı küçük olduğu halde gö¬rünümü büyük gösterdiği için Rôfi’ İbn Hadie’in gelmesine izin ve¬rince Semüre İbn Cündeb ileri çıkacak ve Efendimiz’e:
– Ya Resülullah, diye seslenecekti. “Ben Rafi’den daha güçlü¬yüm; güreşirsem onu yenerim!”
Onun savaşa gitmek için gösterdiği bu gayreti gören Allah Resü¬lü (sallallahu aleyhi ve sellern), ashab önünde iki delikanlının güreşmesini istedi. Gerçekten sonuç, Semüre’nin dediği gibi tecelli etmişti. Belki de Rafi’ İbn Hadic, arkadaşını da yanında götürebilınek için bilerek yenilmişti. Derken Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), her ikisinin de savaşa gelebileceğini söyleyerek onlara izin verecekti.
Ashabını üç gruba ayırmıştı; Muhacirlerin sancağını Hz. Ali, Evs’in sancağını Üseyd İbn Hudayr ve Hazreç’in sancağını ise Hubôb İbn Münzir taşıyordu.
Medine’de vekil olarak yine Abdullah İbn Ümmi Mektiim bı¬rakılmıştı. Yaklaşık bin kişilerdi. Bunlardan sadece yüz tanesi zırh¬lı idi. Süvarilerin başında Zübeyr İbn Avvam, zırhsız olduğu halde Uhud’a koşanların başında ise Hz. Hamza vardı. Bedir’de olduğu gibi yine düşmanın üçte biri kadar bir güce sahiplerdi. Ancak onlar, ne bu güçten ne de ölümden korkuyorlardı! Şehadet onlar için ula¬şılmaz bir hedefti.
… Ve Uhud
Akşam vakti olduğunda Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), as¬habıyla birlikte Uhud’a gelmişti. Bilal’in ezanıyla birlikte akşam ve yatsı namazıarını cemaatle burada kılacaklardı.
Efendimiz, her savaşında farklı bir taktik ortaya koyuyordu.
Çünkü Mekke ordusu, Bedir’deki taktiği de kendince çözmeye çalış¬mış ve hazırlıklarını bu minval üzere yapmıştı. Onun için Uhud, stra¬teji açısından Bedir’den daha farklı olacaktı. Bununla Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), düşmanlarının sürekli önünde yürüdüğünü gösteriyor ve böylelikle gündemi belirleyen, sürekli O oluyordu. İn¬sanların gönüllerine hitap ediyor ve belli ki ashabının, her yönüyle işin içinde olmasını hedefliyordu.
Ashab arasından elli süvariyi seçerek bunlardan, başlarındaki komutan Muhammed İbn Mesleme ile birlikte etrafta dolaşarak ge¬cenin karanlığında karşılaşılabilecek tehlikelere karşı Efendimiz’in güvenliği sağlamalarını istedi.
– Bu gece Bizi kim koruyacak, sorusuna mukabil Zekoôsı İbn Abdikays öne çıkacak ve Efendimiz’in güvenliğiyle bizzat ilgilenip mübaşeret edecekti. Bu arada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern): – Bizim öncü ve rehberlerimiz nerede? Şu tepelerin arkasını do¬laşıp da onlara hissettirmeden bizi onlara kim götürecek, diye so¬runca Ebu Heyseme ileri atıldı:
– Ben ya Resfılullah!
Bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Ebu Heyse¬me’ nin rehberliğinde beraberindekilerle birlikteyola çıkıp arka taraf¬larda olanlardan haberdar olmak için teftişe çıkacaktı. Yolda gider¬ken, münafıklardan gözleri görmeyen bir adamın bağından geçmek zorunda kalmışlardı. Bahçesine Resülullah ile birlikte ashabın girdi¬ğini anlayan Mirba’ İbn Kayzi, anlaşılmaz bir tepki gösteriyor ve:
– Şayet Sen Resülullah isen ben, bahçeme girdiğin için Sana hakkımı helal etmiyorum. Hem bu, Sen değil de bir başkası olsaydı onu ben mutlaka tartaklardım, diyor, diğer taraftan da üstüne başı¬na toprak saçıyordu.
Adamın bu tavrı ashaba çok dokunmuş ve adamın üzerine yü¬rümüşlerdi. Hatta ashabdan birisi elindeki yayla adamın kafasına bir darbe indirmişti bile … Olacak şey değildi; bir tarafta Resfılulla¬h’a hakaret ediliyor; diğeryanda ise bu hakareti yapanların yakınları müdaafaya geçmiş adama yardım için hazır bekliyorlardı. Ortam bir anda elektriklenivermişti. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) hemen müdahale etti:
– Adama dokunmayın! Bu amanın hem kalbi hem de gözü kör!
Münafıkların Ayrılışı
Günlerden yine cumartesiydi. Uhud meydanında güneş doğ¬madan önce yine Bilal’in yanık sesi duyuldu; Allah Resülü’nün arka¬sında sabah namazını kılacaklardı. Ordu içinde bir hareketlilik göze çarpıyordu. Çok geçmeden bu hareketliliğin sebebi de anlaşılacak¬tı. Abdullah İbn Übeyy İbn Selul ile birlikte yaklaşık üç yüz kişi geri dönüyordu.102 Buna göre, karşı tarafın üç bin tekmil askerle geldiği Uhud’da ashabın her biri en az beş kişiyle mücadele edecek demek¬ti. Müslümanları içeriden vurmanın ayn bir adıydı bu ve mü’minler arasındaki kuvve-i maneviyeyi sarsmayı hedefliyordu. Aynlırken de:
– Beni hiç dinlemeden ve çoluk çocuğun aklına uyarak savaşa çıkıyor! Kendimizi niçin öldürdüğümüzü bilmeden nereye sevk edil¬diğimizi bilmiyoruz, diye sözde tepki gösteriyorlardı.
Belli ki Allah (celle celaluhü), âlemlere rahmet olarak gönderdiği ahir zaman Nebi’sinin yanında böylesine ikiyüzlü insanların olma¬sını murad etmiyor ve daha büyük sıkıntılara kapı aralamamak için daha işin başında onlarla yolunu ayırıyordu. Zira O’nun atıyyeleri¬ni ancak matıyyeleri taşıyabilir ve böylesine önemli bir dönemeçte ancak O’na samimi yönelen kullar bu yükün altına girebilirdi.
Abdullah İbn Haram, onların arkasından gidecek ve şöyle ses¬lenecekti:
– Ey kavmim! Allah için sizi uyarıyorum; tam düşmanla karşı¬laşmışken, Nebi’nizi yalnız bırakmak suretiyle kendinizi ve kavmini¬zi rezil ve rüsva etmeyin. Ey kavmim! Gelin; ya Allah yolunda sava¬şın ya da müdafaada bulunun!
Ancak onların, ne bu mesaja kulak verecek halleri ne de muh¬tevadaki derinlikten anlayacak idrakleri vardı. Arkalarını dönüp hak beyana kulak vermek bir tarafa, kendilerine seslenen Abdullah İbn Haram’a:
– Eğer bizler savaşmayı bilseydik, sizi onlara teslim etmezdik; zaten savaş olacağını da sanmıyoruz! Sen de bizi dinlersen mutlaka bizimle birlikte geri dönersin, diyor ve kendilerince akıl veriyorlardı. Onların bu akıl almaz tavırlarını ve ıslah olmaz niyetlerini gören Hz. Abdullah ise şöyle seslenecekti:
– Sizi gidi Allah düşmanları! Bundan öte daha ben ne yapabili¬rim ki? Hiç Allah, Nebi’sini size muhtaç bırakır mı?
102 Nifaka reislik yapan Abdullah İbn Übeyy’in oğlu Abdullah (Adı ‘Hübdb’ iken Müslüman olunca Efendimiz (s.a.s.) ‘Abdullah’ olarak değiştirmiştir) ise, başlan¬gıçtan beri Efendimiz’le birlikteydi. Bedir’de sebat ettiği gibi Uhud’un da hakkını verecek ve babasına rağmen Allah Resülü’nderı aynlmayacaktı. Bkz. İbn Esir, Üsüdü’l-Ğabe, 2/133; İbn Abdilberr, İstiab. 3/940 (1590); İbn Hacer, el-İsabe, 4/155 (4787)
Evet, Allah (celle celaluhü) Nebi’sini hiç kimseye muhtaç bırakma¬yacaktı. Cibril’in getirdiği haber de benzeri şeyler söylüyordu:
– Şüphesiz ki Allah (celle celaluhü) mü’minleri, iyiyi kötüden ayınncaya, pis olanla temizi tefrik edinceye kadar bulunduğunuz konum ve halde bırakacak değildirt'<‘
Geri giderken arkalanndan seslenen Hz. Abdullah’a söyledikle¬rini de haber verecek olan Kur’an. içlerinde gizlediklerini de açıkça anlatacak ve sonrakiler için bir ibret vesilesi olarak o günkü yan çiz-meyi tarihe mal edecekti:
– İki birliğin karşılaştığı gün başınıza gelenler, hem mü’minleri hem de nifak üzere bulunanları ayırt etmek için ancak Allah’ın di¬lemesiyle olmuştur. Onlara, “Gelin de Allah yolunda savaşın yahut müdafaada bulunun.” denildiği zaman, “Biz savaşmayı bilseydik el¬bette sizinle birlikte gelir ve savaşırdık.” derler. Onlar o gün, iman¬dan daha ziyade kiifre daha yakın idiler ve ağızlarıyla onlar, aslında kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Allah ise, onların içlerinde giz¬lediklerini de bilmektedir. 104
Onların böyle kritik bir noktada ayrılıp gitmeleri ashab arasında da farklı görüşlerin ortaya çıkmasını netice vermişti. Bir kısmı on¬ları, ‘öldürülmesi gereken insanlar’ olarak görürken diğer bir kısmı ise buna katılmıyordu. Bilhassa Benü Selime ve Benü Harise kabile¬leri neredeyse birbirine girecekri.l'”
Meseleye son noktayı yine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) koyuyordu:
– Uhud’a gelme meselesi, iyi ve güzelolduğu kadar aynı zaman¬da bir eleme meselesidir; altın ve gümüşteki tortunun ateşle bir ke¬nara atıldığı gibi o da kalıntı ve tortuyu arındınp temizler.
103 Al-i İmran, 3/179
104 Al-i İmran, 3/167
105 Konuyla ilgili ayetler için bkz. Al-i İmran, 3/122; Nisa, 4/88
Hatta Ensar’ dan bazıları, Abdullah İbn Übey İbn Selül’ün üç yiiz kişiyle birlikte Uhud’ dan ayrılmasının ardından huzura gelerek Efendimiz’e, Medine Yahudileri arasında müttefik olanlardan yar¬dım isteme arzusu izhar etmeleri üzerine Allah Resülii (sallallahu aley¬hi ve sellem):
– Bizim onlara ihtiyacımız yok, diyerek tepki gösterecek ve ge¬lirken gösterdiği tavrı burada da sürdürerek, Uhud gibi bir er mey¬danında sadece müminlerden oluşan bir ordunun daha uygun ola-cağını ifade edecekti.
Uhud’daki Hutbe
Bundan sonra da yüzü Medine’ye gelecek şekilde konuşlanacak ve sırtını da Uhud dağına verecekti. Neredeyse sabah vakti çıkmak üzereydi ve orada ashabıyla birlikte sabah namazını kıldılar.
Sonra da ashabına döndü ve uzun uzun konuştu onlarla. Savaş başlamadan önceki son hutbesiydi bu. Allah’ın kitabına uyarak he¬lali helal, haramı da haram bilmeyi tavsiye ediyor, sabır ve temkine vurgu yapıyordu. Birlik ve beraberlik konusuna da ayrıca değinen Allah Resülü (sallalIalıu aIeyhi ve sellern), hayatta iken dikkat edilmesi gereken hususlardan ölüm sonrasında karşılaşılacak manzaralara kadar birçok konuyu ashabıyla paylaşıyor ve onları düşman konu¬sunda daha dikkatli olmaya davet ediyordu. Ashabından savaş va¬ziyeti almalarını istiyor ve sağa-sola yürüyerek safları bizzat kendisi hizaya sokuyordu. Artık ordu, her yönüyle hazırdı ve Allah Resülü¬’nden son bir uyarı daha geldi:
– Ben savaşma izni vermedikçe hiç kimse savaşa başlamasın! Bu arada elli kadar okçu seçmiş ve başlarına Abdullah İbn Cܬbeyr’i komutan tayin ederek sıkı sıkı şunları tembih etmişti:
– Şu atlıları bizden uzak tutun; arkamızdan gelip bizi kuşata¬masınlar! Zafer bizim lehimize tecelli etmiş olsa bile sizler yerinizde kalın! Sakın sizin taraftan bir saldırıya maruz kalmayalım; yerinize gidin ve oradan asla ayrılmayın! Onları tamamen bozguna uğrattı¬ğımızı ve askerlerinin arasına kadar girdiğimizi bile görseniz yeri¬nizden kıpırdamayın! Başımıza kuşların üşüştüğünü ve etlerimizi parçalamaya başladıklarını bile görseniz, Ben size haber gönderin¬ceye kadar sakın yerinizden ayrılmayın! Öldürüldüğümüzü görse¬niz; gelip bize yardım etmeye, müdafaa edip destek olmaya kalkış¬mayın! Aksine onlara ok atın; çünkü atlar, kendilerine ok atılırken ilerleyemez! Ve unutmayın ki sizler yerinizde kaldığınız sürece galip olan taraf mutlaka biz olacağız.106
106 Vakıdi, Meğazi, 1/224; Said İbn Mansür, Sünen, 2/356 (2853)
Bu arada müşriklerin sancağını kimlerin taşıdığını sorarak öğ¬renmiş ve:
– Vefa konusunda bizler, onlardan daha öndeyiz, demiş ve ar¬dından da:
– Mus’ab İbn Umeyr nerede, diye sormuştu.
– Buradayım, diyerek hemen huzurda beliriveren Mus’ab İbn Umeyr’e iltifat edecek ve:
– Sancağı sen al, diyerek ana sancağı ona verecekti.
O gün Müslümanların şiarı, öldür manasında ‘Emit.. Emit’ şek¬lindeydi.
Mekke Ordusunun Durumu ve İlk Kıvılcım
Mekke ordusu zaten hazırlıklıydı ve kendilerine duydukları aşırı güvenle Uhud’a kadar gelmişlerdi. İki yüz atlıyla birlikte Halid İbn Velid sağ tarafı tutmuş bekliyordu. Zaten Efendimiz’in de okçula¬ra seslenirken dikkat çektiği atlılar işte bunlardı. Ordunun sol tarafı ise, Ebu Cehil’in oğlu İkrime’ye emanetti, Piyadelerin başında 8af¬van İbn Ümeyye, okçuların önünde de Abdulah İbn Ebi Rebia bulu¬nuyordu.”? Sancağı ise Talha İbn Ebi Talha taşıyordu.
107 Piyadelerin komutanının, Amr ibnü’l-As olduğu da anlatılmaktadır. Uhud gü¬nünün en etkin isimlerinin daha sonralan Müslüman olmalan kaderin ayn bir cilvesidir.
Uhud’daki gerginliğin had safhada olduğu bir sırada, Medi¬ne’den elli adamıyla birlikte Mekke’ye kadar giden ve oradan müşrik ordusuna katılarak Medine’ye saldırmak için gelen Hz. Hanzala’nın babası Ebu Amir, adamlarından elli kişiyle birlikte saldırmaya baş¬ladı. Bu esnada kendisini de tanıtıyor ve:
– Ey Evs topluluğu, diye bağırıyordu. Kendilerine saldıranın Ebu Amir olduğunu görenler de:
– Hay Allah gözlerini kör edesice fasık, diye tepki verecekler ve böylelikle savaş da başlamış olacaktı.
Bu ilk kıvıleımla birlikte savaş ateşi de tutuşmuş ve artık Kureyş ordusunda bulunan kadınların sesleri de duyulmaya başlamıştı; şiir ve neşideler okuyarak askerleri Müslümanlara karşı teşvik ediyor, def çalıp dümbelek vurarak çığırtkanlık yapıyorlardı! Bilhassa o gün, Ebü Süfyan’ın hanımı Hind’in süslü sözlerine kapılıp heyecan¬lanıyordu. Hind; galip geldikleri takdirde askerlere olmadık şeyler vadediyor ve belli ki onların her birini, gözünü budaktan sakınma¬yan bir insan azmanı haline getirmek istiyordu!
Onların bu durumlarına muttali olan Allah Resülii (sallallahu aley¬hi ve sellem) şöyle dua edecekti:
– Allah’ım! Ancak Senin adınla hamle yapıp hücum eder ve yine ancak Senin adınla düşmanın üzerine yürürüm; Benim düş¬manla yaka paça olmam ancak Senin içindir! Benim yegane daya¬nağım Sen ‘sin ve Sen ne güzel vekilsin!
Ümmetin Havarisi
Müşrikler arasından biri çıkmış, kendisiyle mübareze yapacak bir yiğit istiyordu. İnsanlar onun heybetli duruşunu görünce, belli ki biraz çekinmişlerdi. Boz devesinin üzerinde bekleyen adam sö-zünü ikinci, arkasından da üçüncü kez tekrarladı. Nihayet bir anlık geçici tevakkuftan sonra Hz. Zübeyr ileri atıldı. O kadar hızlı hareket ediyordu ki, arkasından bakanlar onun hareketlerini takip edemez olmuşlardı.
Devesinin üzerinde meydan okuyan müşrikin yanına gelir gel¬mez, avına atlayan aslanlar gibi devenin üzerine sıçrayıverdi. Görül¬medik bir manzaraydı; mübareze devenin üzerinde devam ediyordu. Adamı öylesine yakalamıştı ki, elindeki kılıcı sallamasına bile müsa¬ade etmiyordu. Onların bu durumunu uzaktan seyreden Allah Resü¬Iii (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Sırtı yere yakın olan öldürülecek, buyurdu. Nazarlar yeniden devenin üzerine yöneldi. Sırtı yere yakın olan adam müşrikti. Rahat bir nefes almışlardı. Çok geçmeden Hz. Zübeyr, devesinden aşağıya indirdiği müşrike son darbeyi de indirdi ve adamı cansız yere seri¬verdi. işini bitirip de huzura gelirken Allah Resülii (sallallahu a!eyhi ve sellern), şefkat dolu gözlerle onu süzecek ve:
– Her nebinin bir havarisi vardır; Benim havarim de Zübeyr’¬dir, buyurdu. Ardından da ashab-ı kirarn hazretlerine döndü. Bakış¬larında, dikkat etmeleri gereken bir noktayı hatırlatma hassasiyeti gizliydi ve onlara şunu söyledi:
– Şayet bu mübarezeye Zübeyr çıkmasaydı, adamın davetine icabet edip mübarezeye Ben çıkacaktım.
Hz. Ali Hassasiyeti
Karşı tarafın sancağını taşıyan Talha İbn Ebi Talha:
– Benim karşıma kim çıkacak, diye sesleniyordu. Savaş mey¬danında bir anlık durgunluk yaşanınca Talha İbn Ebi Talha, sözü¬nü ikinci kez tekrarlayacaktı. Olmaması gereken bir tevakkuftu; zira er meydanında küfür adına söz söyleme imkanı veriliyordu. Çünkü Talha:
– Ey Muhammed ashabı, diye seslenecek ve ilave edecekti:
– Hani sizler, ölülerinizin cennete bizimkilerin de cehenneme gideceğine inanıyordunuz; yalan söylüyorsunuz! Lat’a yemin olsun ki şayet buna gerçekten inanmış olsaydınız karşıma bir adam çıka-rdınız!
Adamın daha fazla konuşmasına fırsat verilmemeliydi. Bunun üzerine hemen Hz. Ali, bir anda Talha’nın yanında bitiverdi. Kılıçlar çekildi ve safların önünde kıyasıya bir mücadele başladı. Çok geç-meden de Hz. Ali, Talha İbn Ebi Talha’yı altına alıverdi. Tam kılıcı¬nı kaldırmış son hamleyi yapacakken Hz. Ali’nin birden geri çekil¬diği görüldü. Garip bir durum du bu; normalde bu gidiş, Talha’nın ölümüyle noktalanmalıydı. Bunun sebebi; savaş bitip de Hz. Ali’ye niçin o gün Talha’yı öldürmeyip geri çekildiği sorulunca anlaşılacak¬tı. Meğer bu sırada Talha’nın avret mahalli açılmış ve haya insanı Hz. Ali bu sebeple o gün geri çekilmişti.108
108 zaten Talha İbn Ebi Talha, o gün Hz. Ali’nin son darbesine ihtiyaç olmadan öle¬cekti.
Hakkı Verilen Kılıç
O gün Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), eline aldığı bir kılıcı ashabına arz etmiş ve:
– Bu kılıcın hakkını kim verecek, diye sormuştu. Hz. Ömer, Hz.
Ali, Hz. Zübeyr gibi sahabiler, bu kılıca talip olmuşlar; ancak onu Efendimiz’in elinden almaya bir türlü muvaffak olamamışlardı. Kılıç hala Allah Resülü’nün elinde duruyor ve O da, üst üste sorusunu tekrarlıyordu. Belli ki maksat, zahirde anlaşılandan daha farklıydı. Nihayet Ebu Dücane ileri atıldı ve:
– Bu kılıcın hakkı nedir ya Resülullah, diye sordu. Bunun üzeri¬ne Efendiler Efendisi:
– Düşmanın arasına dalıp eğilip bükülünceye kadar vuruşman¬dır, buyurdu. Ebu Dücane bu işin üstesinden geleceğini düşünüyor¬duve:
– Bu kılıcı ben, hakkını vermek için alıyorum ya Resülullah, dedi. Büyük bir sorumluluktu bu ve böyle bir sorumluluk, Uhud meydanını dolduran nice dev kametin arasından ona nasip oluyor¬du. Halbuki o (radıyallahu anh), zayıf yapılı bir adamdı. Ancak savaşın hakkını vermesini bilirdi. Bilhassa böyle durumlarda başına kırmızı bir sarık sarardı. Onun bu kırmızı sarığı başına sardığını görenler, ortalığın kızışacağını ve Ebu Dücane’nin de, ya kendisi ya da kar¬şısındaki ölünceye kadar savaştan geri durmayacağını anlarlardı. O sarığı Ebu Dücane Uhud meydanında da başına sarmıştı. Hatta Ensar, onun bu halini görünce kendi aralarında:
– Ebu Dücane, ölüm sarığını sarmış, diye konuşmaya başlamış¬lardı bile.
Onun bu heyecanını gören ve ortaya koyduğu hassasiyetten memnun olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), Ebu Dileane’ye bir hedef daha gösterecek:
– Bunu sana verince umarım ki sen, düşmanın önünden girip arkasına kadar gidersin, buyurduktan sonra kılıcı ona verecekti.
Kılıcı alan Ebu Diicane, düşman saflarına doğru ilerlerken öyle bir alım ve çalımla yürüyordu ki, onun bu yürüyüşünü arkadan sey¬reden Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabına şunları söyle-yecekti:
– Bu yürüyüş, sadece bu gibi durumlarda olabilecek bir yürü¬yüştür; yoksa normalde bu, Allah’ın hoşnut olmadığı bir yürüyüştür.
Sevinçten uçacak hale gelen Ebu Dücane, şiirler söyleyerek düş¬man saflarına dalmış, artık gözlerden kaybolmak üzereydi. Kılıcın, kendisine değil de Ebu Dücane’ye verilme sebebini merak eden Hz. Zübeyr de peşinden gidip düşman saflarına karışmıştı. Gözünün bir ucuyla da Ebu Dücane’yi takip ediyordu. Önüne gelen kafirin kellesini alıyor ve safları yara yara arkaya doğru ilerliyordu. Kılıç körelip de kesmez hale gelince onu taşa çalıp yeniden biliyor ve yeniden yo¬luna devam ediyordu. Müşrikler arasında, Müslümanlara çok zayiat verdiren bir adam vardı ve Ebü Diicane onunla da karşılaşmış, onun da işini bitirmişti.
Artık Ebü Dücane, Efendimiz’in hedef gösterdiği nihai nokta¬ya ulaşmak üzereydi. Zira safların en arkasındaki kadınların yanı¬na kadar gelmişti. Karşısına, onlar arasında kafirleri savaşa kışkır¬tan bir kadın dikilivermişti. Kılıcını kaldırdığı gibi başından aşağıya doğru indireeekti ki Uhud meydanı, Ebü Süfyan’ın hanımı Hind’in:
– İmdat, diye bağırmasıyla yankılandı. Ancak onun imdadına koşacak kimse yoktu ve bir anda Ebü Dücane, kaldırdığı kılıcı geri çekti ve:
– Allah Resülü’nün kılıcını bir kadının kanıyla kirletmeyeyim, düşüncesiyle geri çekildi ve elinde imkanı olduğu halde son darbeyi vurup da orada Hind’i öldürmedi.109
Mekke Ordusunun Hezimeti
Uhud’daki ilk mübariz ve Müslümanlara meydan okuyan Talha İbn Ebi Talha yere düşüp de ölünce, Kureyş’in sancağını aynı aile¬den diğer akrabaları kaldırıp taşımaya başlamışlardı. Sırayla bunlar, Osman İbn Ebi Talha, Ebu Sa’d İbn Ebi Talha, Miisôfi’ İbn Talha, Hôris İbn Talha, Kilôb İbn Talha İbn Ebi Talha, Ciilôs İbn Talha İbn Ebi Talha idi. Bunların hemen hepsi ya Talha’nın kardeşi ya oğlu ya da amca oğluydu. Aynı aileden yedi kişi müşriklerin sancağı altında can vermişti.
Elbette bu, bir anda olup biten bir olay değildi; ancak sonuç de¬ğişmiyordu, Cülas’ın da öldürülmesinden sonra bu sancağı Ertôt İbn Şurahbil kaldıracak, çok geçmeden o da öldürülünee bu sefer EbU Zeyd İbn Umeyr, o da öldürülünee Kôsıt İbn Şurahbil, Mekke müşriklerine ait sancağı eline alacak ve Uhud’da dalgalandırmaya çalışacaktı.
109 Savaş sonrasında bunun sebebini soran Hz. Zübeyr’e Ebu Dücane: “İmdat, diye bağıran bir kadının kanıyla Resülullah’ın kılıcını kirletmek istemedim” cevabını verecekti. Bkz. İbn Hişarn, Sire, 4/16; İbn Seyyidinnas, Uyünu’l-Eser, 1/414
Nihayet o da öldürülünce sancağı taşıma işi kadınlara kalmıştı.
Ardı ardına sarıcağın yere düştüğünü gören müşrik ordusu, peş peşe bozgun yaşıyordu. Sancağı her eline alıp kaldıranın boynu yere dü¬şünce, artık aralarında onu kaldıracak yüreği taşıyan bir adam kal-mamıştı. Bunu gören arka saflardaki kadınlardan Amra Binti Alka¬me yerdeki sancağı alıp dalgalandırmak istemişti.
Ancak çoktan iş işten geçmişti. O sancağın kalkmasının artık bir anlamı kalmamıştı. Büyük bir hezimet yaşanıyordu. Kaçan müşrik askerleri durdurmak için müşrik kadınlar kendilerini parçalıyorlar¬dı ama bunun bir faydası olmayacaktı. Bilhassa Ebu Süfyan’ın hanı¬mı Hind, kadınlar gibi korkarak kaçan müşriklere çıkışıyor ve onları durdurmak için kendini siper ediyordu.
İkide bir yere düşen sadece sancak da değildi; Amra Binti Alka¬me’ nin onu alıp kaldıracağı ana kadar müşriklerin arasında birçok insan yere cansız düşmüş ve bir daha da kalkamamıştı. Her taraftan kan kokusu geliyordu.
Artık Müslümanlara, kaçan müşrikleri takip edip kovalamak kalmıştı. Allah (celle celaluhü), İslam adına yeni bir zafer daha nasip ediyordu.
Emre İtaatteki İnceliğin Korunamadığı An
O gün Mekke ordusunun süvarileri, ardı ardına üç kez saldırmış ve her birinde de okçuların hücumuyla geri püskürtülmüştü, Ger¬çekten atlar, üzerlerine yağan ok yağmuruna karşı yürüyemiyordu. Efendimiz’in hassasiyetle ve ısrarla üzerinde durup elli okçuyu uyar¬masının hikmeti şimdi daha iyi anlaşılıyordu.
Ancak müşriklerin hezimet yaşayıp da kaçmaya başlamaları, okçular tepesinde fikir ayrılıklarına sebebiyet vermeye başlamıştı. Gidişatı gören bir kısım okçu, arkadaşlarına şöyle sesleniyordu:
– Ey cemaat! Haydi ganimet … Ganimet! Allah (celle celaluhü), düşmanı hezimete uğratmışken sizler, hiçbir şey yapmadan burada niye duruyorsunuz ki? İşte bakın, kardeşleriniz üstün geldi ve müş¬rikleri hezimete uğrattı! Öyleyse sizler de müşriklerin peşine takılın ve kardeşlerinizle birlikte ganimet toplamaya başlayın!
Bu sözler, Uhud’un ilk perdesindeki kırılma noktasını ifade edi¬yordu. Emr-i Nebevinin sonundaki espriyi unutmuş gözüküyorlardı.
Belli ki onu, savaşın sonuna kadar burada sebat edin şeklinde yo¬rumlamışlardı. Halbuki Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), kendisin¬den talimat gelinceye kadar ayrılmamalan gerektiğini ısrarla söy¬lemiş ve daha işin başındayken dikkatlerini bu noktaya çekmişti.
Açıkça bu, cephede bir gedik açmaktı ve Abdullah İbn Cübeyr ile kendisi gibi düşünen bazı arkadaşları, bu sözler karşısında irkil¬miş, onlara şöyle tepki vermişlerdi:
– Resülullah’ın, “Arkamızdan gelebilecek tehlikelere karşı bizi koruyun ve bizi öldürülüyor görseniz bile bulunduğunuz mekanı asla terk edip bize yardım etmeye kalkışmayın! Ganimet topladı¬ğımızı görseniz, gelip bize iştirak etmeyin; sizler, arkamızdan ge¬lebilecek tehlikelere karşı sadece bizi koruyun.” şeklindeki sözlerini ne çabuk unuttunuz?
Onlara göre bu tembihler, kendilerini uyaran arkadaşlarının ifade ettikleri gibi anlaşılmamalıydı. Bir de, kendilerince gerekçe¬leri vardı:
– Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), bu sözlerle onu kastetme¬mişti, diyor ve bu ifadeleri farklı yorumluyorlardı. Bu yorum da on¬ları, kaçan müşrik ordunun arkasından ganimet toplaınaya yönlerı-diriyordu.”? O kadar ki Abdullah İbn Cübeyr’in yanında sadece bir avuç okçu kalmıştı.
110 Şüphesiz ganimet helaldi; ancak burada söz konusu olan cemaat, Allah Resü¬lü’ne muhatap olan sahabe cemaatiydi ve ortada O’na ait bir tembih vardı. Biraz daha dişlerini sıkıp O’ndan gelecek emri bekleselerdi zaten onu yine elde ede¬ceklerdi. Diğer insanlar açısından normal bir davranış, böylesine bir makamı ihraz etmiş ‘mukarrabiııler’ açısından ‘zel/e’ anlamına geliyordu. Dolayısıyla da davranışlannın karşılığını görecek ve helale vaktinden önce el uzatmanm bede¬lini Uhud’da şehadetle ödeyeceklerdi. Bkz. İbn Sa’d, Tabakat. 2/41, 47, 4/476; Taberi, Tarih, 2/62
Beri tarafta zaten böyle bir fırsat bekleyen Halid İbn Velid ku¬mandasındaki iki yüz kişilik süvari birliği meselenin farkına varmış; bu bir avuç insanı da devre dışı bırakarak arkadan saldırmaya hazırlanıyordu. Halid İbn Velid’ e İkrime İbn Ebi Cehil de destek veri¬yordu.
Küçük gibi gözüken bir ihmal, her şeyi değiştirmek üzereydi. Acı bir tecrübeydi ve sonrakilere ders olması adına belli ki Allah (celle celaluhü), okçuların şahsında sonrakilere bir ders veriyordu. Demek ki, baştaki liderden gelen emirleri yorum ve tevile tabi tutmadan aynen uygulamak gerekiyordu. Farklı bir uygulama durumu söz konusu ol¬duğunda en azından meseleyi yine baştaki insana ulaştırmak eslem biryoldu.
Süvari birlikleri, kendilerini karşılayacak ok yağmurunun ol¬madığı bu zeminde rahat bir saldın gerçekleştiriyorlardı. Öncelik¬le, emirleri Abdullah İbn Cübeyr başta olmak üzere zaten bir avuç kalan okçuları şehit edeceklerdi. Ardından da bütün güçleriyle, kaçan müşrik ordusunu arkadan kovalayan ve onların arkada bırak¬tığı ganimetleri toplamakla meşgulolan İslam ordusuna ansızın sal-dınvermişlerdi. Kulaklarda:
– Uzza hakkı için! Hubel adına, gibi naralar yankılanıyordu.
Anlaşılan, sabahki rüzgar yön değiştirmişti ve şimdi zaman, mü’¬rninlerin aleyhine işliyordu.
Uhud dağında o güne kadar görülmeyen bir toz bulutu kalkıyor¬du. Zira arkadan gelen düşmanla yaka paça olmak için geri dönen mü’minlerin karşısına, biraz önce, önlerinde kaçmakta olan müşrik ordusu da çıkmış ve onlar da saldınya geçmişti; Müslümanlar tam manasıyla iki ateş arasında kalıvermişlerdi.
Büyük bir panik vardı; zira Müslümanlar arasında, savaşın bittiğini düşünerek bir kenara çekilenler, ganimet toplamak için kılıcını bırakanlar vardı. Bu, cephede olması gereken gerilimi de ortadan kaldıran bir psikolojiydi. Uhud’a gelirken Resülullah’ın arzularına ram olarnamanın beraberinde getirdiği yükün altında omuzlar iki büklümdü. Belli ki başlangıçta atılan bu adım, arkasın¬dan başka yanlışlıkları da beraberinde getirecek ve böylelikle Allah (celle celaluhü), daha sonrakilere, acı da olsa fiili bir ders vermiş ola¬caktı.!”
Bedir’de olduğu gibi burada da şöyle bir ses duyulmuştu:
– Ey Allah kulları! Kardeşlerinize bakın ve sizler de onlara ka¬tılın!
l1l Bu durumu anlatırken Kur’an, “Yaptıkları bazı şeylerden dolayı feytan onların ayağını kaydırdı.” ifadesini kullanacak ve bir mü’minin iki kez aynı noktadan ısınlmaması için sonrakilere dikkatli olma uyarısı yapılacaktı, Bkz. M-i İmran, 3/155
Bu ses, önde kaçmakta olan müşrikleri yeniden cesaretlendir¬miş ve müşrikler Halid İbn Velid ile İkrime İbn Ebi Cehl’in arkadan saldırdığını görünce yeniden kendilerine gelerek saldırmaya başla-mışlardı.
Cibril-i Emin’in getirdiği mesaj bu hadiseyi şu ifadelerle anla¬tacaktı:
– Allah, size yaptığı yardım vaadini gerçekleştirdi: O’nun izniyle sizler, o düşmanlannızı kınp geçiriyordunuz. Allah’ın, size arzula¬dığınız galibiyeti göstermesine kadar, böylece bu vaad yerine geldi. Ama sonra siz isyan ettiniz, verilen emir hakkında çekiştiniz, yılgın¬lık gösterdiniz. O esnada kiminiz dünya menfaatini, kiminiz de ahi¬ret mükafatını istiyordu. Sonra Allah, sizi denemek için onlara karşı size verdiği desteği geri çekti ve siz de bozguna uğradınız. Bununla beraber Allah, sizin kusurlannızı da bağışladı! Zaten Allah miimin¬lere bollütuf ve inayet sahibidir.l'”
Ayneyn adı verilen tepenin üstünde Cuôl İbn Siırôka şeklinde temessül eden şeytansa, ardı ardına şöyle sesleniyordu:
– Muhammed öldürüldü!
Mü’minleri can damanndan yakalayıp yıkacak bir seslenişti bu.
Her yeni musibet, öncekileri unutturacak tarzda gelişiyor ve katla¬narak geliyordu. Kol ve kanat kınlmış, dizlerin dermanı bir anda ke¬silivermişti. Gerçi bunu duyar duymaz:
– Şayet Resülullah ölmüşse, sizler de O’nun dini için savaşın, O’nun uğruna kendinizi ortaya koyun ve Allah’a şehit olarak ula¬şacağınız ana kadar cansiperane vuruşun, diyenler de yok değildi. Ancak iki ateş arasında kalan ashabın bu hamlesi karşı tarafı dur¬durmaya yetmeyecekti.
İşte bütün bunlar, nebevi emirdeki inceliği göz ardı etmenin bir neticesiydi. Halbuki Sultanlar Sultanı Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) kumandanlık otağından göndereceği emir beklenip de okçu¬lar tepesindeki bu gedik açılmamış olsaydı, Bedir’de olduğu gibi ve bu kadar zayiat verilmeden mutlak bir zafere daha ulaşılmış olacak¬tı. Şimdi ise, ortada yeni bir durum vardı ve bu duruma göre yeni bir strateji geliştirilmesi gerekiyordu.
112 Al-i İmran, 3/152
Efendimiz’in Sebatı
Ortalığın mahşer meydanına döndüğü bu sırada Allah Resü¬lü (sallallahu aleyhi ve sellern), yerinden bir adım oynamamış, düşma¬na karşı olduğu yerde sabit kalmıştı. Mekke müşriklerine en yakın yerde O (sallallahu aleyhi ve sellem) duruyor ve üzerine doğru gelenle¬re ok atıyordu, Hatta bu esnada yayının kirişi kırılmıştı. Yanında, çok az insan kalmıştı.F’ O gün Efendimiz’in yanından ayrılmayan bu insanlar, yüzlerini yüzüne siper edeceklerini söylüyor ve canları¬nı Efendimiz’ e kurban edeceklerini haykınyorlardı.
Allah Resülü telaştan sağa sola koşturmakta olanları görünce onlara:
– Ey filan! Bana doğru gel; Ben Resülullah’ım, diye sesleniyor ve böylelikle, dağılmaya yüz tutan askerleri yeniden toplamak isti¬yordu.
Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ortada kalakalmıştı; etrafın¬daki yeni toparlanmayı sezen müşrikler, bulunduğu yeri ok yağmu¬runa tutmuşlardı.
Bir aralıkAbdullah İbn Şihôb’u: sesi duyuldu:
– Bana Muhammed’i gösterin, diyordu. Şayet bugün O kurtu¬lursa beni ölmüş bilin!
Bunu söylerken hemen yanı başındaydı; Allah Resülü’ne olan kinini kusup O’nu öldürmek istiyordu ama bir türlü göremiyordu. Onun bu halini gören Sofoiuı İbn Ümeyye, yanı başındaki insanı gö-remediği için Abdullah İbn Şihab’ı azarlayıp tartaklayacaktı.
Aslında bu, sadece Abdullah İbn Şihab’a has bir drum değildi.
Onunla birlikte dört arkadaşı da aynı durumdan muzdaripti; Efen¬dimiz’i mutlaka öldürme konusunda ittifak edip sözleşmişler, buna rağmen o gün hiçbiri buna muvaffak olamamıştı.
113 Bu sayı, bazı rivayetlerde on beş, bazılannda ise otuzdur.
O gün, Hz. Ali, Zübeyr İbn Avvam, Talha İbn Ubeydullah, EbU Dücane, Hôris İbn Samme, Hubôb İbn Münzir, Asım İbn sabit ve Sehl İbn Huneyf gibi insanlar vardı ve takdir-i ilahi olarak bunların hepsi de Uhud’dan sağ salim geri dönmüşlerdi. Ölümü istihkar ede¬rek Uhud’un kaderini değiştiren bu insanlar, kendilerinden sonra gelenlere “En olmadık problemlerinizi çözmeyi düşünüyorsanız, bizim gibi bir niyet ve faaliyet içinde olmalısınız.” mesajı veriyor¬lardı. Zaten ecel, insanlara gizli olsa da kader planında belliydi ve onda herhangi bir değişiklik söz konusu olmazdı. “Öleceğim” endi¬şesiyle savaş gibi riskli ortamlardan kaçan nice insanın, hiç beklen¬medik şekilde öldüğünü veya cephenin en önünde olduğu halde, ba¬şına herhangi bir şey gelmeden sağ salim evine geri döndüğünün örnekleri hiç de az değildi.
Ebu Talha, çok iyi ok atanlardan biriydi ve o gün de bu işi ya¬parken elinde üç tane yay parçalanacaktı. Bir taraftan düşmanların üzerine ok atarken diğer yandan Resfılullah’ı korumaya çalışıyordu. Hatta bir aralık Efendimiz’in meydana çıktığını görmüş ve alttan alarak:
– Ey Allah’ın Nebi’si, demişti. Anam babam Sana feda olsun! Bu kadar açığa çıkma; çünkü bunlar, Seni hedefleyip ok atarlar. Canım Sana kurban olsun!
Bir aralık Hz. Ali, Efendimiz’den ayrı kalmış ve O’nun haya¬tından endişelenmeye başlamıştı. Bu arada gözden kaybolan Allah Resülü’nii bulabilmek için Uhud meydanında koşturup duruyor ve bir türlü bulamıyordu. Binbir endişeyle ölülerin arasına bakmayı da ihmal etmemiş ama orada da bulamamıştı. Kendi kendine şöyle söy¬leniyordu:
– Vallahi de Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) savaş meydanın¬dan gitmiş olamaz; ama ben şimdi O’nu burada da göremiyorum. Belli ki Allah (celle celaluhü), yapmamız gerekenlerden dolayı bize ga-dabıyla tecelli ediyor ve demek ki N ebi-yi Ekrem’ini aramızdan çekip aldı. Öyleyse bugün bana düşen, O’nun davası uğrunda savaşıp şehit olmak ve böylelikle yine O’na kavuşmak!
Arkasından da kılıcının kınını kırdı ve müşriklerin arasına dalı¬verdi. Onun geldiğini gören müşrikler, korkulanndan geliş yolların¬dan kaçıyor ve kenara çekiliyorlardı. İki tarafa kaçışan kalabalıkla¬nn arasından açılan yolda ilerleyen Hz. Ali, safların arka tarafında Allah Resülü’yle karşı karşıya geliverdi.
Düşman saflanndan gelen ok yağmurlanna bedenlerini siper edip de oklann Resülullah’a ulaşmasına engelolanlar vardı; adeta etrafında etten bir kale oluşturmuşlardı. Efendimiz’in üzerine gelen bir oka elini uzatan Hz. Talha İbn Ubeydullah’ın iki parmağı kopacaktı. Resülullah için iki parmağı feda etmenin ne önemi vardı? Onlar, dünya ve ukbalarını bütünüyle O’nun için ortaya koyma ya¬rışına girmişlerdi. İki parmak gitmiş olsa bile Allah Resülü’nü hedef¬leyen okun yön değiştirmiş olması onlar için her şeyden önemliydi.
Müşriklerin yaklaştığı bir sırada Efendimiz: – Bunlara kim karşı koyacak, diye seslendi. Yükselen ses, Hz. Talha’nın sesiydi:
– Ben ya Resülullahl
Belli ki O’nun bulunduğu yerin stratejik önemi vardı ve Resül-ü Kibriya Efendimiz:
– Sen olduğun yerde kal, buyurdu. Hemen oracıkta Ensar’dan bir başka sahabi seslendi:
– Ben ya Resülullah!
– Peki sen gel, dedi Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve hakkını vererek savaştı Ensar. .. Nihayet çok geçmeden de şehit düştü. Çok geçmemişti ki, yeniden bir müşrik grup çoraklanmıştı. Efendi¬miz’in etrafına Nebevi ses yine yankılandı Uhud meydanında:
– Bunlara kim karşı koyacak?
– Ben ya Resülullah, diyen yine Hz. Talha idi. Yine aynı ses yankılanıyordu:
– Sen yerinde kal.
Bu sefer bir başka Ensar’ın sesi yükseldi: – Ben ya Resülullah!
– Peki sen gel, dedi Allah’ın Resülü,
Hemen arkasından savaşa dalan Ensar da, önceki arkadaşı gibi savaşın hakkını veriyordu ki çok geçmeden şehit düştü.
Aynı durum, Efendimiz’in (sallallahu aIeyhi ve sellem) yanında sa¬dece Talha İbn Ubeydullah kalıncaya kadar devam etti. Benzeri bir durum tekrar zuhur edince Efendiler Efendisi yeniden seslendi:
– Bunlara kim karşı koyacak?
Herkesten önce:
– Ben ya Resülulah, diyen yine Hz. Talha idi. Bu arada elin¬den yara almış ve parmakları da kopmuştu. Üzerinde ayrı bir telaş vardı; çok sinirlenmişti; şayet bir kusuru olur da Allah’ın Resülü’ne bir şey olursa nasıl dayanırdı? Onun için bir taraftan kendini toparlayıp Efendimiz’i müdafaaya koşuyor, diğer yandan da müşriklere söz yetiştiriyordu.114
Elbette Efendimiz’in etrafında etten kale olanlar, sadece Hz. Talha’dan ibaret değildi. O gün, Resülullah’ın ashabından bir kısmı şehit düşmüş ve neredeyse yara almayan da kalmamıştı. EbU Dii-côiıe, bedenini Resülullah’a karşı siper etmiş ve gelen oklara biz¬zat kendisi hedef olmuştu. Abdurrahman İbn Avf da o gün, yirmi¬den fazla kılıç yarası almıştı ve o günden sonraki hayatını aksayarak devam ettirecekti.
Sa’ d İbn Ebi Vakkas, şehadet arzusuyla müşriklerin arasına dal¬mış savaşırken bir aralık gözü, müşriklerin hücum üstüne hücum ettikleri yüzü kırmızımtırak birine takılmış, ancak uzaktan kim ol-duğunu görememişti. Yakınında bulunan Mikdad İbn Esved’e bu şahsın kim olduğunu sordu.
– Ey Sa’d, dedi Hz. Mikdad, O, Resülullah ve seni yanına çağı¬rıyor!
Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) çağırır da sahabe yanına git¬mez miydi? Hemen bir çırpı da huzura koşuverdi. Onun gelişini gö¬rünce Allah Resülii, Hz. Sa’d’ı yanına oturttu ve müşriklere ok atma¬sını söyledi. Eline yayını alan ve düşman üzerine ok atmaya başlayan Hz. Sa’d, bir taraftan da:
– Allah’ım, diyordu. Bunlar Senin okların ve bunlarla Sen, düş¬manını perişan et!
Bunu duyan Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem), bir taraftan sadağından ok alıp onları düşmana atması için Hz. Sa’d’a veriyor, diğer yandan da onun bu duyarlılığı karşısında şöyle dua ediyordu: – Allah’ım! Sen Sa’d’ın duasını kabul et! Allah’ım! Sen Sa’d’ın atışlarına isabet ihsan eyle! At ki, anam-babam sana feda olsun ey Sa’d!
O kadar ki Hz. Sa’ d, düşmana attığı okun aynısının biraz sonra
114 O’nun bu telaşını görüp sözlerini duyan Efendimiz (s.a.s.), böyle bir durumda bile dengenin bozulmaması gerektiğini ima edecek ve şunları söyleyecekti:
– Şayet, ‘Bismıllah’ demiş olsaydın; seni melekler semaya kaldıracak ve insanlar da öylece bakakalacaklar; sen de, daha dünyada iken, Allah’ın senin için hazır¬ladığı köşkünü görecektin. Bkz. İbn Sa’d, Tabakatü’l-Kübra, 3/217; Taberani, Mu’cemu’l-Kebir, 1/116 (214)
Resülullah’ırı eliyle yine kendisine verildiğini görüyor ve böylelikle sadağındaki sayılı okların nasıl bir berekete mazhar olduğuna şahit oluyordu.115
115 o gün Hz. Sa’d’ın, bin tane ok attığı anlatılmaktadır. Bkz. Hakim, Müstedrek, 3/28 (4314); Bezzar, Müsned, 4/50 (1213); İbn Esir, Üsiidii’l-Ğabe, 1/439
Esas Hedefve Hazin Netice
Müşriklerin esas hedefleri kuşkusuz Allah Resülü idi ve bu kargaşada O’nu hedef haline getirmişlerdi. Utbe İbn Ebi Vakkdsıý6 adındaki bir müşrik, ardı ardına dört tane taş atmış ve bunlardan biri Efendimiz’in mübarek yüzüne isabet etmişti. Bu sebeple alt sağ dişi kırılmış ve mübarek dudakları da yaralanmıştı. Müşrikler, bu bir anlık dağınıklığı fırsat bilmiş, üst üste saldırıyorlardı. Resülulla¬h’ın üzerine ok ve taşlar, adeta yağmur olmuş yağıyordu. Bir aralık İbn Kamie’nin sesi duyuldu:
– Al bunu! Ben İbn Kamie’yim, diyor ve Resülullah’ın üzerine hamle üstüne hamle yapıyordu. Bunun üzerine Allah Resülii (sallalla¬hu aleyhi ve sellern), ona doğru dönecek ve:
– Senin hakkından Allah gelsin, diye mukabelede bulunacaktı. ll7 Bir aralık üzerine gelen tehlike karşısında:
– Bunlara karşı kim çıkacak, diye seslenince, tiz ama gür bir ses duyulmuştu:
– Ben ya Resülullah.
ıı6 Allah Resülii (s.a.s.) dişini kınp yüzünü yaralayan Utbe için, “Allah’ırn! Onun üzerinden bir yıl geçmesin.” diye dua ettiği ve çok geçmeden Utbe’nin, yok olup gittiği de gelen rivayetler arasındadır. Bkz. İbn Kesir, el-Bidaye, 4/30. Bu ha¬reketinin bir cezası olarak, Resülullah’ırı dişi yeniden çıktığı halde Utbe’nin nesIinin devam etmediğine ve ergenlik çağına gelen her çocuğunun ölüp git¬tiğine dair de rivayetler vardır. Bkz. Süheyli, Ravdu’I-Unf, 3/263; İbn Esir, Üsüdü’l-Gabe, 2/124
117 Gerçekten de çok geçmeden Allah (celle celaluhü), İbn Kamie’ye bir dağ keçisi veya vahşi bir hayvanı musallat edecek ve o da, boynuzlarıyla dağ başında onu paramparça edip öldürecekti, Bkz. Taberani, Mu’cemu’I-Kebir, 8/130 (7596); İbn Seyyidinnas, Uyünu’l-Eser, 1/418
Gözler sesin geldiği tarafa yönelince, elindeki sargı bezleriy¬le matarayı bir kenara atıp kaptığı kılıçla huzura koşan bir kadının geldiği görülüyordu. Bu kadın, işin başa düştüğünü görüp de atına atladığı gibi Uhud’a gelen Nesibe Binti Ka’b’dan başkası değildi. Efendimiz’in yanına kadar gelmiş, bizzat savaşarak O’nu korumaya çalışıyordu. Kılıç sallayıp ok atıyor ve er meydanında kadın başına aslanlar gibi savaşmanın hakkını vermeye çalışıyordu. Allah Resü¬lii’ne meydan okurcasına seslenen İbn Kamie’yi duyunca, Mus’ab İbn Umeyr ile birlikte ona doğru yürüyecek ve birkaç kılıç darbesiy¬le işini bitirmek isteyecekti. Ancak İbn Kamie, o gün iki zırh giymişti ve Nesibe Binti Ka’b’ın bu kılıçları ona işlemeyecekti.
O gün, Allah Resülii’niin sancağını taşıyan Mus’ab İbn Umeyr, arslanlar gibi çarpışıyordu. Hatta ne acı ki, intikam için Uhud’a kadar gelenler arasında Mus’ab’ın annesi Hiiniis ve Bedir’de esir iken fidye karşılığı serbest kalan kardeşi EbU Aziz İbn Umeyr de vardı!
Mus’ab’ın polat gibi bir imanı vardı ve önünde durmaya imkan yoktu! Bir anlık bu dağılma onu deli divane etmişti! Bir elinde san¬cak, diğerinde kılıç, cansiperane çarpışıyordu.
İbn Kamie ise, Resülulah’ı öldürmeye yemin etmişti Zırhları içindeki Hz. Mus’ab da, Hz. Peygamber’e (sallallalıu aleylıi ve sellem) çok benziyordu. Bu yüzden, Mekke’nin hedefi olmuştu Hz. Mus’ab! Der-ken İbn Kamie, Mus’ab’ın karşısına dikiliverdi. Önce karşılıklı kılıç¬lar çekilecek ve darbeler darbeleri kovalayacaktı. Artık kıyasıya bir mücadele vardı Uhud’da ve bu mücadele sonunda Hz. Mus’ab şehit düşecekti. Cansız bedeni Uhud’a ‘alem’ olurken muazzez ruhu, şe¬hitlerin arasında çoktan pervaza başlamıştı. ..
Ancak, Hz. Mus’ab gitse de sancak yerde kalmayacaktı! Şimdi onu, Hz. Mus’ab’ın suretinde bir melek taşıyordu!
İbn Kamie, Resülullah’ı öldürdüğünü sanıyordu. Kureyş’ e döndü ve “Muhammed’i öldürdüm.” diye sevinç naraları atmaya başladı. Bu söz, Uhud’un her yerinde yankılanacaktı. Bu yankının ulaştığı yerde kılıcını bırakanlar … Üzüntüden delicesine yakınanlar vardı.
Bu sözü duyunca beyninden vurulmuşa dönen Hz. Ömer:
– Kimseyi “Muhammed öldürüldü.” derken duymayayım; yoksa, hiç tereddüt etmez kellesini alırırn, diyor ve böyle bir sonucu aklına bile getirmiyordu. 118
118 o gün Hz. Ömer, Resfıl-ü Kibriya’yı bir kenarda görüp de ashabın O’nun etrafında toplanmaya başladığına şahit olunca ancak sakinleşebilrnişti. Bkz. Taberi, el-Carniu’l-Beyan, 4/144; Salihi, Sübiilü’l-Hüda ve’r-Reşad, 4/206
Bir aralık Malik İbn Duhşum, Harice İbn Zeyd’in yanına uğramış ve Efendimiz’in öldüğünü duyduğunu söyleyerek teyit almak is¬temişti. Bunu duyan Hz. Harice ona şöyle mukabelede bulundu:
– Resülullah öldürülmüş olsa bile Allah Hayy’dır ve O asla ölmez! Zaten Resı11ullah da, Rabbinden aldığı risalet vazifesini teb¬liğ etti; öyleyse kalk ve sen de O’nun dini için kıyasıya savaş!
Benzeri bir tavır da Sa’d İbn Rebi’den geliyordu. Onun da yanı¬na uğranılmış ve benzeri bir haber verilmişti. Ashabın en çok duyarlı olduklan konuydu bu ve o da beyninden vurulmuşçasına bir sarsıntı yaşayacaktı. Ancak toparlanması uzun sürmedi ve Allah davasının sürekliliğini nazara vererek, Resı11ullah’ın hayatını koyduğu istika¬mette ölümüne koşturmanın gerekliliğini söyleyerek etrafındakilere yeniden cephenin yolunu gösterdi.
Uhud’un tufan haline dönüştüğü bu hengamede Efendimiz’in hayatta olduğunu ilk görüp de ashaba ilan eden, Ka’b İbn Môlik idi. Karşılaştığı herkese:
– Resı11ullah’ı şu gözlerimle gördüm; miğferinin altından kan sızıyor ama yaşıyor! Ey Müslüman cemaati! Müjdeler olsun! İşte Re¬sülullah şurada, diyor ve yüksek sesle Efendimiz’in yaşadığını ilan ediyordu. Uhud bu sesle yeniden hayat bulacaktı; herkes bu sesin geldiği yere yönelecek ve Uhud’a yeniden can gelecekti.
Ancak onun bu heyecanını gören Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz. Ka’b’ı uyaracak ve uzaktan eliyle işaret ederek sessiz ol¬masını söyleyecekti. Zira böyle bir davranış, aynı zamanda düşmana da adres gösterme anlamına geliyordu.
Her Şeye Rağmen Merhamet
Bu arada Allah Resülü’nün miğferi de parçalanmış ve miğferin halkalarından iki tanesi yanaklanna saplanmıştı. Bununla da kal¬mamış ve Allah Resı11ü (sallallahu aleyhi ve sellern), Medine’den gidip de Mekke ordusuna katılan EbU Amir’in tuzak kurmak için kazdığı ku¬yulardan birisine düşmüş ve bayılacak gibi olmuştu.
Ashab-ı kiram hazretlerini çileden çıkaran manzaralardı bun¬lar. Hemen Hz. Ali koştu ve mübarek ellerinden tuttu. Bu arada Talha İbn Ubeydullah da çukura inmiş, elindeki mızrağıyla yere da¬yanıp ondan güç alıyor ve omzuyla destek vererek üzerindeki iki zır¬hın ağırlığıyla toparlanmakta zorlanan Resülullah’ın çıkmasına yar¬dım ediyordu. Çok geçmeden iltifat dolu bir söz gelmişti kulağına:
– Bugün Talha, her şeyi hak etti.
O’nun için artık, Uhud’un bütün yorgunluğu gitmiş ve yaşadığı sıkıntıları da unutmuştu. Sürurundan uçacak gibi olan Hz. Talha, bütün hayatı boyunca yaşamadığı kadar huzurlu bir an yaşıyordu.
Her şeye rağmen Kainatın İftihar Vesilesi çok mahzun olmuştu; ellerinden tutup onları da sahil-i selamete ulaştırabilmek için haya¬tını ortaya koyan bir Nebi’ye böyle davranılır mıydı hiç? Bir taraftan yüzünden akıp sakal-ı şeriflerini ıslatan kanları siliyor diğer yandan da:
– Kendilerini sadece Allah’a davet ettiği halde peygamberleri¬nin dişini kırıp başını yaran bir topluluk nasıl iflah olabilir ki, di¬yordu. Halbuki O, onları Allah’a imana davet ediyor, onlarsa O’nu şeytanı yola çağırıyorlardı. .. O, onları hidayete davet ediyor, onlar ise O’nu dalalete davet ediyorlar … O, onları cennete, onlarsa O’nu cehenneme çağırıyorlardı.
Ashab-ı kirarn açısından dayanılmayacak manzaraydı bu; yolu¬na başlarını koydukları Allah Resülii’nün yüzünden kanlar süzülü¬yordu. Yanına yaklaşıp da acısını paylaşanlar, ellerini açıp da O’na bunu reva görenlere beddua etmesini isteyenler vardı:
– Ellerini kaldır da onlar için beddua et ya Resülullah, diyor¬lardı. Rahmet ve şefkat peygamberi Allah Resfılii (sallallahu aleyhi ve sellern), bu durumda bile ellerini açıp da kendisinden beddua isteyen¬lere iltifat etmeyecekti. Bir taraftan sakal-ı şerifine doğru süzülen kanları mübarek elleriyle siliyor, diğer yandan da:
– Ben, insanlara lanet etmek için değil, onları rahmete davet için gönderildim, diyordu.
Bu arada, her önemli dönemeçte imdada yetişen Cibril-i Emın yine gelmiş, insanları iman nimetiyle serfiraz kılıp günahlarını ba¬ğışlama veya onlara azabıyla mukabelede bulunma işinin Allah’a ait olduğunun haberini getirmişti. 119
119 Gelen ayette, “Bu hususta sana ait bir iş yoktur: Allah ister onlara tövbe nasip edip bağışlar, ister nefislerine zulmettikleri için onları cezalandırır.” (N-i İmran, 3/128), deniliyor ve Allah Resülü’nün dişini kırıp da yüzünü yaralayanların da tevbe edeceklerinin müjdesi veriliyordu. Bkz. Taberi, el-Camiu’l-Beyan, 7/194; İbn Kesir, Tefsir, 2/114
Aynı zamanda bu, bugün karşı cephede bile olsalar yarın birçoğunun imanla tanışacaklarının müjdesi anlamına geliyordu. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) de zaten bunu istiyordu ve hemen ellerini açtı, başını yarıp dişini kıranlara şöyle dua etmeye başladı:
– Allah’ım! Sen kavmimi bağışla; çünkü onlar bilmiyorlar!
Bu kadar alicenaplık karşısında Hz. Ömer gibi celaliyle tecelli edenler:
– Anam babam Sana feda olsun ya Resülullah, diyeceklerdi.
Nuh (aleyhisselarn), “Rabbim! Yeryüzünde kôfirlere rahat yaşama hakkı verme ve onların kökünü kurutl” diye kavmi için beddua et¬mişken Sen, belin iki büklüm, yüzünden kanlar akıyor ve dişin de kırılmışken yine de onlara hayır duada bulunuyor ve “Allah’ım! Sen kaumitni bağışla; çünkü onlar bilmiyorlar.” buyuruyorsun! Halbu¬ki Sen, elini açıp da bir dua ediversen, hiç şüphem yok ki hepimizin kökü kurur ve bir daha da asla iflah olmayız!
Resülullah farkıydı bu! İnsanlığın elinden tutup onları eve-i ke¬malata ulaştırmak için gelen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), hislerin zirve yaptığı böylesine zorlu dönemeçlerde bile taviz vermi¬yor, her şeye rağmen sulh ve sükunun yanında yerini alıyordu.
Resülullah’ın tavrı bu olsa da, ashab yine kendi üzerine düşe¬ni yerine getirecek ve Allah Resülii’nün kanını yerde koymayacaktı. O’nu bu halde gören ve küplere binen ashabdan Hôtıb İbn Ebi Bel¬tea:
– Sana bunu kim yaptı ya Resülullah, diye soruyordu ısrarla.
Yüzünü yarıp dişini kıran kişinin ismini söyledi Allah Resülü (sallalla¬hu aleyhi ve sellem) sessizce:
– Utbe İbn Ebi Vakkas!
Hatıb İbn Ebi Beltea kararlıydı ve:
– Peki şimdi o ne tarafa gitti, diye ikinci kez döndü Habib-i Ek¬rem’e. O da, Utbe’nin gittiği yeri işaret etti ona. Bunun üzerine, kı¬lıcını kaptığı gibi Utbe’nin peşine düşen Hatıb İbn Ebi Beltea, çok geçmeden Utbe’nin işini bitirecek ve atıyla birlikte huzura gelecekti. Belki de bu, Resfılullah’a el kaldıran bir şakiden toplumun temizlen¬mesi ve muhtemel bir felaketten masun kalması anlamına geliyor¬du. Onun için Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), memnuniyetini ifade sadedinde iki kez ona:
– Allah senden razı olsun, diyecek ve ardından da hayır duada bulunacaktı.
Her Halkaya Bir Diş Feda
Mübarek yüzlerinden sakal-ı şeriflerine doğru süzülen kanları görünce Hz. Ebu Bekir ileri atılmak istedi. Zira onun için, Resülul¬lah’ın vücudundaki bir tele zarar gelmesindense binlerce Ebu Bekir feda edilmeliydi. Ancak aynı fedakarlığı yapacak olan, sadece o de¬ğildi. Hz. Ebu Ubeyde ileri atıldı ve:
– Allah için o işi bana bırak, ben çıkarayım, dedi ve ısrar etti.
Yaklaştıkça daha çok duygulanıyorlardı; zira Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), yanağına batan halkaların acısıyla kıvranıyordu.
Ebu Ubeyde, büyük bir titizlikle Allah Resülii’ne yaklaştı. Önce eliyle tutup onları çıkarmak istedi; ancak bunun, Resülullah’a acı ve¬receği muhakkaktı ve o da, Efendimiz’in yüzüne yaklaşıp yanağına batan halkaları dişleriyle kavrayıp çıkarmayı denedi. Önce birisini ısırdı ve bütün gücünü toplayarak bir hamlede kendine doğru çekti. Halkalardan birisi çıkmıştı; ancak, onunla birlikte çıkan başka bir şey daha vardı. Ebu Ubeyde’nin dişi de halkayla beraber düşüver¬miştil
Onun bu halini gören Hz. Ebu Bekir, en azından diğer halka¬yı da ben çıkarayım diye yeltenecek ve ileri atılacaktı. Ancak Ebu Ubeyde, buna da müsaade etme niyetinde değildi ve Allah’a yemin vererek bu işi de kendisine bırakmasını istedi. Yine önceki gibi diş¬leriyle halkayı ısırdı ve hızla çekti; halkayla birlikte bir dişi daha düş¬müştü.120
120 Hz. Ebu Bekir, ön dişleri olmayan insanlar arasında en sevimli olan kişinin, Ebu Ubeyde olduğunu söylemektedir. Bkz. Tayalisi, Müsned, 1/3 (6); İbn Kesir, el-Bi¬daye ve’n-Nihaye, 4/34, Sire, 3/59Artık Efendimiz’in yüzündeki halkalar çıkarılmıştı. Bu arada Malik İbn Sinan, halkalann çıktığı yerden sökün eden kanların yere düşmemesi için dudaklarını Efendimiz’in yüzüne götürdü ve kırba¬dan su içereesine akan kanı emmeye başladı. Bunu gören Allah Re¬sülü (sallallahu aleyhi ve sellern), taaccüb içinde Hz. Malik’e sordu:
– Yoksa sen, kan mı içiyorsun?
– Evet, ya Resülullah, dedi. Bunun üzerine:
– Kanı kanımla temas eden kimseye cehennem ateşi dokunmaz,
buyurdu.
Hz. Hamza’nın Şehadeti
Uhud günü düşmanla yaka paça olurken Efendimiz’in önün¬de sadece amcası ve sütkardeşi Hz. Hamza vardı. ‘Allah’zn aslam’ diye anılan Hz. Hamza’nın eliyle o gün Allah (celle celaluhü), düşman arasından otuz bir kişiyi öldürmüştü. Düşman sancaktarlarından bazılarını da o öldürmüş ve böylelikle bidayette yaşanan hezimet¬te önemli bir roloynamıştı. Elbette böyle bir aslanın çok düşmanı olurdu. Aynı zamanda Hz. Hamza, Bedir’de Cübeyr İbn Mut’im’in!” amcası Tuayme İbn Adiyy’i öldürmüştü. Bunun üzerine Cübeyr, kö¬lesi Vahşi’yi yanına çağırmış ve:
– Şayet sen, benim amcama mukabil Muhammed’in amca¬sı Hamza’yı öldürürsen hürsün, demişti. Bir köle için hürriyet, en önemli meseleydi ve Vahşi de ümitlenmiş, hürriyetine kavuşacağı güne ulaşabilmek için Hz. Hamza’yı öldürmenin hayalleriyle yatıp kalkıyordu. Mızrak atmakta mahir olduğu için artık kendini bileğine adamış, sürekli atış talimleri yapıyordu.
Onun için Uhud, çok önemli bir fırsattı ve o, savaş devam eder¬ken Uhud meydanında sürekli Hz. Hamza’yı kolluyordu. Ancak onun yanına yaklaşmaya imkan ve ihtimal yoktu; önüne gelenin kellesi¬ni yere indiriveriyordu. Onu hedefleyip de karşısına dikilen herkes, daha ne olduğunu anlayamadan kendini cansız yerde buluyordu.
121 Neseb ilmini çok iyi bilen ve bu ilmi Hz. Ebü Bekir ‘den aldığını söyleyen Cübeyr İbn Mut’im, Hudeybiye sonrasında gelip Müslüman olacaktır. Bkz. İbnii’l-Esir, Üsiidü’l-Gabe, 1/515, 516
Onu uzaktan gördüğünde Vahşi, hedefinden emin olmak için yanındakilere sordu:
– Şu adam kim?
– Hamza!
– Aradığım adam, dedi kendi kendine ve ağaçların veya taşların
arkasına saklana saklana ona yaklaşmaya başladı. Her adımı, onu hedefine biraz daha yaklaştınyordu. Tam o sırada Hz. Hamza’nın karşısına Siba’ İbn Abdiluzza çıkmıştı:
– Gel bakalım, diyor ve onun da işini bitirmek için yanına çağı¬rıyordu. Derken birkaç darbede onu da altına almış, işini bitiriver¬mişti. Bu sırada Vahşi yaklaşabileceği en yakın mesafeye kadar gel¬miş ve bir taşın arkasında gizlenmiş fırsat kolluyordu. Bir aralık Hz. Hamza’nın zırhı açılıvermişti; Vahşi için tam zamanıydı ve elindeki mızrağı fırlatıverdi!
Mızrak, sinesine saplanmıştı. O haldeyken bile Vahşi’nin üstü¬ne yürümek istedi; ancak buna imkan yoktu. Vahşi, hala yaklaşmak¬tan çekiniyor ve tamamen hareketsiz kalmasını bekliyordu.
Derken Hz. Hamza, şehitlerin piri olarak ruhunu teslim etti.
Artık Vahşi, hürriyetini elde etmiş bir insandı. Zaten başka da bir gayesi yoktu ve yanına gelip mızrağını Hz. Hamza’nın sinesinden çıkardı; karnını yardı ve ciğerini söküp önce Hind’in yanına gitti. Onun da Hz. Hamza’ya diş bilediğini biliyordu; zira Bedir’de babası dahil yakınlarını Hz. Hamza öldürmüştü. Belli ki, yaptığı iş karşılı¬ğında takdir de görmek istiyordu. Geldi ve:
– Bu Hamza’nın ciğeri, dedi. Gözleri dört açılmıştı Hind’in; rii¬yalarına girip hayallerini süsleyen bir konuda finali yakalamış olma¬nın heyecanı vardı üzerinde!
Ve Vahşi, gerçekten de beklediği takdiri görecekti; tuttu Hind, önce Hz. Hamza’nın ciğerini ağzına alarak çiğnemeye başladı ve sonra da onu ağzından çıkararak dışarı attı. Kin ve nefretin zirveye çıktığı demlerdi. Ardından da Vahşi’ye döndü ve gösterdiği bu başa¬rıdan dolayı boynundaki kolyelerle üzerindeki kaftanını ona hediye etti. Aynı zamanda, Mekke’ye döndüklerinde kendisine on dinar da para vereceğini vaadediyordu.
Bu da kesmemişti Hind’in nefret hislerini. Ardından elinden tuttu Vahşi’nin ve kendisine Hz. Hamza’nın yerini göstermesini söy¬ledi.
Derken yanına kadar geldiler. Tuttu, bu sefer de mübarek vücudunu parçalamaya başladı; burun ve kulaklarını kesmiş, onları süs diye boynuna asarak dolaşmaya başlamış, Mekke’ye dönünceye kadar da onları boynundan çıkarmamıştı.
Aynı zamanda Hind, yüksek bir taşın üstüne çıkmış avazı çıktığı kadar bağırarak yaptıklarını insanlara ilan ediyor, Bedir’in intika¬mını almış olmanın verdiği zafer sarhoşluğuyla kendilerini yüceltip göklere çıkarırken Müslümanları yerden yere vurmaya çalışıyordu.
Onun o gün ağzının payını verecek de yine bir başka Hind ola¬caktı; Hind Binti Üsase de, beri taraftan mukabelede bulunuyor ve daha nice Bedirler geleceğini ilan ederek Utbe’nin kızı Hind’in sesini kesmeye çalışıyordu.
Durumdan efendisini de haberdar eden Vahşi, Mekke’ye döner dönmez de hürriyetine kavuşacaktı.
İlahi Yardım ve Yeniden Toparlanma
Küçük gibi görünen büyük bir ihmalin nelere malolduğunu herkes görüyordu. Belki de daha büyüklerini gelecekte yaşamamak için Allah (celle celaluhü), Resülü’nün etrafında böyle bir örneği bütün ümmet-i Muhammed’e gösteriyor ve can alıcı bir noktaya dikkat çe¬kiyordu. Zira muvaffakiyet, Allah ve Resülü’ne mutlak itaatten ge¬çiyordu.
Şimdi ise herkes, canını dişine takmış, Allah ve Resülü için her şeyini feda yarışına girmişti. Bir taraftan dağın eteklerine doğru çekilirken diğer yandan da savaşın hakkını veren bu insanlar, her yönüyle samimi olduklarını fiilen göstermişlerdi. Bir kere daha ölümüne söz vermiş ve sonucu ne olursa olsun artık O’ndan (sallal¬lahu aleyhi ve sellem) ayrılmamaya ant içmişlerdi. Aynı zamanda bu, Allah Resülü’nün yeniden zimamı eline alması anlamına geliyor¬du. Okçular konusunda yaşanan acı tecrübe ve bazı insanların ya¬şadığı muvakkat kılıç bırakmanın beraberinde getirdiği sıkıntılar bertaraf edilmiş ve İnsanlığın Emini Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sel¬le m) Uhud’a yeniden hükmetmeye başlamıştı. Hezimet gibi görünen tabloyu zafere dönüştürmenin adıydı bu ve nebevi ferasetin sahi¬bi Allah Resülü de Uhud’da, muvaffakiyetle neticelenecek olan son tabloyu hazırlıyordu.
Böyle bir samimiyete Allah’ın da ihsanlan olacaktı ve sabahın erken saatlerinden bu yana kılıç sallayıp hayatını harp meydanına vakfeden bu insanlar üzerine Allah (celle celaluhü), Bedir’ de olduğu gibi yine sekine indirecekti. Üzerlerine öyle tatlı bir uyku çöküvermişti ki; neredeyse ellerindeki kılıç yere düşüyordu ama onlar bunun far¬kına bile varamıyorlardı. EbU Talha gibi insanlar, eğilip düşen kılıç-lannı tekrar alıyorlardı ama bu sekinenin tesiriyle kılıçların yeniden ellerinden düşmesine mani olamıyorlardı. Mesela, düşman askerle¬ri alt taraftannda olmasına rağmen Bişr İbn Bera’nın kılıcı elinden düşmüştü ama o, üzerine çöken bu uyku halinden dolayı elindeki kılıcın yokluğunu bile fark edemiyordu . .Adeta bu, onca sıkıntının üzerine çekilen bir sünger gibiydi. Belli ki bir inayet söz konusuydu ve bu sıkıntılar da pek yakında son bulacaktı.
Uhud meydanında imdada gelen melekler de vardı. Gerçi onlar, savaşın başından bu yana burada bulunuyorlardı; zira Allah (celle cela¬luhü), beş bin melekle ehl-i imanı destekleyeceğini vadetmişti. Ancak bu, Allah ve Resülü’rıiin hassasiyetine bağlı bir husustu ve okçular tepesinde yaşananlar sonrasında emre itaatte istenilen ve beklenen tavır ortaya konulamayınca melekler geri çekilmiş ve onları kendi başlarına bırakrnışlardı.
Sa’d İbn Ebi Vakkas’ın şehadetiyle Uhud dağının eteklerine doğru çekilen Allah Resülıi’niin sağ ve sol tarafında beyaz elbiseli iki melek -Cibril ve Mikail- savaşıyor ve düşmanlardan gelebilecek tehlikelere karşı O’nu koruyordu. Zaten biraz önce Allah Resülü’niin verdiği okları atarken, tanımadığı temiz simalı ve beyaz giysili bir gencin bu okları toplayıp geri getirdiğine de şahit olmuştu. O, bu ok¬ları getirip sonra da:
– At ey Ebu İshak, diye seslenen bu genci bir daha da göreme¬mişti.
122 Bkz. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 1/287 (2609); Taberani, Mu’cemu’l-Kebir, 10/301 (10731); Taberi, el-Carniu’l-Beyan, 4/81; İbn Kesir, Tefsir, 1/412İbn Kamie’nin hamleleri sonucu şehit olan sancaktar Mus’ab İbn Umeyr’in görevini de bir melek üstlenmiş, Hz. Mus’ab’ın sureti¬ne girip Uhud’da Allah Resülü’nün sancağını dalgalandınyordu. Bir aralık Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– İleri hücum et ey Mus’ab, diye seslenince Efendimiz’e doğru yönelen melek:
– Ben Mus’ab değilim, diyecekti. Efendimiz’in seslenişine şahit olan Abdurrahman İbn Avf, büyük bir taaccüb içinde:
– Ya Resı.1lullah, diyecekti. Mus’ab daha önce öldürülüp şehit olmadı mı?
– Evet, dedi Allah Resı.1lü (sallallahu aleyhi ve sellern). ‘Onun yerine bir melek, onun adıyla Mus’ab’ın vazifesini ifa ediyor!,123
Bir aralık Allah Resı.1lü, yanında bulunan Hôris İbn Szmme’ye Abdurrahman İbn Avfı sormuş, o da Hz. Abdurrahman’ın bir taraf¬ta düşmanla yaka paça olduğunun haberini vermişti. Bunun üzerine Efendimiz:
– Şüphe yok ki melekler onunla beraber savaşıyor, buyurdu.
Efendimiz’in müjdesini alan Hz. Haris, doğruca Abdurrahman İbn Avfın yanına koştu; etrafında yere serilmiş yedi tane müşrik yatı¬yordu.
– Bileğine kuvvet! Bunların hepsini de sen mi öldürdün, diye sordu. O da şaşkındı:
– Şu ve şunları ben öldürdüm, dedi önce ve arkasından da:
– Şunları ise, kimin öldürdüğünü ben de görmedim, diye ilave
etti. Bunun üzerine Hz. Haris, Allah ve Resı.1lü’nün verdiği haberin doğruluğu karşısında hayretini gizleyemeyip, “Allah ve Resiilis şüp¬hesiz doğru söylüyor.” manasında:
– Sadakallahu ve Resı.1lüh, buyuracaktı.
Bedir’de Allah Resı.1lü’yle birlikte olarnamanın hüzün ve mah¬cubiyetini yaşayan Enes İbn N adr:
– Resı.1lullah’ın ilk karşılaşması olan Bedir’de bulunamadım; şayet Allah (celle celaluhü), bana müşriklerle yeniden bir karşılaşma imkanı verirse Allah için neler yapacağımı ben bilirim, diyor ve Allah için savaşma aşkıyla yanıp tutuşuyordu. Şimdi ise Allah (celle celaluhü), onun arzu ettiği fırsatı önüne getirmiş, o da savaşın hakkını vermek için Uhud’a gelmişti.
123 İbn Sa’d, Tabakat. 3/121; İbn Ebi Şeybe, Musannef, 7/369 (36770); Salih], Sübü¬Iiı’l-Hiıda ve’r-Reşad, 4/205, 206
Savaş başlayıp da ikinci safhada kısmi bir çözülme yaşanınca ellerini açacak ve içini şöyle dökecekti:
– Allah’ım! Şu arkadaşlarımın yaptıklarından dolayı Senden özür diliyor, affını talep ediyorum. Şunların yaptıklarından da -müş¬rikleri kastediyordu- Sana dehalet edip affına sığınıyorum.
Belli ki bu çözülme karşısında çok üzülmiiş, ortaya çıkan neti¬ceyi bir türlü hazmedememişti. Bunun üzerine, kılıcını alıp düşman saflarının arasına dalmayı düşündü. Önüne, Erisar ve Muhacirler¬den oluşan bir grup çıktı; Efendimiz’in öldürüldüğü haberi üzerine kılıçlarını yere bırakmış, kara kara düşünüyorlardı. Büyük bir te¬laşla:
– Niye burada oturuyorsunuz, diye sordu.
– Resülullah öldürüldü, dediler. Beyninden vurulmuştu adeta.
Zemin savaş meydanı bile olsa bir mü’min dengesini kaybetmeme¬liydi. Onun inandığı İslam, peygamber bile olsa şahısların hayatla¬rıyla sınırlı bir sistem değildi ve her halükarda yaşanması gereken bir yapıyı ifade ediyordu. Onun için Uhud’da çaresiz bekleşenlere şöyle haykırdı:
– O’nun olmadığı bir dünyada yaşamanın ne anlamı var; neyi¬nize yarar ki? Haydi sizler de kalkın ve Resülullah’ın öldüğü istika¬mette hayatınızı ortaya koyun ve ölün!
Ardından da yoluna devam ederek gözden kayboluverdi.
Uhud’un arka taraflarında onunla Sa’d İbn Muaz karşılaşacak ve:
– Ben de seninle beraberim, diyecekti. Ancak o, Enes İbn Nadr’ı takip etmekte zorlanıyor ve yaptığını yapamıyordu. Arkasını döndü ve Hz. Sa’d’a:
– Ey Sa’d, diye seslendi. ‘Cennetin kokusu ne güzel! Nadr’ın Rabbine yemin olsun ki ben, Uhud’un arkasından onun kokusunu duyuyorum!
Derken, düşman safları arasında reftare yürüyen Enes İbn Nadr’e hayranlıkla arkadan bakan Sa’d İbn Muaz’ın gözlerinden de kayboluverdi. Düşman safları arasına dalmış ve yiğitçe vuruşurken şehit düşmüştü.
Akşam olup da cansız bedenine ulaştıklarında vücudunda, sek¬sen küsur kılıç, mızrak ve ok yarası vardı. Yüzü parçalanmış, burun ve kulakları da müsle yapılarak kesilmişti. O kadar dikkatle baktık
ları halde onu kimse tanıyamayacaktı. Nihayet kız kardeşi gelecek ve onu, ancak parmağındaki bir işaretten tanıyabilecekti. Er oğlu erdi ve Kur’an. onun gibileri bayraklaştırırken üzerlerine düşen vazifeyi harfiyen yerine getiren babayiğitler olarak anlatacaktı. ı24
Niyet Farkı ve Kuzman
Yapılan ameller ve ortaya konulan gayretler farksız olsa da, so¬nuçları itibarıyla insanlar aynı kefede değerlendirilmiyordu. Niyet, berrak bir suyun konulduğu bardağa benziyordu ve bu bardağın rengine göre bir görüntü veriyordu. O gün Uhud’da da aynı şeyler olacaktı.
O gün Uhud meydanında ortalığı kasıp kavuran Kuzmôn adın¬da birisi vardı. Hz. Hamza’ya benzer kahramanlıklar sergiliyor, düş¬man safları arasında önüne gelenin kellesini alıyor ve etrafındaki in-sanları kendisine gıpta ile bakacak hale getiriyordu.
Aslında o, savaşa gelme niyetinde değildi; ne zaman ki Beni Zafer kadınları kendisini ayıplamaya başlamış, silahını aldığı gibi Uhud’a gelmişti. Bu sırada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) Uhud meydanında safları düzeltip savaşa hazırlıyordu. Kuzman da geldi ve en ön safa yerleşti.
Savaş başlayınca da Kuzman’ın önünde durmaya imkan kalma¬dı. ilk oku da o atmıştı. Kahraman mı kahramandı; müşriklerin en az üç tane sancaktarını o yere indirmiş ve karşı taraf adına yaşanan ilk hezimette büyük bir rol üstlenmişti. Hatta onun bu kahramanlığı diğer ashabın da dikkatini çekmiş ve gelip onu Allah Resülü’ne gıp¬tayla anlatmışlardı.
ı24 Enes İbn Nadr, Enes İbn Malik’in amcasıydı ve ona lıürmetten dolayı kendisine de amcasının adı konulmuştu. Bkz. Ahzab, 33/23. Konuyla ilgili olarak bkz. Bu¬han, Sahih, 3/1032 (2651), 4/1487 (3822); Tirmizi, 5/349 (3201); İbn Ebi Şeybe, Musannef. a/aıa
Ancak buna rağmen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), onun cehennem ehlinden birisi olduğunu söylüyordu. Ortalıkta şaşılacak bir durum vardı. Onun yaptıkları ve ile Efendimiz’in beyanı karşısın¬da tereddüte düşenler, söylenilenlere şüpheyle bakanlar bile vardı. Nasıl olabilirdi? Kuzman, eline aldığı okları bile mızrak gibi fırlatıp hedefini vuruyor, süvarilerin üzerine tek başına saldırıp önüne geleni öldürüyordu. Yine böyle bir grubun içine dalmış ve dokuz tane adam öldürmüş, ancak kendisi de yaralanmıştı.
Onu yaralı halde gören Katade İbn Numan:
– Ya Ebu Ğaydak, dedi. Ne mutlu sana; şehit olacaksın! Bu arada başkalan da yanına gelmiş:
– Allah’a yemin olsun ki bugün sen, çok çetin imtihan yaşadın ey Kuzman! Müjdeler olsun, diyorlardı. Bunlan duyunca Kuzman:
– Beni niye müjdeliyorsunuz ki! Vallahi de ben, sadece kav¬mimin hesabına ve onlann şerefini yüceltmek için savaştım. Zaten bu da olmasaydı ben asla savaşmazdım, diye tepki verdi. Sonra da, eline aldığı kılıcının kabzasını yere koyup ucunu karnına yerleştirdi ve kendisini üzerine bırakarak intihar etti. Kuzman, kendini öldür¬müştü!
Duruma muttali olup da taaccüplerini gizleyemeyenler gelip durumdan Allah Resülü’nü haberdar ettiklerinde Efendimiz (sallalla¬hu aleyhi ve sellern), önce tekbir getirdi ve:
– Şehadet ederim ki Ben, Allah’ın kulu ve Resülü’yüm, buyur¬du. Ardından da Hz. Bilal’i yanına çağırdı ve insanlara şunlan tebliğ etmesini emretti:
– Şüphesiz ki cennete sadece Müslüman olanlar girebilir. Ve Allah (celle celaluhü), facir bir adamla da olsa dinini teyid eder, buyur¬du.
Kahramanlar Geçidi ve Yeniden Toparlanma
Efendimiz’in öldüğü şayiasının çıktığı andan itibaren Uhud, O’nun dizinin dibinde yetişenlerin kahramanlıklarını sergileyecek¬leri bir alan haline dönüşüvermişti. Abdullah İbn Cahş ile Sa’ d İbn Ebi Vakkas’ın ölümüne dua yanşına girdikleri bu demlerde Hayse¬me İbn Hayseme gibi daha nice yiğitler ölüme koşuyor, Hanzala İbn Ebi .Amir misali fütüvvet ruhlu insanların zifafa gidercesine şeha¬dete uzandıklan bu akıl almaz badirede Amr İbn Cemüh gibi insan¬lar cennette reftare yürüyüşe çıkarcasına ön saflara doğru hücum ediyorlardı. Amr İbn Sabit gibi daha o gün gelip çok az bir gayretle ebedi kurtuluşun reçetesine ulaşanlara sahne oluyordu Uhud. Hu¬seyl ve Sabit İbn Vakş gibi Medine’de ölümü beklemektense Uhud’a gidip son demde ebedi gençliğe talip olan pir-i fanilerin koşuştur-
masına şahit oluyordu dağ taş. Bir kahramanlar geçidi vardı er mey¬danında ve aynı zamanda o gün Uhud, Nesibe Binti Malik’in aslanlar gibi kükreyip Efendimiz’i müdafaa yarışına giriştiğine, kadın erkek ashab arasından daha nice meçhul kahramanın da çıkıp Mekke or¬dusunun yüreğine korku saldığına şahitlik ediyordu.
Neyse ki bu durum çok uzun sürmeyecekti; O’nun yeniden as¬habı arasında olduğuna şahit olan Kays İbn Muharris’in125 kararan dünyası bir anda değişivermişti. Onun için bu ayrı bir moralolmuş ve kendisini yeniden düşman saflarının arasına bırakmıştı; artık ölse de gam yemezdi. Artık o, önünde durulmaz bir küheylandı. Önüne çıkanın kellesini alıyordu. Nihayet onu, uzaktan attıkları bir mızrak¬la durdurabileceklerdi.
Çok geçmeden Uhud meydanında Hubôb İbn Münzir’in gür sesi duyulacaktı; insanları yeniden toparlanmaya çağırıyordu. Bu çağrı¬nın geldiği mekan yeniden toparlanmanın adresi olmuş ve Uhud’-dan yükselen bu ses de, adeta Hakk’ın sesini ali kılmanın yeni ham¬lesi haline gelmişti.
Mü’minlere yeniden hayat veren bir müjdeydi bu aynı zamanda ve bu sözü duyan herkes, bunu diğer arkadaşlarına da duyurmanın gayreti içine girmişti. Abbas İbn Ubôde, Harice İbn Zeyd ve Evs İbn Erkam’ın dilinde bu pelesenk haline gelmişti ve sürekli tekrar edi¬yorlardı. Şöyle diyordu Abbas İbn Ubade:
– Ey Müslüman cemaati! Haydi, Allah’a ve Nebi’nize koşup gelin! Sizin başınıza gelen musibet elbette Nebi’nize de isabet etmiş¬tir. Ancak O size, sabır kuvvetine istinad edip mukavemet gösterdi¬ğiniz sürece nusret vadediyor.
125 Bu sahabinin, Kays İbnü’l-Haris olduğu da söylenmektedir.
Hz. Abbas bir taraftan bunları söylerken diğer yandan da üze¬rindeki zırhını çıkarıp miğferini bir kenara atıyordu. Derken, yanın¬daki Hz. Harice İbn Zeyd’e döndü ve:
– Bunlara senin ihtiyacın var mı, diye sordu. Anlaşılan birbirle¬rini çok iyi tanıyorlardı ve daha soruyu duyar duymaz Harice de ona: – Hayır, diye mukabelede bulundu. Ardından da, dünyayı is¬tihkar eden bir mü’minin neler yapabileceğini gösteren niyetini şu cümlelerle ilan etti:
– Ben de senin düşündüğünü düşünüyorum!
Artık üçü de düşman saflarının içine dalmış kıyasıya savaşıyor¬lardı. Bir aralık Abbas İbn Ubade’nin şunları söylediği duyuldu:
– Neler olup bittiğini gören bu gözler bizdeyken, Resülullah’a bir zarar gelirse yarın Rabbimizin huzurunda bizim elimizde hangi mazeret olabilir?
Bir taraftan kılıç sallayan Hz. Harice yine mukabelede bulunu¬yordu:
– Rabbimiz katında o zaman, ne bir delilirniz ne de bir özrümüz olabilir!
Resul-ii Kibriya’yı sağ salim gören herkes derin bir nefes alıyor ve o ana kadar yaşanan sıkıntıları bütünüyle unutup sevince gark oluyordu. Belli ki artık Uhud’da yeni bir maya tutmuş ve Resülul¬lah’ın etrafında yeniden bir toparlanma yaşanmaya başlanmıştı. Moraller yeniden yerine gelmişti ve dünyayı ayaklar altına alıp da istihkar edenlerin omuzlarında yeni bir zafer daha kazanmanın te-melleri atılıyordu.
Bedir sonrasında esir alınan Übeyy İbn Halej, savaş sonrasın¬da fidye verip de esaretten kurtulurken kendi kendine ahdetmiş ve Mekke’ye döner dönmez en iyisinden bir at alıp en kaliteli yemlerle onu besleyeceğine dair sözler vermişti. Gerçekten dediğini de yapmış ve Resülullah’ı öldürme planlarıyla yatıp kalkarak Uhud’a hazırlan¬mıştı. Onun bu niyetini Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) de bili¬yordu ve Uhud eteklerine çekildiği bu sıralarda ashabına şöyle dedi:
– Ben, Übeyy İbn Halefin arkadan saldıracağından endişe edi¬yorum; şayet onun geldiğini görürseniz mutlaka Bana haber verin!
Gerçekten de çok geçmeden Übeyy, yanında bir grup adamla birlikte ve demir zırhları içinde atına binmiş olarak arkada beliri¬verdi:
– Muhammed nerede? Bugün O kurtulacaksa ben yaşamaya¬yım, diyor ve açıktan meydan okuyordu. Ashabdan biri hemen ileri atılıp onun hakkından gelmek istedi; ancak buna güç yetirmeye ta¬kati yetmemişti. Onun arkasından başkaları da gitmek isteyince Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Bırakın onu! Yolunu açın da gelsin, buyurdu. Hayâsız bir adamdı ve ağzını da bozarak Efendimiz’i yalanla itham ediyor ve sözde, savaş meydanından kaçtığını söylüyordu. Haddini çoktan aş¬mıştı; bizzat mübaşeret etmek gerekiyordu ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) de, Hôris İbn Szmme’nin elindeki mızrağı alarak ona karşılık vermek istedi. Efendimiz’in bütün heybetiyle üzerlerine gel¬diğini gören Übeyy’in yanındakiler, çoktan sağa-sola kaçışmaya baş¬lamışlardı! Her işi zirvede temsil eden Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), belli ki iş başa düşünce savaşın hakkını vermenin en zirve örneğini ortaya koyacaktı.
Bir mızrak darbesi yetmişti; atından düşen Übeyy, daha ne ol¬duğunu anlamadan yerde yuvarlanmaya başlamış, feryad ü figanı basmıştı:
– ValIahi de beni Muhammed öldürdü, diye bağırıyordu. Resülullah’ın bir darbesi, Übeyy’in ödünü koparmış, yıllar ön¬cesinde Mekke’de duyduğu sözler aklında şimşeklerin çakmasına sebep olmuştu. Halini ayıplayıp da bu kadar bir hamleyle pes edip geri durmasını ayıplayanlara karşılık şöyle diyordu:
– Lat ve Uzza’ya yemin olsun ki benim başıma gelen bu hadise Zü’l-Mecaz ehlinin tamamına bile isabet etmiş olsaydı, mutlaka on¬ların hepsini de öldürmeye yeterdi! Çünkü O Mekke’de iken bana, “Seni Ben öldüreceğim.” demişti. ValIahi de O, şayet benim üzerime tükürse bile mutlaka beni öldürür!
Haksız da sayılmazdı; zira müşrik ordusuyla birlikte geri dö¬nerken Serif denilen yerde Übeyy ruhunu teslim edecek ve bir daha Mekke’ye dönmek ona nasip olmayacaktı.
Efendimiz’i öldürme rüyaları gören bir diğer müşrik de Osman İbn Abdullah idi. O da Bedir esirleri arasındaydı ve fidye verip de Mekke’ye dönünce, Mekke’nin en iyi bineğini bu iş için hazırlamış ve tam tekmil zırhları içinde Resülullah’ı öldürmek için fırsat kolla¬maya başlamıştı. Şimdi bu fırsatı yakaladığını düşünüyordu. Übeyy gibi o da:
– Şayet bugün Sen kurtulursan bana yaşamak haram olsun, diyor ve atını mahmuzlamış Resülullah’ın üzerine doğru geliyordu. Osman’ın karşısına da Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) dikile¬cekti. Herkes, bu gelişin sonunu merak ediyordu.
Atıyla birlikte doludizgin gelen Osman, hiç beklenmedik bir anda gözden kayboluverdi. Herkes şaşırmıştı; sanki yer yarılmış da Osman içine girmişti. Meğer Osman’ın atı bir çukura düşmüştü. Bunu gören Hôris İbn Sımme, kılıcını kaptığı gibi Osman’ın karşı¬sına dikildi ve bir müddet çarpıştıktan sonra da Osman’ın işini biti¬riverdi. Onun da yıkılışını haber alan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), hamd makamında şunları söyleyecekti:
– Onun şerrini de bertaraf eden Allah’a hamd olsun!
Sa’d İbn Ebi Vakkas’a seslenen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Onları geri çevir, diyerek az da olsa Uhud’un eteklerine doğru tırmanarak üzerlerine gelmek isteyen müşriklere karşı onun ok at¬masını söylüyordu. Bunun üzerine önce Hz. Sa’ d:
– Tek başıma onları nasıl geri çevirebilirim ki, diyecekti. Hatta bu sözünü üç kere tekrarladı; zahir itibarıyla bir insanın üstesinden gelemeyeceği büyüklükte bir güç vardı karşısında. Ancak bunu söy-leyen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) olunca iş değişirdi. Hemen sadağına yöneldi ve eline aldığı bir oku yayına koyarak hedeflediği bir müşrikin üstüne doğru attı. Ok hedeflenen noktaya tam isabet kaydetmiş ve adam oracıkta düşüp ölüvermişti! Arkasından bir di¬ğerini fırlattı; o da isabet etmiş ve bir müşriki de o ok öldürmüştü. Üçüncüsünü de atıp bir adamı daha yere devirince, Allah Resülü¬nün bulunduğu yere doğru gelmek isteyenler bu manzaradan ürk¬müş ve geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Demek ki geri durma¬mak, yaşanılan olumsuzluklar karşısında yılmadan daima iman ve azimle hamle üstüne hamle yapmak gerekiyordu. Zaten gelen ayette Cenab-ı Mevla, bu durumu nazara verecek ve şunları söyleyecekti:
– Sakın yılmayın, üzüntüye kapılmayın, eğer iman ediyorsa¬nız mutlaka üstün gelirsiniz. Şayet siz yara aldı iseniz, karşınızdaki düşman topluluğu da benzeri bir yara aldı. İşte Biz, Allah’ın gerçek mürninleri meydana çıkarması, sizden şehitler edinmesi, miiminle¬ri tertemiz yapıp kafirleri imha etmesi için, zafer günlerini insanlar arasında nöbetleşe döndürür dururuz. Allah zalimleri sevmez.
126 Al-i İmran, 3/139, 140
Demek ki, hakiki manada imanı elde eden mii’min, dünya bomba olup patlasa bile endişeye kapılmaz ve yapılması gerekenler konusunda asla geri durmazdı, durmamalıydı. Mii’min olanın hedefi hep ilerisi olmalıydı. Elde iman gibi bir hakikat var iken başkaları¬nın yaptıkları karşısında endişeye kapılmak hiçbir mü’mine yakış¬mazdı. Çünkü o, Allah rızası gibi yüce bir gaye ile ve O’nun dinini yüceltmek için mücadele veriyordu. Karşı cephede yerini alanlar ise şeytan yolunda savaşıyordu. Kendi benliklerini konuşturarak dünya menfaati adına şahsi çıkar peşinde idiler.
Demek ki gerçek mü’rnin, ancak böylesine çetin imtihanlardan geçerken belli olurdu. Rıza mertebesini hedefleyip de yoluna devam ederken mü’minin önüne çıkması muhtemel bu türlü engeller, aynı zamanda onun temizlenip arınmasını netice verir ve dünyada adım atıp yürürken Allah’ı hatırlatan beliğ birer lisan haline getirirdi.
Anlaşılan, Uhud günündeki bu gidiş geliş de, böyle bir faydayı temin içindi. Daha sonraki zafer günlerinde ayakların yere daha sağ¬lam basabilmesi için bugün, mutlak bir zaferin arkasından geçici de olsa bir sarsılma yaşanmış ve gelecek günlerde daha büyüklerinin yaşanmamısı için Allah (celle celaluhü), ashab-ı kirarn arasından bazı¬larını şehit olarak huzuruna almıştı.
Meselenin dikkat çekici bir tarafı da, gelecekte huzura gelip de teslim olacak olan Ebu Süfyan, Halid İbn Velid ve İkrime İbn Ebi Cehil gibi istikbalin sahabilerine, Allah’ın Uhud’da avans veriyor ol¬masıydı. Zira bunlar bugün, Mekke ordusunun en üst komuta ka¬demesini oluşturuyordu. Böylelikle onların, onurlarını kırmıyor ve mağlubiyet psikolojisi altında ürettikleri komplikasyonlarla gelecek¬lerini karartmalarına da müsaade etmiyordu.
Uhud’daki Tedavi
Bu arada Hz. Ali, Resı1lullah’a su getirmişti. Önce suyu aldı ve içmek istedi; ancak belli ki kokusundan hoşlanmamıştı. Suyu müba¬rek yüzlerine döküp kanlarını yıkamaya başladı. Bir taraftan da:
– Nebi’sinin yüzünden kan akıtanlara karşı Allah’ın gazabı şid¬detlendi, diyordu.
O’nu bu halde gören ve çok duygulanan kızı Fatıma Validemiz, bir taraftan babasının yüzünü siliyor, diğer yandan da sarılıp O’nu teselli etmeye çalışıyordu. Akan kanı durdurmak için bir hasır ya¬kacak ve küllerini yaranın üzerine koyup kanı durdurmaya çalışa¬caktı.
Getirilen suyu içmediğini gören Muhammed İbn Mesleme hemen kadınların yanına koşmuş, onlardan su istiyordu. Ancak on¬larda da su kalmamıştı. Ancak o, Resülullah’a su getirmeden geri dönmeyi düşünmüyordu ve gidip bir kuyudan bulduğu suyu Allah Resülii’ne getirerek takdim etti. Belli ki çok susamış olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), önce bu sudan içti ve ardından da, onun bu hassasiyeti karşısında Muhammed İbn Mesleme’ye dua etti.
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ortalığın biraz olsun du¬rulduğu bu saatlerde tuttu Uhud’da öğle namazını kıldı. Belli ki na¬mazını ayakta kılacak takati bulamıyordu; oturmuş, namazını öyle kılıyordu.
Biraz yüksek bir yere çıkıp da olup bitenleri görmek isteyen Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), yukarıda bulunan bir taşın üstüne çıkmak istemiş, ancak üzerindeki zırhların ağırlığıyla buna imkan bulamamıştı. Durumu müşahede eden Talha İbn Ubey¬dullah yine devreye girecek ve Allah Resülü’nün bu isteğini yerine getirmesine yardım edecekti. Bunun üzerine Resül-ü Kibriya Haz-retleri, aynı zamanda başından bu yana yaptıklarından dolayı Hz. Talha için şunları söyleyecekti:
– Resülullah için yaptığı bu işlerden dolayı Talha’ya cennet vacip oldu!
Halid İbn Velid’le birlikte bir grup süvarinin geldiğini görünce de ellerini açacak ve şöyle dua edecekti:
– Allah’ım! Senin kuvvetinden başka hiçbir kuvvetin hükmü yoktur. Şu beldede bu bir avuç insandan başka Sana kullukta bulu¬nacak kimse yoktur; Sen onları helak etme! Allah’ım! Onların bize karşı bir üstünlük sağlamalarına imkan yoktur; Sen onlara bu fırsatı verme!
Bu sırada Hz. Ömer gibi Muhacirlerden bir grup okçu ileri atıl¬mış ve gelen atlılara karşı ok yağdırmaya başlamıştı. Savaş önce¬sinde tepeye yerleştirdiği okçulara dediği gibi, süvariler üzerlerine yağan ok yağmuruna karşı duramayıp kısa zamanda geri dönmek zorunda kalacaklar ve böylelikle Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashab-ı kirarn hazeratı bir beladan daha masun kalacaktı.
Ziyôd İbn Seken’in ağır yaralı olduğu haberi verilmişti; hemen onu yanına getirmelerini emir buyurdu. Zira Ziyad, geçici bir karga¬şa anında insanlar dağılıp da Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Şunlara karşı kim göğüs gerip de bizi koruyabilir, şeklindeki talebine karşılık:
– Ben ya Resülullah, diye haykırmış ve yanındaki beş arkada¬şıyla birlikte ölümüne Allah Resülü’nü korumaya başlamıştı. Gay¬retleri gözden kaçmıyor ve yaptıkları herkesi hayran bırakıyordu. Nihayet onunla birlikte savaşan dört arkadaşı sırasıyla şehit olmuş, onu da müşriklerin elinden zor kurtarmışlardı. Kanlar içindeydi ve her an şehit olması kuvvetle muhtemeldi.
Efendimiz, mübarek ayaklarını başının altına koydu Ziyad’ın; gönlünü almaya çalışıyordu. Ebedi aleme şehit olarak giderken Re¬sülullah’ın ayağına başını koymanın huzuru vardı yüzünde. Gördü¬ğü şefkat ve içine nüfuz eden merhamet nazarları, yaşadığı bütün sıkıntıları unutturmuş, huzur-u kalb ile veriyordu son nefeslerini. Derken, yanağı Allah Resülii’nün ayağının üzerinde olduğu halde son nefesini de verip ebedi vuslata pervaz ediverdi.
Mekke Ordusu Çekiliyor
İşin bu noktasında adeta Uhud’da zaman durmuştu; iki tara¬fın da büyük kayıpları vardı ve Mekke ordusunun kumandanı Ebu Süfyan, yeniden Müslümanlara saldırmayı tehlikeli buluyordu. Zira Uhud’un eteklerine çekilen ashab-ı Resülullah yeniden toparlan¬maya başlamış ve bu toparlanma onu bir hayli ürkütmüştü. Bir de, savaş başlamadan önce ayrılan üç yüz kişilik grubun niçin ayrıldı-ğından haberdar değillerdi; bunların da yeniden gelme ihtimalleri vardı. Bu durumda yeniden tehlike var demekti. Zaten Uhud’un bi¬dayetinde yaşadıklarını da unutmuş değildi; aynı zamanda mü’min-lerin, ölümün üzerine koşarak gittiklerini en iyi bilenlerden biri de o idi.
Onun için o, en azından zahir itibarıyla böyle bir sonuç almış¬ken elde ettikleri başarıyı zedelememe adına ordusunu Mekke’¬ye geri dönmeye çağıracaktı. Ancak, hala emin olamadığı bir konu vardı ve bunu tetkik için atına atlayıp önce Uhud’un eteğine kadar geldi. Yüksek sesle:
– Bu topluluk arasında Muhammed var mı, diye sordu. Efendiler Efendisi ashabını uyarmış ve:
– Ona cevap vermeyin, buyurmuştu. Onun için kimseden ses çıkmadı. Beklediği cevabı alamayınca aynı sorusunu üç kez tekrar1a¬dı. Belli ki hala emin değildi. Ardından, Hz. Ebu Bekir’i kastederek: – Peki, bu topluluğun arasında İbn Ebi Kuhafe var mı, diye
sordu. Resül-ü Kibriya Hazretleri yine cevap verilmesini istemiyor¬du. Ebu Süfyan tekrar seslenecekti:
– Peki, aranızda Ömer İbn Hattab var mı?
Belli ki bu cepheyi çok iyi tanıyor ve meselenin kimlerin om¬zunda bayraklaştığını çok iyi biliyordu. Anlaşılan, aldığı cevaba bina edeceği bazı hükümler vardı. Ancak Allah Resfılii, tavrını değiştir¬memişti. Yine cevap verilmemesi gerektiğini söylüyordu. Hz. Ömer, ağzının payını vermek için yerinde zor duruyordu. Her defasında izin istemiş ama Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) cevap vermesine müsaade etmemişti. Yeniden Allah Resfılii’ne yöneldi ve:
– Ya Resülullahl Ona cevap vereyim mi, diyerek izin istedi.
Adeta Uhud’da psikolojik bir savaş cereyan ediyordu. Bu sefer Efen¬dimiz:
– Peki, cevap ver, buyurdu.
Bu arada Ebu Süfyan, kavmine dönmüş şöyle bağırıyordu:
– Demek ki bunlar öldürülmüşler! Şayet sağ olsalardı mutlaka cevap verirlerdi!
Daha o cümlesini tamamlamamıştı ki, Uhud meydanında Hz.
Ömer’in gür sesi yankılanmaya başladı:
– Yalan söylüyorsun ey Allah düşmanı! Onların hepsini Allah, seni rezil ve rüsva kılmak için sağ bıraktı! Öyle boşuna sevinme; az önce senin adlarını saydıklarının hepsi sağ ve salim!
Ebu Süfyan büyük bir şok yaşıyordu. Demek ki İbn Kamie ya¬nılmıştı; demek ki onun öldürdüğü kişi Muhammed değildi! Mu¬hammed .. Ebu Bekir .. Ömer … Bütün bunlar yaşıyorsa işleri daha da zor demekti. Az önce zihninden geçirdiği geri dönme işi aklına yatmıştı. Bu haldeyken vaziyeti idare edip işi yeniden riske atma¬malıydı. Önce:
– Yüce Hubel, diye bağırarak zaman kazanmak istedi. Uhud’un zahirine bakıp da bizim inançlarımiz sizinkinden üstün demeye getiriyordu. Ancak beri tarafta, yerinde durmakta zorlanan Hz. Ömer’e bu sefer Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) seslenmiş ve:
– Kalk ya Ömer! Ona cevap ver, demişti. Artık onu kim tutabi¬lirdi ki? Hemen kalktı ve:
– En büyük ve yüce olan şüphesiz ki Allah’tır, dedi.
– Bugün Bedir’e bedel bir gündür; o gün sizler bize üstün gelip
bizi üzüntüye boğdunuz, bugün de bizim yüzümüze güldü ve sevi¬nenler bizler olduk, diyordu Ebu Süfyan. Bunun üzerine Hz. Ömer, tekrar:
– İkisi asla bir olamaz; bizim ölülerimiz cennete uçup giderken sizinkiler ise çoktan cehennemi boyladı, diye seslendi. Bu sözün de altında kalmak istemiyordu Ebu Süfyan:
– Bunu sizler söylüyorsunuz; şayet dediğiniz gibiyse vay bizim halimize! Halbuki bizim Uzza’mız var, ama sizin Uzza’nız yok!
Hz. Ömer hangi sözün altında kalırdı ki? Hemen:
– Bizim Mevlamız Allah’tır; sizin koruyup kolIayanınız yok ki, diye haykırdı.
Ancak Ebu Süfyan’ın tereddütleri hala geçmiş değildi; Hz.
Ömer’ e bir kez daha seslenerek yakınına gelmesini söylüyordu. Efendimiz de müsaade edince Hz. Ömer bulunduğu yerden kalktı ve Ebu Süfyan’a daha yakın bir yere geldi. Ebu Süfyan soruyordu:
– Allah için sana soruyorum ey Ömer! Doğru söyle; biz Muham¬med’i öldürdük mü?
– Allah’a yemin olsun ki hayır! Hatta şu anda O (sallallalıu aleyhi ve sellem) senin sesini de duyuyor, diye cevapladı Hz. Ömer. Bunun üzerine Ebu Süfyan:
– Sen, İbn Kamie’den daha doğru sözlü ve iyi bir insansın, dedi.
İşte bu, inandığı değerleri Müslümanca temsil etmenin adıydı. Uhud bile olsa Ebu Süfyan, yanı başındaki kendi adamına değil karşı cep¬hede kendisine kılıç çeken düşmanına güveniyordu. Hükmünü de onun üzerine bina edecek ve:
– Sizler, ölülerinizin arasında bazılarına işkence yapılıp da vü¬cutları parçalanan, burun ve kulaklan kesilerek etrafa dağıtılan in¬sanlar göreceksiniz. ValIahi de ben buna rıza göstermedim; ne böyle yapmalarını emrettim ne de yapanlara engeloldum! Dikkat edin!
Gelecek seferki randevumuz, önümüzdeki senenin başında yine Bedir olsun, diyerek son cümlesini söyleyip geri dönecekti.
Askerleri arasına döner dönmez de yol için hareket emrini verdi ve böylelikle Mekke ordusu hareket etmiş oldu.
Ebu Süfyan ve askerleri geri dönüp giderken Allah Resülü (sal¬lallahu aleyhi ve sellern), herhangi bir kötülük düşünüp düşünmedikle¬rinden emin olmak istiyordu. Zira dönerken Medine’ye girip kadın ve çocuklara kötülük yapacaklarından endişe duyuyordu. Onun için ashabının önde gelenlerini yanına çağırarak arkadan düşmanı takip etmelerini söyledi:
– Şayet onlar giderken develere binip gidiyorlarsa zarar verme¬den ayrılacaklar demektir; ancak develeri bırakıp da atlara biniyor¬larsa o zaman Medine’yi hedetleyeceklerdir! Bu ise, açıktan bir talan demektir ve şayet böyle bir niyetlerini hissederseniz o zaman hepi¬miz bir olur ve nefsim yed-i kudretinde olana and olsun ki, vallahi de üzerlerine yürürüz, diyor ve ashabının dikkatini bu noktaya çe¬kiyordu.
Allah Resülü’nden talimatı alan ashab-ı kirarn hazretleri, Akik vadisine kadar düşmanın peşinden gidecek ve aralarındaki konuş¬malara bile şahit olacak kadar onlara yaklaşacaklardı. Bir grup müş¬rik, fırsat ellerindeyken Medine’yi talan edip öyle dönmelerini söy¬lerken Safvan İbn Ümeyye gibi bazı insanlar:
– Bunu aklınızdan bile geçirmeyin! Onların yeniden toparlan¬dığım ve ölümün üzerine nasıl yürüdüklerini görmüyor musunuz! Onlann hepsini öldürmeden Muhammed’e ulaşmamıza imkan yok. Şimdi kazandığımız zaferi hezimete çevirmeden buradan hemen gi¬delim, diyerek başta Ebu Süfyan olmak üzere müşrikleri savaştan vazgeçirme konusunda ısrar ediyorlardı. Derken Mekke ordusu, uzun yol için kullanılan develere binecek ve yeniden yola koyulup Mekke’ye dönecekti,
Mağlubiyetten zafer çıkarma stratejisi işe yaramış ve hezimet görüntüsünden yeni bir zafer daha ortaya çıkmıştı. Bu görüntü, Mekke ordusunu yıldırmış ve onlan alelacele Uhud’u terk etmekle karşı karşıya getirmişti. Arada muvakkat bir sarsıntı yaşanmış olsa bile Uhud’a imzasını atan yine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) oluyordu.
Savaş Sonrası Uhud Meydanı
Müşrikler savaşa devam etmeyi göze alamayıp da Uhud’dan çe¬kilince ashab-ı kirilm hazretleri savaş meydanına inerek ölü ve yara¬lılann arasında dolaşmaya başladılar. Ayakta kalanlan zaten herkes görüp biliyordu; ancak kimlerin şehit olup kimlerin de yaralı halde yardım beklediği henüz belli değildi. Tüyler ürperten manzara vardı karşılarında; zira, karşılaştıklan her bir beden paramparça edilmiş, burun ve kulaklan kesilerek tanınmaz hale getirilmiştil'<‘
Şehit olup uçan uçup gitmiş, geride kalanlar da kan seylapları içinde iki büklümdül Uhud, kan ağlıyordu! Ashabıyla birlikte aynı kaderi paylaşan ve ashabının başına gelenlere çok üzülen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir aralık:
– Sa’d İbn Rebi’e kim bakıp da gelebilir; acaba o sağ mı yoksa ölüler arasında mı? Onu Ben, üzerinde on iki ok yarası varken gör¬müştüm, buyurun ca Ensar’dan birisj128 kalkacak ve onu aramaya başlayacaktı. Meydanı dolaşarak üç kez adını telaffuz ederek yük¬sek sesle bağırmasına rağmen herhangi bir cevap alamamıştı. En so¬nunda:
– Senin haberini Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) merak edi¬yor; beni de zaten O gönderdi, diye seslenince cılız bir ses hissetti ve o sesin yanına geldi. Belli ki son nefeslerini alıp veriyordu; üzerin¬de yetmişten fazla ok, mızrak ve kılıç yarası vardı. Hafifçe bedenine dokundu ve:
– Yaşayıp yaşamadığını merak edip “Saa’d İbn Rebi Hayatta mı ölüler arasında mı?” diye bakmam için beni sana Resülullah (sal¬lallahu aleyhi ve sellem) gönderdi, diye konuşmaya çalıştı. Sa’d, kendini toplayarak ve zorlana zorlana önce:
– Beni artık ölmüş bilin, dedi. Ardından da şunlan ilave etti:
127 O gün, müsle yapılmayıp da vücudu parçalanmadan bırakılan Uhud’da bir Han¬zala kalmıştı; zira onun babası EbU Amir, Evs kabilesine mensup olduğu halde MekkeIilere iltihak ederek onlarla birlikte savaşmak için Uhud’a gelmişti. Babası¬nın hatırına Mekke müşrikleri Hanzala’ya dokunmamışlar ve diğer Müslümanlar için reva gördüklerini Hz. Hanzala için yapmamışlardı. Bkz. Vakıdi, Megazi, ı/275; İbn Abdilberr, İstiab, 1/372
128 Bu şahsın, Muhammed İbn Mesleme veya Übeyy İbn Ka’b olduğu söylenmekte¬dir. Bkz. Siıheyli, Ravdiı’l-Ünf, 3/281; İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 4/44
– Resülullah’a benden selam söyle ve O’na, “Şu anda cennetin kokusunu aldığımı” söyle! Kavmine de benden selam söyle ve onlara de ki: “Eliniz tutup gözünüz gördüğü halde şayet Resiilullah’a bir şeyolursa Allah katında iki elim yakanızda olur ve Allah katında asla bir mazeret bulamazsıruzl”
Bunlar onun son cümleleriydi ve son kelimeyle birlikte müba¬rek ruhları da pervaz edip Uhud meydanından uçuverdi.
Hz. Hamza’nın Durumu
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) çıkmış:
– Amcamın başına neler gelmiş, diye tekrarlayarak Allah’ın as¬lanı Hz. Hamza’yı arıyordu. Derken onu Hz. Ali, Battıı’l- Vadi deni¬len yerde buldu ve doğruca Allah Resülü’nün yanına gelerek haber verdi. Resülullah, hızlı adımlarla onun olduğu yere geldi. Hz. Ham¬za’nın karnı yarılıp ciğeri çıkarılmış, burun ve kulakları da kesilerek vücudundan koparılmıştı. Bir insanın görülebileceği en acıklı man¬zaraydı ve yürek yakan bir görüntü vardı. Kalp mahzun olmuş, gözler de yaş döküyordu. Üstünü örtecek bir şey aradı Resülullah, Ensar’> dan bir sahabi öne çıktı ve üzerindeki elbiseyi çıkarıp Hz. Hamza’nın üstüne örttü: ancak bu, bedeninin tamamını örtmeye yetmemişti. Bunun üzerine aynı işi bir başkası daha yapacak ve böylelikle yürek yakan manzaraları kapatmaya çalışacaktı.
Ancak açıkta kalan sadece Hz. Hamza değildi; Uhud meydanın¬da atmış dördü Erisar yetmiş tane açıkta kalmış Hamza vardı. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), örtülerden birisini Hz. Cabir’e verecek ve onu babasının üstüne örtmesini söyleyecekti.
Halası Safiyye Binti Abdilmuttalib’in geldiğini görünce:
– Aman ona dikkat edin, diye seslendi. Belli ki bu haliyle kar¬deşi Hamza’yı görmesini istemiyordu. Bunu duyan Hz. Zübeyr, an¬nesinin önüne geçip de dayısını görmesine engelolmak isteyecekti. Ancak Hz. Safiyye, elinin tersiyle oğlunu bir kenara çekecek ve:
– Git başımdan! Şu anda seni gözüm görmüyor, diyecekti. O ise ısrarla:
– Ey anneciğim! Resülullah senin geri dönmeni istiyor, diye söylemeye çalışıyordu.
– Niye ki? Benim kardeşime Allah yolunda müsle yapıldığını duydum; her ne kadar buna gönlüm razı olmasa da inşallah ben, Allah için dişimi sıkar ve sabrederim, diye mukabele edip ısrar edin¬ce Hz. Zübeyr, hemen koşup durumdan Efendimiz’i haberdar etti. Bunun üzerine Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellerrı):
– Yolundan çekilin, buyurdu. Metanet insanı Hz. Safiyye, kar¬deşi Hz. Hamza’nın yanına gelip uzun uzun ona dua etti; istircada'”? ve onun için istiğfarda bulunuyordu.
Gördüğü manzara karşısında kendini tutamayıp da Kureyş’e sayıp döken Ebu Katade’ye Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) şun¬ları söyleyecekti:
– Ey Ebu Katade! Aslında Kureyş emanete ehil insanlardan mü¬teşekkildir; onlar hakkında kim haddini aşarsa Allah onun ağzının payını verir. Şayet Allah sana uzun ömür verirse, onların ortaya koy¬dukları fiil ve kulluk karşısında kendi amelini hafif görecek, daha fazlasını yapamadığın için üzüntü duyacaksın!
Ebu Katade gibi diğer insanların da benzeri mukabelede bulun¬ma isteklerine karşılık Cibril-i Emin gelip, düşmana mukabelede bulunmak istendiğinde sadece karşı taraftn yaptığı kadar bir kar¬şılık vermek gerektiğini; ancak her hôliikôrda sabredip işi Allah’a havale etmenin daha hayırlı olduğunu bildirecekti.
129 İstirca, ölüm haberi alınınca, hepimiz Allah’a aitiz ve vakti geldiğinde yine hepimiz de O’na döneceğiz manasında ‘İnna liltdh ve inna ileyhi rdeian’ demektir.
130 Bkz. Nahl, 16/126. Bu hadise için bkz. Tirmizi, Sünen, 5/299 (3129); Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 5/135 (21267); Hakim, Müstedrek, 2/391 (3368), 2/484 (3667); Nesai, Sünenü’l-Kiıbra, 6/376 (11279)
ı71
Şehitlerin Uhud’a Emanet Edilmesi
Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellern), şehitlerin üzerlerindeki zırhları çıkarmalarını ve:
– Onları, kanları ve elbiseleriyle birlikte gömün, diyerek olduğu gibi hepsini Uhud meydanına gömmelerini emretti. Böylelikle Uhud şehitleri, yıkanmadan ve üzerlerindekilerle birlikte Uhud’a gömül¬müş oluyordu.
Cansız bedenini gördüğü zaman dört defa tekbir getirdiği Hz.
Hamza’nın bulunduğu yerde duran Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), önüne getirilen her bir şehidi onun yanına koyduracak ve namaz kılıp dua edecekti. Böylelikle amca ve süt kardeş Hz. Hamza için Uhud’ da yetmiş defa namaz kılınmış oluyordu.
Hemen mezarlar kazılmaya başlanmıştı; ancak o kadar insa¬nın her birisine müstakil bir mezar kazacak durumları da yoktu. Gelip Efendimiz’e durumu arz edince Allah Resülü, iki veya üç ki¬şiyi bir mezara koymalarını emredecekti. Denilenler aynen karşı¬lık buluyor ve hiçbir yoruma tabi tutulmadan uygulanıyordu. Sıra, kazılan mezarlara şehitleri koymaya gelince bu sefer de hangisi¬ni önce mezara yerleştirecekleri konusunda kararsız kalmışlardı. Efendimiz, bunun üzerine, Kur’an’ı en çok bilenlere öncelik tanın¬masını emretti.
Abdullah İbn Amr İbn Haram ile Amr İbn Cemiih, Harice İbn Zeyd ile Sa’d İbn Rebi’, Nu’môrı İbn Malik ile Abdullah İbn Hashas ve Abdullah İbn Cahş ile de Hz. Hamza aynı kabre konulanlar ara¬sındaydı. O gün üç kişi bir arada Uhud’a emanet edilenler de vardı.
Efendiler Efendisi, babası gömülmeden önce ona sarılıp da ağ¬lamaya başlayan Hz. Cabir’e bakacak ve:
– Onun için ister ağla ister ağlama; siz onu mezarına koyaca¬ğınız ana kadar melekler kanatlarını açmış ona gölgelik yapıyorlar, buyuracaktı.
131 Hz. Cabir ve babası Hz. Abdullah için Efendimiz’in ifade buyurduğu müjdeler için bkz . .Al-i İmran, 3/169; İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 4/47,48; Vôhidi, Esbabü Nüzüli’l-Kur’an, 132, 133
Hz. Mus’ab’ın Son Hali
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) O gün, kendisinden önce Medine’ye elçi olarak gönderdiği Mus’ab İbn Umeyr’in yanına da gelecekti. Mus’ab, Allah davası uğruna kol ve kanadını feda etmiş olmasına rağmen, arkada Resülullah’ı yalnız bırakıp da gidiyor veya O’na uzanacak bir elin önüne geçip de engelleyemeyecek olmanın hacaletiyle yüzünü saklamaya çalışmış Uhud’da yatıyordu. Şefkat ve merhametle uzun uzun süzdü onu. Ardından:
– Müminlerden öyle yiğitler vardır ki Allah’a verdikleri sözü ye¬rine getirip sadakatlerini ispat ettiler. Onlardan kimi, üzerine düşe¬ni eda edip yiğitçe gitti, kimi de o anı intizar etmekteler. Onlar, verdikleri sözde zerre miktar inhiraf yaşamadılar. mealindeki ayeti okudu.
Uhud’un sancaktarı Hz. Mus’ab’ı örtecek kefen bulunamıyordu.
Meşakkatli günlerin yükünü omzunda buraya kadar taşımıştı ama bugün, nimetlerinden istifade etmeden ukbaya yürüyordu. Durum¬dan Allah Resülü’nü haberdar ettiklerinde:
– Üzerindekilerle baş kısmını örtün ve ayaklarına da izhir otun¬dan koyun, buyurdu. Denilenler yerine getirilince onun başucunda durarak Hz. Mus’ab’ın yarı ot yarı hırka kefenine uzun uzadıya baktı ve dudaklarından şu cümleler döküldü:
– Seni Mekke’de ilk gördüğümde, üzerinde ne paha biçilmez kıymetli elbiseler vardı. Senden daha güzel giyin en yoktu Mekke’¬de!.. Şimdi ise sen, saçların dağılmış ve sadece eski bir hırkanın için¬de, başın bile dışarıda, açıkta yatıyorsun!
Sonra da Uhud meydanına döndü. Bu seferki hitabı, Mus’ab dahil bütün şehitlere idi. Allah için bedenini ortaya koyanlara Al¬lah’ın Resülü şehadette bulunuyordu:
– Allah’ın Resülü şehadet ediyor ki, kıyamet gününde sizler, Allah katında da şehitlersiniz.
Herkesin üzerine düşen bir şeyler vardı ve Allah Resülü’nün, ar¬kada kalanlara da diyecekleri olacaktı. Döndü ve herkesin kulağına küpe olacak şu cümleleri söylemeye başladı:
– Ey insanlar! Onları ziyaret edin ve gelin buralara!.. Onlara selam verin. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin olsun ki bunlar, kıyamet gününe kadar kendilerine selam veren her bir Müs-lüman’ın selamını alır ve onlara bu selamı iade ederler.
132 Ahzab,33/23
Belli ki ashabdan bazıları mahcubiyet yaşıyordu; zira Uhud’a çıkıp savaşmayı onlar istemiş ve bu sebeple Uhud’da yetmiş tane ar¬kadaşlarını bırakmışlardı. O, Resülullah’tı ve diyeceği her şeyi daha baştan kabullenmiş görünüyorlardı. Ancak Allah Resülii, onlara en küçük bir ima da bile bulunmadı ve asla öncesine dönüp de, “Ben size dememiş miydim?” manasına gelebilecek bir tek kelime bile etme¬di. Çünkü O (sallallahu aleyhi ve sellern), insanlar arasında yerleştirmek istediği istişareyi, sonucu ne olursa olsun her şeyden daha önemli görüyordu. Bunun için Müsebbibii’l-Esbab’a yönelecek ve ashabım Uhud’a emanet ettikten sonra:
– Hep beraber saf tutun; Rabbime senada bulunacağım, diye¬cekti. Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ister de ashab onu yapmaz mıydı hiç? Daha bu kelimeler dudaklarından dökülür dökülmez, önde erkekler ve arkada da kadınlar-s” olduğu halde Uhud’da saf tu¬tuvermişlerdi. İşte bu sırada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), yönünü kıbleye çevirecek ve uzun uzadıya dua edecekti.P”
Uhud’dan Ayrılış
Senelerin işinin bir güne sığdığı yoğun bir mesainin ardından, Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) atına binip Uhud’dan ayrıldı; Medine’ye geliyordu. Yolda, Mus’ab İbn Umeyr’in hanımı Hamne Binti Cahş ile karşılaştı:
– Ey Hamne! Dişini sık ve karşılığını Allah’tan bekleyerek sab¬ret, buyurdu. Acı bir haber alacağını anlayan Hz. Hamne:
– Kimin için ya Resülullah, diyordu.
– Dayın Hamza İbn Abdulmuttalib için, buyurdu. Bunun üzerine Hz. Hamne:
– İnna lillah ve inna ileyhi raciün! Allah (celle celaluhü) onu mağ¬firetiyle kucaklasın! Onun için şehadet ne güzel, dedi. Arkasından Resül-ii Ekrem Hazretleri:
– Dişini sık ve karşılığını sadece Allah’tan bekleyerek sabret, diye ikinci kez seslendi. Yüreğine bir kor daha düşmüştü Hz. Ham¬ne’nin:
– Kimin için ya Resülullahl
– Kardeşin Abdullah İbn Cahş için!
– İnna lillah ve inna ileyhi raciünl Allah (celle celaluhü) onu mağfiretiyle kucaklasın! Onun için de şehadet ne güzel!
– Dişini sık ve karşılığını sadece Allah’tan bekleyerek sabret!
– Kimin için sabredeyim ya Resülullahl
133 o an için yanında on dört kadın sahabe olduğu söylenmektedir. Bkz. Vakıdi, Me¬gazi, 1/314
134 Bkz. Buhari, Edebü’l-Müfred, 1/243 (699); Ahmet b. Hanbel, Müsned, 3/424; Taberarıi, Mu’cemu’l-Kebir, 5/47 (4549)
– Kocan Mus’ab İbn Umeyr için!
İşte bu söz, bardağı taşıran son damla olmuştu Hz. Hamne için. Dayı ve kardeşten sonra kocasının da Uhud’da kaldığını duyan Hamne, kendinden geçecek ve bir çığlık koparacaktı:
– Vah başıma gelenlere!
Başından bu yana Hz. Hamne’nin tepkilerini takip eden Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), bu sefer de ashabına dönüp şöyle di¬yecekti:
– Ne de olsa kadın için, kocasının yeri bir başka!
Medine’nin Sabrı
Bütün bu olup bitenlere rağmen Medine, beklenmedik bir me¬tanet ortaya koyuyor ve Uhud’a emanet edilen yakınlarını öne süre¬rek asla Uhud’dan dönenleri baskı altında tutmayı düşünmüyordu. Hatta bunun da ötesinde, sanki hiçbir şeyolmamış gibi davranıyor ve Resülullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sağ salim dönmüş olmasının sevincini duyuyordu.
Gün ortasında Resülullah’ın öldürüldüğü haberini duyan En¬sar’ dan bir kadın, Uhud’dan dönüşü duyunca heyecanla ashab-ı Re¬sülullah’ı karşılamaya çıkmıştı. Onun gelişini gören biri, kardeşiyle babasının; diğeri de oğluyla kocasının şehit olduğunu söylüyordu. Ancak o, bunları sanki duyınamış gibi yine koşturmaya devam edi¬yor ve önüne gelene:
– Resülullah nerede? O’nun durumu nasıl, diye soruyordu.
Onun haline Uhud’ dan dönenler de şaşırmıştı:
– Allah’a hamdü senalar olsun ki hayır üzerinde ey filanın an¬nesi, diye cevapladılar. Bunun üzerine o:
– Bana O’nu gösterin; mübarek yüzlerine bakıp da O’nu görmek istiyorum, diye mukabelede bulundu. Efendiler Efendisi’nin yanına gelip de O’nun nur cemalini temaşa edince, tarihe tanıklık edecek şu cümleyi söyledi:
– Anam babam Sana feda olsun ya Resülullah! Seni sağ salim gördükten sonra artık bana bütün musibetler hafif gelir!
Efendimiz’in bindiği atın yularından tutan Sa’d İbn Muaz’ın an¬nesi, Uhud’dan gelenleri istikbal için koşmuş geliyordu. Onu görün¬ce Hz. Sa’d:
– Annem, ya Resülullah, dedi. Resülullah (sallallahu aleyhi ve sel¬lern) de, Sa’d’ın annesini teselli etmek için hatırını soracak ve gönlü¬nü almaya çalışacaktı. Bu sırada kadın Allah Resülü’ne daha da yak¬laşmıştı; mahzun ve düşüneeli duruyordu. Zira bir diğer oğlu Amr İbn Muaz Uhud’da kalmıştı. Onu teselli etmek için alttan alarak ko¬nuşmak ve oğlu Amr’ın şehadet haberini onunla paylaşmak istemiş¬ti. Ancak o metin insan, Uhud’u baştan sona kadar yaşayan ve yet¬miş tane ashabını orada bırakıp da gelen Habib-i Zişan Hazretlerine dönecek ve şunları söyleyecekti:
– Seni sağ ve salim olarak gördüm ya, bundan sonra hangi mu¬sibet bizi sarsabilir ki!
O gün bu hadiseler, yaşanılan sıkıntılar karşısında yılmayıp me¬tanetle duruşun ifadesiydi. Hadiselerin şokunun hala devam ettiği bu ilk anlarda böyle davranmak, ancak mert insanların yapabilece¬ği bir şeydi. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), böyle davranıp ol¬gunluk gösteren bir kadını yine de teselli etmek istiyordu. Onun için şunları söyledi:
– Ya Ümme Sa’d! Hem sana hem de şehitlerin ailelerine müj¬deler olsun! Çünkü onların şehitleri cennette, omuz omuza birlikte arkadaş olacak ve kendi ailelerine de şefaat edecekler!
– Biz Senden razıyız ya Resülullah, diyordu Hz. Sa’ d’ın annesi.
Aramızda Sen olduktan sonra onlara kim ağlar ki! Sadece Senden, arkada kalanlar için dua istiyorum.
Onun bu talebini de kırmayacaktı Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem); ellerini kaldırdı ve şöyle dua etti:
– Allah’ım! Onların kalplerindeki hüznü silip kaldır, başlarına gelen musibet yarasını sarmalarını kolaylaştır ve arkada kalanların bundan sonraki günlerini de ihsanınla tezyin et!
Sonra da Hz. Sa’d’a döndü:
– Ya Eba Amr, diyordu. Senin ev halkının yarası açık! Unutma ki onlardan bugün yara alan her bir fert kıyamet gününde, bu hal¬lerinden daha güzel bir durumda haşrolacak; renk, kan rengi ama koku, misk kokusu gibi! Haydi, aranızdan kimler yaralı ise gitsin ve evinde yaralarını tedavi etsin! Beni düşünerek kimse evime kadar gelme zahmetinde bulunmasın!
Bunun üzerine herkes evlerine çekilmiş ve yaralarını tedavi ile meşgulolmaya başlamıştı. Resül-ü Kibriya Hazretleri de artık, hane-i saadetlerine gelmişti. Çok geçmeden de Hz. Bilal, akşam na¬mazı için ezan okudu ve bunun üzerine mescide gelerek akşam na¬mazını kıldılar.
Akşam namazından sonra Abdieşheloğulları yurduna giden Sa’d İb Muaz, kendi hanımı başta olmak üzere Abdieşheloğullarının kadınlarını toplamış, Hz. Hamza’ya ağlamak için Mescid-i Nebevi’ye geliyordu. Çünkü o, Medine’ye girerken Abdieşheloğullarının kadın¬larını toplanmış ve kendi şehitlerinin arkasından ağladıklarını gör¬düğünde Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Hamza’ya gelince onun hiç ağlayanı yok, dediğini duymuştu.
Sahabe hassasiyetiydi ve o andan itibaren herkes, önce Hz. Hamza için ağlamaya duracak ve sonra da kendi şehitlerinin üzerine ağla¬yacaktı.
Yatsı namazına çıktığı sırada Mescid-i Nebevi’den gelen ağlama seslerini duyan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), bunun sebebi¬ni soracak ve Hz. Hamza için ağlayan Ensar kadınları olduğunu du¬yunca da önce onlara dua edecek ve ardından da evlerine dönmele¬rini emir buyuracaktı.
Yatsı namazını da kıldıran Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), istirahat etmek için hücre-i saadetlerine yöneldi. Bu sırada ashab-ı kirarn hazretleri, Mescid-i Nebevi ile hücre-i saadetleri ara-sında saf tutmuş O’nu teşyi’ ediyorlardı. Bilhassa Evs ve Hazreç’¬ingözü, muhtemel tehlikelere karşı sürekli bu kapının üzerindey¬di: Mescid-i Nebevi’ye otağlarını kurmuş nöbetleşe Allah Resülü’nü bekliyorlardı.
İşte, başlangıçtan buraya kadar ifade edilen bütün hadiseler, hicretten otuz iki ay sonra, Şevval ayının bir cumartesi günü baş¬lamış ve aynı gün nihayete ermişti. Demek ki zaman, bir güne bu kadar gelişmeyi sığdırabilecek kadar genişti ve dilerse insan, zama¬nını bu kadar bereketli kılabilirdi!
Münafıkların Tavrı
Uhud’a giderken yoldan dönen ve ashab arasında nıoral bozuk¬luğuna sebep olan münafıklar, yaptıklarından dolayı üzülüp pişman¬lık duyacaklarına bir de tutmuş yapılanların yanlış olduğunu söyleyip Medine’de yeni bir kazan daha kaynatıyorlardı. Bilhassa reisIeri konumundaki Übeyy İbn Selül, Uhud’da aldığı yarayı tedavi etmeye çalışan oğlu Abdullah’ı karşısına almış:
– Senin O’nunla birlikte savaşa gitmen benim fikrim değildi; zaten Muhammed de beni dinlemedi ve çoluk çocuğun aklına uydu. Bütün bunların olacağını zaten ben görüyordum, diyordu. Babasına söz geçiremeyeceğini bile bile Hz. Abdullah:
– Allah’ın, Resulullah ve ashabı hakkındaki takdiri her zaman daha hayırlıdır, diye mukabelede bulunmak istiyor ve babasının da kadere rıza göstermesi gerektiğini hatırlatıyordu. Ancak bütün bun¬lar fayda vermeyecekti.
Bu arada bir kısım Yahudiler de boş durmuyor:
– Muhammed mülk peşinde; zira bir Nebi bu türlü şeye düçar olmazdı! Baksanıza, bedenine yara bile almış! Zaten ashabı da pe¬rişan, diyerek Efendimiz’in haşa Nebi olmadığını söylemeye çalışı¬yorlardı.
übeyy İbn Selfıl’ün yanında yer alan bir kısım münafıklar da:
– O öldürülenler de bizimle beraber dönmüş olsalardı öldürül¬mezlerdi, diyerek ashab arasındaki vahdet-i ruhiyeyi sarsmak isti¬yorlardı. Onların bu sözünü duyan Hz. Ömer, doğruca Efendimiz’¬in huzuruna gelecek ve duyduklarını O’nunla paylaşacaktı. Elbette onun gibi müteheyyiç bir fıtrat, sadece paylaşmakla kalmayacak, bu adamların kellesini almak için ısrarla izin isteyecekti.
– Ya Ömer, dedi Efendimiz! Şüphen olmasın ki Allah (celle ce¬laluhü), mutlaka dinini izhar edip Nebi’sini de aziz kılacaktır. Yahu¬dilerle anlaşmamız var; onları öldürmek olmaz, buyurdu İnsanlığın Emini. Yerinde durmakta zorlanan Hz. Ömer:
– Ya şu münafıkları, diye ileri atıldı. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Onlar da, ‘ld ilôhe illallah, Muhammedün Resiilullah’ diye şehadet getirmiyorlar mı, mukabelesinde bulundu. Boyuunu büken ama hala talebinde ısrar eden Hz. Ömer şunları söyleyecekti:
– Evet ya Resfılullah! Ama onlar bunu, kılıçtan korktukları için yapıyorlar. Şimdi ise durumlan daha da netleşti; bu sıkıntılı süreçte Allah (celle celaluhü), nasılsa içlerinde gizleyip durdukları şeyleri orta¬ya çıkardı.
Doğruydu; ancak din, zahire göre hükmetmeyi emrediyordu.
Onun için Efendiler Efendisi, meseleye şu cümlelerle son noktayı koyacaktı:
– Ben, ‘Eşhedü en la ilôhe illaIlah ve en ne Muhammeden ResuIullah’ diyen bir insanı öldürmekten menedildim.
Hz. Ömer’e bir de müjdesi vardı Allah Resülü’nün:
– Ey Ömer, diye başladı cümlesine. Ardından ilave etti:
– Bizler rüknü selamlayacağımız ana kadar bir daha Kureyş’ten böyle bir mukabele görmeyeceğiz!
Aradan birkaç gün daha geçip de ortalık yeniden durulma¬ya başlayınca Übeyy İbn SeIül, rengini değiştirmeye başlayacak ve mii’min görüntüsü sergileme gayreti içine girecekti. Hatta cuma günü Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) hutbeye çıkıp da insanlara hitap etmek istediğinde o da ayağa kalkacak ve insanları Resülullah’ı dinleme konusunda teşvik eden sözler söyleyecekti.
Hamraü’l-Esed
Cumartesi akşamından itibaren yaralarını sarıp da evinde din¬lenmeye çekilen ashab, pazar sabahı Hz. Bilal’in ezanıyla birlikte Mescid-i Nebevi’ye gelmişti.
135 Onun bu şekilde söz söylemeye hakkı olmadığını söyleyen bazı sahabiler, Abdul¬lah İbn Übeyy İbn Selül’ii eteklerinden çekecek ve haddini bilmesi gerektiğini söyleyeceklerdi. Gelgitleri o kadar açıktı ki, belli bir duruş sergileyemiyor ve sürekli zikzak yaşıyordu. Nihayet Mescid-i Nebevi’derı dışan çıkmak zorunda kalmıştı. Onu kapıda gören bir başka sahabi, dışan çıkışının sebebini soracak ve o da, iyilik yapmak istediği halde kötiilük gördüğünü ifade ederek oradan uzaklaşacaktı. Arkasından kendisini tevbe ve istiğfara çağıranıara da kapısı¬nı kapayacak ve Resiilullah (s.a.s.) dahil kimsenin, kendisi hakkında istiğfarda bulunmasını istemediğini söyleyecekti. Bkz. İbn Hişarn, Sire, 4/56; Siiheyli, Rav¬du’I-Dnf,3/293
İnsanlığın Emini Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), dünden bu yana düşünüp duruyor ve bir türlü emin olamıyordu. Sonuç itiba¬rıyla Mekke açısından iş ortada kalmıştı; savaşmış ama bir şeyelde edemeden geri gitmişlerdi. Yolda giderken kanaatlerini değiştirip yeniden Medine’ye saldırmayı düşünebilirlerdi. Onlara böyle bir fır¬satı vermemek gerekiyordu. Aynı zamanda Uhud sonrasında otoritenin yine Medine’de olduğunu herkese ilan etmek lazımdı.
Bu arada Allah Resülü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) yamna Ab¬dullah İbn Amr İbn Av! gelmiş ve Kureyş ordusunun, endişe edilen hususlarla ilgili haberlerini getirmişti. Gerçekten de Kureyş, Melel denilen yere geldiğinde aralannda bir durum değerlendirmesi yap¬mış ve elleri boş olarak geri dönmenin yanlış olduğunu, yeniden Medine’ye saldırarak Müslümanlan kökten temizlemek gerektiğini konuşur olmuştu. Onlara göre Mekke’ye dönerken ne ellerinde bir ganimet ne de köle ve cariye bulunuyordu. Savaşmışlardı ama el¬lerinde bu savaşı kazandıklarını ifade eden herhangi bir unsur da yoktu. “Savaşı biz kazandık.” deseler bile bunu ispat edebilecekleri hiçbir şey yoktu ellerinde:
– Ne yaptınız ki, diyorlardı. Onların gücünü kırdınız ve ağır bir darbe vurdunuz ama yine de onları kendi hallerine bıraktınız! Esas hedef olması gerekenlerin hepsi de yaşıyor ve bu yarınımız adına büyük bir tehlike demektir. En iyisi mi gelin geri dönelim ve hepsi¬nin kökünü kazıyalım!
Ancak herkes aynı kanaatte değildi. Safvan İbn Ümeyye ileri atılacak ve şunları söyleyecekti:
– Ey kavmim! Sakın bunu denemeyin! Şu anda onlar, her za¬mankinden daha fazla öfkeliler ve ben, Uhud’da bulunmayanlan da yanlarına alarak üzerimize geleceklerinden korkuyorum. En iyisi mi siz, elde ettiğinizle yetinip hemen geri dönün. Çünkü ben, yeniden onlara saldırdığınızda bu halinizi de kaybedeceğinizden korkuyo¬rum!
Hz. Abdullah’tan bunları dinleyen Efendimiz, yanına çağırdığı Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’le önce meseleyi istişare edecek ve ardın¬dan da Hz. Bilal’e seslenerek insanlara şöyle tebliğde bulunmasını talep edecekti:
– Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), sizin düşmanınızı takip etmenizi emrediyor! Yalnız, bizimle birlikte sadece, dün Uhud’da olanlar gelsinler!
Zaten Cibril-i Emin de gelmiş, Rabb-i Rahim’inden şu mesajları getirmişti:
– Düşman birliklerini takip edip arkadan sıkıştırmada gevşek¬lik göstermeyin! Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da tıpkı sizin gibi acı çekiyorlar. Kaldı ki Siz Allah’tan, onların ümit edeme¬yecekleri birçok şeyleri umuyorsunuz. Allah her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.P”
Davet eden Efendimiz olur da sahabe bu davete icabet etmez miydi hiç! Onca yaraları, yakınlarından şehit olanların acısı, arka¬da kalan yetimlerin gözyaşı ve tükenen takatlerine rağmen onların hepsi yeniden kılıçlarına sarılacak ve bir çırpıda, Resülullah’ın san¬cağının altında toplanıvereceklerdi. Onların bu halini Kur’an da bay¬raklaştıracak ve Allah (celle cclaluhü), Resülullah davet ettiği zaman bir Müslüman’ın alması gereken tavrı belirleme adına ebedi kelamında bu gayreti şu ifadelerle takdir edecek, ahirette alacakları mükafatı ortaya koyacaktı:
– Hele o yara aldıktan sonra Allah’ın ve Resülii’niin çağrısına uyup gönül verenlere, hele onlar gibi ihsan ve takva sahiplerine pek büyük mükafatlar vardır.v?
Efendimiz’in mesajını aldığı sırada Üseyd İbn Hudayr138 gibi yaralarını tedavi etmekle meşgulolanlar da vardı. Duyar duymaz:
– Allah ve Resülü için işittik ve itaat ediyoruz; baş üstüne, diye¬cekler ve üzerlerindeki yaralara, henüz dinmeyen kana rağmen kı¬lıçlarını alıp meydana çıkacaklardı. Sadece Beni Selime kabilesinden yaralarıyla birlikte emre itaat edip Efendimiz’le birlikte yeniden yola düşen kırk yaralı vardı.
Übeyy İbn Selül de bu takibe katılmak istemiş, ancak Efendimiz tarafından onun bu talebine olumlu cevap verilmemişti. Zaten Hz. Bilal’in nidasındaki ayrıntı, onun gibi Uhud’un yolundan geri dö-nenlerin bu takibe gelemeyeceklerini açıkça ifade ediyordu.
Medine’de yine İbn Ümmi Mektitm vekil tayin edilmiş, sancak da Hz. Ali’ye verilmişti.
136 Nisa, 4/104
137 Ai-i İmran, 3/172
138 O gün Hz. Üseyd’in dokuz yarası vardı. Onun gibi emre itaatle Resı1lullah’ın ya¬nına koşan Tufeyl İbn Nu’man’ın on üç, Ka’b İbn Malik ve Hıraş İbn Sımme’nin onar, Kutbe İbn Amir’in dokuz yarası vardı. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/335; Salihi, Sübiılii’l-Hiida ve’r-Reşad, 4/308-309
139 Sancağın Hz. Ebü Bekir’e verildiği de bildirilmektedir. Bkz. Vftkıdi, Megazi, 1/335; Salihi, Sübülii’l-Hüda ve’r-Reşad, 4/309
Medine’den ayrılmadan önce Mescid-i Nebevi”ye girecek ve bu¬rada iki rekat namaz kılarak öyle yola çıkacaktı. Bu sefer Allah Re¬sülü (sallallahu aleyhi ve sellem), ‘Sekb’ adındaki atına binmişti ve orduda O’ndan başka da ata binen yoktu. Üzerinde yine zırh ve başında da miğfer vardı; hatta o kadar ki, dışandan bakıldığında sadece müba¬rek gözleri görülebiliyordu. Hz. Talha’yı gördüğünde:
– Silahın nerede, diye sordu.
– Yakında ya Resülullah, diye cevapladı ve hemen gidip silahı-
nı kuşandı Hz. Talha. O da ağır yaralıydı ve o gün, sadece göğsünde dokuz yara bulunuyordu. Buna rağmen o:
– Resülullah’ın bedeninde bu kadar yara varken benimkilerin ne önemi var, diyor ve Allah Resülü’nün duyduğu acıyı da ruhunda hissederek yoluna devam ediyordu.
Efendimiz ona:
– Şu anda onlar nerede olabilirler, diye sordu.
– Seyyale’de diyordu Hz. Talha.
– Ben de öyle tahmin etmiştim! Ama unutma ki ey Talha, Allah
(celle celaluhü) bize Mekke’ye girmeyi nasip edeceği ana kadar asla böyle bir Uhud yaşatamayacaklar, buyurdu.
Bu arada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashab arasından üç kişiyi seçerek onlan Harnraü’l-Esed cihetine öncü kuvvet olarak gönderdi. Bunlar, Eslem kabilesinden Süfyan İbn Talk’ın iki oğlu Selit ve Nu’tııatı ile Uveyroğullarından bir başka sahabi idi. Önceden gidecek ve gelişmelerden Allah Resülü’nü haberdar edeceklerdi.
Uhud’un yorgunluğu ve yaralan sebebiyle Hamraü’l-Esed’e kadar soluğu yetmeyen Uveyroğullarının bu isimsiz sahabisi dışın¬daki Selit ve Nu’man kardeşler hedefe ulaşacaklar ve Mekke ordu¬su hakkında bilgi toplamaya başlayacaklardı. Ancak geri dönüp ye¬niden Medine’ye saldırma planlan yapan Mekke ordusu tarafından fark edilmeleri uzun sürmedi ve bunun üzerine her ikisi de oracıkta şehit edildi.
140 Bu sahabinin adını ashab, büyük ihtimalle Uhud’un yorgunluğu sebebiyle Ham¬raü’l-Esed’e kadar ulaşamadığı için vermemiştir. Bkz. Vakıdi, Megazı, 1/335; Salihi, Sübulü’l-Hiida ve’r-Reşad, 4/310
141 Resül-ü Kibriya HazretIeri Hamraü’l-Esed’e gelince, derin bir üzüntü içinde onlan buraya görnecek ve onlar için dua edecekti. Bk2. Vfıkıdi, Megazi, 1/335; Salihi, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşad, 4/310
142 Tihame, Necid’in alt taraflannda kalan ve Mekke’yi de içine alan Hicaz bölgesi¬nin genel adıdır. Bk2. Hamevi, Mu’cemu’l-Büldan, 1/440
Ashab arasında, bir gün önce Uhud’da olup da Resülullah ile birlikte Hamraü’l-Esed’e doğru yola koyulmayan neredeyse bir tek sahabi bile kalmamıştı. Hiç yola çıkamayacak olanlar bile bir yolunu buluyor ve Efendimiz’in emrine itaatten taviz vermek istemiyordu. Abdieşheloğullanndan Raft’ ve Abdullah İbn Sehl kardeşler de bun¬lardandı, İkisi de ağır yaralıydı; Abdullah’ın yaralan Rafi’e nispetle daha derindi ve miinadinin sesini duyar duymaz aralannda konuşup sürüne sürüne yola çıkacaklardı.
O gün Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabına emrederek odun toplattıracak ve akşam olunca da ateş yakmalarını isteyecek¬ti. Gecenin karanlığı basınca Hamraü’l-Esed, beş yüz ateşle kendi¬ni gösterir olmuştu. Gecenin karanlığında yakılan bu beş yüz ateşin hem görüntüsü hem de haberi hızla yayılıyordu ve belli ki bu, key¬fiyet itibariyle yakalanılan konumun kemiyet planında da elde edil¬diğinin bir göstergesiydi. Tabii olarak bu manzara, Mekke ordusu açısından ayrı bir baskı oluşturuyordu.
Bu arada Efendimiz’in yanına, daha önce aralarında istihba¬rat anlaşması bulunan ve Tihôme’ de142 olup bitenlerden Allah Re¬sülii’nii haberdar edeceğinin sözünü veren Ma’bed İbn Ebi Ma’bed geldi:
– Ya Muhammed, diyordu. Allah’a yemin olsun ki Senin ve as¬habının başına gelenler bizi de üzdü. Allah’ın Seni yüceltmesini ve bu musibeti başkalarına vermesini ne kadar da isterdik!
Oturup bir müddet konuştular. Daha sonra ayrılmak için izin isteyen Ma’bed’e Efendimiz de eşlik edip bir müddet beraber yürü¬düler ve nihayet Hamraii’l-Esed’derı ayrılan Ma’bed, doğruca Mekke ordusunun bulunduğu yere geldi.
Bu sırada Mekke ordusu, Safvan İbn Ümeyye gibi bazıları Mek¬ke’ye dönme fikrinde ısrar etmiş olsalar da çoğunluk yeniden Me¬dine’ye saldırma fikrinde birleştiği için toparlanmış, hareket etmek üzereydi. Ma’bed’in gelişi, işte tam böylesine kritik bir zamana denk gelmişti. Onu görünce Ebu Süfyan, yanındakilere dönerek:
– İşte bu Ma’bed’dir! Onda mutlaka yeni haberler vardır, dedi.
Arkasından da:
– Ne haber ey Ma’bed? Oralardan ne haberler getirdin, diye sordu. Bunun üzerine Ma’bed, şunları söylemeye başladı:
– İşin doğrusu ben, Muhammed ve ashabını, daha önce gör¬mediğim kadar büyük bir kuvvetle peşinizden gelirken gördüm. Size karşı öfkeden yanıp tutuşuyorlar. Evs ve Hazreç halkından dün on-larla beraber olmayanlar da gelip aralarına katılmışlar! Size ulaşıp da intikam almadan geri dönmeyi de düşünmüyorlar! Başlarına ge¬lenler konusunda çok öfkeliler ve dün yaptıklarına da bin pişmanlar! İşin özü, size karşı öyle bir kin ve nefretleri var ki bu zamana kadar ben, öylesini hiç görmedim!
Söylenilenler karşısında şaşkınlığını gizleyemeyen Ebu Süfyan, önce:
– Yazıklar olsun sana! Nelerden bahsediyorsun sen, diye çıkıştı.
İstifini bozmadan devam eden Ma’bed:
– ValIahi de sen buradan ayrılmadan atlarının alınlarını görür¬sün, diyerek bir adım daha attı. Onun sözleri, Ebu Süfyan’ı daha da endişelendirmişti. Tereddütlü bir ses tonuyla:
– Halbuki biz, tekrar onlara saldırıp köklerini temizleme kara¬rı almıştık, dedi. Bir taraftan başını iki yana sallayan Ma’bed diğer yandan şunları söylüyordu:
– Bunu yapmanızı hiç tavsiye etmem! Onların görünüşü o kadar mehib idi ki ben, gördüğüm bu manzara karşısında onlar için şiir bile yazdım!
Ebu Süfyan daha da meraklanmıştı ve yazdığı şiirleri de okuma¬sını istedi Ma’bed’den. O da, uzun uzun şiirini okumaya başladı. Şi¬irinde, Medine ordusunun heybet ve gücü karşısında yaşadığı endi-şeyi dile getiriyor ve bu ordunun hedefindeki Mekke ordusuna yazık olacağı şeklindeki endişelerine yer veriyordu. Dil oturaklı, ifadeler de oldukça etkiliydi. Sözün gücü karşısında Ebu Süfyan’ın nutku tu¬tulmuş, tasvirler karşısında adeta yüreği parçalanmıştı. Derin derin düşünüyordu. Medine’ye yeniden saldırmama konusunda demek ki Safvan haklıydı. Zihninde olup bitenleri ölçüp biçiyor ve belli ki nihai bir karara varmak istiyordu. Her halinden endişe okunuyordu ve nihayet geri dönüp Mekke’ye hareket için orduya emir verdi.
Ortaya konulan stratejiler netice vermiş ve Mekke ordusu, söz ve görüntünün gücüne yenik düşerek korkmuş, seri adımlarla ve kestirmeden Mekke’ye dönüyordu. Yolda giderken bir kervanla kar¬şılaşacak ve bu kervanla Allah Resülü’ne:
– Biz yeniden toparlanıp saldıracak ve Seninle ashabının kökü¬nü kazıyacağız, diye haber göndermeye çalışacaktı. Belli ki kaçarken bile gururundan taviz vermek istemiyor, korkudan iki büklümken bile meydan okumaya devam ediyordu. Haber kendisine ulaşınca Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) sadece:
– Allah bize yeter ve bizim için O, ne güzel vekildir, diyecekti.
Zira onların bu sözleri, inanan insanlara güç ve kuvvet veriyordu. Zaten çok geçmeden Cibril-i Emin de gelecek ve onların sarf ettiği sözlerden de bahsederek sadece Allah’a güvenip tevekkül etmenin isabetli olduğunun haberini getirecekti.
Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), pazartesi, salı ve çar¬şamba günlerini Hamraü’l-Esed’de geçirdikten sonra, düşmanını sindirip Uhud’un yaralarını da sarmış olarak yeniden Medine’ye geri dönecekti. Çünkü Hamraü’l-Esed, tek başına müstakil bir gazve de¬ğildi. Uhud’la başlayan sürecin bir parçasını oluşturuyordu.
143 Bkz. Âl-i İmran, 3/173, 174; Taberi, el-Camiu’l-Beyan, 4/180; İbn Kesir, Tefsir, 1/431; Vahidi, Esbabü Niizüli’l- Kur’an, 135
UHUD SONRASI GELİŞMELER
Bir badire daha atlatılmış ve müşrikler yeniden geri püskürtül¬müştü. Ancak bundan emin olmak gerekiyordu. Bu arada etraftan gelen haberler de iç açıcı değildi; Uhud’un yaralarını sarıp Hamraii¬’l-Esed’den de zaferlerini tescil ettirerek dönen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashab-ı kiram, yoğun geçen iki günün ardından ya¬ralarını sarma fırsatı bulmuşlardı. Ancak gelen haberler, buna ayı¬racak zamanın bile olmadığını gösterir mahiyetteydi. Zira Uhud’ da yetmiş sahabenin şehit oluşu ve Mekke ordusunun kendince bir za¬ferle (!) geri dönüşü, fırsat bekleyen başkalarının da iştahını kab art¬mış ve Medine’ye saIdırma duygularını tetiklemişti. Kendilerince, Müslümanların kökünü kazımak için Medine’ye saldırınanın tam zamanıydı ve bunun için ittifaklar kurulmaya, anlaşılan mekanlar¬da asker toplanmaya çoktan başlanmıştı! Tabii olarak bu haberler, Resül-ü Ekrem’in kulağına da geliyordu.
Elbette bunlar da çözülecekti; ancak Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), stratejilerini düşmanın atacağı adımları bekleyerek orta¬ya koyma yerine daha aktifbir yol izleyerek kendisinin belirleyeceği düzlemde yürümeyi tercih ediyordu. Bu dönemde de aynı tavrı ser¬gileyecek ve daha birileri Medine’ye saldırı hazırlığı yürütürken kar¬şılarında Müslümanları buluvereceklerdi. Aynı zamanda bu, savaşla zaman kaybetmemenin bir başka adıydı; zira henüz yola koyulma¬dan dağıtılan şer odaklarının bir daha toplanmasına imkan yoktu ve en azından bu, savaşarak açılması muhtemel yaraların, daha işin başındayken önüne geçilmesi anlamına geliyordu. Çünkü zaman, müs¬pet hareket adına yapılması gerekenleri yapma zamanıydı.
Allah Resülü de sırasıyla bu adımları atacak ve bir taraftan Cezi¬retii’l- Arab’ da güvenliği sağlayıp adını nakşederken diğer yandan da etrafa muallimler göndererek Kur’ani düşüncenin yaygınlaşmasını hedefleyecekti. Bunun için etrafa keşifkolları gönderiyor, seriyye ve gazvelerle Hicaz’daki hakimiyetini tescil ediyordu. Etrafa muallim¬ler yolluyar ve ilahi mesajın muhtevasına muttali olmak için Medi¬ne’ye gelenlere de rehberlik yapıyordu.
Mekke müşriklerinin yine gelecekleri, gidişlerinden belliydi. En azından onlar yeniden toparlanıp gelecekleri ana kadar Kur’ani dü¬şünce, toplumun geneline mal edilmeli ve kitleler tarafından hüsn-ü kabulle karşılanmalıydı. Bunun için zaman, yarın ne olacağını bek¬leyerek vakit geçirme değil, yarını inşa adına sabırla aktiviteyi bir¬leştirerek istikbale yürüme zamanıydı.
Miras Hükümleri
Beri tarafta her şeye rağmen devam eden bir hayat vardı ve ha¬yatın bu akışı içinde yaşanan olaylara paralelolarak Cibril-i Emin’le olan münasebet bütün canlılığıyla devam ediyordu. Uhud’da kocası Sa’d İbn Rebi’i şehit veren Hz. Amre Binti Hazm,144 karnı burnunda ve yanında Hz. Sa’d’ın emanetleriyle birlikte huzura gelecek ve şun¬ları söyleyecekti:
– Ya Resülullahl İşte şunlar, Seninle birlikte Uhud’da savaşır¬ken şehit olan Sa’d’ın kızlarıdır! Bunların amcaları ise gelip bütün mallarına el koydu ve yeğenlerine hiçbir şey bırakmadı. Bu konu¬da bize nasıl bir yol gösterirsin ya Resülullah? Halbuki bunlar, elle¬rinde imkan olmadığı halde yarınları adına hiçbir mesafe alamaz ve kendi yuvalarını da kuramazlar!
144 Hz. Sa’d’ın hanımının adı, Amre Binti Haram olarak da zikredilmektedir. Hz. Sa’d’ın mirasına el koyma işi, Efendimiz (s.a.s.) Hamraii’l-Esed’e gittiği sırada yaşanmış ve Hz. Amre de Efendimiz (s.a.s.) döndükten sonra huzura gelerek du¬rumunu arz etmiştir. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/330; İbn Esir, Üsiidü’l-Ğabe, 3/388; İbn Hacer, el-İsabe, 8/30 (11495)
Gerçekten acı bir durumdu; bir tarafta kocasını kaybetmiş bir kadın ve diğer tarafta da, o güne kadarki genel teamüle uyarak şehit olan kardeşinin mallarına el koyan bir anlayış. Huzurunda bu-lunan iki yetim masuma bakarak Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sel¬lern):
– Umulur ki Allah (celle celaluhü), bu hususta da son hükmü verir, buyurdu. Anlaşılan Cibril-i Emin’den gelecek cevabı bekliyordu ve bu cevabın gelmesi de gecikmeyecekti,
Çok geçmeden mirasla ilgili hükümleri getiren Cibril-i Emin, vefat edip de arkada yakınlarını bırakanlar için Allah’ın nihai hü¬kümlerini bildiren mesajları birer vahiy olarak Resülullah’a arz edi-yordu.
Bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Cabir İbn Abdillah’ı göndererek Sa’ d İbn Rebi’in hanımıyla kardeşini huzuruna çağırttı. O sırada Belliaris İbn Hazreçliler arasında bulunan ve emr-i nebevi karşısında koşarak icabet eden yorgun kardeşe döndü ve:
– Sa’ d’ın iki kızına malın üçte ikisini, kızların annesine de se¬kizde birini ver; geri kalanı da senindir, buyurdu. İlk defa bir miras taksiminde bulunuluyordu ve bunu duyan Sa’d’ın hanımı Amre, bu-lunduğu yerden kendini tutamayıp:
– Allahu Ekber, diye tekbir getirmeye başladı. Zira ilahi adalet tecelli ediyordu. Demek ki kadına da mirastan pay verilebiliyordu! Demek ki miras konusunda da artık, gücü elinde bulunduranların dedikleri değil, Allah’ın adaleti tecelli edecek ve insanlar mağdur ol¬maktan kurtulacaklardı! O kadar sevinçliydi ki onun bu tekbiri mes¬cidin diğer köşelerinden de duyulacaktı.
145 o gün için mirastan kız çocuklara pay verilmez, erkek çocuklardan da, sadece eli kılıç tutabilecek olanlara pay ayrılırdı, Konuyla ilgili İslami hükümler henüz ortaya konulmadığı için, insanlar eski anlayışlarına göre muamele ediyor ve aralanndaki malı da bu anlayışa göre taksim ediyorlardı. Bkz. Taberi, el-Camiu¬’I-Beyan, 4/275; İbn Esir, Üsiidü’l-Ğabe, 2/96; Vakıdi, Megazi, 1/330
146 Bkz. Nisa, 4/11; Vahıdi, Esbabu Niizüli’l-Kur’an, 1/50
147 Hz. Amre’nin, kocası Hz. Sa’d şehit olduğunda karnında taşıdığı çocuğuna bu mi¬rastan pay verilmemişti. Bkz. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 3/374 (15062); EbU Davüd, Sünen, 3/121 (2892); Tirmizi, el-Camiu’s-Sahih, 4/414 (2092); İbn Mace, Sünen,2/908(2720)
Aynı zamanda bu, ilahi hükümlere göre yapılan ilk miras tak¬simi anlamına geliyordu. Medine için bu yeni bir haber demekti ve bazı insanlar, o güne kadarki uygulamalarına son veren bu hüküm¬leri duyar duymaz huzura gelerek önce:
– Ya Resülullah! Senden bize ulaşan haberin aslı nedir, diye tet¬kik edip işin aslını öğrendikten sonra da şu tepkide bulunacaklardı:
– Ya Resülullah! Yani şimdi biz, babasının bıraktığı mirastan kızlara hisse mi vereceğiz! Halbuki onlar, ne ata binebilir ne de cep¬hede cenk yapabilirler. Aynı zamanda onlar, elde ettikleri bu mal¬larla evlenip başkalarına gidecek kızlardır! Hem biz, henüz eli kılıç tutmayan küçük çocuklara da mirastan pay mı vereceğiz! Halbuki onların bize bir faydası yoktur!
Bunun üzerine Efendimiz de, huzuruna gelip de yeni uygula¬mayı garipseyen bu insanlara gelen Kur’an ayetlerini okuyacak ve Allah’ın bu husustaki son hükümlerini onlara tebliğ edecekti.t-” Em-reden O olduktan sonra ne denebilirdi ki! Hükmün kesinleştiği an¬laşıldıktan sonra da sahabe olmanın gereği hemen yerine getirilecek ve bundan sonra kimse, kendi arzu ve isteklerine göre mal taksimine girişmeyecekti.
Yetim Hakkı ve Çok Eşliliğe Gelen Sınır
İnsanlar arasında adalet, genel anlamda güçlünün tayin ettiği esaslar üzerinde yürüyen bir sistemdi. Bu sistemin içinde bir insa¬nın, sırtını dayayacağı güçlü bir dayanağı yoksa işi bitik demekti. Yetim çocuklar da aynı durumdaydı. Sıklıkla yaşanan savaş ve ne¬reden çıktığı bile belli olmayan kavgalarda bir hiç uğruna ölenlerin geride bıraktıklan çocuklan, genellikle yakınlan tarafından himaye altına alınır ve onlara miras kalan malların da himaye edenlerin ta¬sarrufuna geçtiğine inanılırdı. Bu çocuğun kız olması durumunda mesele daha da vahimdi. Zira bu malın başkalanna dağılmasını ön¬lemek ve bir başkasının bunlarda hak iddia etmesine zemin hazır¬lamamak için kız çocuklar evlendirilmez yahut da onlarla hamisi bulundukları yakınları evlenir; bütün mallarına el koyduklan yetmi¬yormuş gibi aynı zamanda bu evlilik karşılığında onlara mehir anla¬mında hiçbir bedel de ödemezlerdi.
148 Bkz. Taberi, el-Camiu’l-Beyarı, 4/275; İbnü’l-Esir, Üsüdü’l-Ğabe, 2/96, 97; Vakı¬di, Meğazi, 1/330
Zaten cahiliye döneminde Araplar, diledikleri kadar kadınla evlenebilir ve diledikleri zaman da onlarla yollarını ayırabilirlerdi. Ta¬mamen erkeğin egemen olduğu bu toplumda evlilik veya boşanma, kimsenin karışmadığı adiyattan bir mesele haline gelmişti. Bir yö¬nüyle bu, tabii karşılanan bir hadiseydi; çünkü bitip tükenme bilme¬yen savaşlarda erkeklerin ölüm oranı üst noktalara kadar ulaşmıştı. Ortalıkta dul kalan birçok kadın ve buna bağlı olarak da yetim kızlar bulunmaktaydı. Dolayısıyla bu, kendi haklarını savunamayan yalnız bir kadının toplum içinde heder olmasının önüne geçebilmek için tabii ve olağan karşılanan bir durumdu. Bugüne kadar herhangi bir hüküm gelmediği için aynı uygulama hala devam ediyordu.
Nihayet Cibril-i Emin Allah Resülü’ne, bu meseleye de neşter vuran uygulamayı getiriyordu. Önce:
– Ey insanlar, diye başlanmış ve muhatabın sadece Müslüman¬lar olmadığının vurgusu yapılmıştı. Çünkü bu beyanlar, herkese hitap ediyordu. Bu genellemenin ardından gelen uyarı şu şekildeydi:
– Sizi bir tek kişiden yaratan ve ondan da eşini yaratıp o ikisin¬den birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinize karşı gelmekten sakının. Adını anıp kendisini vesile ederek birbirinizden dilekte bu-lunduğunuz Allah’a saygısızlık etmekten ve akrabalık bağlarını ko¬parmaktan sakınınız. Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir.
Bütün insanlığın aynı baba ve annede birleşen bir tek aile oluş¬turduğunu, dolayısıyla insanların bu hukuka uygun davranmaları gerektiğini bildiren bu ifade, bundan sonra anlatılacaklar için mü¬kemmel bir girişti. Böyle bir ifadenin ardından herkes dikkat kesile¬cek ve bundan sonra gelecek hükmü dinlemeye duracaktı. İşte şimdi o hüküm geliyordu:
– Yetimlere mallarını verin, temizi verip murdarı almayın, on¬ların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü böyle yap¬manız gerçekten büyük bir günahtır.
Demek ki artık, himayeye alman yetim kızlar konusunda in¬sanlar diledikleri gibi davranamayacak, mal ve mülklerinde istedik¬leri tasarrufta bulunamayacak ve onları kendi iradelerinin dışında bir hayat yaşamaya mahkum edemeyeceklerdi. Hz. Aişe Validemi¬zin de dediği gibi bu ayet, farklı gerekçelerle hakları elinden alman yetim kızlar için insanları adalete davet eden çok önemli bir mesajdı. Çünkü ayet devamla şunları söyleyecekti:
– Himayeniz altındaki yetim kızlarla evlenince haklarını göze¬temeyeceğinizden, adaleti sağlayamayacağınızdan endişe ederseniz, onlarla değil, size helal olup arzu ettiğiniz diğer kadınlarla iki, üç veya dört hanım olmak üzere evlenin.
Bu beyanlar, o günkü uygulamalar açısından başlı başına bir devrimi ifade ediyordu. Meselenin iki yönü vardı:
Öncelikle yetim hakkı ne kadar önemliydi ki Allah (celle celaluhü), onlar arasında adaleti gözetemerne endişesinin olduğu yerde, onlan evlere hapsedip diledikleri kimselerle evlenmelerine müsaade etme¬me, kendilerine hiçbir bedel ödemeden kendi nikahları altına alma, mal ve mülklerine el koyma şöyle dursun, onlar konusunda adil olu¬namaması durumunda yetimleri kendi iradeleriyle baş başa bırakıp başka kadınlarla evlenmenin tercih edilmesi gerektiğini söylüyordu.
Buna bağlı ve dolaylı olarak da, kimsenin kanşmadığı ve bir yö¬nüyle de zımnen takdir ettiği sayısız evliliğe sınır getiriyor ve bu du¬rumda adaleti vazgeçilmez bir şart olarak ileri sürüp:
– Eğer bu takdirde de aralannda adaleti gerçekleştirmekten endi¬şe ederseniz, bir kadınla veya elinizin altında olan cariyelerle yetinin. Bu durum, adaletten aynlmamanız için en uygun olanıdır, diyerek bu rakamın en fazla dört olabileceğini ifade ediyordu. Ancak, dikkatler¬den kaçmayan bir ifade daha olacaktı; Kur’an şöyle diyordu:
– Olanca gücünüzü kullanarak çaba sarfetseniz de kadınlar ara¬sında adaleti temin etmeye güç yetiremezsiniz.
Anlayan anlamıştı; Allah (celle celaluhü) insanların bir kadınla ev¬Iiliklerini birer esas olarak alıyor ve istisnai durumlarda ve zaruret¬ler söz konusu olduğu yerde, ‘adalet’ şartını ileri sürerek vicdanlara hitap ediyor ve o güne kadar sınırsız olarak kullanılan rakamı dörtle sınırlandınyordu.
149 Nisa, 4/129
150 Beyhaki, Sünen, 7/184 (13835); İbn Kesir, Tefsir, 1/452
151 Ebu Davüd, Sünen, 2/272 (2241); İbn Mace, Sünen, 1/628 (1952); Darekutni, Sünen, 3/270 (100)
152 Gaylan İbn Selerne Müslüman olduğunda nikahı altında on tane kadın bulunu¬yordu ve onun Müslüman olmasıyla birlikte onlar da birlikte Müslüman olmuşlar
O gün ashab arasından Nevfel İbn Muaviye beş, Hôris İbn Kays sekiz ve Gaulôr: İbn Seleme de152 on kadınla evliydi. Bunların her birisi de Efendimiz’in huzuruna gelecek ve durumlarını arz ede¬ceklerdi. Allah Resülü, her birine de dört tanesini yanlarında tutma¬larını ve geride kalanlarla da yollarını ayırmalarını tavsiye ediyordu.
Kadınlara tanınan hak ve özgürlükler bunlarla da sınırlı değildi.
Zaten bu ifadeleri bünyesinde bulunduran sureye de, ‘kadın’ mana¬sında ‘Nisô’ denilmişti. Şöyle devam ediyordu:
– Evleneceğiniz kadınlara mehirlerini gönül hoşluğu ile verin.
Eğer mehrin bir kısmını gönül rızasıyla size bağışlarlarsa onu içinize sine sine afiyetle yeyin.
Allah’ın sizin maişetinizin başlıca vesilesi kıldığı mallarınızı, aklı ermeyen kimselerin ellerine vermeyin. Bu malları işleterek elde edeceğiniz gelirle onların ihtiyaçlarını sağlayın, giyeceklerini temin edin ve onlara tatlı sözler söyleyin, güzel tavsiyelerde bulunun.
Yetimleri evlenme çağına varıncaya kadar gözetip deneyin. Akıl¬ca olgunlaştıklarını görürseniz mallarını kendilerine teslim edin. Büyüyünce ellerine alacakları düşüncesiyle o malları israfla tüket-meyin. İhtiyacı olmayan veli, yetim malına tenezzül etmesin. Muh¬taç olan ise meşru surette, ihtiyaç ve emeğine uygun olarak yararlan¬sın. Onlara mallarını teslim ettiğinizde bunu şahitlerle tesbit ettirin. Allah hesap sorandır ve O’nun hesap sorması kafidir .153
Görüldüğü gibi ayetler, yetim kızlarla kadınlara ait hakları birer birer sıralamakta ve bu haklarını tespitte o güne kadar hiç olmayan bir irade beyanında bulunarak bu tercihi kadınlara vermekteydi. Öy¬leyse bundan sonra toplumda kadın, irade beyanında bulunabilen, söylediği zaman sözü dinlenen, hakkını elde etmek için bunun pe¬şine düşebilen ve talep ettiği hakkı da bizzat Allah tarafından tespit edilen reel bir varlıktı.
Söz konusu ayet geldiğinde de sadece dördü onunla birlikte nikâhlı kalarak diğer¬leri yollarını ayırmışlardı. Bkz. Tirmizi, el-Camiu’s-Sahih, 3/435 (1128); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/83 (5558); Beyhaki. Sünen, 7/183 (13827)
153 Nisa,4/1-6
Seriyye ve Gazveler
Uhud sonrası ilk seriyye, EbU Seleme’nin yüz elli kişilik Benü Esed İbn Huzeyme seriyyesiydi. Henüz aradan iki ay geçmiş, Muharrem ayının hilali daha yeni görülmüştü. Huveylid’in iki oğlu Tuleyha ve Selerne, Benü Esed arasında eli kılıç tutan herkesi savaşa teşvik etmiş ve Medine’ye saldırmak için büyük bir ordu hazırlamıştı.
Bu haberi alır almaz Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), henüz Uhud’un yaralı aslanı Ebu Seleme’yi yanına çağırdı ve hemen bir se¬riyye ile Benü Esed’e gidip meseleyi yerinde çözmesi gerektiği emri¬ni verdi. Bunun üzerine harekete geçen Ebu Selerne, yanındaki yüz elli kişilik kuvvetle birlikte Benü Esed yurduna geldi.
Beri tarafta, Efendimiz’in bir seriyye ile üzerlerine geldiğinin haberini alan Benü Esed, büyük bir panik yaşamış ve savaştan vaz¬geçtiği gibi aynı zamanda çil yavrusu gibi dağılıvermişti. Ordudan arta kalan, onlarla birlikte kaçamayan develer ve koyunlardı.
Bir problem daha, problem olmadan fark edilmiş ve yerin¬de bastırılarak düşmanların hevesleri kursaklarında bırakılmıştı. Hedef yerini bulmuş ve Ebu Selerne ve arkadaşlan da, bir müddet orada bekledikten sonra deve ve koyunlan da alarak Medine’ye dön¬müşlerdi.v-
Yine Muharrem ayının bir perşembe günü Allah Resülü’ne, Halid İbn Süfyan el-Hüzelf’nin Medine’ye karşı bir ordu topladığı¬nın haberi gelmişti. Bunun üzerine Habib-i Zişan Hazretleri, Abdul¬lah İbn Üneys’i, konuyu tahkik için haberin geldiği bölgeye gönder¬di.
Abdullah İbn Üneys’in geri dönüşü bir hayli uzamış ve Abdul¬lah İbn Üneys tam on sekiz gün sonra Medine’ye gelebilmişti. Halid İbn Süfyan’ın yanına kadar sokulmayı başarmış ve durumun ciddi¬yetini görünce fırsatını bulduğu bir sırada onu öldürerek şer şebe¬kesinin daha toplanmadan dağılmalarını netice verecek bir adım at¬mıştı. Tek başına gidip de problemsiz bir şekilde meseleyi halledip gelen Hz. Abdullah’a Resül-ü Ekrem Hazretleri, elindeki asayı ona verecekve:
– Seninle Benim aramda bu, kıyamet gününde en büyük delil olacak, buyuracaktı.
154 Bu seriyyenin üzerinden çok geçmeden Ebu Selerne vefat edecektir. Bkz. Vakıdi, Megôzi, 1/343
155 Abdullah İbn Üneys vefat etmeden önce, Efendimiz’in o gün kendisine verdiği bu asayı, kefeninin yanma koymalannı vasiyet edecek ve böylelikle peygamberi müjdeye nail olacağını düşünecektir. Bkz. İbn Hişarn, Sire, 6/31; Taberani, Mu’¬cemu1-Kebir, 18/406 (101); İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 4/160
Bir Suikast Girişimi Daha
Hala Bedir’in intikamını alamadığını ve Uhud gibi bir fırsatı de¬ğerlendiremediğini düşünen Mekke, inadından vazgeçmiş değildi; kin ve nefretle oturuyor, intikam yeminleri edip şiddetle kalkıyor¬lardı! Bir aralık Ebu Süfyan, etrafına topladığı bir grup delikanlıya şunlan söyleyecekti:
– Aranızda Muhammed’in işini bitirecek bir yiğit yok mu? Bak¬sanıza, biz bu kadar acı içinde kıvranırken O, çarşı-pazarda rahat dolaşabiliyor!
Topluluk içinden buna cesaret edecek birisi çıkmamıştı; zira bu, öncelikle ölümü göze almak demekti ve Medine’ye kadar tek başı¬na gelip Muhammed’i öldürmek öyle her babayiğidin yapacağı bir iş değildi. Ebu Süfyan, yine eli boş evinin yolunu tutmuştu.
Bir müddet sonra Ebu Süfyan’ın kapısı çalmaya başladı. Açtı¬ğında, karşısında bedevi bir delikanlı duruyor ve:
– Şayet bana söz verir ve taleplerim konusunda cömert davra¬nırsan, ben gider ve O’nu öldürürüm! Çünkü ben, bu işleri iyi bili¬rim; bak, işte kuş tüyünden hafif hançerim bu işi yapmak için hazır bekliyor, diyordu.
Ümitleri tam kesildiği noktada yeniden yeşermişti Ebu Süfya¬n’ın. Gözlerinin içi parlıyordu. Bu iş, ancak böylesine fedailerle ger¬çekleştirilebilirdi ve kapıdan içeri aldığı adama önce:
– Sen, tam aradığımız adamsın, dedi Ebu Süfyan. Keyfine diye¬cek yoktu. Delikanlıya yağız bir deve ve onu memnun edecek kadar mal mülk verdi. Artık anlaşmışlardı. Ardından da:
– Sakın bunu kimseye söyleme ve sadece seninle benim ararnda kalsın! Çünkü ben, bunu birilerinin duymasından ve hemen gidip Muhammed’e yetiştirmesinden endişe ediyorum, diye tembih etti. – Bunu kimse bilmeyecek, diye teminat verdi delikanlı da. Derken, gecenin karanlığında devesine binen genç, altı günlük bir yolculuğun sonunda Medine’ye gelmişti. Dikkat çekmemeye ça-
lışıyor ve karşılaştığı insanlara Efendimiz’i soruyordu. Mescid-i Nebevi’ye kadar gelmişti. O sırada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) orada bulunmuyordu; Abdieşheloğullarının diyarına gitmişti. Deli¬kanlı da doğruca buraya geldi. Devesini bir yere bağlayarak ashab arasında oturup onlarla konuşan Allah Resülii’niin yanına kadar yaklaştı.
Delikanlının gelişini görünce Efendiler Efendisi, yanındakilere dönmüşve:
– Şu delikanlı var ya, niyeti hiç iyi değil; bir kötülük düşünü¬yor! Ama endişe etmeyin; Allah’a yemin olsun ki Allah (celle celaluhü), onunla planladığı şeylerin arasına girecek ve onun maksadını ger-çekleştirmesine müsaade etmeyecektir, buyurmuştu.
Derken bu sırada genç de yanlarına gelmiş:
– Hanginiz Abdulmuttalib’in oğlu, diye soruyordu. Efendiler Efendisi ses verdi:
– Abdulmuttalib’in oğlu benim!
Bunun üzerine bedevi genç, sanki O’na gizli bir şey söyleyecek¬miş gibi yanına yaklaşmak istedi. Onun bu niyetini sezen ve az önce Efendimiz’den duyduğu cümleleri de düşünen Üseyd İbn Hudayr:
– Resülullah’ın yanından uzak dur, diyor ve elbisesinden tut¬muş çekiyordu. O kadar çekmişti ki, adamın belinde sakladığı han¬çeri ortaya çıkıvermişti. Bunun üzerine Hz. Üseyd:
– Ya Resülullah! İşte niyeti kötü olan adam bu, diye seslenme¬ye başladı.
Delikanlının kolu kanadı kırılıvermişti! Canından korkuyordu!
Üseyd İbn Hudayr, delikanlının yakasından tutmuş, herhangi bir zararı dokunmasın diye iyice çekiyordu. İyice sıkıştığını gören genç, bir taraftan:
– Kanım .. kanım ya Muhammed, diye seslenip canını kurtar¬mak için Efendimiz’in şefkatine sığınırken diğer yandan da içinde bulunduğu zor durumdan kurtulabilmek için eman diliyordu. Efen¬diler Efendisi, delikanlıya döndü ve şunları söyledi:
– Doğruyu söyle! Sen kimsin ve buraya niçin geldin; şayet doğ¬ruyu söylersen bu sana fayda verir. Zaten yalan beyanda bulunsan da Ben, senin gizlediklerine muttali olurum!
– Ben emniyette miyim? Güvenebilir miyim, diyordu. Resül-ü Kibriya Hazretleri:
– Evet, güvendesin, diye teminat verdi. Bunun üzerine genç, Mekke’ den itibaren yaşadıklarını anlatmaya başladı teker teker; Ebu Süfyan’ın gençlerden yardım dilernesini, Medine’ye ve Medinelilere duyduğu öfke ve kini, Resülullah’tan intikam almak için nelere te¬vessül ettiklerini ve evine gittiği zaman kendisine vadettiği dünya nimetlerini anlattı bir bir …
Adam çôziilmüştü ama ashab-ı kirarn açısından mesele haUı tehlike arz etmeye devam ediyordu. Hala emin olamıyorlardı; Üseyd İbn Hudayr, genci yakın takibe almış ve o akşam da evine götürüp hapsetmişti.
Ertesi gün, Allah Resülü, genci yeniden yanına çağırdı ve:
– Ben sana em an vermiştim; şimdi istediğin yere gidebilir yahut senin için bundan daha hayırlı olan başka bir işi tercih edebilirsin, dedi. Belli ki, kendisine tuzak kuran bu genci de yanına almak isti-yordu. Bakışlarındaki sıcaklık, ses tonundaki kucaklama zaten genci eritmişti ve hemen sordu:
– Daha hayırlı olan şey de ne?
– Allah’tan başka ilah olmadığına ve Beninı de O’nun Resülü
olduğuma şehadet etmen, buyurdu Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sel¬lem). Bu kadar sıcak ve içten bir davete icabet etmemek olur muydu hiç! iliklerine kadar huzur yudumlayan genç önce:
– Ben şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve Sen de Allah’ın Resülii’sün, dedi. Ardından da şunları söyledi Allah Resü¬lü’ne:
– ValIahi de ya Muhammed! Sen ne kadar da şefkat dolu bir in¬sansını Seni görür görmez adeta aklı m başımdan gidiverdi ve elim¬kolum bağlanıp ne yapacağımı şaşınverdim! Sonra Sen, benim esas maksadımı ne çabuk da anlayıverdin; halbuki onu hiç kimse bilmi¬yordu ve zaten bilse de bunun haberini Sana getirecek kimse olma¬mıştı! işte o zaman ben anladım ki Sen, olumsuzluklar karşısında muhafaza altındasın. Doğruyu temsil eden de Sensin; Ebu Süfyan’ın peşinden gidenler ise, şeytanın askerleri!
Efendiler Efendisine tebessüm ettiren cümlelerdi bunlar! Bir badire daha problemsiz atlatılmıştı. .. Yine öldürmek için gelen bir insan, Resülullah’ın iklimine girince hayat bulmuş ve heybelerini huzurla doldurmuş öylece geri dönüyordu.
İki Acı Tecrübe: Raci’ ve Bi’r-i Maune
Hayır yolunda koşmak, öyle kolay değildi ve ağır bedel istiyor¬du. Zira bunu yaparken acı tecrübeler de yaşanacak, masum görü¬nümlü tuzaklara hedef olunacak ve bu yolda din adına belli başlı kurbanlar da verilecekti.
Raci’
Hicretin dördüncü yılı Safer ayıydı. Uhud sonrasında zafiyet yaşadığını düşündükleri Medine, Hamraü’l-Esed’le müşriklerin ya¬nıldığını göstermiş ve hemen arkasından müşriklerin iki ayrı yerde gösterdikleri teşebbüs de, daha başlamadan yerinde müdahaleyle akim bırakılmıştı. Bunu gören kin tüccarları, bu sefer farklı bir yol deneme kararı alıp Medine’ye geldiler. Bunlar, Adal ve Kare halkı¬na mensup insanlardı; Müslüman olduklarını ve kendilerine dinin ahkamını öğretecek mürşide ihtiyaçları olduğunu söylüyor ve Resü¬lullah’tan, kendilerine Kur’an’ı öğretecek muallim talebinde bulunu¬yorlardı. Hükümler, dışa yansıyan niyetlere göre verilirdi ve zahirde hayırlı bir gelişme vardı. Öyleyse taleplerine olumlu cevap verilmeli ve kendi iradeleriyle dini tercih eden bu insanlar, rıza utkuna ulaş¬malarını kolaylaştıracak rehberlerden mahrum bırakılmamalıydı.
Bir insanın Müslüman olmasını, dünya dolusu nimetten daha büyük bir sermaye olarak değerlendiren Allah Resülü’nü sevindiren bir husustu bu ve Suffe ashabından on kişiyi seçerek söz konusu ka¬bilelere gidip onlara din adına rehberlik yapmalarını emir buyurdu. Başlarında emir olarak Asım İbn Ömer İbn Hattab bulunuyordu.
Derken yola çıkılmış ve Hicaz tarafında bulunan Hüzeyl ka¬bilesinin kullandığı Raci’ denilen kuyunun başına kadar gelinmiş¬ti ki, önceden hazırlanan senaryo devreye konularak ashab-ı kirarn hazretleri ateş çemberinin içine alınıverdi! Lihyanoğullarından yüz kadar okçu, saklandıkları yerden çıkmış, etraftarını kuşattıkları as¬haba saldırıyorlardı.
156 Bazı rivayetlerde. bu heyetin emiri olarak Mersed İbn Ebi JI,{ersed’in adı geçmek¬tedir. Bkz. İbn Hişam, Sire, 4/123, 136, 6/19; Taberi, Tarih, 2/207; İbn Sa’d, Tabakat. 2/55
Önce, kendilerini sağlam bir zemine atabilmek için yüksekçe bir dağa çıkmak isteyen ve sayıca diğerlerinin onda biri kadar olan as¬habın etrafındaki çember giderek daralıyordu:
– Şayet teslim olursanız söz veriyoruz, sizden kimseyi öldürme¬yeceğiz, diyorlar ve böylelikle hepsini esir almak istiyorlardı. Ham¬raü’l-Esed’de Efendimiz’in söylediği sözler kulaklarına küpe ol¬muştu ve aynı delikten iki defa ısınlmayı düşünmüyorlardı. Çünkü, Müslüman olduklarını söyleyerek kendilerini Medine’den buralara kadar getiren adamlar bir anda kayboluvermiş ve onları ölümle baş başa bırakarak bir kenara çekilivermişlerdi. Kim bilir, teslim olsalar ne oyunlar oynayacak ve başlarına ne gaileler açacaklardı! Onun için kanlarının son damlasına kadar savaşmayı tercih etmişlerdi. Şeha-detin kaçınılmaz olduğunu gören .Asım İbn Ömer, bir taraftan ok atıyor, diğer yandan da:
– Allah’ım! İçine düştüğümüz MIden Resülü’nü haberdar et, diye Allah’a niyazda bulunuyordu. Elinde yedi tane oku vardı ve bunların her biriyle bir kafiri yere devirmişti. akları bitince mızra¬ğına sarılmış ve onunla da yanına yaklaşanları delik deşik etmişti. Elindeki mızrak da kırılınca kılıcının kınını kırmış ve bir taraftan onu sallarken diğer yandan da şöyle niyazda bulunmuştu:
– Allah’ım! Hayatta olduğum sürece ben, Senin dinini korumak için savaştım; Sen de şehit olduktan sonra benim bedenime müşrik eli değdirme!
157 Onlar için Asım’ı öldürmek yetmiyordu; cansız bedenini parçalamak ve kafasını Mekkelilere götürme niyetindelerdi. Zira o, Bedir günü Ukbe İbn Ebi Muayt gibi önemli adamlarını öldürmüştii. Onun kafasını gören Mekkelilerin kendilerine ne kadar iltifat edeceklerini biliyorlardı. Bu maksatla cesedinin yanına vardıkla¬rında, üzerine üşüşen anlardan fırsat bulup yanına yaklaşamadılar. Allah (celle celaluhü), duasını kabul etmiş, müşrik elinin bedenine ilişmesine müsaade et¬miyordu. Ertesi sabah erkenden gelir ve maksadımıza ulafl1’1z düşüncesiyle yanından ayrıldılar. Sabah olup da geldiklerinde bu sefer de Hz. Asım’ı bulamayacaklar¬dı. Zira o gece şiddetli bir yağmur yağmış ve Asım’ın cesedini de gelen seller bir meçhule doğru götürüvermişti. Hz. Asım’ın duası kabul görmüş ve öldükten sonra bedenine müşrik elinin değmesine Allah müsaade etmemişti. Bkz. Buhari, Sahih., 3/1108 (2880); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/294 (7915), 2/310 (8082); İbn Hişam, Sire, 4/124
Eldeki kıt imkanlarla hazırlıklı bir kitleye karşı uzun zaman sa¬vaşmanın imkanı yoktu ve çok geçmeden yedi sahabe oracıkta şehit olmuştu. Geride Hubeyb İbn Adiyy, Zeyd İbn Desitme ve Abdullah İbn Tarık olmak üzere üç kişi kalakalmışlardı.
Lihyanoğullan, teslim oldukları takdirde kendilerine bir şey yapmayacaklarını tekrarlıyor ve işi daha fazla uzatmadan ok atıp kılıç sallamayı bırakmalarını istiyorlardı. Bunun üzerine üç sahabe teslim olmuştu.
Önce, yaylarındaki sicimleri çözerek üçünün de ellerini bağla¬dılar. Bu durumdan rahatsız olan ve bir şey yapmayacaklarına dair verdikleri sözü hatırlatan Abdullah İbn Tarık:
– İşte bu ilk hıyanet, diyerek itiraz edince üzerine üşüşüp ora¬cıkta onu da öldürdiiler. Gerçekten de niyetleri kötüydü! İşin ucunda diğerleri için de ölüm gözüküyordu.
Ellerini bağladıkları Hz. Hubeyb ve Hz. Zeyd’i ise yanlarına al¬dılar ve doğruca Mekke’nin yolunu tuttular, ikisini de Mekkelilere para karşılığında teslim ettiler.
Bedir’de büyük yara alan, onun intikamı için gittikleri Uhud’¬dan da istedikleri neticeyi alamadan geri dönen Mekkelilerin keyfine diyecek yoktu; en azından intikamlarını bu iki sahabeden alacak ve böylelikle bir nebze olsun kinlerini teskin etme imkanı bulacaklardı! , Herkesin bu bayrama (!) iştirak etmesini istiyorlardı. Onun için iki¬sini de önce hapsettiler ve birkaç gün sonra da Ten’im denilen mev-kiye getirip hunharca şehit ettiler.
158 Bu sırada Hz. Abdullah, ellerindeki bağı bir şekilde çözmeyi başarmış ve aynı za¬manda kaçmaya başlamıştı. Ancak bu da onun kurtulmasını netice vermeyecek ve onu da yakalayıp öldüreceklerdi. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/354; İbn Sa’d, Taba¬kat, 2/56,3/454; Beyhaki, Delail, 3/402 (1226)
159 Mekkeliler onlan öldürme hazırlıklan yapadursunlar beri tarafta Allah Resülü bir anda nazarlannı Mekke cihetine çevirmiş ve:
– Ve aleyhisselam, buyurmuştu. Resülullah’ın içini bir anda hüzün kaplamıştı. O’nun bu halini hayret ve merakla izleyenler, bir şey anlamamış ve sormuşlardı: – Ya Resülullahl Bu selam, kimin selamına karşılıktı; kimin selamını aldınız?
– Hubeyb’in selamına karşılık, buyurdu ve Hubeyb’in Mekke’de şehit edildiğinin haberini verdi onlara. Aynı zamanda bu selam, Hubeyb’in Mekke’deki son ciim¬leleri olacaktı. Hz. Hubeyb, Allah yolunda darağacına konularak ilk idam edilen Müslüman’dı. Onun şehadet haberi üzerine Allah Resülü (s.a.s.), Amr İbn Ümey¬ye ve Selerne İbn Eslem’i Mekke’ye gönderecek ve onlar da, yaşadıklan birçok sıkıntıdan sonra Hz. Hubeyb’in bedenini müşriklerin elinden kurtaracaklardı Bkz. İbn Hişarn, Sire, 4/126
127; Taberi, Tarih, 2/79-80
160 Bu sayının kırk olduğu da söylenmektedir. Bkz. Taberi, el-Camiu’l-Beyan, 4/173; Taberi, Tarih, 2/82; İbn Kesir, Tefsir, 1/427
161 Hz. Münzir, şehadet arzusuyla yanıp tutuşan biri olduğu için o gün kendisine, ölüme gönüllü boyun uzatan manasında ‘el·MünJiku li Yemtae’ deniliyordu. Bkz.
Bi’r-i Maune
Yine Sefer ayının içindeAmir İbn Malik adında bir şahıs Efen¬dimiz’i ziyarete gelmişti. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) onu İs¬lam’a davet ediyordu ama adam, henüz bu kabul edecek değildi; ne Müslüman oluyor ne de karşı koyduğunu söylüyordu. Müteredditti. Belli ki zamana ihtiyacı vardı ve kendisi ‘evet’ diyemese de yakınla¬rının bu dinle buluşmasını arzu ediyordu. Bunun için:
– Ya Resülullah, dedi. Ashabından bazılarını Necid halkına gön¬dersen de onlara İslam’ı anlatsalar; onların bu davete müspet cevap vereceklerini sanıyorum.
– Necid halkının onlara bir kötülük yapmalarından endişe ediyorum, diye karşılık verdi Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern). Bunun üzerine:
– Onlara ben kefilim, diye teminat veriyordu Amir İbn Malik.
Dönemin kültürü itibarıyla böyle bir söz senet sayılırdı; cehalet ba¬şını alıp gitmiş olsa da sözünden dönmek er meydanlarından si¬linmek anlamına gelirdi. Zaten Habib-i Zişan Efendimiz’in genel tavrı, her fırsatı değerlendirip insanlara bir şeyler anlatmanın gay¬retini ortaya koymaktı. Aynı zamanda o bölgeden Medine’ye, bugü¬ne kadar Müslüman olanların emniyet ve güven açısından problem yaşadıklarının haberi geliyordu. Hatta Rtl, Zekoôn, Usayye ve Lih¬yan gibi bazı kabileler haber göndermiş ve bu güvenliği tesis adına Allah Resülü’nden yardım istemişlerdi.
Şartlar böyle bir talebe ‘evet’ demeyi gerektiriyordu ve bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), ashab arasından yetmiş kişi seçerek’?” onlardan Amir İbn. Malik’le birlikte gitmelerini ve Necid halkına İslam’ı anlatmalarını istedi. Ellerine de, gittikleri yer¬lerde bulunan liderlere verilmek üzere yazılan mektupları vermişti. Emir olarak başlarında, Miuızir İbnAmr tayin edilmişti.’?’ Bunların hepsi, Allah tarafından gönderilen mesajlarla Allah Resülü’nün be¬yanlarını çok iyi bilen ‘suffe’ ashabından ‘kurra’ sahabelerdi.
Yola çıkıp da Maüne denilen kuyunun başına geldiklerinde bu¬rada konakladılar. Bir taraftan develerini dinlendirip otlatırlarken diğer yandan da Resülullah’ın gönderdiği mektupları ilgili kişilere ulaştırmayı hedefliyorlardı. Bunun için aralarından üç kişi seçerek Amir İbn Tufeyl’e162 gönderdiler.
Yola çıkıp da hedeflerine iyice yaklaşan bu üç kişiden Haram İbn MilMn,163 diğer iki arkadaşını bir noktada bırakarak .Amir İbn Tufeyl’in yanına yalnız gitmeyi deneyecekti:
– Ben onların yanına varıncaya kadar sizler yakınlarda bu¬lunun! Şayet bana eman verirlerse zaten bunu siz de görürsünüz; ancak beni öldürmeye kalkışırlarsa hemen gider ve durumdan arka-daşlarınızı haberdar edersiniz, diyordu.
Dediği gibi de yapacaktı. Geldi ve .Amir İbn Tufeyl’in huzuruna girip Resülullah’ın mektubunu takdim ederek onları hak dine davet etti.
Kendisine Resülullah’dan mektup gelen Amir, onu açıp okuma¬ya bile tenezzül etmeyip Hz. Haram’ı öldürme talimatı verdi. Bu tali¬mat üzerine Cebbôr İbn Siilmô; eline aldığı bir mızrağı Hz. Haram’a arkasından saplayıverdi. Allah Resülü’nün elçisi kanlar içinde kala¬kalmış, sırtından giren mızrak göğsünden çıkmıştı. Ölürken de na¬sihate devam edilmeliydi ve Hz. Haram da, bir taraftan dünya me-şakketlerinden kurtulmanın, diğer yandan da Allah ve Resülü adına şehadet mertebesine ulaşmış olmanın sevinciyle dopdoluydu. Eline bulaşan kanlarla yüzünü sıvazlayan Hz. Haram’ın sinesine mızrak işlerken büyük bir haz içinde dudaklarından dökülen şu sözler dik¬katlerden kaçmamıştı:
İbn Hişam, Sire, 4/138; Taberani, Mu’cemu’l-Kebir, 20/357 (841); Taberi, Tarih, 2/81; İbn Hacer, el-İsabe, 6/217 (8230)
162 Amir İbn Tufeyl, Efendimiz’e eman verip de Suffe ashabından yetmiş kişiyi talep eden Amir İbn Malik’in yeğeniydi. Bkz. İbn Esir, Üsüdii’l-Ğabe, 2/65; İbn Hacer, el-İsabe,3/600
163 Haram İbn Milhan. Ümmü Süleym Validemizin kardeşidir. Bkz. Beyhaki, Sünen, 9/225; İbn Abdilberr, İstiab. 1/337
– Allahu Ekber! Kabe’nin Rabbine yemin olsun ki kurtulduml’s¬Derken, mektup hedefine ulaşamadan Haram İbn Milhan şehit olmuştu. Ancak Amir İbn Tufeyl’in kin ve nefreti bununla teskin ola¬cak gibi değildi ve Amiroğullarına seslenerek geride kalanların üze¬rine yürüme talimatı verdi. Amiroğulları bu talimata uymayacaktı. Şaşılacak bir durumdu; onları davet ediyordu ama amcası Amir İbn Malik’in Allah Resülü’ne verdiği sözü nazara alarak Amiroğulları bu davete icabet etmiyordu.
Bir lider olarak Amir İbn Tufeyl’i cinnete sevk eden bir husustu bu. Yerinde durmaya niyeti yoktu ve yakınındakiler kendisine ‘evet’ demese bile etrafındakilerden destek alarak Resülullah’ın elçileri üzerine yürüyecekti.
Çok geçmeden Usayye, Ri’l, Kare ve Zekvan kabilelerinden olu¬şan büyük bir kalabalığın üzerlerine geldiğini gören gönül elçileri kendilerini önce:
– ValIahi de bizim sizinle bir alıp veremediğimiz yok! Biz sadece Resfılullah’ın verdiği bir iş için yolumuza gidiyoruz. Biz Allah Resü¬Iü’nün elçileriyiz, dedilerse de gözü dönmüş bu insanlara sözlerini dinletemediler. Bunun üzerine onlar da kendilerini müdafaa etmek isteyecek, ancak güç dengesinin olmadığı yerde bu müdafaa onlar adına istenilen neticeyi vermeyecekti. Anlaşılmaz bir husustu; Allah ve Resülü’nün hayat veren mesajlarını ulaştırmak için yola çıkan ve muhtaç gönüllere Allah’ın adını taşımaktan başka bir hedefleri ol¬mayan bu insanları kılıçtan geçiriyorlardı!
ı64 Hz. Haram’ın bu cümlesi, o gün kendisini öldüren şahsın hidayetine vesile ola¬caktı. Çünkü bu, Cebbar için anlaşılmaz bir çıkıştı. Şaşırmıştı; elindeki mızrağı saplayıp da öldürdüğü adam nasılolup da ölüme giderken ‘kurtuldum’ diye haykı¬rabiliyor, dünyadan giderken sürur izhar edip ölümü bu kadar aşkın bir sevinçle karşılayabiliyordu! O an için anlam veremediği bu çıkış Cebbar’ın zihnini hep meşgul edecek ve karşılaştığı insanlardan hep, Hz. Haram’ın son sözlerinin ma¬nasını soracaktı. Kendi kendine:
– Nasıl kurtuluş bu? Ben o adamı öldürmedim mi, diye soruyor ve bir türlü cevabını bulamıyordu. Nihayet bir gün bunun, şehadet arzusuyla dünya sıkıntı¬lanndan kurtuluşu ifade eden bir sevinç belirtisi olduğunu anlayacak ve duydu¬ğu dehşet karşısında:
– Allah’a yemin olsun ki gerçekten de kurtulmuş, diyerek gelip Müslüman ola¬caktı. Bkz. Vakıdi, Megazı, 1/348; İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 4/83
O an için orada bulunmayanların da sırasıyla şehit edildiği bu yolculuktan geriye kalan sadece Amr İbn Ümeyye idi. Bu sürecin içinde o da çok sıkıntı yaşamış olmasına rağmen ayakta kalabilmiş ve hızlı adımlarla Medine’ye gelebilmişti. Yolda karşılaştığı iki kişi¬nin, arkadaşlarını şehit eden kabileye mensup olduğunu öğrenince bir fırsatını bulup onlan orada öldürmeyi, arkadaşlanna karşı eda etmesi gereken bir vefa borcu olarak telakki etmiş ve .Amiroğulların¬dan bu iki kişinin işini oracıkta bitirivermişti.
Doğruca gidip Resülullah’a olup bitenleri anlattı. Medine hüzün yudumluyordu. Zira aynı gün içinde gelen ikinci acı haberdi bu. Yalan beyan üzerine yola çıkan ve Raci’de şehit olan on samimi gö¬nülden sonra atmış dokuz arkadaşının daha sebepsiz yere öldürül¬düğünün haberini almak kadar acı bir olayolamazdı:
– Bu Ebu Bera’nın işi, dedi ve ilave etti:
– Halbuki Ben, bunu istemiyor ve böyle bir hadiseyle karşılaşa-
cağımızdan endişe duyuyordumlvf
Ardından da öldürdüğü iki .Amiriden bahsetti Hz. Amr Allah Resülü’ne. Ortam bir anda elektriklenivermişti. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Sen ne kötü bir iş yaptın, diye seslendi önce. Ardından da:
– Onlara Ben, eman vermiş ve himaye taahhüdünde bulunmuş-
tum. Vanahi de onların diyetlerini ödeyeceğim, buyurdu.
O ana kadar iyi bir iş yaptığını sanan ve belki de bu haberi verir¬ken iltifat bekleyen Hz. Amr şaşırıp kalmıştı! Hüzn-ü nebevi onu da kedere boğmuş, yaptıklarına bin pişman olmuştu. Ancak bu nokta-dan sonraki pişmanlığın bir faydası yoktu.
165 Hüzün peygamberininin üzüntüsünü anlatmaya imkan yoktu. Medine karalara bürünmüştü adeta … Üst üste gelen bu iki üzücü olayın etkisi Medine’de aylarca hissedilecek ve Efendiler Efendisi, hiçbir sebep yokken yanında bulunan yet¬miş dokuz ashabının tuzak kurulmak suretiyle şehit edildiği bu iki olaya sebep olanlar için, sabah namazlanndan sonra kalkacak ve bir ay boyunca kunutta bu¬lunarak ilgilileri Allah’a havale edecekti. Maüne kuyusu başında yetmiş ashabına tuzak kuran bilhassa Usayye kabilesi için “Usayye Allah ve Resülü’ne isyan etti,” bu¬yuracak ve “Bizim hailimizi arkada bıraktğıımız kavmimize ulaştınn; zira biz O’ndan O da bizden razı olduğu hdlde Rabbimize kavuftuk.» bilgisi kendisine ulaşacağı ana kadar da bu haline devam edecekti. Bkz. Buhari, Sahih, 3/1031 (2647), 4/1503 (3868),5/2349 (6031); Müslim, Sahih, 1/468 (677); Ahmed İbn Hanbel, Müs¬ned, 3/215 (13278)
Ortada peygamberi bir şefkat vardı ve insanlığın gözü önünde nebevi adalet tecelli ediyordu. Bir tarafta hiçbir sebep yokken alt¬mışdokuz masumun canına kıyan insanlar, diğer yanda yanlışlıkla öldürülen iki kişi vardı ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), kendi arkadaşlannın diyetlerini gündeme bile getirmediği yerde, eman verdiği iki kişinin ashabından birisi tarafından yanlışlıkla öldürül¬mesi karşısında diyetlerini ödeyeceğinden bahsediyor ve bu konu¬daki ısrannı dile getiriyordu!
Beni Nadir
Medine’de yerleşik bir Yahudi kabilesi olan Beni Nadir, Efen¬dimiz’in eman verdiğini bilmeden Amr İbn Ümeyye’nin öldürdüğü iki şahsın kabilesi olan Beni Amir ile müttefikti. Hicret sonrası ger¬çekleşen Medine anlaşmasına onlar da katılıp imza atmış, temelleri atılıp esaslan tebeyyün eden yeni devlete inkıyatlarını ifade etmiş ve Medine’yi birlikte savunup burada müşterek bir hayat yaşama konu-sunda Resülullah’a da söz vermişlerdi.
Buna rağmen Mekkelilerle olan irtibatlan devam ediyor ve içten içe Allah Resülü’ne düşmanlık besliyorlardı. Bu arada Mekkeliler¬den bir mektup almışlar ve lojistik destek bulacaklarına dair sözleri-ne kanmışlardı; bunun için önce Efendimiz’e haber gönderip asha¬bından otuz kişiyi alarak açık alanda müzakere yapmak istediklerini söylemişlerdi. Maksatları ansızın saldırıp Efendimiz ve önde bulu¬nan ashabına suikast kurup hepsini öldürmekti. Ancak Allah Re¬sülii’nün etrafındaki ashabın gözüpek tavırları karşısında ürkerek bundan vazgeçmiş ve karşılıklı üçer kişiyle bu müzakerenin devam etmesinin daha iyi olacağının haberini göndermişlerdi. Bu üç kişi¬nin hazırlığından haberdar olan Efendiler Efendisi, yola çıktığı halde geri dönecek ve onların bu tuzağına düşmeyecekti.
Bir cumartesi günü Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), yanın¬da bulunan bir grup ashabıyla birlikte Kuba’ya gelecek ve burada ikindi namazını kıldıktan sonra Beni Nadir’in bulunduğu mahalleyi ziyaret edecekti. Maksadı, yanlışlıkla öldürülen iki Amiroğlunun di¬yetini ödeme konusunda, onların müttefik olan Beni Nadir’in dev¬reye girmesi ve bu iki şahsın diyetini, kendileri adına onlara ulaştır-malannı talep etmekti. Aynı zamanda bu, Bedir’den bu yana farklı tepkiler veren Beni N adir’in, gelişmeler karşısındaki nihai tavrını anlamakadına bir teftiş manası taşıyordu.
Allah’ın Resülü olmanın farkıydı bu; hiçbir gerekçe yokken alt¬mış dokuz Kur’an muallimi arkadaşını öldüren ve üstüne üstlük hala kendisine meydan okumaya devam eden Amir İbn Tufeyl ve arka-daşlarının dünyasında diyet adına herhangi bir hareket olmamasına rağmen Allah Resülü kendi üstüne düşeni yerine getiriyor ve yapma¬sı gerekenleri, başkalarının hareketleri üzerine bina etmiyordu.
Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabından dokuz166 kişiyle birlikte Beni Nadir yurduna geldiğinde onları, kendi ara¬larında toplantı yaparken bulmuştu. Aralarına girip de, Amr İbn Ümeyye’nin bilmeden öldürdüğü iki şahsın diyetini ödeme talebini sununca, olabildiğince civanmert davranıp alttan alarak O’na şöyle mukabelede bulunacaklardı:
– İstediğin gibi yaparız ey Ebe’l-Kasım! Artık aramıza gelip bizi ziyaret etmen için bir sebebin de var! Ama önce otur ve bir miktar soluklan; sonra da ihtiyacını halledersin! Biz de bu arada oturup, o konuyu da istişare edelim ve aramızda, Seni buraya kadar getiren hususu da çözmeye çalışalım!
Tepkiler olumluydu; yanlışlığın yeni yanlışlıklar doğurmasının önüne geçilecek ve mesele çözülecek gibi duruyordu. Bunun üzerine Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) de, sırtını bir evin duvarı¬na vererek yanında bulunan ashabıyla birlikte bulunduğu yerde otu¬rup beklerneye başladı.
166 Bunlar, Hz. EbU Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osmdn, Hz. Ali, Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Hz.
Sa’d İbn Muae, Hz. Üseyd İbn Hudayr ve Sa/d İbn Ubdde idi. Bkz. Salihi, Sübülü’l¬Hiida ve’r-Reşad, 4/318
Neticeye Ulaşmayan Suikast
Diğer tarafta ise, Resülullah’a gerçek yüzlerini göstermeyip O’nu oyalama taktiği güden bu insanlar, arayıp da bulamadıkları fır¬satın ayaklarına kadar geldiğini düşünerek aralarında konuşmaya başlamışlardı. Başlarını Huyey İbn Ahtab çekiyordu:
– Ey Yahudi topluluğu, diye başladı konuşmasına. ‘Görüyor¬sunuz ki Muhammed, yanında on kişi bile olmadığı halde aranıza
gelmiş durumda. Duvarının dibinde oturduğu evin üzerine çıkın da O’nun üzerine bir kaya parçası atıp O’nu öldürüverin! Bunun için şu andan başka asla uygun bir zaman bulamazsınız! Şayet O öldürülür¬se, arkadaşları da etrafından dağılıp giderler; Kureyş’den gelenler kendi beldelerine, Evs ve Hazreç’ten O’na dahilolanlar da kendi iş¬lerine dönerler! Eğer bunu yapmayı arzu ediyorsanız, bu iş için bu¬günden daha müsait bir zamanı asla bulamayacaksınız! Bugün yap¬mayıp da ne zaman yapacaksınız!
Onun bu hararetli konuşması üzerine Amr İbn Cehhaş adındaki bir adam ayağa kalkarak:
– Öyleyse ben, o evin üzerine çıkıp üzerine bir kaya parçası atı¬vereyim, diyerek yerinden kalkıp Efendimiz’in gölgesinde oturduğu eve doğru yöneldi.
Elbette hepsi aynı kanaatte değildi ve durumun vahametini görüp de onları uyarma lüzumu hisseden Sellam İbn Mişkem, işin burasında ileri atıldı:
_. Ey cemaat, dedi. Hayatınız boyunca bana muhalefet etseniz de gelin, bari bugün bana tabi olun! Allah’a yemin olsun ki, şayet siz bunu yapmaya kalkışırsanız, mutlaka O bundan da haberdar edi¬lir ve hıyanet içinde olduğunuz O’nun tarafından hemen fark edilir. Aynı zamanda bu, O’nunla bizim aramızdaki anlaşmayı ihlal etmek demektir; sakın böyle bir şey yapmayın!
Sellam bunları söyleyedursun, Amr İbn Cehhaş çoktan kayayı hazırlamış ve evin damına çıkarmaya başlamıştı. Derken Allah Re¬sülii’ne de Cibril-i Emin gelmiş ve durumdan haberdar etmişti.
Açıkça bir ihanetti bu. Anlaşılan, huylu huyundan vazgeçmeye¬cekti. Demek ki, kin ve nefretleri artarak devam ediyor, Allah ve Re¬sülii aleyhindeki tavırları onları, iflah olmaz bir noktaya doğru gö-türüyordu. Bunun üzerine Efendiler Efendisi, sanki bir ihtiyacını giderecekmiş gibi bulunduğu yerden kalkıp hızlı adımlarla Medine istikametinde yürümeye başladı. Gelişmeler konusunda yanındaki ashabın bilgisi olmadığı için onlar, ihtiyacını giderip de geriye döne¬cek zannıyla bulundukları yerde oturmaya devam ediyorlardı.
Aradan bir hayli zaman geçmiş, evin üzerinde tuzak kurup da bekleşen Beni Nadir Yahudileri, mutlu sona (!) ulaşmak için sabır¬sızlanıyorlardı. Bir aralık, uzaktan birisinin gelişini fark ettiler; sevinmişlerdi. Ancak bu sevinçleri kursaklarında kalacaktı. Zira gelen, aynı kabileye mensup bir başka Yahudi idi. Onların telaşlı bir şekilde ve gözlerini bir evin çatısına dikerek bekleşmekte olduklarını görün¬ce aralarında konuşmaya başladılar:
– Ne yapmaya çalışıyorsunuz?
– Muhammed’i öldürüp ashabını esir almak istiyoruz.
– Peki, Muhammed nerede?
– Şurada, yakındadır!
– Vallahi de ben, biraz önce Muhammed’i Medine’de gördüm.
Son cümle, bütün ümitlerini kıran bir cümleydi. Adeta kol ve ka¬natları kırılıvermişti! Sellam haklı çıkmıştı; mutlaka Muhammed’e haber ulaşmış ve O da, hakkında kurulan tuzağı haber alır almaz bu mekanı terk edip Medine’nin yolunu tutmuştu.
Endişe ve Muhasebe
Allah Resülii’rıiin geri gelişi gecikince O’nun ashabı da endişe¬lenmiş ve burada beklemektense O’nun peşinden gidip aramanın daha makulolacağını düşünmeye başlamışlardı. Hz. Ebu Bekir de:
– Burada beklememizin bir anlamı yok; Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) mutlaka önemli bir iş için gitmiştir, deyince hep bir¬likte kalkıp yürümeye başladılar. Onların da ayrılıp gittiğini gören ve içyüzlerinin anlaşıldığından şüphesi kalmayan Huyey İbn Ahtab:
– Ebu’I-Kasım acele etti; halbuki biz, O’nun dileğini yerine ge¬tirmek ve O’nu aramızda misafir etmek istiyorduk, diyerek vaziyeti kurtarmaya çalışıyordu. Ancak, olan olmuştu. Kinane İbn Suveyra ileri atıldı ve onlara:
– Muhammed’in buradan niye kalkıp da gittiğini biliyor musu¬nuz, diye sordu.
– Hayır, vallahi de bilmiyoruz; peki senin bildiğin bir şey var mı, diyorlardı. Önce:
– Elbette, dedi. Ardından da:
– ‘Tevrat’ a yemin olsun ki ben, bunun sebebini kesinlikle biliyo-
rum; Muhammed’in buradan ayrılıp gitmesinin sebebi, sizin O’nun için hazırladığınız tuzağın kendisine haber verilmesidir. Kendi ken¬dinizi aldatmayın; Allah’a yemin olsun ki O, şüphesiz Allah’ın Resulüdür, Zaten buradan ayrılışının sebebi de, O’nun için yapmayı planladığınız ihanetin haberini alışıdır. Şüphe yok ki O, peygamber¬lerin sonuncusudur. Sizler O’nu, Harun neslinden bekliyordunuz ama Allah (celle celaluhü) O’nu kendi dilediği yere nasip etti. Gerek bizim kitaplarımızın bildirdiğine gerekse değişip bozulmamış Tev¬rat’ta okuduklarımıza göre O’nun doğum yeri Mekke, hicret edeceği yer ise Yesrib’dir. Özelliklerine gelince, bir hamnin bile tutmaması söz konusu değil, aynen kitabımızda anlatıldığı gibi.
Bunları söyledikten sonra Kinane. sözü bu hareketleri sonrasın¬da başlarına gelmesi muhtemel işlere getirdi ve şunları söyledi:
– O’nun size teklif edeceği şey, sizin O’nunla savaşmanızdan daha hayırlıdır. Fakat ben sizin, mal, mülk ve yurdunuzu geride bı¬rakarak, çoluk çocuklarınızın feryatları altında buradan ayrılıp git¬tiğinizi görür gibiyim. Bu, sizin onurunuzdur; gelin şu iki hususta bana itaat edin, zaten üçüncüsünde hiç hayır yoktur.
– Peki, o iki şey nedir?
– Müslüman olup Muhammed’le aynı dine girmek. Bunu yap-
tığınızda, mal ve ıyalinizi kurtarmış, O’nun ashabıyla aynı yüceliğe ermiş olursunuz. Hem mallarınız sizde kalmış olur hem de yurtları¬nızdan sürülmekten kurtulursunuz.
– Biz, Tevrat’ı bırakıp da Musa’nın ahdine muhalefet edemeyiz.
– O zaman bekleyin; şüphe yok ki O, ‘Ülkemdeiı çıkıp gidin’ diye size haber gönderecektir; bu talebine ‘Evet’ deyin. Çünkü O, sizin mal ve canlarınızı kendisine helal görmez; bu durumda malla¬rınız kendi elinizde kalır. Onları dilerseniz satarsınız, dilerseniz eli¬nizde tutup istediğiniz gibi tasarrufta bulunursunuz.
– İşte bu olur, diyorlardı. İşin burasında Sellam yine söze girdi:
– Ben, yaptıklarınızın doğru olmadığını söylemiş ve hoş karşı¬lamadığımı ifade etmiştim; O şimdi bize, ‘Yurdumdan çıkıp gidin’ diye haber gönderecek.
Genele bunları söylerken birdenbire, başlarındaki reise döndü ve ona da şöyle seslendi:
– Ey Huyey! Sakın sen, O’nun bu sözüne herhangi bir karşılık verme! Ne diyorsa onu yap ve ülkesinden çık!
Çaresiz Huyey, büyük bir bitkinlik içinde:
– Peki, diyordu. Peki, karşılık vermez ve çıkmayı kabul ederim. Onların yanından ayrılıp da Efendimiz’i aramaya koyulan dokuz
sahabe, yolda Medine’den gelmekte olan birisiyle karşılaşacak ve ona Resülullah’ı görüp görmediğini soracaktı. Adam da, Allah Resü¬lii’nü Medine’nin bir mahallesinde gördüğünü söyleyince adımlarını hızlandırıp koşar adımlarla verilen adrese doğru ilerleyeceklerdi.
Allalı Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), önemli bir misyonu eda etmesi için yanına Muhammed İbn Mesleme’yi çağırdığı bir sırada Efendiler Efendisi’ni buldular. Merak ediyorlardı; yanına gelip de: – Ya Resülullah! Niçin kalktığı nı bile anlayamadık, diye ayrılışı¬nın sebebini sorduklarında, Resülullah’tan şu cevabı alacaklardı:
– Yahudiler, Bana karşı bir suikast planı içinde idiler. Bunu Bana Allah haber verince, Ben de derhaloradan ayrılıp uzaklaştım. 167 Mesele şimdi anlaşılmıştı. Demek ki o kadar oyalama, kendile-rine arz edilen meselelerin halli için değil de kuracakları komployu hazırlayabilmeleri için zaman kazanmaya matuf bir taktikti.
Rasulullah’ın Elçisi
Derken, Muhammed İbn Mesleme de gelmiş ve Resfılullah’¬ın kendisine vereceği vazifeyi bekler olmuştu. Yanına çağırıp Beni Nadir Yahudilerine gitmesini ve onlara:
– Resülullah beni size yurdumdan çıkıp gidin diye gönderdi, şeklinde tebliğatta bulunmasını istedi. Bunun üzerine Muhammed İbn Mesleme, seri adımlarla Beni Nadir yurdunun yolunu tuttu.
167 Bkz. Môide, 5/11
Gelişini gören Beni Nadir’in önde gelenleri, kendilerini ilgilen¬diren bir haberin de geldiğinin farkındalardı ve hemen etrafında bir halka oluşturuverdiler. Önce Muhammed İbn Mesleme başladı söze:
– Beni Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) size bir mektupla bir¬likte gönderdi. Ancak o mektubu size, şu meclisinizde yaşanan ve hepinizin de bildiği konuyu hatırlatmadan önce verecek değilim.
– Peki, nedir o?
– Musa’ya indirilen Tevrat hakkı için söyleyin; henüz Muhammed’e risalet verilmeden önce de ben buraya gelmiş ve sizin meclisi¬nize katılmıştım. Yanınızda Tevrat vardı ve o gün siz bana:
– Ey İbn Mesleme! Sana yemek verip de karnını doyurmamızı istersen gel de karnını doyuralım; ancak, Yahudi olmayı dilersen, gel de seni Yahudi yapalım, demiştiniz. Ben de:
– Hayır, siz sadece bana yiyecek bir şeyler veriniz; ben Yahu¬di olmak istemiyorum ve asla da Yahudi olmayacağım, demiştim. Bunun üzerine siz bana, bir kap içinde yiyecek getirmiş ve demişti¬niz ki:
– Seni bizim dinimize girmekten alıkoyan sebep, onun Yahudi¬lerin dini olmasından başka bir şey değildir. Sanki, birilerinden duy¬duğun Haniflik dinini arzu eder gibisin! Ancak Ebu Amir er-Rahib onun sahibi değildir; onun esas sahibi olan, mütebessim olmakla birlikte gözleri hafif kırmızımtırak savaş sahibidir ki, Yemen taraf¬larından gelecektir. Deveye binecek, şemle denilen libas giyecek, az bir yemekle yetinecek, kılıcı hep omzunda olacak, hikmetle konu¬şacak ve sanki o, sizin aranıza gelip sizinle bütünleşecek. Vallahi de O, sizin beldenizde gelip aram eyleyecek! Bu da, birilerinin mahru-miyeti, öldürülmesi ve yaptıklarının hesabının sorulması anlamına gelmektedir.
Kendilerine ait bu sözleri nakledince, sözün nereye geleceğini anlamış olmanın tepkisiyle homurdanmaya başladılar:
– Gerçekten de doğru; bunları biz sana söylemiştik; ancak O, bizim bahsini ettiğimiz Nebi değil!
Ancak Muhammed İbn Mesleme, beklediği cevabı almış olma¬nın huzuru içindeydi. Şimdi ise sıra, Resülullah’ın mesajını ulaştır¬maya gelmişti:
– Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) beni size gönderdi ve ‘Biz¬ler, Benim sizinle yapmış olduğum anlaşmaya sadık kalmayıp, Bana suikast tertip etmek suretiyle onu bozdunuz.” şeklindeki söz¬lerini size iletmemi söyledi, dedi ve ardından da, Amr İbn Cehhaş’ın, kaya parçasını evin damına nasıl çıkarıp da fırsat kolladığını anlattı onlara. Ağızlarını bıçak açmıyordu. Foyalarının meydana çıkmış ol-masının beraberinde getirdiği bir ağırlık vardı üzerlerinde ve birden gerginleşen atmosferde kimseden çıt çıkmaz olmuştu. Fakat iş bu¬nunla da sınırlı değildi ve mesajın arkası da vardı. Sessizliği, Efendimiz’e ait mesajı seslendiren Muhammed İbn Mesleme’nin şu cüm¬lesi bozdu:
– Size on gün mühlet veriyorum; bu süre içinde yurdumdan çıkıp gidin! On gün sonrasında buralarda sizden her kim görülürse boynu vurulur!
Kİnane ile Sellam’ın dedikleri çıkmıştı. Şok üstüne şok yaşıyor¬lardı:
– Ya Muhammed, diye seslendiler ve İbn Mesleme’ye, “Bu habe¬ri bize, Evs’ten birisinin getireceğini hiç ummazdık.” diye de serze¬nişte bulunmaya başladılar. Ancak, serzenişte bulunmaya hiç hakla¬rı yoktu; anlaşmayı bozanlar da, Resülullah’a suikast planı kuranlar da kendileriydi. Muhammed İbn Mesleme’nin kabilesi olan Evs ile ittifak halinde olmaları, Resülullah’a ait bir meseleyi icra etmeye asla mani olamazdı ve Muhammed İbn Mesleme de onlara:
– Köprünün altından çok sular aktı, şeklinde cevap verdi.ı68 Efendiler Efendisi’nin mesajını aldıktan sonra başka çıkar yol bulamayan Beni Nadir, hemen yol hazırlıklarına başlamış, bir taraf¬tan yük develerini getirtip taşıyacakları emtiayı istif ederken diğer yandan da, yüklerini taşıma konusunda kendilerine yardımcı olması muhtemel kimselerden yardım talebinde bulunuyorlardı. Gitmek is-temeseler de artık burada duramazlardı. Kendileri etmişlerdi; şimdi de sonucuna kendileri katlanacaklardı.
ı68 Bkz. Taberi, Tarih, 2/84; Vakıdi, Megazi, 1/367 Kelime karşılığı olarak, ‘Artık kalpler değifti’ manasına gelen ifadeyi biz, maksadı anlatmaya daha uygun olduğu için, “Köprünün altından çok sular aktı” şeklinde vermeyi uygun bulduk.
Abdullah İbn Übeyy İbn Selül’ün Adamları
Medine’yi terk etme hazırlıkları sürüp giderken bir aralık Beni Nadir yurduna iki adam çıkageldi. Bunlar, Uhud’dan bu yana mü¬nafıklığın başını çeken Abdullah İbn Übeyy İbn Selül’ün elçileri Süveyd ve Dô’ıs idi. Abdullah İbn Übeyy İbn Selül’iin mesajını ge¬tirmiş, onun yol hazırlıkları içindeki Beni Nadir’e şöyle dediğini nak¬lediyorlardı:
– Sakın, mallarınızı ve yurdunuzu bırakıp da buradan çıkmayın; kalenize girin ve burada oturun. Zira benim yanımda, kendi kavmim ve diğer Araplardan müteşekkil iki bin kişilik bir kuvvet var; bunlar da sizinle birlikte kalelerinize girip size dışarıdan bir el ulaşmaması için ölümüne ve son neferine kadar sizi savunurlar. Ayrıca Kuray¬za da size destek verir; çünkü onlar, asla sizi yalnız bırakmayacak¬lardır. Ayrıca Gatafan’lı müttefiklerinizin de size destek olacaklarını unutmayın.
Bu arada, Beni Kurayza’ya da haber göndermiş ve onların reisi Ka’b İbn Esed’den de yardım talebinde bulunmuştu. Ancak Ka’b:
– Bizden bir tek kişi bile aramızdaki anlaşmayı ihlal edip boza¬maz, diyerek onun bu teklifini geri çevirmişti.
Onun için bu, üzücü bir durum teşkil etse de Beni Nadir’in reisi Huyey İbn Ahtab’ın hırsını kullanmaktan vazgeçmeyecekti. Dola¬yısıyla, Beni Kurayza’dan aldığı üzücü haberi onlarla paylaşmadan Resülullah aleyhine kışkırtmayı sürdürdü ve gönderdiği haberlerle hep arkalarında olduğunun mesajlarını verip onları ümitlendirdi. Nihayet Huyey İbn Ahtab, şunu dillendirmeye başladı:
– Ben, Muhammed’e haber göndereceğim. Biz, yurdumuzu ve mallarımızı burada bırakıp da gitmiyoruz; elinden geleni ardına koymasın!
Bu, göz göre göre tükenişi tercih etmenin adıydı ve işin burasın¬da Sellam İbn Mişkem yine devreye girdi:
– ValIahi de ey Huyey! Şüphe yok ki seni, batıl nefsin iimitlen¬dirmiş. Eğer senin bu tercihin uygun bulunmayıp da reddedilmezse ben, beni dinleyen Yahudilerle birlikte senden ayrılacak, seni dinle-meyeceğim. Böyle yapma ey Huyey! Allah’a yemin olsun ki, O’nun Resülullah olduğunu sen de biliyorsun! Özellikleri, kitaplarımızdaki bilgilerle aynıdır. Sadece biz, “Nübüvvet Harun neslinden çıkma¬dı.” diye inat edip O’na hasetle yaklaşıyor ve gidip de O’na tabi 01¬muyoruz. En iyisi sen gel ve O’nun bize verdiği emana sadık kalıp da yurdundan çıkıp gidelim! Biliyorsun ki sen, O’na kurulan tuzak konusunda da bana muhalefet etmiştin; işte sonuçları ortada! Yarın meyveler olgunlaşınca gelir ve onları toplar veya aramızdan birisi¬ni gönderir ve ister onları satıp değerlendirir istersek mallarımız konusunda dilediğimizi yaptırırız. Mal ve mülkümüz elimizde ol¬duktan sonra sanki biz, yurdumuzdan hiç sürülmemiş gibi oluruz. Zaten bizim şerefimiz de, elimizdeki mal ve mülkümüz sebebiyle değil midir? Elimizdeki mallar yok olup gittikten sonra bizim, zillet ve yokluk açısından diğer Yahudilerden ne farkımız kalır ki! Şayet biz, bugün O’nun teklifini kabullenmeyip de Muhammed üzerimize yürür ve şu kalelerimizde bizi bir gün bile muhasara ederse iş değişir ve o gün biz O’na, daha önceki teklifini kabul ettiğimizi bildirsek bile O bunu kabul etmez, geç kalmış bu öneriyi reddeder.
Onun bu kadar samimi ve içten uyanlanna karşılık Huyey, şu tepkiyi verdi:
– Muhammed, fırsat bulup da bizi asla kuşatamayacak; kuşatsa da eli boş dönmek zorunda kalacak! Abdullah İbn Übeyy İbn Selftl’¬ün bana vaadettiklerini görmüyor musun?
Hırs, gözünü iyice bürümüş görünüyordu. Burnunun dikine giden bir hali vardı. Ancak yine de yanlışlan ortaya konulmalı ve so¬nucu belli olan yolda çoluk çocuğu sıkıntıya sokacak bir karar alın-masına engelolunmalıydı. Onun için Sellam devam etti:
– İbn Übeyy’in sözünün ne önemi var ki! İbn Übeyy’in bütün isteği, seni Muhammed’le karşı karşıya getirip de tehlikeye atmak. Hiç şüphe n olmasın ki, bu durumda gidip evinde oturacak ve asla sana yardım da etmeyecek! Senden istediklerini Ka’b İbn Esed’ den de talep etmiş ama o, “Ben sağ olduğum sürece Beni Kurayza’dan bir tek kişi bile aramızdaki anlaşmayı ihlal edemez.” diye onu red-detmiş. Hem İbn Übeyy, daha önce müttefiki olan Beni Kaynuka’ya da benzeri vaadlerde bulunmamış mıydı ki onlar da gidip O’nun¬la aralarındaki anlaşmayı bozup savaştılar! Peki sonra? Kalelerine girip kendilerini koruma altına aldılar ve ardından da İbn Übey¬y’in yardımını beklemeye başladılar! Halbuki o, evinde oturuyor¬du! Çok geçmeden de Muhammed geldi ve onlan kuşatıverdi! Ta ki, O’nun hükmüne boyun eğip teslime mecbur oldular. Anlayaca¬ğın, İbn Übeyy asla müttefiklerine yardım etmez. Daha önce de biz, bu olağanüstü durum nihayet buluncaya kadar bütün savaşların¬da Evslilerle birlikte olup hep ona karşı mücadele veriyorduk. Ne zaman ki Muhammed geldi ve aralarına girdi, bu durumdan biz de ancak o zaman kurtulabildik. İbn Übeyy’e gelince o, ne Yahu¬di milletinden, ne Muhammed’in dininden, ne de kendi kavminin inançlarından bir anlayışa sahiptir. Peki, biz ona nasıl güvenebile¬ceğiz ki?
Huyey’in fikri sabitti ve Sellam’ın ifadeleri onun üzerinde her¬hangi bir tesir bırakmamıştı. Şöyle mukabelede bulundu:
– Benim nefsim, sadece Muhammed’le savaşıp O’nunla vuruş¬mayı talep ediyor!
Buna mukabil Sellam, son bir kez daha ileri atılıp olacakları ha¬tırlatmakla yetindi:
– O zaman valIahi de sonuç, yurdumuzdan sürülme şeklinde tecelli edecek; sonunda da mal ve şerefimiz elimizden gidecek ve sa¬vaşçılarımız ölüp giderken çoluk çocuğumuz da esir olacak!
Huyey İbn Ahtab, bütün ısrarlara rağmen savaştan başka bir seçeneğe kapalı durunca, yanlarında bulunan ve mecnun olarak bi¬linen Samük İbn Ebi’l-Hukayk ileri atılarak şunları söyledi:
– Ey Huyey! Sen ne uğursuz bir adamsın! Neredeyse Beni Na¬dir’i helak edeceksin.
– Şu mecnuna varıncaya kadar bütün Beni Nadir, benimle ko¬nuşup itiraz etmekte anlaştılar mı, diye sinirli bir şekilde tepki verdi Huyey İbn Ahtab. Ortam, hiç olmadığı kadar gerilmişti. Bunun üze¬rine Samük’un kardeşleri onu dövmeye başladılar. Bir taraftan da, Huyey’e dönüp:
– Bizim hepimiz de Senin sözünden çıkmaz ve asla sana muha¬lefet etmeyiz, diyorlardı.
Bütün bunlardan sonra Huyey, kardeşi Cüdeyy İbn Ahtab’ı ya¬nına çağırıp Efendimiz’e gitmesini ve O’na:
– Biz, yurdumuzu ve ınallarımızı bırakıp da bir yere gitmiyoruz; elinden geleni ardına koyma, diye bildirmesini söyledi. Ayrıca kar¬deşine, Abdullah İbn Übeyy’e de gitmesini ve sonuçtan onu da ha-berdar ederek vadettiği desteğini bir an önce göndermesini istedi.
Cüdeyy gelip de Huyey’in mesajını ulaştırınca, ashabı arasın¬da oturmakta olan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) yüksek sesle tekbir getirmeye başladı. O’nun tekbirini duyan diğer Müslümanlar da tekbir getiriyorlardı. Ardından:
– Yahudiler savaşı tercih etti; harp ilan etmişler, buyurdu. An¬laşılmıştı; günlerdir bir karara bağlanması için beklenilen meselede Yahudiler, zor olanı tercih etmiş ve sonlarını kendi elleriyle hazırla¬mışlardı.
Resülullah’a ağabeyi Huyey’in mesajını ulaştırır ulaştırmaz Cü¬deyy, soluğu Abdullah İbn Übeyy’in yanında almıştı. Münafıklann reisi, bir grup dostuyla birlikte evde oturuyordu. Tam içeri girip ko-nuşmaya başlamıştı ki, sokakta yükselen bir münadinin sesiyle ir¬kildi; Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabını Beni Nadir’e karşı savaşa çağırıyordu.
Daha söze başlayıp maksadını ifade etmeye yeni başlamıştı ki, İbn Übeyy’in kapısının şiddetle açıldığı ve içeriye onun oğlu Abdul¬lah’ın koşarak girdiği görüldü. Resülullah’ın münadisini duyar duy¬maz oğul Abdullah, bir çırpı da gelmişti ve zırhıyla kılıcını kaptığı gibi davet edildiği yere doğru koşturuyordu.
Münafıkların başını çeken bir evde bile, Resülullah’ın emrine bu kadar sadık birisinin varlığı Cüdeyy’i ciddi ciddi endişelendirmiş¬ti. Babası bir kenarda oturuyor ve oğlunun bu çıkışına ‘dur’ bile di-yemiyordu! Aslında bu, İbn Übeyy’den fayda gelmeyeceğinin somut bir göstergesiydi. Gözü iyice korkmuş olarak hızlı adımlarla yeniden Beni Nadir yurduna yöneldi.
Onun heyecanla gelişini görünce Huyey’i de heyecan basmıştı ve hemen sordu:
– Ne oldu? Ne haberler getirdin?
– Haberler kötü, diye mukabelede bulundu Cüdeyy. Ardından
da:
– Gönderdiğin mesajı iletir iletmez Muhammed, tekbir getir¬di ve ardından da, “Yahudiler savaş ilan etmişler.” diye seslenme¬ye başladı. Ardından hemen İbn Übeyy’e gittim ve durumu ona da haber verdim; ancak bu sırada, Beni Nadir’e karşı savaşmaya davet için seslenen Muhammed’in münadisinin sesi duyulmaya başlamış¬tı bile.
– Peki, İbn Übeyy’in cevabı ne oldu, diye merakla sordu Huyey.
– Ondan bir hayır geleceğini sanmıyorum, dedi kardeş Cüdeyy.
Tavırlarıyla, sözünde durmayacağını ifade etmişti zira. Bir de İbn Übeyy’in:
– Ben, Oatafanlı dostlarıma haber salayım ki gelip sizinle birlik¬te kalelerinize girsin ve size yardımcı olsunlar, dediğini anlattı ona.
Mesele açıklığa kavuşmuştu; yine Sellam haklı çıkmıştı. Yıllar geçse de karekter değişmlyordu ve İbn Übeyy de, yine kendi karekterinin gereğini sergilemiş, ümit verdiği insanları yine kendi hallerine bırakıvermişti.
Beni Nadir’e Hareket
Artık zaman, haddi aşıp anlaşmayı ihlal eden ve üstüne üstlük otoriteye karşı isyan edip meydan okuyan Beni Nadir’e karşı hare¬ket etme zamanıydı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, Medine’¬de Abdullah İbn Ümmi Mektüm’u vekil bırakarak ashabıyla birlikte Beni Nadir yurduna yürüdü. İkindi namazını Beni Nadir yurdunda kılacaktı.
Ashabıyla birlikte Resülullah’ın üzerlerine doğru gelmekte ol¬duğunu görünce telaşlanan Beni Nadir, bir taraftan taş ve oklarla mukabelede bulunmaya çalışırken diğer yandan da kalelerine doğru kaçışıyordu. O günün sonuna kadar da bu halleri devam edecekti.
Resülullah için ağaçtan bir çadır kurulmuş, üzerine de Sa’d İbn Ubade’nin gönderdiği çullar örtülmüştü. Müslümanlara hurma taşı¬ma işini de Hz. Sa’d üstlenmişti.
Beni Nadir’in, kendilerinden yardım bekledikleri bir başka Ya¬hudi kabilesi olan Beni Kurayza, olup bitenleri seyrediyor ve mesele¬nin dışında kalmayı tercih ediyordu. Ka’b İbn Esed sözünde durmuş ve Allah Resülü’yle yaptıkları anlaşmaya sadık kalarak Huyey İbn Ahtab’ın taleplerine ‘evet’ dememişti. Ümit ettikleri gibi ne asker ne de silah yardımı yapmaya yanaştılar.
Artık muhasara başlamıştı; ancakgün de sona ermişti. Yatsı na¬mazının ardından Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ordunun ba¬şına Hz. Ali’yi bırakıp169 yanındaki on kadar ashabıyla birlikte, atına binmiş olarak Medine’ye geldi. Üzerindeki zırh duruyordu.
169 Hz. EbU Bekir olduğu da ifade edilmektedir. Bkz. Vakıdi, Megazi, ı/367; Salihi, Sübiilii’l-Hüda ve’r-Reşad, 4/322
170 Yahudiler arasında Azvek adında giiçlü bir adam vardı ve bu adamın attığı ok, Efendimiz’in çadırına kadar ulaşmıştı. Bkz. Vakıdj, Megaz], ı/372; Sôlihi, Sübü¬lü’l-Hüda ve’r-Reşad, 4/322
Sabah namazını yeniden Beni Nadir yurdunda kılan Allah Resü¬Iii (sallallahu aleyhi ve sellern), çadırını namaz kıldırdığı yer olan Hatme mevkiine aldırdı ve kendisi de çadırın içine girdi. Çok zaman geçme-mişti ki çadırın üstüne bir ok isabet ediverdi.’?” Demek ki çadır, atış alanı içinde bulunuyordu ve bunun üzerine yeri yeniden değiştirilip Fadilı denilen yere alındı.
O gün de akşam olmuştu ama iki bin kişilik kuvvetle kendilerine destek sözü veren ne Abdullah İbn Übeyy’den ne de onun müttefiki olan diğer insanlardan bir ses vardı. Beni Nadir riske girmiş ve sa-vaşla yüz yüze gelmişti ama İbn Übeyy, her zamanki gibi yine evinde oturmayı tercih etmişti. Ümitler giderek azalıyordu. Durumu değer¬lendiren Sellam İbn Mişkem ve Kinane İbn Suveyra, Huyey İbn Ah¬tab’a yaklaşarak:
– Geleceğini sandığın İbn Übeyy’in yardımı nerede, diye onu sı¬kıştırmaya başladılar. O da durumun farkındaydı; çaresizdi. Bir hırs uğruna maceraya girmiş ve güvenilmeyecek kimselerin boş vaatle¬rine kanarak insanlan da aynı çıkmaza sürüklemişti. Boynunu bü¬kerek:
– Ben ne yapayım, dedi önce. Bir lider olarak tükenmişliğin ifa¬desiydi bu cümle. Ardından da:
– Demek ki başımıza bir musibet yazılmış; çekeceğiz, diyordu.
Belli ki, bilerek tercih ettiği yolda karşılaştığı olumsuz sonucu, kade¬re havale edip kendince teselli olmaya çalışıyordu. Ancak bu, bilinçli bir tercihti ve faturayı kadere kesmekle işin içinden sıynlamayıp be¬delini de ödeyecekti.
Kuşatma günlerce devam etti.’?’ Tamamen içlerine kapanmış¬lardı ve sadece kalelerinin içinden dışanya ok atıp taş fırlatıyorlar¬dı.
171 Kuşatmanın altı gece, on beş gün, yirmi gece, yirmi üç gece ve yirmi beş gece sür¬düğüne dair farklı bilgiler vardır. Farklı rivayetler için bkz. Salihi, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşad,4/323
Bir akşam vakti Hz. Ali gözlerden kaybolmuştu. Gelişi gecikince ashab endişelenmiş ve durumdan Resülullah’ı da haberdar etmek istemişlerdi:
– Ya Resı1lullah, diyorlardı. Uzun zamandır Ali’yi göremiyoruz!
Resı1l ullah:
– Onu merak etmeyin; o size ait bir işle ilgileniyor, buyurdular. Bu konuşmanın üzerinden çok zaman geçmemişti ki Hz. Ali çı¬kageldi. Meğer Hz. Ali, Efendimiz’in çadınnı hedef alarak ok atan ve bu okunu da isabet ettiren Azvek adındaki gözüpek Yahudi’nin, yanındaki arkadaşlarıyla birlikte ve gecenin karanlığından istifade ederek Müslümanlara zarar vermek için kale dışına çıktığını gör¬müş, ava çıkan Azvek’i avlamak için gidip pusuya yatmıştı. Şimdi ise o, Azvek’i öldürüp geliyordu.
Efendiler Efendisi onun ifadelerine dayanarak, Hz. Ali’den kaçan Azvek’in arkadaşlarının peşinden Ebu Dücône ve Sehl İbn Huneyf’i gönderdi. Onlar da gitmiş ve o gece, diğer fırsatçıları da bulup öldürerek geri gelmişlerdi.
HurmaAğaçlarının Kesilmesi
Genel karakter itibarıyla Yahudiler, dünya malına karşı aşırı düşkün idiler ve onların bu zaafını bilen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) de, muhasaranın uzaması üzerine hurma ağaçlarının ke-silmesini ve yaptıklarına mukabil onların da evlerinin ateşe veril¬mesini emir buyurdular. Halbuki O, savaş esnasında bile ağaçlara dokunulmamasını emrediyor ve tabii hayata müdahale edilmeme¬sini istiyordu. Demek ki buradaki maksadı farklıydı; anlaşılan Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), Yahudilerin hurma ağaçları ve evleri konusundaki zaaflarından istifade ederek direnişten vazgeçmelerini hedeflemişti.
Kesim işiyle ilgili olarak görevlendirdiği isimler EbU Leulii el¬Mtizini ve Abdullah İbn Selôm, gözde hurmalıklarına girip de onları kesmeye başlayınca kale içinden feryad ii figan yükselmeye başlayı-verdi. Maksat hasıl oluyordu. Kadınlar çığlığı basıp çoktan elbisele¬rini parçalamaya başlamış, kendilerini yere atıp dövünerek çığlıklar koparıyor ve etraflarına lanet yağdırıyorlardı.
Onlar da şaşırmışlardı; Muhammedü’l-Emin’den böyle bir dav¬ranışı onlar da beklemiyorlardı. Ancak durum değişmiş ve şimdi göz göre göre hurmalıkları kesilmeye başlanmıştı. Gidişattan rahatsız olanların başında Sellam İbn Mişkem geliyordu ve bir çırpıda solu¬ğu Huyey İbn Ahtab’ın yanında alacaktı:
– Ey Huyey, diyordu. Salkım salkım acve hurmaları kesiliyor!
Halbuki bunlar, dikimden itibaren ancak otuz yılda meyve vermeye başlayan ağaçlar!
Huyey de şaşkındı; gözleriyle görmese inanmazdı ama her şey gözü önünde cereyan ediyordu. Onun için önce Resülullah’a haber gönderdi:
– Ya Muhammed, diyordu. Yeryüzünde bozgunculuk yapmayı Sen yasaklıyordun; peki bu hurmalıklan niye kesiyorsun?
Onun bu sözleri, ashab arasında da farklı anlayışların gelişme¬sine sebep olacaktı. Bir kısmı, bu hareketin bir yanlışlık ihtiva ettiği¬ni düşünüp “Ağaçları kesmeyelim.” derken diğer bir kısmı ise, mala düşkün olan Yahudilerin bu manzarayı görüp de çılgına dönmeleri ve neticede muhasaradan vazgeçmeleri için böyle bir fiile tevessül etme¬nin daha sağlıklı olacağını düşünüyorlardı. Neyse ki Cibril-i Emin’in soluğu imdatlarına yetişecek, gelen ayette şöyle denilecekti:
– O kafirleri kızdırmak için herhangi bir hurma ağacı kesmiş iseniz veya kökleri üzerinde bırakmışsanız bu, hep Allah’ın izniyle ve o yoldan çıkmışları cezalandırmak için olmuştur.v”
Demek ki meselenin iç yüzü çok farklıydı ve bütününe muttali olamadığı yerdebir mü’ min, konuyu bütünüyle gören liderin söy¬lediklerine itaat etmeliydi. Demek ki mesele, sadece Beni Nadir’in zayıf noktasından hamle yapıp onları teslime mecbur etmek değildi. Aynı zamanda ümmet-i Muhammed adına bir itaat dersi hüviyeti de taşıyordu. Zaten sonuçları da alınmaya başlanmıştı. Çünkü çok geç-meden Huyey’den ikinci bir mesaj daha gelecekti:
– istediğini Sana verecek ve yurdundan da çıkıp gideceğiz! Ancak, şartlar değişmişti ve elbette artık, günlerdir devam ede¬gelen olağanüstü ortamın beraberinde getirdiği hükümler geçerli olacaktı. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Bugün için o şartları kabullenmek imkansız; yalnız, silahlar dışında develerinizin yüklenebileceği kadar eşyanızı alıp gidebilir¬siniz, buyurdu.
172 Haşr,59/5
Huyey ağırdan alıyor ve Resülullah’tan, kendileri adına savaş öncesindeki şartları kabullenmesini bekliyordu. Onun bu kadar ağırdan aldığını gören ve daha büyük bir musibete maruz kalacakla¬rından endişelenen Sellam İbn Mişkem yine devreye girdi:
– Yazıklar olsun sana Ey Huyey! Bari, daha kötüsü başına gelip çatmadan bu şartları kabul et, dedi.
– Bundan daha kötüsü nasılolabilir ki, diye mukabelede bulun¬du Huyey.
– Eli kılıç tutanlann hepsi öldürülür; mal ve mülke el konu¬lur ve çoluk çocuk da esir alınır! Halbuki bugün malımızın gitmesi bizim için daha ehvendir, diyordu Sellam.
Ancak, Huyey yine bildiğini okuma taraftanydı ve iki gün bo¬yunca teklifi kabul etmeye bir türlü yanaşmadı.
Bu arada Beni Nadir arasında ihtilaflar çoğalmış ve fikir ayrılık¬lan baş göstermişti. Aralanndan Yamin İbn Umeyr ve EbU Said İbn Vehb bir araya gelmiş, şunlan konuşuyorlardı:
– Allah’a yemin olsun ki, O’nun beklediğimiz peygamber oldu¬ğunu sen de biliyorsun. Hiç olmazsa gel, Müslüman olalım da canı¬mızla malımızı kurtaralım!
Kör bir inat uğruna hem ahireti hem de dünyayı kaybetmek¬tense ikisini birden kazanmak kadar akıllıca bir hareket olamazdı ve arkadaşının teklifine diğeri de katılarak o gece gelip Müslüman oldular.
Her geçen gün durumlan daha da kötüye giden Beni Nadir’in baskılarına Huyey de dayanacak gibi değildi ve Allah Resülü’ne yeni bir haber göndererek, silahlar hariç develerin taşıyabilecekleri kadar yükle yurtlarını terk etme teklifini kabul ettiğini açıkladı. Aynı za¬manda bu, muhasaranın da sona erdiğini gösteriyordu.
Sürülme işlemine Muhammed İbn Mesleme mübaşeret ediyor¬du. Aralarında hala ağır davrananlar vardı ve kendilerinin, Medineli bazı kimselerden alacaklan olduğunu ileri sürüp ayak diremek is-tiyorlardı. Durumdan haberdar olan Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Öyleyse indirim yapıp peşin alın, buyurarak bu kapıyı da ka¬patmış oluyordu.V’
173 Henüz faiz hakkında yasaklayıcı hüküm gelmediği için tefecilik yapan Beni Na¬dir’e borçlanan sahabiler vardı. Üseyd İbn Hudayr da onlardan birisiydi; Ebü Rafi’ Sellam İbn Ebi Hukayk’tan, bir yıllığına seksen dinar borç almış ve bunun karşılığında yüz yirmi dinar borçlanmıştı. Henüz bir yıl dolmadan bu hadise pat¬lak verip de Resülullah’dan bu sözler şeref-sudur olunca Hz. Üseyd, ana para olan seksen dinan ödemek suretiyle borcunu kapatacak ve Ebu Rafi’ de parasını alıp Medine’yi terk edecekti.
İçte Hüzün Dışta Şatafat
Derken, istemeye istemeye ve arkalarında sağlam bina bırakma¬mak için evlerini de yakıp yıkarak Beni Nadir yurdunu terk etmeye başladılar. Kapı kollarına kadar evlerini yıkmışlardı. Çoluk çocukla¬rını da alarak yurtlarından öyle ayrılıyorlardı. Ancak dış görünüşleri itibarıyla hiç de sürülmüşe benzemiyorlardı; kadınlar en güzel elbi¬selerini giymiş, düğüne gidiyor gibi süslenmiş ve hevdeçlere kurula¬rak güle oynaya bir yolculuğa çıkmışlardı. Belli ki, başlarına gelenler karşısında üzüntülerini belli edip de düşmanlarını (!) sevindirmek istemiyorlardı. Müslümanların yoğun oldukları bir mıntıkadan ge¬çerken Ebu Rafi’ Sellam İbn Ebi Hukayk, devenin üzerindeki çulu kaldırarak:
– Biz bunu, dünyanın iniş çıkışı olarak algılıyoruz; her ne kadar hurmalıklarımızı burada bırakıp gidiyor olsak da biz, Hayber hur¬malıklarının arasına gidiyoruz, diye aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmiyordu.
Eşyalarını, tam altı yüz deveye yüklemişlerdi, Kafile kafile geçip giderken def sesleri davullara karışmış, Medine semalarını neşide¬lerle şenlendirmeye çalışıyorlardı. Arkada bıraktıklan manzara, tam bir ibret vesilesiydi; Allah’ın Resülü’rıü bilip tanımalarına, risalet va¬zifesiyle serfiraz kılındığını yakinen görmelerine rağmen gerçeği göz ardı ediyor ve yok yere yurtlarını terk edip gidiyorlardı. Medine’yi, görünürde güle oynaya, ancak içleri kan ağlayarak terk eden Beni Nadir Yahudilerinin ekserisi, Hayber’e gidip oraya yerleşecek ve bundan böyle, Huyey İbn Ahtab, Sellam İbn Eb’i’l-Hukayk ve Kİna¬ne İbn Suveurô. gibi önde gelenlerinin de aralarında bulunduğu Beni N adir, Hayber Yahudilerinin baş konuğu olarak ihtiram görecekti.
Her ne kadar onlar giderken böyle bir tavır sergilese de, beri ta¬rafta Medine’ de gizlenmeye devam eden münafıklar bu duruma çok iizülrnüşlerdi.
Onlar bırakıp gittikten sonra gelen Cibril-i Emin, çoğunlukla Beni N adir Yahudilerinin ikili davranışlarından, dünya malına karşı tutumlarından, kendilerini güçlü görüp de kalelerinin kendilerini
koruyacağı zannıyla karşı çıkışlanndan, münafıklann vaadine alda¬nıp da nasıl bir yanılgı içine düştüklerinden, dışandan bakıldığın¬da birlik içinde yaşadıklan zannı veren bu insanların, aslında korku içinde geçen azap dolu yaşantılanndan, kendilerini akıllı sanarak çıktıklan yolda akılsızlıklannın altında kalışıanndan .. Hasılı dünya adına dünyevi her şeyden mahrumiyet yaşadıklanndan bahseden Haşir süresini getirecek ve bundan sonra söz konusu süre, aynı za¬manda Beni Nadir süresi diye de anılacak.
Beni Nadir’in Arkada Bıraktıkları
Ektiğini biçen Beni Nadir, her ne kadar tahrip olmuş olsa da büyük bir arazi, yanıp yıkılmış evler ve kılıç, kalkan ve zırh cinsinden savaş malzemesi bırakmıştı. Ancak bunlar, göğüs göğüse savaş ce¬reyan edip de elde edilen ganimet cinsinden olmadığı için Resülul¬lah (sallallahu aleyhi ve sellern), Allah’ın talim ettiği şekliyle hepsini Allah için ayırmış ve tasarruf yetkisinin sadece kendisinde olduğunu bil-dirmişti.v! Ortalık durulup da insanlar yeniden Medine’ye dönünce Efendimiz, yanına Sabit İbn Kays İbn Şemmas’ı çağırdı ve:
– Bana kavmini çağır, dedi. Hz. Sabit:
– Sadece Hazreç’i mi ya Resülullah, diye mukabelede bulunun-
cada:
– Hayır, Erisar’ın tamamını, buyurdu Allah’ın Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern).
174 Bkz. Haşr, 59/7
Bunun üzerine Hz. Sabit, Ensar’ı Resülullah’ın yanına davet etti. Niye çağnldıklannı merak ediyorlardı. Çok geçmeden Allah’ın Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), Ensar’a seslenmeye başladı. Hamd ü sena ile başladı sözlerine, her zamanki gibi. Ardından da, içindeki¬lerle birlikte yurtlarını bırakıp da buraya göç eden Muhacirler konu¬sunda bugüne kadar yapageldiklerinden dolayı takdirlerini ifade etti onlara. Daha sonra da şunlan söylemeye başladı:
– Dilerseniz, Allah’ın Bana verdiği Beni Nadir mülkünü Muha¬cirlerle sizin aranızda da bölüştürebilirim!
Ancak Muhacir kardeş¬lerinizin elinde ne mal ve mülk ne de oturabilecekleri bir evleri var; onlar, bildiğiniz gibi sizin evlerinizde kalıp imkanlannızdan istifade etmektedirler! İsterseniz, bunları sadece onlara veririm ve böylelikle de onlar, sizin evlerinizden çıkar ve bundan sonra kendi imkanlarıy¬la baş başa kalırlar!
Her ne kadar ifadeler yumuşak ve teklif makul gözükse de Re¬sülullah’ın bu sözleri Ensar’ı endişelendirmişti. Acaba, kardeşleri¬ni ağırlama konusunda kendilerinde bir kusur mu görülmüştü! Bir aralık göz göze geldiler ve hiç vakit geçirmeden Evs ve Hazreç adına Sa’d İbn Muaz ile Sa’d İbn Ubade öne çıkarak şunları sıralamaya başladı:
– Ya Resülullah! Bilakis onların hepsini Muhacir kardeşlerimi¬zin arasında taksim et! Hatta dilersen, bizim mallarımızdan da alıp onlar arasında paylaştır; ancak, onları bizden ayırma ve yine onlar bizimle birlikte kalmaya devam etsinler!
Daha dudaklarından bu cümleler dökülmemişti ki Erisar’ın bu¬lunduğu yerden şu sesler yükselmeye başladı:
– Evet, biz de aynı şekilde düşünüyoruz; razı olduk ve kabul ettik ya Resı1lullah!
Göz dolduran bir manzaraydı bu; demek ki cemiyet kıvam tut¬muş ve davanın istikbale taşınması adına gerekli olan kıvam da yaka¬lanmıştı. Allah ve Resülü’nü razı edecek bir davranıştı aynı zamanda bunlar. Hizmette en önde koşturanlar ücret söz konusu olduğunda gerilerin de gerisine çekiliyor ve kendi nefislerine başkalarını tercih ediyorlardı. Zaten bu, Allah ve Resı1lü’nün istediği bir keyfiyet değil miydi?
İşte bu keyfiyet, semalar ötesini de harekete geçirecek ve Cibril¬i Emın’in getirdiği mesajda Allah (celle celaluhü), onlar için şu ifadeleri kullanacaktı:
– Bunlardan önce Medine’yi yurt edinip imana sarılanlar ise, kendi beldelerine hicret edenlere sevgi besler, onlara verilen gani¬metlerden ötürü içlerinde bir kıskanma veya istek duymazlar. Hatta kendileri ihtiyaç duysalar bile o kardeşlerine öncelik verir, onlara verilmesini tercih ederler. Her kim nefsinin hırsından ve mala düş¬künlüğünden kendini kurtarırsa, işte felah ve mutluluğa erenler onlar olacaklardır.v”
175 Haşr,59/9
Diller gönülden geçenlere tercüman olmuş; yapılanlar Allah’ı memnun etmiş ve olup bitenlere Resülullah da sevinmişti. Ellerini açtı ve daha oracıkta:
– Allah’ım! Ensar’a da, onlann çocuklarına da merhamet et, diye dua etmeye başladı.
Bundan sonra da, Beni Nadir’den arta kalan ve savaşsız elde edildiği için ‘fey’ denilen malları Muhacirler arasında paylaştırma¬ya başladı. İstisna olarak Ensar’dan, imkanları olmadığı için sade¬ce Sehl İbn Huneyf ve Ebu Dücane’ye taksimde pay verilmişti. İbn Ebi’l-Hukayk’ın meşhur kılıcını da Sa’d İbn Muaz’a vermişti.
İkinci Bedir
Uhud’dan ayrılırken Ebu Süfyan:
– Sizinle bizim aramızda yeni buluşma nokta ve zamanımız, gelecek yılın başında ve Bedir’de olacaktır; orada buluşur ve orada kozlarımızı paylaşınz, diye seslenmişti. Onun bu çıkışına mukabil Allah Resülü de (sallallahu aleyhi ve sellern), Ebu Süfyarı’a cevap vermek¬te olan Hz. Ömer’e seslenerek:
– Allah’ın izniyle olur, de diye tembihlemiş, o da Resülullah’ın mesajını gür sesiyle EbU Süfyan’a ulaştırmıştı.
Söz senet demekti ve konuşulan zaman geldiğinde yerine geti¬rilmesi gereken bir vazifeyi ifade ediyordu. Verdiği sözü yerine ge¬tirmemek, büyük bir zaaf demekti. Hele böylesine gergin bir zemin-de, Uhud gibi önemli bir dönemecin rövanşını alma adına geri adım atmanın imkanı olamazdı. Şimdi ise zaman yaklaşmış ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, ashabını bu meydana hazırlamaya başla¬mıştı; yeniden Bedir’ e gidilecekti.
Beri tarafta Ebu Süfyan, teklif kendisinden gelmiş olmasına rağmen sözünün altında eziliyor ve vakit yaklaştıkça gitmemek için nasıl bir bahane bulabileceğini düşünüyordu. Açıktan ‘gitmeyelim’ de diyemediği için görünürde Bedir’e gitme temayülü gösteriyor; ancak içten içe de bu yoldan nasıl dönebileceğinin planlannı yapı¬yordu. Etraftaki kabilelerin de desteğini alarak Mekke’de büyük bir ordu hazırladığının haberini yaymak istiyordu ama içten içe, Efen¬dimiz ve Müslümanların da bu işten vazgeçmelerini gönülden arzu ediyor; bunun için de kendisinin daha güçlü bir ordu ile üzerlerine geleceğini ima edip vazgeçen tarafın, kendisi değil de Müslüman¬lar olmasını istiyordu. Aynı zamanda o gün için rahmetten mahrum kalan Mekke, kıtlıktan kıvranıyordu ve bu durumda savaşa çıkmak yeni bir yıkım anlamına geliyordu.
Bu arada Nuaym İbn Mes’iid Mekke’ye gelmiş ve Ebu Süfyan ve arkadaşlarına, Medine’deki hareketlenmenin haberini getirmiş¬ti. Onun gelişini fırsat olarak gören Ebu Süfyan, Medine ordusunu bu niyetlerinden vazgeçirme karşılığında kendisine yirmi deve ve¬receğini vadetmiş ve bu develeri de, Süheyl İbn Amr’ın kontrolüne vereceğini söylemişti. Kaliteli bir deveyi de peşin olarak ona tahsis etmiş ve Medine’ye giderek Müslümanların gözünü korkutmasını is¬temişti.
Nuaym’ın yapacaklarından o kadar emindi ki Kureyş’e dönen Ebu Süfyan Kureyşlilere şöyle seslenecekti:
– Ashab-ı Muhammed’i Bedir’e çıkmaktan alıkoymak için Nuaym İbn Mes’üd’u gönderdik; o bunun için gayret gösterecek! Ancak yine de biz yola çıkalım ve bir-iki gece yürüdükten sonra durur, geri döneriz. Böylelikle yoldan dönen biz değil de onlar olmuş olur ve gelişmeleri kendi lehimize çevirmiş oluruz. Şayet her şeye rağmen onlar gelirse, bu yılın kıtlık yılı olduğunu ifade eder ve bu buluşmayı bereketli başka yıllara atanz.
– Ne kadar güzel düşünmüşsün, diyorlardı Ebu Süfyan’ a. Demek ki bu, herkesin kabulüydü ve Kureş’in bu tepkisi, Ebu Siifyan’ı tasdik anlamına geliyor.
Beri tarafta, peşin olarak aldığı devenin üzerinde Medine’ye dönen Nuaym İbn Mes’üd, hemen faaliyetlere girişmiş ve Ebu Süf¬yan’ın büyük bir ordu toplayarak Bedir’e çıkmak üzere olduğunun haberlerini çoktan yaymaya başlamıştı. Bunu duyan Yahudi ve mü¬nafıkların keyfine diyecek yoktu:
– Muhammed, bu ordunun elinden kurtulamaz, diyor ve kuvve¬i maneviyeyi bozmaya çalışıyorlardı. O kadar ki, onların bu faaliyet¬leri Allah Resülü’nii de endişelendirmişti. Huzura gelen Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer:
– Ya Resülullah, diyorlardı. Şüphe yok ki Allah, din-i mübinine sahip çıkacak ve onun müntesiplerini galip getirecek; Nebisini de aziz kılacaktır. Halbuki biz, Kureyş ile bir hususta randevuleştik ve asla verdiğimiz sözden vazgeçmek istemeyiz. Hem sonra bunu kor¬kaklık olarak algılarlar. En iyisi Sen, randevu yerine yürü. Allah’a yemin olsun ki bunda bir hayır vardır.
Allah’ın Resı1lü’nü sevindiren manzaraydı bu ve şunları söyle-
di:
– Nefsim yed-i kudretinde olana and olsun ki, benimle birlikte kimse gelmese bile Ben, yola çıkacak ve randevu yerine mutlaka gi¬deceğim!
Derken Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), bin beş yüz kişilik bir ordu ile Medine’den yola çıktı. Yerine Medine’de Abdullah İbn Re¬vaha’yı bırakmıştı. Ordu içinde on tane at vardı. Sancağı Hz. Ali ta-şıyordu.
Ayakları geri gitse de Ebı1 Süfyan da çıkmıştı yola. Yanında iki bin kişilik bir ordu vardı. Aralarında elli tane de atlı süvari bulunu¬yordu. Yürüyordu ama içinde kendisini yiyip bitiren bir korku vardı. Yoldan geri dönmek genel kabulolsa da, bu kadar kalabalıkla yola konulunca şartlar değişir ve insanlar dönmekten vazgeçerlerse ne yapacaktı. Onun için Merr-i Zahrôn denilen yere gelip de Mecenne suyunun başında konakladıklarında, ne yapıp edip bu orduyu geri çevirmenin gerekliliğini düşünüyordu Ebı1 Süfyan. Göz göre göre ve sonucu belli olan bir zemine gitmek intihar olurdu. Zira Bedir ve Uhud’daki manzaralar zihinlerinde hala canlıydı. Dinlenme işi bitip de ordu ayaklandığında:
– Ey Kureyş topluluğu! Haydi, geri dönün, diye bir ses duyul¬du Ebı1 Süfyan’ın bulunduğu yerden. Görmüyor musunuz, bu yıl her tarafı kıtlık kasıp kavuruyor; en iyisi bugün geri dönüp bolluk ve ye-şilliğin olduğu, hayvanlarımızın da yeşilliklerden yiyip bize bol süt verdikleri gelecek yıllarda savaşırız. Bu kıtlıkta savaş mı olur! Ben dönüyorum; haydi, sizler de dönün!
Mekke ordusunun zaten beklediği bir sesti bu ve hiç kimseden itiraz gelmeden Mekke’ye geri dönüldü. Bu kısa yolculukları sırasın¬da ‘seoik’ adını verdikleri undan yapılan bir çeşit çorba tükettikleri için yoldan dönen bu orduya kendileri, sevik içen ordu manasında ‘ceyş-ül sevik’ demişlerdi.
Medine’deki durum çok farklıydı. Ashabıyla birlikte çoktan yola çıkan Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), birkaç günlük yolculuktan sonra ve Zilkade ayının ilk hilaliyle birlikte Bedir’e kadar gelmişti. Her yılolduğu gibi Bedir’de yine panayır kurulmuş ve büyük gruplar halinde insanlar, ellerindeki emtiayı kaptığı gibi ticaret maksadıyla buraya kadar gelmişti.
Mekke ordusu ise gelmemişti. Buna rağmen Efendimiz, asha¬bıyla birlikte burada tam sekiz gün onları bekleyecekti.’:”
Panayırın çoğunluğunu Efendimiz ve ashabı oluşturuyordu. Bir aralık Allah Resülü’niin yanına, Veddan gazvesinde O’nunla anlaş¬ma yapan M ohşi İbn Amr geldi; her halinden şaşkınlık okunuyordu. Nihayet:
– Yil Muhammed, dedi. Sen bu kuyuların başına Kureyş ile kar¬şılaşmak için mi geldin? Halbuki bize anlatılanlara göre sizin, hepi¬niz öldürülmüştü ve işiniz de bitmişti! Halbuki panayırın çoğunluğu sizlerden oluşuyor!
Demek ki Hicaz’da sürekli bir propaganda yürütülüyordu. An¬laşılan açıktan cepheye gelemeyenler, yine perde arkasına geçmiş ve psikolojik bir savaş yürüterek akılları bulandırmak istiyorlardı. Mahşi’nin tepkileri böylesine yoğun bir bilgilendirmenin etkisinde kaldığını gösteriyordu. Öyleyse düşmanın silahıyla silahlanmak ge¬rekiyordu ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şunları söyledi ona:
– Buna rağmen şayet istersen, sizinle aramızdaki anlaşmayı da feshedebiliriz!
ı76 Bir taraftan da panayırın hakkı veriliyor ve alışveriş yapılıyordu. Çünkü ashab¬ı kiram, böyle bir sonuçla karşılaşacaklarım tahmin etmiş ve yoıCuluklarım bu şekilde de değerlendirerek iki türlü kazanç elde etmeyi hedeflemişlerdi. Ticaret adına o kadar uygun bir zemin bulunmuştu ki Hz. Osman gibi sahabiler, o gün bir dinar karşılığı olarak bir dinar kazanmış ve böylelikle yüzde yüz bir kazanç elde etmişlerdi. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/384; İbn Sa’d, Tabakat. 2/60
Hiç beklemediği bir tepkiydi bu, Malışi’nin. Zaten zihnen bir ça¬tışma yaşıyordu; nasılolmuştu da, ‘bitti’ denilen insanlar bu kadar zinde olabilmiş, Ebu Süfyan’ın bile gözünü korkutarak ona geri adım attırabilmişti! Bitmek bir yana her geçen gün güçlenerek yürüyen bir kervan vardı ortada. Zaman, neyin yalan neyin hakikat olduğunu or¬taya çıkarmıştı. Öyleyse göz göre göre maceraya kapılmanın anlamı olamazdı ve:
– Hayır, bizim böyle bir derdimiz yok! Bilakis biz, Sana el uzat¬maktan içtinab eder ve aramızdaki anlaşmaya sadık kalır, onu asla bozmayız, dedi Mahşi,
Malışi’nin tepkisi, Bedir’e gelmenin ne kadar önemli olduğunu gösteriyordu. Aleyhte kurulan tuzaklardan haberdar olunmuş ve Ml diliyle karşı tarafbilgilendirilirken yanında bir yanda da yüreklerine korku salınmıştı. İnsanlar, duyduklarından ziyade görüp duydukla¬nna itibar ederlerdi ve Bedir’de, gözlerle kulaklara aradıklan bu me¬sajlar verilmişti.
Şimdi sıra, sağ salim olarak Medine’ye dönmeye gelmişti. Der¬ken Resül-ü Ekrem (sallallalıu aleylıi ve sellern), ashabıyla birlikte Bedir’¬den ayrılıp Medine’nin yolunu tuttu.
Bu Dönemde Yaşanan Diğer Gelişmeler
Diğer taraftan tebliğ ve irşad alanı her geçen gün daha da ge¬nişliyor ve yeni yeni muhataplara ulaşılıyordu. Bunun için dil öğ¬renmek gerektiğinde dil öğreniliyor, bir yere elçi olarak gitmek gerektiğinde de ‘vazife’ deyip yola düşüliiyordu. Başkalarının ya¬pacaklan tercümelere itimat edemediği için Zeyd İbn Sabit kısa sü¬rede İbranice öğrenecek ve istenildiği zaman neler yapılabileceğini fiilen göstermiş olacaktı.
Bu sıralarda Medine’de doğum ve ölümler de vardı; Efendi¬miz (sallallalıu aleylıi ve sellem) ve ashab, Hz. Ali ile Fatıma Validemizin oğullan Hz. Hüseyin’in doğumuyla sevinirken, Hz. Osman ile ev¬lenen Rukiye Validemizin emaneti küçük Abdullah ile Ümmü Se¬leme Validemizin kocası Ebu Seleme de bu sıralarda vefat etmiş¬lerdi.
Yolculuk hallerinde dört rekatlı farz namazıann ikişer rekat ola¬rak kılınabileceği ruhsatı yine bu zaman zarfında ve uygulanmaya başlanmıştı.
Zina ve recm hükümlerinin Yahudilerle konuşulması da bu sı¬ralarda gerçekleşmişti.
Arazi paylaşımı ve fey hükümlerinin tanzimi de bu tarihlere rastlayacaktı.
Efendimiz’in İffet Eğitimi ve Ensar Mantığı
Allah Resülii’rıün yanına bir delikanlı gelmişti:
– Ya Resülullah, diyordu. Mahcuptu; duygularının baskısı al¬tında olduğu her halinden belliydi. Bir şeyler demek istiyorduama bir türlü cesaretini toplayıp da maksadını söyleyemiyordu. Ancak Rahmet Nebisinin şefkat dolu bakışlarına muhatap olunca kendini toparlayabilmişti; yüzü kızarmış, şunları söylüyordu:
– Zina konusunda bana izin verir misin!
Onun bu sözünü duyanlar üzerine yürümüş ve çoktan sıkıştır¬maya başlamışlardı:
– Şunun yaptığına bak! Olacak şey değil, türünden sözler sarfe¬diyorlardı! Bir anda sesler yükselmeye başlamış ve ortalık buz kesi¬livermişti! Buzları çözen sesin sahibi yine Resülullah’tı:
– Onu yanıma yaklaştırın, buyurdu ve bunun üzerine delikanlı Cüleybib, Allah Resülü’nün yanına kadar geldi. Şefkatle başını sıvaz¬ladığı bu delikanlıyı Efendiler Efendisi (sallallalıu aleylıi ve sellem) dizi¬nin dibine oturtacak ve soracaktı:
– Böyle bir işin, annenle yapılmasını ister misin?
Tüyleri diken eden bir soruydu ve yerinden fırlarcasına Hz. Cܬleybib:
– Allah (celle celaluhü) beni Senin yoluna kurban etsin; vallahi de, hayır ya Resülullah, dedi. Zaten Resülullah da böyle bir cevap bek¬liyordu:
– İşte, diğer insanlar da anneleriyle böyle bir fiilin yapılmasını istemezler, diye mukabelede bulundu ve arkasından yine sordu:
– Peki, böyle bir şeyi senin kızınla yapmalarından hoşlanır mısın?
Hiç beklemediği bir soruydu; utancından yerin dibine girecek gibiydi ve başını kaldırıp:
– Yoluna kurban olayım; vallahi de hayır ya Resülullah, diye¬bildi. Şefkat nazarlarını üzerinden ayırmayan Resül-ü Kibriya Haz¬retleri:
– İşte, hiç kimse kızlarıyla böyle bir işin yapılmasından hoşlan¬maz, diyordu. Yeniden sordu:
– Kız kardeşinle böyle bir işin yapılmasını hoş karşılar mısın?
Her bir soru, yüreğine ok gibi saplanıyordu; bin pişman olmuş¬tu ve hemen:
– Kurbanın olayım; valIahi bundan da hoşlanmam ya Resülul¬lah, diye mukabelede bulundu. Tekrar aynı şeyi söylüyordu Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellern):
– Hiç kimse, kız kardeşiyle böyle bir fiilin yapılmasını hoş kar-
şılamaz!
Soruların arkası geliyordu:
– Birisinin, senin halanla böyle bir işi yapmasını ister misin? Belli ki aklını ve kalbini tatmin etmeden kendisini yanından ayırmayacaktı; onun şahsında aynı zamanda koskoca bir ümmeti eğitiyordu! Hz. Cüleybib aynı tepkiyi verecekti:
– Canım yoluna kurban olsun; hayır istemem ya Resfılullah! Resülullah’ın hükmü yine aynı istikametteydi:
– İşte diğer insanlar da, kendi halasıyla böyle bir günahın irti¬kabını istemez!
Sıra son soruya gelmişti:
– Peki, böyle bir günahın senin teyzenle yapılmasına ne der¬sin?
Cüleybib kalıptan kalıba giriyordu; içinde fırtınalar kopuyordu!
İyi ki gelip durumu Allah Resülü’ne intikal ettirmişti; mahcubiyeti¬nin yerini artık huzur dolu bir duruş alıyordu! Veeh-i mübareklerine baktı ve:
– Hayır, ya Resülullahl Yoluna kurban olayım; böyle bir işi hiç ister miyim, dedi. Yine son noktayı Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sel¬lern) koyuyordu:
– İşte, insanların hiçbiri de, teyzeleriyle böyle bir günahın işlen¬mesine nza göstermez!
Bundan sonra onu daha da yanına yaklaştıracak olan Efendiler Efendisi (sallallalıu aleyhi ve sellern), mübarek ellerini omuzlanna koya¬cak ve Hz. Cüleybib için şöyle dua edecekti:
– Allah’ım! Onun günahlannı Sen affet! Kalbini tertemiz kıl ve iffetini de masün eyle!
Bu kadar yakınına gelip de nebevi duaya mazhar olan Hz. Cܬleybib, o andan itibaren insanların en iffetlileri arasındaki yerini ala¬caktı.
Ancak Sultan-ı Resul Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), bir adım daha atacak ve gidip Hz. Cüleybib için Erisar’dan birinin ka¬pısını çalacaktı:
– Kerimen filanı talep ediyorum, diyordu. Sevincinden Erisar’ın ayakları yerden kesilmişti; kapısına kadar gelen Allah Resülü (sallal¬lahu aleyhi ve sellem) kızını istiyordu! Hemen:
– Elbette, ya Resülullah, diye mukabelede bulundu. Resülul¬lah (sallallahu aleyhi ve sellem) durumu tashih etmek zorunda kalmıştı; döndü ona ve:
– Ben onu kendim için istemiyorum, dedi. Bu sefer Ensar:
– Peki, kimin için ya Resülullah, diye sordu. Efendimiz:
– Cüleybib için, buyurdu. Cüleybib’i tanıyordu Ensar; ancak o, beklediği gibi bir soylu aile geleneğine sahip olmadığı gibi aynı za¬manda o güne kadar sıra dışı hareketleriyle bilinen birisiydi. Onun için tereddüt geçirdi Ensar ve:
– Bir de annesiyle istişare edeyim, ya Resülullah, diyerek mü¬saade istedi.
Efendimiz’in de oluruyla birlikte doğruca evine gelen Ensar, ha¬nımına yaklaşıp:
– Resülullah, senin kızına talip; onu istiyor, dedi. Kadının se¬vincine diyecek yoktu ve hemen:
– Bu ne büyük lütuf; elbette olur, diye karşılık verdi. Buraya kadar her şey normaldi; ne zaman ki Ensar:
– Ancak O (sallallahu aleyhi ve sellern), kendisi için istemiyor; onu Cüleybib için istiyor, dediğinde işler bir anda değişiverdi. Kadın şöyle cevap verdi:
– Ne? Cüleybib mi dedin? Bula bula Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onu mu bulmuş; halbuki biz onu, filan ve falana bile vermedik! Hayır! Allah’a yemin olsun ki onu Cüleybib’le nikahlayarnazsın!
Bunlar, zaten Ensar’ın da beklediği tepkilerdi ve Resülullah’a durumu haber vermek üzere ayağa kalkıp tam kapıdan dışarı çık¬mak üzereydi ki, içeriden:
– Beni sizden kim istiyor, diye bir ses geldi. Bu sesin sahibi, Re¬sülullah’ın Hz. Cüleybib için talep ettiği kızlarından başkası değil¬di! Döndü ve durumu ona da haber verdiler. Kızlarının mantığı çok farklıydı; önce onlara şu soruyu sordu:
– Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sizden bir talepte bulunu¬yor da siz onu geri çeviriyorsunuz, öyle mi?
Zihinlerde şimşek çaktıran bir soruydu bu; ancak o, bununla da yetinmeyecek ve onlara:
– Allah ve Resülü herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra, hiçbir erkek veya kadın müminin, o konuda başka bir tercihte bulunma haklan yoktur. Kim Allah’a ve elçisine isyan ederse, bes¬belli bir sapıklığa düşmüş olur,”? mealindeki ayeti okuyacak, arka¬sından da:
– Şayet O (sallallahu aleyhi ve sellem) bunu uygun görmüşse, bu ni¬kaha siz de ‘olur’ deyin ve beni ona verin; çünkü Allah (celle celaluhü) asla beni zayi etmeyecektir, diyecekti.
Şimdi onlar, daha önce bu inceliği düşünemediklerine yanıyor¬lardı:
– Doğru söylüyorsun; dediler. Kızlan kendilerini irşad etmişti ve fikirlerini anında değiştiren Ensar, durumu Allah Resülü’ne bil¬dirmek için hemen yola çıkacaktı; huzura gelir gelmez, kızını kaste¬derek:
– Senin nza gösterdiğin konuda bizler de razıyız; o, sizindir; di¬lediğinizle evlendirin, diyordu. Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) de:
– Ben bu işten razıyım, diyecek ve böylelikle Cüleybib’i evlendi¬recekti. Onun için şöyle dua ediyordu:
– Allah’ım! Onların üzerine sağanak sağanak hayır yağdır ve ge¬çimlerini de geniş eyle!
Artık Hz. Cüleybib, Medine’nin en iffetli insanıydıl’
177 Ahzab,33/36
178 Hz. Cüleybib’in şehadeti ve sonrasında Allah Resülü’rıiin hassasiyeti konusunda bkz. Müslim, Sahih, 4/1918 (2472); Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 3/136, 4/421, 422,425,5/256; Ahmed el-Benna, el-Fethu’r-Rabbani, 22/219 vd.; Abdurrezzak, Musannef, 6/155-156 (10333); İbn Kesir, Tefsir, 3/490 vd.
Dümetü’l-Cendel
İkinci Bedir’in üzerinden çok zaman geçmemişti ki, bu sefer de Şam taraflanndan farklı haberler geliyordu. Diunetii’l-Ceııdel deni-
len mekanda bazı kabileler bir araya gelmeye başlamıştı ve çeteler¬denmüfrezeler kurarak Medine’ye saldın hazırlıklan içinde bulunu¬yorlardı. İslam aleyhinde yeni bir kıpırdanma daha söz konusuydu ve bu, Medine’yi tehdit ediyordu. Hatta yakınlarından geçen kervan¬lara saldınp mallarına el koyuyor ve mallarını yağmalayarak masum insanlara zulmediyorlardı.
Hayırlı işlerin ne kadar da muzır manileri vardı; dahili ve harici bütün huysuz ruhlar peş pe şe takılmış, adeta aralannda anlaşmış¬çasına hayırlı işlerin önüne engel çıkarmaya çalışıyorlardı. Halbu¬ki İslam, insanların insanca yaşayabilecekleri bir zemini vadediyor ve bu zemini tehdit eden unsurları toplumdan temizlerneyi hedefli¬yordu. Bugün çözüm bulunmadığı takdirde yarın önü alınmaz prob-lemleri beraberinde getirir ve daha büyük tahriplere kapı aralanırdı. Onun için her şeye rağmen Dümetü’l-Cendel’e gidilmeli ve mesele yerinde çözülmeliydi.
Ancak Dümetii’l-Cendel, o gün için iki önemli devletten bi¬risi olan Rum diyarına yakın bir bölgede bulunuyordu. Onun için bazı insanlar, Resülullah’a gelip de böyle bir yolculuğun, Rum me¬liki Kayser’i tahrik ederek büyük bir tehlike oluşturabileceğini ifade etme lüzumu duymuşlardı.
Asayiş ve sulhu temin etmek her şeyden önemliydi. Onun için Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), Medine’de Sibô’ İbn Ur¬futa’yı bırakarak bin kişilik bir ordu ile Medine’den yola çıktı. Du-rumun nezaketine binaen yanına, Uzreoğullarından Mezkiir adında bir delil almıştı; zira Mezkür, dar geçitleri ve gizli yollan bilen bir insandı. Aynı zamanda bu yolculukta geceleri yol alıyor, gündüzleri ise dinlenmeyi tercih ediyorlardı.
Nihayet kimsenin haberi olmadan bin kişilik ordu Dümetü’l¬Cendel denilen yere kadar geldi. Mezkür:
– Ya Resülullahl Onların hayvanlan şuralarda yayılıyor; Sen burada bekle, ben etrafa bir göz atayım, diyerek izin isteyince Efen¬diler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Olur, beklerim, buyurdu. Bunun üzerine Mezkür, deve ve ko¬yunların izini takip ederek etrafı kolaçan etti. Şer adına bir araya gelen bu insanlar batıya doğru ilerliyorlardı; hemen gelip Mezkür, durumu Allah Resülü’ne bildirdi.
Bunun üzerine Efendimiz, onlann bulunduğu yere doğru hare¬ket etti. Bin kişilik bir ordunun ansızın üzerlerine doğru geldiğini anlar anlamaz kaçışmaya başlayan çete, ne yapacağını şaşırmış, Du¬metü’l-Cendel’e çil yavrusu gibi dağılıvermişti. Sırra kadem basmış¬lardı. Daha içlere, hatta arazilerine kadar gidilmişti ama cesaret edip de karşılanna çıkan olmamıştı.
Efendiler Efendisi, Dümetü’l-Cendel’de birkaç gün kaldı; etra¬fa müfrezeler gönderiyor, etrafı kolaçan edip duruma hakim olmayı hedefliyordu. Her bir cihete giden müfrezeler, onların arkada bırak¬tığı deve sürüleriyle dönüyordu ama ortalıkta çeteden eser yoktu! Sadece Muhammed İbn Mesleme’nin gittiği tarafta bir adama rast¬lanmış ve o da yakalanarak huzura getirilmişti. Resiıl-ii Kibriya Haz¬retleri ona, arkadaşlannın nereye gittiklerini sordu:
– Senin gelip de develerine el koyduğunun haberini alınca hepsi de kaçıp dağıldılar, diyordu adam. Fıtraten temiz birisine benziyor¬du ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de ona, İslam’ın güzellikle¬rini anlatıp imana davet etti. Nihayet o da, bu davete icabet ederek Müslüman oldu.
İslam’ın ağırlığı hissettirilmiş ve üç beş çeteyle tehdit edile¬meyeceği Şam cihetinde de gösterilmişti. Daha ilk adımla birlik¬te aleyhteki oluşumlardan haberdar olunuyor ve yerinde bastırma adına ansızın gelinip müdahale ediliyordu! Bu, daha sonraki çeteleş¬meler adına büyük bir korku meydana getirecekti ve Allah ResUlü’¬nün, Şam’a beş günlük mesafedeki bu yere kadar bin kişilik bir ordu ile sessizce gelmiş olması, caydıncılık açısından oldukça önemliydi. Şimdi maksat hasıl olduğuna göre geri dönme zamanıydı ve Efendi¬miz de (sallallalıu aleyhi ve sellern), ordusuna hareket emri vererek yeni¬den Medine’ye yöneldi.
Her adımını değerlendiriyordu; yolda gelirken de Uyeyne İbn Hzsn el-Fezôri ile anlaşma yaparak bir taşla çok kuş vurmayı hedef¬leyecekti. Zira bu, bir taraftan bölgeyi güvenlik çemberi içina almayı ifade ederken diğer yandan da bu taraftan gelmesi muhtemel tehli¬kelere karşı sağlam bir baraj anlamına geliyordu. Uyeyne’nin bulun¬duğu bölge, kıtlığın tesiriyle kuraklıkla KARŞI KARŞIYA olduğun¬dan Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellern), hayvanlannı otlatabilmesi için Medine yakınlanna kadar gelmelerine müsaade edecek ve böylelikle O ve kabilesini İslam’a daha da yakın hale getirecekti. Zaten böyle bir dönemde birileriyle oturup anlaşma yapmak, aynı zaman¬da onların İslam’a daha yakın durmalarını sağlayacak ve gittikçe et¬kinliğini artıran bu yeni oluşuma olan ilgilerini daha da artırıp Müs¬lüman olmalarını kolaylaştıracaktı.
Beni Mustalık
Bir haber de Mustalikoğullarının bulunduğu yerden geliyordu.
Beni Mustalık’inlideri Hôris İbn Ebi Dırôr, civarın kabileleri de işin içine çekerek bir ordu meydana getirmiş, Medine üzerine saldırı ha¬zırlığı yapıyordu. Öncelikle haberin doğru olup olmadığı teyit edil-meliydi ve bunun için Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabın¬dan Büreyde İbn Husayb’i görevlendirdi.
İstihbarat göreviyle yola çıkan Hz. Büreyde, sözü edilen yere geldiğinde büyük bir kalabalıkla karşılaştı; kendilerinden emin ve gururlu bir duruşları vardı. Onun gelişini görünce:
– Sen de kimsin, diye tepki verdiler. Endişelenmişlerdi. Ancak Hz. Büreyde:
– Sizlerden birisi, diye cevapladı önce. Zira bu görev için tayin edildiğinde o, gerektiğinde sözdeki esnekliği kullanma konusunda Resülullah’tan izin istemiş ve O da, ümmetin selameti adına ona bu izni vermişti. Ardından şunları sıraladı:
– Şu adamın üzerine yürümek için bir araya geldiğinizi duyun¬ca ben de çıkıp yanınıza geldim. Şayet bu niyetinizde halis iseniz ben de gidip kavmimi ve bana itaat edenleri toplarım, hep birlikte tek bir yumruk olarak O’na saldırır ve kökünü keseriz!
Rahatlamışlardı. Tanımadıkları bir adamdı ama bunun ne önemi olabilirdi ki! Aynı düşmanı hedef almış bir adamdan ne zarar gelebilirdi! Onun için:
– Zaten bizler de bunun için bir araya geldik; o zaman elini biraz çabuk tut, dedi Haris İbn Ebi Dırar.
Maksat anlaşılmıştı; demek ki Resülullah’a gelen haber doğruy¬du. Gerçekten de bu adamlar, Medine’ye saldırmak için bir araya gelmiş ve ciddi ciddi savaş hazırlığı yapıyorlardı. Ancak yine de ihti-yatlı davranmak gerekiyordu. Onun için Hz. Büreyde:
– Hemen şimdi gidiyorum; çok geçmeden kavmimden büyük bir grup ile birlikte buraya gelirim, diye seslendi onlara.
Sevinmişlerdi; hiç hesapta yokken bir adam gelmiş ve adam¬larını da toplayarak kendilerine gönüllü katılma vaadinde bulunu¬yordu!
Beri tarafta Hz. Büreyde, en seri şekilde Medine’nin yolunu tutmuştu ve gerçekten de büyük bir grupla üzerlerine gelecek olan mü’minlere haberin doğruluğunu ulaştıracaktı. Haberi alır almaz Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellern), hemen hazırlık emri verdi ve bir çıbanın daha başını ezmek için ordunun toplanmasını istedi.
Takvimler, hicretin altıncı senesinin Şa’ban ayını gösteriyor¬du. Derken Allah Resı1lü, otuzu süvari olmak üzere ashabıyla birlik¬te Mustalıkoğullannın bulunduğu tarafa yürüdü. Yerine Medine’de, Zeyd İbn Hôrise’yi bırakmıştı.
Gidilecek yerin yakınlığı dolayısıyla ve elde edilecek ganimetten pay koparabilmek için münafıklar, daha önceki savaşlardan farklı olarak bu ordunun içine katılmışlardı.
Halôik; denilen yere gelindiğinde mola verilmişti. Bu sırada yan¬lanna, Abdülkaysoğullarından bir adam çıkageldi. Efendiler Efendi¬si (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
– Kavmin nerede, diye sordu.
– Ravha’da diye cevapladı adam. Efendimiz tekrar sordu:
– Nereye gidiyorsun?
– Başka değil, sadece Sana gelip Sana iman etmek, getirdikle-
rinin hak olduğuna şehadet edip Seninle birlikte düşmana karşı sa¬vaşmak istiyordum, dedi adam.
ı79 Medine’de bırakılan kişinin EbU Zerr veya Nümeyle İbn Abdullah el-Leysi ol¬duğuna dair de rivayet vardır. Bkz. İbn Hişam, Sire, 4/252; Kurtubi, el-Cami’ li ahkürni’l-Kur’an
Resulullah’ın sevincine diyecek yoktu; yine mürde bir gönül Rabbiyle buluşmuş, Allah’a kulolma yoluna girmişti. Dudakların¬dan, hamd dolu şu cümle döküldü:
– Seni İslam’la şerefyab kılan Allah’a hamd olsun! Adam:
– Allah için hangi amel daha sevimlidir, diye soruyordu. Elbette bu iş, sadece kelime-i tevhidi söylemekle sınırlı olamazdı ve bu bah¬tiyar gönül de, diliyle ikrar ettiği bu cünılelerin ardından yapması gerekli olan ilk işin ne olduğunu soruyordu.
– ilk vaktinde kılınan namaz, buyurdu Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern). Demek ki, imandan sonra en önemli mesele namaz¬dı ve imanı tercih ettikten sonra bir mü’min, hep namazı kollamalı, vakit girer girmez de onu en kamil manada eda etmeliydi.
Halaık’ın semeresi olan sahabi de alınarak yeniden yola çıkıl¬mıştı. Karşılanna, düşman adına gözcülük yapan bir casus çıkmış ve ashab da, yakalayarak onu huzura getirmişti. Resülullah, düşman ordulannın yerini ve ne türlü teçhizata sahip olduklannı sormuş, ancak bir cevap alamamıştı. Onun da Müslüman olmasını istiyordu; bunun için kendisine İslam’ı anlatıp Allah’a kulolduğunu kabul et-mesini istedi. Ancak adamın inadı tutmuştu ve ayağına kadar gelen bu teklifi kabule yanaşmıyordu.
Derken Miireusi denilen yere kadar gelinmişti ki, Medine’¬ye saldırmak için bir araya gelen düşman ordusu Allah Resülü’niin üzerlerine doğru geldiğinin haberini aldılar. Büyük bir telaş içine düşmüşlerdi. Üstelik, gözcü olarak gönderdikleri adamları da yakayı ele vermişti! Şakası yoktu; göz göre göre üzerlerine büyük bir ordu geliyordu ve çok geçmeden savaşı göze alamayan bu kabileler kaç¬maya başlamış, Haris’i kendi adamlanyla birlikte yapayalnız bırakı¬vermişlerdi!
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Müreysi’de konaklayıp hemen savaş hazırlıklanna başladı. Çok geçmeden ordu, saf düzeni¬ne geçmiş ve gelecek emri beklerneye durmuştu. Muhacirlerin sanca¬ğını Hz. EbU Bekir, ı80 Ensar’ınkini ise Sa’d İbn Ubôde taşıyordu.
ı80 Muhacirlerin sancağını Arnmar İbn Yasir’e verdiği de söylenmektedir. Bkz. Vakı¬di, Megazi, 1/405; İbn Kesir, Sire, 3/297; el-Bidaye ve’n-Nihaye, 4/178
Her zaman olduğu gibi Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), sa¬vaşı tercih edenin kendisi olmadığını fiilen gösterecek ve bu insanla¬rın üzerine yürümeden önce onlarla konuşmayı deneyecekti. Bunun için yine Hz. Ömer’ i seçmişti.
Derken Müreysi vadisi, Hz. Ömer’in gür sesiyle çalkalanmaya başladı:
– Gelin; siz de ‘Lâ ilôhe illallah’ deyin ve böylelikle mal ve canı¬nızı koruma altına almış olun!
Sesin yankısı dağlara vurup ümitsizce geri dönerken, düşmanın bulunduğu yerden Resı1lullah ve ashab üzerine ok yağmaya başlayı¬verdi. Haris’in niyeti belli olmuştu; savaş kaçınılmazdı. Gelen oklara karşılık Müslümanlar da ok atmaya başlamışlardı.
O günkü parola da:
– Yd Menuir! Emit idi. Cüveyriye Validemizin şehadetiyle o gün düşman askerleri, İslam ordusunu olduğundan daha büyük gö¬rürken Müslümanlar, düşmanı olduğundan daha az görüyorlardı. Aynı zamanda bu savaşta da kendini gösteriyordu; ne daha önce ne de daha sonradan kimsenin göremeyeceği insanlar yağız atların üze¬rinde buraya gelmiş Müslümanlara yardım ediyorlardı.
Karşılıklı ok atışları bir müddet devam ettikten sonra Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabına emir vererek, hep birlik¬te düşmanın üzerine taarruz emri verdi. Adeta İslam ordusu tek vücut olmuş Beni Mustalık üzerine yürüyordu. Böylesine bir duru¬şun önünde hangi güç durabilirdi ki! Çok geçmeden Beni Mustalık tamamen etkisiz hale getirilmiş, savaşçıları esir alınarak yanların¬da bulunan mallarına da el konulmuştu. Düşman ordusundan on kişi öldürülürken Ashab arasından sadece Hişôm İbn Subôbe şehit olmuştu; onu da Erisar’dan birisi yanlışlıkla öldürmüştü. Efendi¬miz (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz. Hişam’ın diyetinin ödenmesini emrederek onu, Hz. Hişam’ın kardeşi Mikyes İbn Subabe’ye teslim etti.ı8ı
Elde edilen esirler, iki yüz aileden oluşuyordu ve bunların üze¬rine Biireyde İbn Husayb; deve, koyun ve sığır cinsinden ganimet mallarının organizesi için de, Efendimiz’in azatlısı Hz. Şukrôn görevlendirilmişti. Ganimetlerin dağıtılması işini ise Mahmiye İbn Cez’ yürütüyordu.
ı8ı Resülullah’ın verdiği hükme ve kardeşinin diyeti kendisine verilmesine rağmen Mikyes’in, kardeşini yanlışlıkla öldüren Ensar’ın üzerine yürüyüp onu öldür¬düğü, sonra da kaçıp Kureyş’e sığındığı ve Mekke’nin fethi gününde de mürted olarak öldürüldüğü ifade edilmektedir. Bkz. Vakıdi, Megazi, ı/859; İbn Seyyidin¬nas, Uyünu-Eser, 2/196; İbn Kesir, Sire, 3/298; İbn Hacer, el-İsabe, 3/203; İbn Esir, Usudu’l-Ğabe, 3/78
Derken taksimat yapılmış ve ortada kalan bir kısım eşya da, talep edenlere ücret mukabilinde satılmıştı.
Reisleri olan Haris’in kızı Cüveyriye Binti Hô.ris,ı82 Sabit İbn Kays İbn Şemmas ve onun amcaoğlunun hissesine düşmüş ve o da, dokuz okka altın karşılığında serbest bırakılma konusunda onlarla anlaşmıştı.v'”
Ne bu savaş ne de bu esaret, diğer savaşlarla esaretlere ben¬ziyordu. Ellerindeki imkanı kullanıp herkesi öldürebilirlerdi ama onlar, öldürmeyip esir almayı tercih etmiş, şimdi ise esirlerine ye-diklerinden yediriyor, giydiklerinden de giydiriyorlardı. Muhatap¬larındaki bu farkı görüp de bunun arkasında yatan sebebi öğrenen Haris’in kızı Cüveyriye, üç gün önce gördüğü o unutulmaz rüyayı ha-tırladı ve çok geçmeden kelime-i tevhidi söyleyerek Müslüman olu¬verdi. Çünkü üç gün önce gördüğü rüyada, Medine’ den doğan bir ay onun yanına kadar gelmiş ve sanki kucağına konuvermişti. Et¬kisinde kalmıştı kalmasına ama kimseye de anlatma cesareti bula¬mıyordu. Şimdi ise bu rüyanın gerçek olmasını umuyor, gelişmeleri merakla izliyordu.
182 Hz. Cüveyriye’nin adının Berre olduğu ve ona Cüveyriye ismini Allah Resülü’niin verdiği de rivayet edilmektedir. Bkz. Müslim, Sahih, 3/1687 (2140); Ebü Davud, Sünen, 2/81 (1503); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/258 (2334), 1/316 (2902), 6/429 (27461)
183 Hz. Sabit, Medine’deki hurma bağlanndan birisine karşılık amcaoğlunun hisse¬sini de kendi üzerine almış ve Haris’in kızı Hz. Cüveyriye üzerindeki tasarrufu tamamiyle elde etmişti. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/409; Salihi, Sübülü’l-Hüda ve’r¬Reşad,4/347
Babasına rağmen Müslüman olan Hz. Cüveyriye, bütün cesare¬tini toplayarak Allah Resülii’nün huzuruna girdi. Şefkat peygambe¬rinden merhamet dileyecekti. Şöyle diyordu:
– Ya Resülullah! Ben, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Senin de O’nun Resülü olduğuna şehadet eden Müslüman bir kadınım! Ben, bu insanların reisi Haris’in kızı Cüveyriye Binti Haris İbn Ebi Dırar’ım. Başımıza ne hallerin geldiğini biliyorsun! Ben, Sabit İbn Kays İbn Şemmas ile onun amcaoğlunun payına düştüm. Ancak Sabit, Medine’deki hurma bağlarından bir kısmını amcaoğluna ve¬rerek beni aldı. Sonra da, esaretten kurtulabilmem için asla altından kalkamayacağım bir bedelle benimle anlaştı. Aslında buna beni o zorlamadı; bunu ben kabul ettim. Çünkü ben, bu konuda Senin bana yardımcı olacağını umuyordum; hürriyetimi elde edebilmem için bana yardımcı ol!
Büyük bir dikkatle Haris’in kızı Hz. Cüveyriye’yi dinleyen Efen¬diler Efendisi ona:
– Bundan daha hayırlısım ister misin, diye sordu. O da şaşır¬mıştı; heyecanla:
– O da nedir ya Resülullah, diye sordu. Efendiler Efendisi (sal¬lallahu aleyhi ve sellern):
– Senin hürriyet bedelini Ben öder ve seni de nikahım altına alınm, buyurdu.
Bundan daha büyük saadet olabilir miydi? Elinde avucunda ne varsa hepsini kaybeden ve üstelik hürriyetini de yitiren bir insanın önüne, dünya ve ukbamn saadet saraylanna giden kapılar açılmış ve o da, bizzat bu sarayın sultam tarafından içeriye ‘buyur’ ediliyordu; hem de beş kuruş bedel ödemeden! Evet ya, rüyası gerçek oluyordu. Hz. Cüveyriye de, böyle bir saadeti kaçırmayacak kadar iman dolu bir gönüle sahipti ve:
– Peki ya Resülullahl Kabul ediyorum, dedi.
Teklif kabul gördüğüne göre şimdi sıra, Sabit İbn Kays ile gö¬rüşmeye gelmişti. Derken ona da haber gönderilmiş ve çok geçme¬den Hz. Sabit de huzura gelmişti. Efendimiz de, Hz. Cüveyriye’nin bedelini kendisine ödeyerek onu nikahı altına almak istediğini bil¬dirdi.
Hz. Sabit’in gözlerindeki sevince diyecek yoktu. Belki de Allah Resülii’niin maksadını anlamıştı. Tabii ya, Hz.Cüveyriye Beni Mus¬talık’ın reisi Haris’in kızıydı ve elbette o, Resülullah’a yakışırdı. Hemen:
– Annem babam Sana feda olsun ya Resülullah! Hiç karşılıksız O Senindir, dedi. AncakAllah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), yine de bu bedeli Hz. Sabit’e ödeyecek ve önce Hz. Cüveyriye’yi hürriyete ka¬vuşturacak sonra da onunla nikah kıyacaktı.
Efendimiz’in bu evliliğinin haberi çok geçmeden ashab arasın¬da yayılmaya başladı. Haberi duyan her bir sahabi, elinin altındaki esire bakıyor ve:
– Resulullah’ın akrabası, diyordu. Hiç beklemedikleri ve um¬madıkları bir anda Beni Mustalık, Allah Resülü’nün akrabası olu¬vermişti! Öyleyse Allah Resülii’nürı akrabaları nasıl esir olarak tutu¬labilirdi! Teker teker esirler serbest bırakılmaya başlanmış ve yine tarihte bir benzeri görülmeyen civanmertlik ortaya konulmuştu. O gün, sadece bu akrabalığın hatırına yüz aile hürriyete kavuşturul-muş ve bu kutlu yuvanın bereketinden istifade etmişlerdi. Amca kızı gelip de durumu kendisine anlatınca Hz. Cüveyriye Rabbine hamd edecek ve kendisi vesilesiyle kavmini esaretten kurtaran Allah’ a şük¬redecekti.
Esirlerin geri kalanları ise, yakınları tarafından bedelleri öden¬mek suretiyle hürriyetlerine kavuşacaklar ve böylelikle Beni Musta¬lık esirlerinin tamamı serbest bırakılacaktı.
Müreysi Kuyusu
Bir tarafta bu gelişmeler olurken diğer yanda ashabdan bir grup, su getirmek üzere Müreysi kuyusunun başına gitmişti. Mü¬reysi, sığ bir kuyu idi ve ihtiyaçları olan suyu almak için kovaları¬nı suyun içine salan Ensardan Sinan İbn Veber ile Muhacirinden Cehcôlı İbn Mes’ı1d’un ipleri birbirine dolanmış ve aralarında an¬laşmazlık baş göstermişti. Kendini tutamayan Hz. Cehcah, o öfkey¬le arkadaşına bir darbe indirmiş ve bunun üzerine başı yarılan Hz. Sinan da:
– Yetişin ey Ensar topluluğu, diyerek arkadaşlarını yardıma ça¬ğırmıştı. Durumun iyice gerildiğini gören Hz. Cehcah da, aynı çağ¬rıyla Muhacirin’e seslenecek ve o da arkadaşlarının kendi yardımına gelmelerini isteyecekti.
184 Yıllar sonra Hz. Aişe Validemiz, Hz. Cüveyriye’nin ne kadar hayırlı bir insan ol¬duğunu anlatırken, “Onun kadar kavmine faydalı birisini bilmiyorum.” diyecek ve Efendimiz’le nikahının hatırına kavminden yüz ailenin hürriyete kavuşturul¬duğunu söyleyecektir. Bkz. Ebü Davud, Sünen, 4/22 (3931); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/277 (26408); Hakim, Müstedrek, 4/28 (6781); Beyhaki, Sünen, 9/74
Önemli bir hadisenin gerçekleştiğini düşünen Erisar ve Muha¬cir, pür telaş sesin geldiği yere yöneldiler. Ortam çok gergindi; yok yere çıkan küçük bir kıvılcım, büyük bir fitneyi ateşlernek üzereydi. Kılıçlar çekilmiş, saflar da belirginleşmişti. Bunca gelişmeden sonra sanki yeniden eski günlere dönülmüş, yüzyıllar süren savaşları ha¬tırlatan bir uçurumun kenarına gelinmişti.
Durumdan haberdar olan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) derhalolay mahalline geldi. Celallenmişti ve:
– Cahiliyeden kalan bu çağrının anlamı da ne, diye sordu. An¬latılanları dinleyince, yine küçük bir yanlışın büyük bir olaya kapı aralamak üzere olduğunu gördü. Belki de Allah (celle celaluhü), ara-larında Resülullah var iken, uhuvvet adına saflarını perçinlemeyi murat buyurmuştu. Böyle durumlar patlak verecekti ki Allah Re¬sülü (sallallahu aleyhi ve sellem) olaya müdahale edecek ve benzeri du-rumda Müslüman’ın nasıl davranması gerektiğini fiilen gösterecek¬ti. Şöyle seslendi:
– Artık böyle davranmayı bir kenara bırakın! Çünkü o, kokuş¬muş ve köhne bir çağrıdır. Aksine kişi, zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım etsin! Eğer zalim ise, onu zulmünden vazgeçirir; mazlum ise, bu durumda onun yardımcısı olur!
Demek ki her iki tarafın da yardıma ihtiyacı vardı. Onun için Ensar ve Muhacirin gidip kendi adamlarıyla konuşmaya başladılar. Aralarında Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dururken hislerle ha¬reket etmek doğru değildi. Din nasihatten ibaretti ve şimdi de bu na¬sihate ihtiyaç vardı. Görüşmeler semere vermiş ve Hz. Sinan da Hz. Cehcah da yaptıklarına bin pişman olmuşlardı. Hatta başı yarılan Hz. Sinan, hakkından feragat etmiş ve Hz. Cehcah’ı affettiğini söyle¬mişti. Her şey durulmuş ve mesele yeniden tatlıya bağlanmıştı.
Müreysi kuyusunun başında bunlar olup biterken diğer yanda Abdullah İbn Übeyy İbn SeZuZ, kendisi gibi on tane yakın arkadaşıy¬la birlikte oturmuş durum değerlendirmesi yapıyordu. Aralarında, o gün için yaşı henüz küçük olan Zeyd İbn Erkam da bulunuyordu. Öfkeden damarları çıkmış, burnundan soluyordu. O güne kadar bi¬riktirdiği muzmeratını döküyor ve şöyle diyordu:
– ValIahi, ömrümde böyle bir gün görmedim. ValIahi de bunla¬rın bir gün başıma geleceğini biliyordum! Ancak kavmim bana bas¬kın geldi; beni başlarına kral yapsalardı ya! Şimdi baksanıza, kendi ülkemizde bize üstünlük sağlayıp, üstünliiğümüzü de yok sayarak bizi hor ve hakir görüyorlar! ValIahi, bizimle şu Kureyş çapulcularının durumu ancak, “Besle kargayı oysun gözünü”185 vecizesinde anlatılan gibidir. ValIahi, Cehcah’ın çağnsını duyacağım ana kadar, böyle bir karşı duruşun olacağından ümidimi kesmiş ve bunu duya¬madan öleceğimi düşünmeye başlamıştım. Ne yazık ki, şimdi ben yaşıyorum; ancak bu çağnya cevap verecek güç bulamıyorum. Şu da bir gerçek ki, hele bir Medine’ye dönelim; işte o zaman aziz olan, zelil olam oradan çıkaracaktır!
Bunlan söyledikten sonra yamndaki arkadaşlanna dönecek ve onlara da şöyle seslenecekti:
– Aslında bunu siz kendiniz yaptınız; onlan siz kendi ülkeni¬ze kabul ettiniz ve onlar da gelip ülkenize yerleştiler. Mallanmzdan onlara pay ayırdımz ve artık onlar imkan sahibi oldular! ValIahi de, onlara kucak açıp da mallarınızla onlan desteklemiş olmasaydınız onlar, bugün burada değil başka yerlerde olacaklardı. Bakın şimdi, yaptıklanmza da nza göstermiyor ve sizleri oklanna hedef haline getiriyorlar. Halbuki sizler, O’nun için savaştıniz ve çocuklanmzı O’nun uğrunda yetim bıraktınız! Bu durumda sizler sürekli azalır¬ken onlar hep çoğaldılar!
İbn Selül, ortamı müsait bulmuş fırsat avcılığı yapıyordu. Onun tüyler ürperten bu sözlerini duyan Zeyd İbn Erkam, koşar adımlarla Efendimiz’in huzuruna geldi ve duyduklanm teker teker anlatma¬ya başladı. Allah Resülü, dinlediklerinden hoşlanmamıştı; yüzünün rengi değişti. Belki de, nifak adına mayalanan yaranın erken patla¬masından endişeleniyor ve ashabı arasında yeni bir tatsızlık çıkma¬sım da istemiyordu. Önce:
– Ey delikanlı! Ona olan kızgınlığınla böyle duyduğunu sanmış olmayasın, diye Hz. Zeyd’e seslendi. Hz. Zeyd kendinden emindi ve:
– Hayır ya Resülullah! ValIahi de bunlan ondan duydum, diye tekrarlıyordu. Resül-ü Kibriya Hazretleri tekrar Zeyd’e döndü:
– Yanlış duymuş olmayasın, dedi.
185 Türkçemizde, “Besle ka1JJayı oysun gözünü” şeklinde kullanılan bu deyim Araplar arasında, “Besle köpeğini yesin seni” şeklindedir ve İbn Übey de, Efendimiz’i kaste¬derek bu deyimi kullanmıştır. Daha kolayanlaşılması için biz, metin içinde bu ifadeyi Türkçe mantığıyla ifade etmeyi uygun bulduk.
– Vallahi de hayır ya Resülullah, diyordu. Bu sefer de:
– Belki bunu söyleyen o değil de bir başkasıdır; sen karıştır-
mış olmayasın, dedi. Metanetinden zerre kadar şaşmayan Hz. Zeyd yine:
– Vallahi de hayır ya Resülullah, diye tekrarlıyordu. Hz. Zeyd’in duydukları demek ki doğruydu.
Zeyd İbn Erkam’ın anlattıklarını duyan ve anlatılanlara Resü¬lullah’ın üzüldüğünü gören ashab da duruma müdahale etmek iste¬miş, bilhassa Ensar:
– Nasıloluyor da sen, kavminin efendisi aleyhinde oluyor ve bile bile onun söylemediği şeyi ona isnat etmek suretiyle haksızlık edebiliyorsunl Bu hareketinle sen, hem zulmetmiş hem de akrabalık haklarını hiçe saymış oluyorsun, diyerek Hz. Zeyd’i kınayıp tevbih ediyordu. Çaresiz Zeyd:
– ValIahi de ben, bunların hepsini ondan duydum, diyor ve kendini savunmaya çalışıyordu. Kendisini sıkıştıranları ikna için de şunları söyleyecekti:
– Vallahi de benim için Hazreç arasında, Abdullah İbn übeyy İbn Selül kadar sevimli bir adam yoktu. Ancak ben, bu sözleri ba¬bamdan bile işitmiş olsaydım, hiç tereddüt etmez ve doğruca Resü¬lullah’a gelip anlatırdım. Ümit ediyorum ki Allah (celle celaluhü), çok geçmeden Nebisine, söylediklerimi doğrulayacak bir vahiy indirir!
Ensar’ın Teşebbüsleri
Efendimiz’in beyanlarını işitip de Zeyd İbn Erkam’ın anlattıkla¬rını duyan bir grup Ensar, soluğu Abdullah İbn übeyy İbn Selül’ün yanında aldılar. Aralarından Evs İbn Havli:
– Ey EM Hubab, diye seslendi. Şayet bunları gerçekten söyle¬miş isen, boşuna inkar etme; git ve olup bitenleri Resülullah’a anlat ki sana istiğfarda bulunsun! Yoksa, hakkında vahiy gelir ve senin yalanını ortaya çıkarıverir! Eğer gerçekten bunları söylememişsen, o zaman yine O’na git ve özür dileyip bunları söylemediğine dair yemin et!’
Daha Evs sözünü bitirmemişti ki İbn Selül:
-Vallahi’l-Azim, bunları asla ben söylemedim diyerekyerinden kalktı ve hızlı adımlarla Allah Resülü’nün yanına geldi. Açığını kapatacak ve hakkında oluşan menfi havayı düzeltmeye çalışacaktı. Onun gelişini görünce Efendiler Efendisi daha erken davrandı ve:
– Ey İbn Übeyy! Şayet bu sözler sana aitse tevbe et, buyurdu. Perdeyi yırtmıştı bir kere ve Allah adına yeminler vererek:
– Zeyd’in söylediklerini ben söylemedim; hatta böyle bir mev¬zuyu hiç konuşmadım, diyerek yeminler etmeye başladı.
Allah’ın sevgili kulu Efendimiz (sallallabu aleyhi ve sellem), her fır¬satta aleyhte bir kumpas kuran böyle bir fıtrata bile sert davranma¬yacak ve aradaki perdeyi zedelemeyecekti. Bu sırada Efendimiz’in yanında bulunan ashabdan birisi, İbn Selül’ü de rahatIatacak şu cümleyi söyleyiverdi:
– Belki de o çocuk yanılmış ve adamın söylediklerini zihnin de tam tutamamış olabilir!
Her şeye rağmen Allah Resülü, insanlara şefkatle muamele edi¬yor, ne türlü dümenler çevirdiklerini bile bile hatalarını yüzlerine vurmuyordu.
Hz. Ömer’in Teklifi ve Yola Çıkış
Duydukları karşısında deli divane olan Hz. Ömer, olup bitenle¬ri hala hazmedememişti; hazmedilecek gibi de değildi! Ortalıkta bir dolabın döndüğü kesindi ve bu tezgah, Hz. Ömer gibi insanları de¬rinden yaralamıştı. Onun için, çizgiyi aşanlara hadleri bildirilmeli ve bir daha böyle bir boşboğazlık yapmalarına imkan tanınmamalıydı. Kılıcını kaptığı gibi Allah Resülü’nün yanına geldi. Bu sırada Efen-dimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bir ağacın gölgesinde oturmuş, sırtına masaj yaptırıyordu. Daha önce görmediği bir manzaraydı bu endi¬şeyle sordu:
– Ya Resülullahl Yoksa sırtınızda bir ağrı mı var?
– Dün gece deve, Beni sırtından attı, buyurdu.
– Ya Resülullah, diye söze başladı Hz. Ömer. Bana müsaade etseniz de şu İbn Übeyy’in boynunu vursam!
– Bunu gerçekten yapar mısın, diye mukabele etti Allah Resülü.
– Evet, diyordu Hz. Ömer. Seni hak beyanla gönderene and olsun ki yaparım!
Onun neyi yapıp neyi yapamayacağını Allah Resülü de biliyor¬du. Allah Resulünde hafif bir temayülü hissetseydi, daha sorma¬dan İbn Übeyy’in işini bitiriverirdi. Ancak mesele, kılıçla çözülecek cinsten değildi. İbn Übeyy’i lider gören ve onun arkasından giden çok insan vardı. Uhud’dan ayrıldıkları günü herkes hatırlıyordu. Aynı zamanda bu adamlar, perde arkasından ne türlü entrika çe¬virirlerse çevirsinler dış görünüş itibarıyla Müslüman olduklarını söylüyor ve Allah Resülü’nün arkasında namaza duruyorlardı. Öy¬leyse başkalarını da etkileyecek fevri bir adımdan kaçınmak gere¬kiyordu. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz. Ömer’e şunu söyledi:
– O zaman Yesrib’de, şu anda kendilerine emretsem onu öldü¬recek birçok kimse bu işe karşı çıkar ve burun kırıp kazan kaldırır¬lar!
İbn Übeyy’in kellesine gözünü diken Hz. Ömer:
– Ya Resülullah, diye bir kez daha seslendi. O zaman Abbôd İbn Bİşr’el86 emretseniz de şu adamın başını bari o getiriverse!
Şefkat peygamberi (sallallahu aleyhi ve sellern), bundan da hoşlan¬mamıştı. Zira O, inhiraf ettiklerinde insanlara büyük cezalar veren değil, her zaman onlara hayat bahşetmek için gönderilmiş bir pey¬gamberdi. Onun için döndü Hz. Ömer’ e ve:
– Hayır, dedi. O zaman da insanlar, Muhammed arkadaşlarını öldürüyor diye dedikodu ederler!
Efendimiz’in getirdiği din, dengeyi telkin ediyordu ve anlaşılan Allah Resülü, İbn übeyy konusunda da re’yini dengeden yana kulla¬nıyordu. Öyleyse Hz. Ömer’ e geri adım atmak düşerdi.
Hz. Ömer geri adım atmıştı ama İbn Übeyy’in söyledikleri, in¬sanların ağzına pelesenk olmuş dolaşıp duruyordu. Buna bir çözüm bulunmalıydı ve Hz. Ömer,
– Öyleyse insanlara emretsen de yola çıksalar, teklifinde bulun¬du. O ana kadar bütün tekliflerine olumsuz cevap veren Efendiler Efendisi bu sefer:
– İşte bak bu olur, buyurdu.
186 Başka bir rivayette, “Muhtunmed İbn Mesleme’ye emretseniz de’ şeklindedir. Bkz. Va¬kıdi, Megazi, 1/415, 421; Salihi, Sıibülü’l-Hüda ve’r-Reşad, 4/349
Bunun üzerine Müreysi kuyusunun başından Hz. Ömer’in gür sesi yankılanmaya başladı. Hz. Ömer’in bu çıkışı, ashabı bir anlık te¬reddüde sevketmişti; zira günün orta vakti ve bu kadar güneş altında yola çıkmak Resfılullah’ın adeti değildi. Çok geçmeden Allah Resfılii (sallallahu aleyhi ve sellem) de, Kasva’nın üzerinde görülüverdi; demek gerçekten de yola revan olunuyordu!
Efendiler Efendisi’nin yanına yaklaşan Evs’in efendisi Sa’d İbn Ubade,ı87 Allah Resülü’ne selam verdikten sonra:
– Ya Resülullah, diye seslendi. Bugün öyle bir saatte yola çıktı¬nız ki daha önceleri hiç bu vakitte hareket etmezdiniz; bunun sebebi nedir?
Efendimiz ona döndü ve:
– Arkadaşınızın söyledikleri sana ulaşmadı sanırım, buyurdu.
Gerçekten de duymamıştı ve Hz. Sa’d: – Hangi arkadaşımızın ya Resülullah, diye sordu.
– İbn Übeyy, dedi Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern). Medine’ye dönünce, aziz olanın zelil olanı oradan çıkaracağını sanıyorl
Hz. Sa’d, feraset sahibi bir liderdi. Kıvrak zekasıyla hemen şun¬ları söyledi Allah Resülü’ne:
– Sen ya Resülullahl İstersen onu çıkarırsın; çünkü Aziz olan Sensin, zelil ise şüphesiz o! Zaten izzet, Allah, Resülullah ve mü’¬minler için söz konusudur. Ancak ya Resülullahl Sen yine de ona yumuşak davran! Çünkü Allah Seni buraya getirdiğinde kavmi onu, inci boncuk giysilerle, taç giydirip başlarına lider yapmaya hazır¬lanıyordu. Tacındaki kıymetli taşların hepsi tamamlanmış, sadece Yuşa’ adındaki bir Yahudi ‘hayır’ diyerek elindeki taşı vermemişti; lider olabilmesi için elindeki kıymetli taşa olan ihtiyaçlarını biliyor ve yüksek bir bedel istiyordu. İşte tam bu sırada Allah (celle celaluhü) Seni gönderdi ve o da, bu sebeple Senin, ona ait mülkü gasbettiğini düşünüyor!
ı87 Bu sahabinin, Üseyd İbn Hudayr olduğu da söylenmektedir. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/415; Salihi, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşad, 4/350
Oğul Abdullah’ın Hassasiyeti
Hz. Ömer’in Efendimiz’e gelerek söylediklerini duyan İbn Übeyy’in oğlu Abdullah, ı88 Allah Resülü’nün yanına gelmişti; her halinden hüzün damlıyordu. Babasının küstahlıkları karşısında eri¬yip mum olmuştu ama elinden bir şey gelmiyordu. Rengi atmıştı. Çaresizdi; mahcup bir eda ile:
– Ya Resulullah, diye seslendi. Her halinden niyeti ve hayati bir karar verdiği anlaşılıyordu.Bir müddet yutkunduktan sonra, ken¬dini topladı ve insanın kanını donduracak şu cümleleri sıralamaya başladı:
– Senin hakkında söylediklerinden dolayı şayet babamı öldüre¬cek olursan, o işi bana bırak; valIahi de ben, daha Sen şu oturduğun yerden kalkmadan onun başım buraya getiriveririm! Gerçi, Hazreç de bilir ki, anne babasına iyilik konusunda onlar arasında benden daha ileri olan kimse yoktur; şu zamandan bu yana onun yemekleri¬ni hep ben hazırlar, içeceğini de hep ben takdim ederim! Ben şundan korkuyorum ya Resülullah; şayet onu benden başkasına emrederek öldürtürsen, babamın katili gözümün önünde ve insanlar arasında dolaşırken nefsim buna dayanamaz ve ben de belki bir gün kendimi kaybedip onu öldürür ve cehenneme girerim! Elbetteki Senin affın daha değerli, lütfun da daha büyüktür!
Onun bu teklifine karşılık Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellem): – Ey Abdullah, dedi. Ben, ne senin babam öldürmeyi murad ettim, ne de bunu emrettim; bilakis o bizim aramızda olduğu sürece biz ona hep ihsanla muamele edip iyilik düşünürüz!
Rahat bir nefes almıştı Hz. Abdullah. Aksi halde, anne ve baba¬sına bu kadar düşkün olmasına rağmen neredeyse baba katili ola¬caktı. Şimdi ise, Şefkat Nebisinin engin rahmetine şahit olmuş ve peş peşe gelebilecek zincirleme endişelerinden sıyrılmıştı. Babası bu kadar gündeme gelmişken Efendimiz’i de bilgilendirmek istedi:
– Ya Resülullah, diye başladı söze. Şu Medine ahalisi babamı, başlanna lider yapmak için omuz omuza verip anlaşmışlardı. İşte tam bu sırada Allah (celle celaluhü), Seni buraya getirdi; bu sebeple
ı88 Hz. Abdullah’ın adı Hübdb idi; Müslüman olunca onun ismini Allah Resülii (s.a.s.), ‘Abdullah’ diye değiştirmiş ve bundan sonra hep bu ad ile anılır olmuştu. Evin büyüğü Hz. Abdullah olduğu için baba İbn Selı1l hep, EbU Hübdb lakabıy¬la çağnlırdı. Bkz .. İbn Sa’d, Tabakat. 3/54ı; İbn Abdilberr, İstiab, 3/940; İbn Hacer, el-İsabe, 4/155 (4787)
Allah onu alçaltırken Senin vesilenle bizi kıymetler üstüne çıkardı. İşte şu anda onun etrafında öyle insanlar dolaşıyor ve daha önce ger¬çekleştiremedikleri işleri elde edebilmek için onu tahrik edip duru¬yorlar!
Sa’ d İbn Ubade’nirı ifadelerinden farksızdı Hz. Abdullah’ın söz¬leri. Ortada, tam ‘buldum’ derken umduğunu kaybeden bir ada¬mın psikolojisi vardı ve böylesine zeminlerde, bu psikolojiyi kullan¬mak isteyen insanların türemesi olağandı. Demek ki bazı meseleleri zaman çözecekti.
Atık vadisine gelindiğinde Hz. Abdullah, ordunun önüne geçe¬cek ve babası gelinceye kadar yolunu bekleyecekti. Nihayet onu gör¬düğünde devesinin yularından tutup çöktürecek ve ayağa kalkma¬ması için de ön ayaklarına basarak babasının karşısında dikilecekti. Beklemediği bir hareketle karşılaşan İbn Selül: – Ne yapmak istiyorsun eye …. oğlu, diye kendisine hakaret edince de ona şunları söyleyecekti:
– Allah’a yemin olsun ki, Resülullah sana izin vermedikçe Me¬dine’ye giremezsin! Böylece, kimin en aziz, kimin de zelil olduğunu anlayıp görmüş olursun!
Onu ilk defa bu halde görüp de halini garipseyen, garipseyip de:
– Babana karşı bunları nasıl yapabiliyorsun, diyerek engel olmak isteyenlere cevap bile verme ihtiyacını hissetmiyordu. Çünkü ona göre baba İbn Selül, daha fazlasını hak etmişti.
Nihayet onun bu tavn, Resülullah’a da aktarıldı:
– Abdullah İbn Abdullah İbn Übeyy İbn Selül, Sen izin verme¬dikçe babasının Medine’ye girmesine izin vermiyor, diyorlardı. Ba¬bayla oğulun karşı karşıya gelmesine gönlü razı olmayan Allah Re¬sülü, haberi alır almaz hemen yanlarına geldi. Hala Hz. Abdullah’ın ayağı, devenin ön ayaklarının üzerindeydi ve babasına karşı dimdik duruyor, onun bu çıkışına mukabil de baba İbn Selül:
– Şüphe yok ki ben, çocuklardan bile zelilim; hatta kadınlardan bile alçağım, deyip duruyordu.
Onları bu halde bulan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz.
Abdullah’a döndü ve:
– Babanı serbest bırak, buyurdu ve ancak bu emir üzerine Hz. Abdullah, baba İbn Selül’ün devesini serbest bırakacak ve babasının Medine’ye girmesine izin verecekti.
Cibril-i Emin’in Haberi
Efendiler Efendisi çoktan yola revan olmuş, devesini hızlan¬dırmak için de ‘hal hal’ diye seslenerek yol alıyordu. İbn Übeyy’in söylediklerini kendisine aktaran genç Zeyd de, O’na yetişerek jest ve mimiklerindeki manayı okumak için sürekli veeh-i mübareklerini temaşa ediyor, bir vahiy gelip de kendisini Allah’ın doğrulamasını murad ediyordu.
Derken Zeyd İbn Erkam’ın arzuladığı an gelmişti; Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) boncuk boncuk ter döküyordu. Daha dikkat¬lice Allah Resülü’rıün yüzüne baktı; vahyin ağırlığından iki büklüm hale gelen Efendimiz’e vahiy hali anz olmuş, uzerine çöken ağırlı¬ğın altında buram buram terliyordu. Üzerine bindiği deve neredeyse yere çökecek gibiydi. İçini bir inşirah kaplamıştı Zeyd İbn Erkam’ın; vahiy geliyordu! Gelen bu vahyin, kendisini doğrulayacak olan be¬yanı ihtiva edeceğini umuyor ve sonucunu merak ederek heyecan duyuyordu.
Vahiy hali geçmiş ve Resülullah biraz önceki sıklet halinden kurtulmuştu. O da ne, yanına doğru geliyordu; yaklaştı ve devesi¬nin üzerindeki Zeyd’in kulaklarından tutarak yukan doğru çekti. O kadar ki, oturduğu yerden yukanya doğru kalkmak zorunda kalmış¬tı. Ardından da:
– Kulaklann seni yanıltmamış ey delikanlı, dedi. Çünkü Allah (celle celaluhü), senin sözünü doğrulayacak vahyi indirdi!
Abdullah İbn Übeyy İbn Seltil’ün bu çıkışının ardından, miina¬fikların iç yapılarını ortaya koyup da nifak düşüncesinin tezahürleri¬ni teker teker deşifre eden Münafikün süresi gelmişti. Bundan böyle Abdullah İbn Übeyy İbn Seltil’den bir söz sadır olunca ilk önce kendi kavmi onu kınar ve yaptığının yanlış olduğunu söyleyerek azarlardı. Gelişmeleri yakından takip eden Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sel¬lem), kendi kavminin bile İbn Übeyy’e karşı olan tutumlarını görünce Hz. Ömer’ e şöyle seslenecekti:
– Gelişmeleri nasıl buluyorsun ey Ömer? Ne dersin; şayet sen Bana, ‘Onu öldür.’ dediğinde o gün eğer onu öldürmüş olsaydım, kim bilir bugün kaç kişi gürültü koparıyor olacaktı!
Hz. Ömer teslimiyet insanıydı ve hiç tereddüt etmeden:
– Bir kez daha anladım ki, yiimün ve bereket yönüyle Resülul¬lah’ın her işi benimkinden büyüktür!
Molasız Yolculuk ve Müsabaka
Vahiy gelmiş ve işin iç yüzünü ortaya koyarak İbn Selül’ün muz¬meratını ortaya döküvermişti. Buna rağmen dur durak bilmeden bir taraftan yolculuk devam ediyordu. O günün akşamı olmuştu ama Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) durmaya niyeti yoktu. Gecenin karanlığında da yol alınıyor ve dinlenmek için bir türlü mola veril¬miyordu. Ertesi günün sabahı olmasına rağmen yine yola devam edi¬liyordu. Nihayet ertesi günün öğle güneşi dayanılmaz noktaya ula¬şınca istirahat emri verilecekti. Böylelikle Allah Resülii, nifak adına ortaya çıkan bir problemin insanlar arasında konuşularak derinleş-mesini önlemiş ve yolculukla insanları meşgul etmiş oluyordu. An¬laşılan, çözümü zamana bağlı bir meselede gereksiz yere konuşula¬rak zaman kaybı yaşamaktansa bitevi yol alınarak zaman kazanmayı tercih ediyordu. O kadar bitkin düşmüşlerdi ki yorgunluktan birbir¬lerini göremez hale gelmişlerdi. Mola verilir verilmez de, her biri bir kenara uzanacak ve olduğu yerde istirahate çekilecekti.
Bu yolculuk sırasında Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), at¬larla develer arasında müsabaka yapılmasını istemiş, kendisi de bu yarışa bizzat katılmıştı. Belki de bu, uzun ve yorucu olacak bir yolcu¬luğu böylesine farklı aktivitelerle zevkli hale getirmek içindi. Efendi¬miz’in üzerinde bulunduğu deve Kasva diğer develeri geride bırak¬mış, atı da bu müsabakada Kasva ile atbaşı gelmişti.v’?
ı89 O gün Efendimiz’in yanında, Lizdz ve Zarib olmak üzere iki tane at bulunuyor¬du. O gün, Ebu Üseyd es-Saidi’nin bindiği Zarib, atlar arasında ipi ilk göğüsIeyen olmuş, Hz. Bilal’irı bindiği deve de ilk önce hedefe ulaşmıştı. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/426; Salihi, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşad, 4/353
Kasva’nın Kaybolması ve Yeniden Ortaya Çıkan Nifak
Dinlenmek için mola verdikleri bu yerde konuşma fırsatı yaka¬layan münafıklar, her türlü malzemeyi kendi lehlerine değerlendirmeyi deniyorlardı ve o ana kadar kesintisiz yolculuğun ne kadar isa¬betli olduğunu gösteren gelişmelerdi bunlar. Zira Allah Resülü’nün devesi Kasoti bu sırada kaybolmuş ve fırsat avına yatan bu adam¬lar, devenin kaybolmasını da dillerine dolayarak Allah Resülü’ne dil uzatma yarışına girişmişlerdi. Kasva’yı aramak için etrafa dağılan ashab-ı kirarnı gören Zeyd İbnü’l-Lusayt:
– Bu adamlar öyle dört bir yana niye gidiyorlar, diye soruyordu.
Yanında bulunanlar:
– Resülullah’ın devesi Kasva kayboldu, diye cevapladılar. Bunun üzerine istihzai bir tavırla:
– Onun şu anda nerede olduğunu da Allah haber verse ya, diye sordu. Duruşunda bile tahrik vardı; adam fırsat bulmuş, bulduğu ilk fırsatta fitne kazanını ateşlerneye çalışıyordu. Bunun üzerine yanın-dakiler:
– Allah senin canını alsın ey Allah düşmanı! Senin yaptığın açık¬ça nifaktır, diye sert çıktılar. Üseyd İbn Hudayr, bir adım daha öne çıkacak ve elindeki mızrağı da göstererek şunları söyleyecekti:
– Ey Allah düşmanı! Allah’a yemin olsun ki şayet ben, Allah Resülü’nün uygun göreceği ni biraz sezebilseydim, şuracıkta senin husyelerini mızrakla çıkarıp parçalar ve işini bitiriverirdim. Madem içinde bu nifak var; öyleyse bizimle birlikte ne işin var?
– Dünya malını elde etmek için geldim, diye cevapladı. Perdeyi yırtmış gözüküyordu ve pervasızca hareket ettiği her halinden bel¬liydi. Çenesi düşmüştü bir kere ve sıkılmadan şöyle devam etti:
– Hayatıma yemin ederim ki Muhammed, devenin halinden daha büyük konularda bize haberler veriyor; O bize semanın haber¬lerini getirip duruyor!
Ağzından çıkanları kulağı duymuyordu sanki ve etrafında bulu¬nan ashab-ı kirarn hazretleri, adamın üzerine doğru hiddetle yürü¬meye başladılar:
– Artık senin kurtuluşun imkansız; seninle biz aynı gölgelikte bulunamayız! Zaten içindeki bu nifakı daha önceden bilmiş olsay¬dık, bizimle bir an bile oturup duramazdın, diyorlardı.
Söylediklerinin pahalıya malolacağını anlayan Zeyd, ok gibi ye¬rinden fırlayıp kaçmaya başladı. Kendini ele vermiş ve hayatını riske atmıştı. Kaçmanın fayda vermeyeceğini de biliyordu; nereye gidebilirdi? Geldi ve Resülullah’ın şefkat kollarına sığınınayı denedi; Allah Resülü’nün ashabından kaçmış, Resülullah’a sığınıyordul
İşte bu sırada Cibril-i Emin gelmiş ve olup bitenlerin haberi¬ni Allah Resülü’ne getirmişti. Münafık Zeyd de huzurunda olduğu halde Efendiler Efendisi insanlara şöyle seslenmeye başladı:
– Münafıklardan bir adam, Resülullah’ın devesi kayboldu diye alaya alıyor ve “Onun şu anda nerede olduğunu Allah haber verse ya! Hayatıma yemin ederim ki Muhammed, devenin halinden daha büyük konularda bize haberler veriyor; O bize semanın haberlerini getirip duruyor” deyip duruyor. Gaybı, Allah’tan başka kimse bile¬mez! Ancak şu anda Allah (celle celaluhü), devenin nerede olduğunu Bana haber veriyor; şu anda o, şu vadideki bir ağaca yuları bağlan¬mış vaziyette duruyor. O tarafa gidip onu bulun!
Fırsatları kendi lehine çevirme gayreti içine giren Zeyd’e ağzı¬nın payını vermek için ashab, bir çırpıda Resülullah’ın işaret ettiği vadiye doğru koşmaya başladı. Çok geçmeden, aynen tarif edildiği gibi deveyi, bir ağaca yularıyla dolanmış vaziyette bulup geri getir¬diler. Yularından tutup da kendilerine doğru deveyle birlikte gel¬diklerini görünce münafık Zeyd’in kolu kanadı kırılmış, yüzünde renk kalmamıştı. Açıktan kendi adıyla hitap edilip de perde yır¬tılmamış olsa bile o, Resülullah nezdindeki konumunun sıfırlan¬dığının farkındaydı ve çok geçmeden oradan ayrılarak daha önce birlikte oturduğu arkadaşlarının yanına gitti. Eşyaları dağınık va¬ziyette sağa sola savrulmuştu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu; belli ki kendisine çok kızgınlardı. Aralarına katılıp da oturmak is¬tediğinde:
– Bize yaklaşma, diye tepki verdiler. Şimdi arkadaşlarını da kaybetmişti. Ancak öğrenmek istediği bir şey vardı ve: – Sizinle mutlaka konuşmam gerek, diye başladı söze. Allah adına bana doğruyu söyleyin; sizden birisi gidip de Muhammed’e benim söylediklerimi anlattı mı?
– Hayır, diye cevapladılar güçlükle. ‘ValIahi de hayır! Biz yeri¬mizden bile kalkmadık!
Zeyd’in şaşkınlığı bir kat daha artmıştı ve: – Ben burada ne konuşmuşsam o topluluk arasında hepsinin bilindiğini gördüm; aynısını Resülullah da söyledi, diye taaccübünü bildirdi. Daha sonra da Allah Resülü’yle aralarında geçen hadiseyi anlattı onlara bir bir … Ardından da:
– Muhammed konusunda ben hep şüphe içindeydim; şimdi şe¬hadet ediyorum ki Muhammed, Allah’ın Resülü’dür. Sanki ilk defa bugün Müslüman olmuş gibiyim!
Efendimiz’in şefkat kucağı, bir insana daha kemal manada imanın kapılarını açtırmıştı. Perdeyi yırtmamış ve insanlar içinde Zeyd’in hatalarını açıktan yüzüne vurmamıştı. Şimdi ise bu davra¬nışın semeresi alınıyordu.
Onun bu değişimine şahit olanlardan bazıları:
– Git de Resfılullah’a durumu anlat; sana istiğfar etsin, dediler.
O da kalktı ve huzura gelerek durumu Allah Resülü’ne anlattı; biraz önce hakkında olumsuz beyanlarda bulunduğu Resülullah’tan eman diliyor, hatasını itiraf edip istiğfar talep ediyordu.
Nifakta Doruk Nokta: İfk Hadisesi
Medine dışına yapılan uzun soluklu yolculuklarda Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), ezvac-ı tahirat arasında kura çeker ve kendi¬sine kuranın çıktığı annemizle birlikte yola revan olur, yol boyunca ihtiyaçlarını görmesini arzu ederdi. Beni Mustalık için Medine’den hareket etmeden önce de kura çekmiş ve bu kura, Hz. Aişe Valide¬mize çıkmıştı.
Aişe Validemizin zayıf bir bünyesi vardı; deve üzerinde insan¬ların rahat yolculuk yapabilmeleri için hazırlanan ve hevdeç denilen üstü kapalı rnekana bindirilir, daha sonra da üç beş kişinin yardımıy¬la hevdeç yukarı kaldırılarak devenin üzerine bağlanır ve mola yerine kadar Hz. aişe burada yoluna devam ederdi. Ordu konakladığında, içinde onun bulunduğu hevdeç de çözülerek devenin sırtından indi¬rilir ve bundan sonra Aişe Validemiz dışarı çıkarak Efendimiz’in ihti¬yaçlarını gidermek için hazırlık yapardı. O gün de öyle olmuştu.
Neredeyse bir aya yakındır devam eden Beni Mustalık Hadisesi sonuçlanmıştı. Ordu da, nifakın estirdiği kasırgayla birlikte geri dö¬nüyordu. Bir kere perde yırtılmıştı ve yüzden sıyrılan haya perdesi-nin altında yatan esas görüntüler ortaya çıkmış; o güne kadar fırsat kollayan münafıklar, sanki Allah Resülü’ne dil uzatma yarışına gir¬mişlerdi.
Medine’ye bir hayli yaklaşmışlardı; bir miktar dinlenmesi için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), yeniden orduya istirahat emri verdi. Tabii olarak Aişe Validemizin bindiği deve de durdurulmuş, hevdeci çözülerek yere indirilmişti. Buraya kadar her şey normaldi.
İnsanlar yeteri kadar dinlenip de hareket için seslenildiği sırada Aişe Annemiz, ihtiyacını gidermek için uzaklaştığı yerde, kız karde¬şinden emaneten aldığı gerdanlığı aramakla meşguldü. Beri tarafta ise ashab, Hz. Aişe’yi içinde zannederek hevdeci kaldırmış ve deve¬nin üzerine bağlayarak çoktan yola çıkınışlardı.
Aişe Validemiz geri geldiğinde orada kimse kalmamıştı; etra¬fına seslenmeye başladı ama ortada, ne sesini duyacak birisi ne de cevap veren bir ses vardı. İşin garip tarafı da, kaybettiği gerdanlık oracıkta duruyordu.
Başka bir alternatifi yoktu; sıkıca örtüsüne bürünerek olduğu yere çömeldi ve farkına vardıkları zaman kendisini almaya gelecek olan ashab-ı kirarnı beklerneye başladı.
Çok geçmemişti ki, Safıiôn İbnii’l-Muattal çıkageldi; o da as¬kerden geri kalmış ve Efendimiz’le birlikte hareket etme fırsatını ka¬çırmıştı. Kendisi gibi geride kalan bir karartının varlığını hissedince yanına doğru ilerlemeye başladı; örtüsü ne bürünüp de olduğu yerde çömelip bekleyen, mü’minlerin annesi Aişe Validemizden başkası değildi. Görür görmez:
– İrma lillah ve inna ileyhi raciün, diye seslenmeye başladı. ‘Re¬sülullah’ın ailesi de burada kalmış!
Kendisinin geride kalmış olmasını anlıyordu ama nasılolur da Allah Resülü’nün hanımı ve mü’minlerin de annesi Aişe Validemiz arkada yalnız bırakılabilirdi! Aklı bir türlü almıyordu. Onun için:
– Allah sana merhamet etsin, dedi önce ve ardından da:
– Seni buralarda kim bırakıp da gitti ki, diyerek devesini yaklaş-
tırdı. Ashab-ı kirarn hazretleri için mü’minlerin annesi, kendi anne¬lerinden de öte bir anneydi;’?? Aişe Validemiz, onun da annesiydi.
Safvan İbnü’l-Muattal’ın gelişi, Aişe Validemiz için de sevinç vesilesi olmuştu; zira yalnız ve tek başına buralarda uzun uzun bek¬lemek zorunda kalmayacak ve henüz hareket etmiş olan orduya kısa sürede yetişerek bu sıkıntıdan kurtulmuş olacaktı.
190 Bkz. Ahzab, 33/6
Hz. Safvan. deve üzerine Aişe Annemizin rahatça binebilmesi için kendisi de geri çekilmiş:
– Buyurun! Deveye binin, diyordu.
Derken Hz. Safvan devenin yularını tuttuğu, Aişe Validemiz de devenin üzerinde olduğu halde yol almaya başladılar. Bir an önce or¬duya yetişebilmek için oldukça hızlı ilerliyorlardı.
Asker ilerliyordu; onlar da ilerliyordu! Henüz mola verip de hevdecin içine muttali olamadıklan için hala Aişe validemizin yok¬luğundan haberdar değillerdi. Tam mola vermişlerdi ki, yedeğinde bir deve ve devenin üzerinde de Hz. Aişe Validemiz olduğu halde Hz. Safvan çıkageldi.
İşte bu, içinde nifak barındıran fırsat avcılannın arayıp da bu¬lamadığı bir manzaraydı; göz göze geldiler ve mü’minlerin annesi Aişe validemize iftira atmaya başladılar. İffet abidesi Aişe Validemi¬ze zina isnad ediyor ve böylelikle Resülullah’a dolaylı yoldan saldır¬mayı planlıyorlar; fiskos yaparak bunu gizliden gizliye yaygınlaştır¬maya çalışıyor, böylelikle mü’minler arasında yeni bir iftirak daha çıkarmak istiyorlardı. Herkes kendi karakterinin gereğini yerine ge¬tiriyordu. Sistemli bir iftiraydı bu ve Medine’ye gelinceye kadar mü¬nafıklardan duymayan kalmamalı, her tarafta aynı anda konuşula¬rak Müslümanlar şüpheye düşürülmeliydi!
Aişe Validemizin Hastalığı
Beni Mustalık için yola çıkalı tam yirmi sekiz gün olmuştu. Yo¬rucu ve problemlerle dolu bir yolculuk olsa da, neticede şer adına ortaya çıkan bir çıban daha ortadan kaldırılmış, insanlığın emniyeti adına önemli adımlar atılarak geri dönülmüştü. Medine’ye dönüp de sefer hali sona erince, bir aylık meşakkate zayıfbedeni tahammül edemeyen Aişe Validemiz rahatsızlanmış ve istirahate çekilmişti. Olup bitenlerden ve hakkında çıkanlan söy¬lentilerden haberi yoktu. Halbuki beri tarafta münafıklar, sistemli kampanyalarını olanca hızıyla devam ettirip duruyorlardı. İftirala¬rının haberini Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Ebu Bekir ai¬lesi de duymuş, derin bir hüzne bürünmüşlerdi. Resülullah’ın na¬musuna dil uzatılıyor ve insanlığın iffet timsali Aişe Annemize iftira atılıyordu!
Gerçi ne Allah Resülü, ne de Ebu Bekir ailesi, böyle bir iftira¬nın varlığından Aişe Validemize bir kelime de olsa bahsetti. Ancak basiret ve feraset sahibi Hz. Aişe, ortada bir sıkıntının varlığını his¬setmişti. Allah Resülii’niin hareketlerindeki farklılığı anlamaya çalı¬şıyordu. Zira hastaydı ama daha önceki hastalıklarında olduğu gibi Resülullah kendisine o kadar yakın durmuyordu.
Nihayet Aişe Validemiz izin alarak anne ve babasının yanına gi¬decek, yirmi gün boyunca burada tedavi görecekti. Hakkında kopa¬rılan fırtınaları da bir vesileyle bu sırada duymuştu.
Konuyu annesine açacaktı; meğer o da haberdardı olanlardan!
Gelişmelerden haberi vardı ama onun gibi birisinin benzeri iftirala¬ra maruz kalabileceğini bilen bir kadındı ve kızını teselli etmeye ça¬lıştı. Ancak iftiranın boyutu, teselli ile meselenin geçiştirilemeyeceği kadar büyüktü; gözüne uyku girmez olmuştu Aişe Validemizin!
Her ne kadar söylenilenlere inanmasa da, Efendiler Efendisi ıneseleyi ashabıyla istişare ederek onların da fikrini almak istiyor, böylelikle toplumun nabzını tutmayı arzu ediyordu. Her şeye rağ¬men çıkarılmak istenen fırtınalara ashab da inanmamış, iftira top¬lumda tutmamıştı.
Buna rağmen sıkıntılı günler yaşanıyor, herkesi tatmin edecek kesin hüküm için Allah’u Teala’mn vahyi bekleniyordu. Gözlerin Efendiler Efendisinde olduğu, kulakların O’nun Rabb’inden gelecek haberi beklediği birgün, Efendiler Efendisi yüzünde hüznün yerini alan tebessüm, müjdeli haberi vermek üzere Ebu Bekir ailesinin ya¬nına gitti. Önce Aişe Validemize seslendi:
– Müjdeler olsun ey Aişe! Allah (celle celaluhü), senin temiz ve beri olduğunu bildiren bir ayet indirdi!
Bütün sıkıntılar geride kalmış ve Aişe Validemizin beraati biz¬zat Alemlerin Rabbi tarafından verilmişti! Nur suresinin bir kısım ayetleri gelmişti; çıktı dışarıya ve gelen ayetleri ashabıyla da paylaştı Allah Resfılii (sallallahu aleyhi ve sellem). Ayetler, bu iftirayı çıkaranların küçük bir grup olduğunu ortaya koyuyor ve aslında bu türlü olum¬suzlukların da netice itibariyle hayırlara vesile olacağını anlatıyordu. Aynı zamanda ayetler, böyle bir durumla karşı karşıya kalınca mü’¬minIerin:
– Haşa, bu besbelli bir iftiradan başka bir şey değildir, deme¬leri gerektiğini söylüyor ve olumsuzluklar karşısında tavır belirle¬mek gerektiğini emrediyordu.
.Ayetler gelip de safları netleştirince ve aynı zamanda hangi gruba nasıl muamele yapılması gerektiğini bütün açıklığıyla ortaya koyunca Allah Resülii, münafıkların propagandasına kapılarak aynı şeyleri söyleyen ashabdan bazılarını cezalandırdı. Zira mü’min, elde geçerli bir delil ve olaya şahit olan insanların olmadığı yerde önüne konulan bu türlü tuzaklara kapılmamalı ve iffetli kimselere dil uzatmamalıydı. Zaten konuyla ilgili olarak gelen ayetlerde bu husus zikredilmiş, böyle yanlış bir rüzgüra kapılanların, yaptıkları¬nın yanlarına kalmaması ve mutlaka cezalandırılmaları gerektiğini ifade etmişti. Resülullah da bu emri uyguluyordu. Aksi halde her¬kes, bir diğeri hakkında bir şeyler üretir ve toplum içindeki ahenk bozulurdu.
Fitnenin merkezinde bulunan ve durumu ahirete bırakılan Ab¬dullah İbn Übeyy İbn Selül ise, bütün olup bitenlere rağmen aynı pişkinlikle yoluna devam ediyordu. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), fitneyi çıkaranları çok iyi bildiği halde o gün bunları cezalan¬dırmamış, onlara .Adil-i Mutlak olana havale etmişti. Çünkü gelen ayette onlar için Allah (celle celaluhü), ahirette büyük bir azap hazır¬ladığını anlatıyor, o işin Zatina bırakılması gerektiğini ifade ediyor¬du.
191 Bkz. Nur, 24/11 vd.
Haris İbn Ebi Dırar’ın Gelişi
Medine’ye saldırıp da Efendimiz ve Müslümanların kökünü kesme hayalleri kurarken aniden karşısında Allah Resülü ve İslam askerlerini görerek perişan olan ve itibarını kaybettiği yetmiyormuş gibi bir de mamelek adına varlığını yitiren Haris İbn Ebi Dırar, kızı Hz. Cüveyriye’yi esaretten kurtarmak için yedeğine aldığı develeriyle birlikte Medine’nin yolunu tutmuştu. Maksadı, ne kadar deve isteni¬yorsa onları vermek ve kızını alıp geri dönmekti. Nihayet Akik vadi¬sine geldiğinde, bunun için yanına aldığı develerine yeniden bakmaya başladı; içi gidiyordu ve onlardan ikisini bir kenara ayırarak Akik vadisinde bir yere gizledi. Yanında götürdüğü diğer develeri verip de kızını geri almayı, dönerken de bu develerine tekrar kavuşup mem¬leketine onlar üzerinde dönmeyi planlıyordu.
Nihayet Allah Resülii’nün yanına kadar geldi ve:
– Ya Muhammed, diye seslendi. Sizler benim kızımı esir aldı¬nız; işte onun fidyesi!
Efendiler Efendisi (sallallalıu aleylıi ve sellern), bir ay öncesine kadar ne hayaller kuran Haris’in bu halde gelişine acıdı ve kızını hürriyete kavuşturmaya mukabil kendisine takdim ettiği develere baktı önce ve ardından da:
– Peki, Akik vadisinde falan kuytu yere gizleyip de sakladığın iki deve nerede, diye sordu.
Nutku tutulmuştu Haris’in. Onları saklarken yanında kimsecik¬ler yoktu. Peki, öyleyse bu develerin varlığını Muhammedü’l-Emin nasıl bilebiliyordu? Yok, yok. .. Bu, bir beşerin bilebileceği bir mese¬le değildi; demek ki Muhammedii’l-Emin, gerçekten vahiyle hareket ediyordu ve kısacık zamana sığıştırdığı birçok sorunun ardından:
– Ben de şehadet ediyorum ki Sen, Resülullah’sın, dedi. Garip şeyler oluyordu; daha düne kadar Allah Resülü’ne meydan okuyan Haris, şimdi gelmiş Efendimiz’in Resülullah olduğunu ikrar ediyor¬du! Zaman ne büyük müfessirdi; demek ki, dün problem gibi duran nice mesele zamanı gelince çözülecek ve dişler sıkılıp da sabır kuv¬vetine dayanınca nice problemler kendiliğinden hallediliverecekti!
Haris’in ikrarı bununla sınırlı değildi ve daha sonra da:
– O iki deveye karşı içimde bir istek doğmuştu; ancak buna, Al¬lah’tan başka kimse muttali olmamıştı, deyip huzur-u risalette Müs¬lüman oldu. Ukbasını kaybetmek üzereyken dünyası da zindan ol¬muştu neredeyse ama şimdi, çok yönlü bir kazanç elde ederek geri dönüyordu.
Beni Lihyan Gazvesi
Kur’an öğretmek için yola çıktıkları sırada kendilerine tuzak ku¬rularak şehit edilen .Asım İbn Sôbit ve Hubeyb İbn Adiy gibi ashab¬ı kirama duyulan üzüntü hala canlı duruyordu; Allah’ın adını an¬latmaktan başka hedefleri olmayan bu insanlara tuzak kurulmuş ve hunharca hayatlarına kastedilmişti. Hak ve adaletin yerini bulması gerekiyordu; zira Resülullah (sal1al1ahu aleyhi ve sellern), sadece insan¬ların kalbine hitap eden bir lider değil, aynı zamanda dünyevi işleri de organize eden bir otoriteyti. Zulme ‘dur’ denilmezse başka zalim¬lerin de ortaya çıkması muhtemeldi ve Raci’de onları katleden Beni Lihyan ve Beni Hüzeyl kabilelerinin yaptıkları bu zulmün yerde kal¬maması için Allah Resülii, ashabından iki yüz kişiyle birlikte Usfôn tarafına sefer düzenleyecekti. Gidilecek ve Beni Lihyarı’ın durumuna bakılacaktı; şayet hala kin ve nefretleriyle birlikte hareket ediyorlar¬sa hadleri bildirilecek, karşı çıkma cesareti bulamazlarsa da en azın¬dan İslam’ın otoritesi kabullendirilerek geri dönülecekti.
Medine’ de yine Abdullah İbn Ümmi Mektiim bırakılmıştı, Efen¬dimiz, yine hedefini gizli tutuyordu; onun için Cürüj tarafına yöneldi ve sırasıyla Gurôb, Mahis, Betrii, Yeyn, Suhayratü’s-Sümô.m, Seıj-yô.le giizergahını takip ederek, ashab-ı kiramın şehit edildiği Usjô.n’a beş mil mesafedeki Gurô.n vadisine geldi.
Resülullah’ın ashabıyla birlikte yam başlarına kadar geldiğini gören Beni Lihyan’ın yapabileceği hiçbir şey yoktu; başlarına nele¬rin geleceğini anlamış ve bundan sonra Hicaz’ da tek otoritenin Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) olduğunu anlamakta gecikmemişler¬di. Yapabilecekleri tek şey vardı ve onlar da çareyi, dağ başlarına kaçmakta buldular.
Burada iki gün kalan Allah Resfılü (sallal1ahu aleyhi ve sellern), orta¬lıkta kimsenin olmaması üzerine ashabım gruplara ayırdı ve onları farklı istikametlere doğru göndermeye başladı. Seriyyelerin de kar-şısına çıkan olmamıştı. Ashabına döndü ve:
– Şayet biz Usfan’a inersek, Mekkeliler bizim Mekke’ye geldiği¬mizi samrlar, buyurdu. Belli ki, buraya kadar gelmişken bir mesaj da Kureyş’e vermek istiyordu.
Daha sonra da, hareket emri vererek ashabıyla birlikte, asha¬bının şehit edildiği Usjô.n’a yöneldi. Vefa insamydı ve Usfan’a gelir gelmez, burada şehit edilen ashabı için dua etmeye başladı; Allah’a yönelmiş, onlar için O’ndan rahmet diliyordu.
Sonra da, Hz. Ebu Bekir’in başkanlığında on kişilik bir süvari birliğini Mekke tarafına gönderdi; durumlarım kontrol ettirecek ve aynı zamanda bu hareketiyle Kureyş üzerindeki baskısım da artırmış olacaktı. Kurôiil-Gamime kadar gelmişler ve onlar da kimseyle karşılaşmadan geri dönüyorlardı.
Artık maksat hasıl olmuştu; suçlular, yaptıklarının ağırlık ve pişmanlığı içinde dağlara kaçmak zorunda kalmış, Hicaz’daki ha¬kimiyetin mü’minlere ait olduğu kesin olarak tescil edilmiş, Allah Resülü’nün otoritesi de herkes tarafından kabullenilmişti. Artık geri dönülebilirdi ve Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de:
– Bizler, Allah’a dönmeyi ana hedefhaline getirmiş kimseleriz; inşallah Rabbimize tevbe ile teveccüh eder ve sürekli hamd ile iki büklüm olur, kulluğumuzda sadece O’na yöneliriz. Sefer yorgunlu-ğundarı, dönüş üzüntüsünden ve mal mülk ile aile içindeki kötü akı¬betten Allah’a sığınınz. Allah’ım! Bizi, mağfiret ve rızana ulaştıracak şekilde selamete ulaştır, diyerek, on dört gündür ayrı kaldığı Medine istikametine doğru hareket etti.
YENİ BİR SALDIRI VE HENDEK
Yaklaşık bir yıldır Hicaz’ da sulh ve sükün hakimdi; etrafta küçük çapta birileri hareketlenmeye başlamış olsa bile Allah Resülü’nün fe¬raset ve basiretiyle bunlar zamanında sezilmiş, kolluk kuvvetlerinin yerinde müdahalesi sonucu hepsi de etkisiz hale getirilmişti. Ancak bu, aynı ortamın devam edeceği anlamına gelmiyordu.
Selam İbn Ebi’l-Hukayk, Huyeyy İbn Ahtab, Kinane İbn Ebi’l¬Hukayk, Hevze İbn Kays ve EbU Amir gibi ileri gelen yirmi kadar Yahudi, kendi aralarında oturmuş yine kazan kaynatıyorlardı. Çok geçmeden bu ekip, soluğu Mekke’de almış ve Resülullah’a karşı Ku¬reyş’i kışkırtmaya başlamıştı. Şöyle diyorlardı:
– Muhammedle savaşta biz sizinle birlikteyiz ve omuz omuza verip O’nun kökünü kazıyalım!
Teklif Kureyş’in hoşuna gitmişti; zaten böyle bir tepkiyi yıllar¬dır onlardan bekliyorlardı. Hatta kaç defa mektup yazmışlardı ama bir türlü taleplerine cevap bulamamışlardı. Şimdi kendileri gelmiş, yıllardır arzu ettikleri teklifi bizzat kendileri talep ediyorlardı. Ebu Süfyan:
– Merhaba dostlarım! Hoş geldiniz! Bizim için en sevimli kişi, Muhammed’e düşmanlık konusunda bizimle birlikte hareket edip bize yardımcı olandır, diyordu. İçlerinden bir türlü atamadıkları Be¬dir’in intikamını almak için zaten fırsat kolluyorlardı.
Kureyş, Uhud sonrası meydan okuyarak “Buluşalım” dediği ikinci Bedir’ e de gelememiş ve bu korkak tavrıyla dostları tarafından büyük tepkiyle karşılanmıştı. Şecaat ve kahramanlıklarındaki zaaf dilden dile konuşuluyor, gösterdikleri zaaf sebebiyle haklarında ileri geri laflar ediliyordu. En azından şimdi, sarsılan itibarlarını yeniden elde etme imkanları vardı; üstelik şimdi, Medine’deki Yahudiler de kendileriyle birlikte hareket etme sözü veriyorlardı. Birlikte hareket etmek iki taraf için de bulunmaz fırsattı, toplanacakları zamanı da aralarında anlaşarak ayrıldılar.
Bunun üzerine Ebu Süfyan, Kureyş’in her bir kolundan belli başlı kişileri seçerek toplam elli kişiyle birlikte Kabe’ye geldi ve Kabe örtüsünün altına girerek, kanlarının son damlasına kadar savaşa-caklarına dair yemin üzerine yeminler etti.
Kureyş’ten ayrılan Yahudi topluluğu, bu sefer de soluğu Gata¬jan’da almış aynı teklifi onlara da yapıyordu. Hayber’in yıllık geli¬rinin yarısını kendilerine vereceklerini söylüyor ve Medine’ye sal-dırmaları durumunda kendilerini dünya malıyla zengin edeceklerini vadediyorlardı. Aynı zamanda Kureyş’in de kendileriyle birlikte sa¬vaşacağını haber verip, herkesin birlikte olduğu yerde sizler de bu-lunmalısınız mesajını iletiyorlardı; onlar da kabul etmişti.
Dur durak bilmeden bir tezgah kuruluyordu. Kısa sürede Beni Süleym’e de gitmiş ve onları da ikna etmişlerdi. Bu gidiş, dikiş tu¬tacak gibiydi ve sırasıyla bütün Arap kabilelerini dolaşmaya başla¬dılar. Anlaştıkları her kabileye tarih veriyorlar ve o zamana kadar hazır olmalarını istiyorlardı. Neredeyse bütün kabileleri Allah Resü¬Iii ve mü’ mirıl ere karşı savaşmaya ikna etmişlerdi. Bunun için Hen¬dek Savaşı’na, kabilelerden toplama bir ordu olması yönüyle aynı zamanda Ahzô.b da denilecekti.
Derken zaman gelmişti ve son vuruş için ilk hamle yapılmak üzereydi. Takvimler beşinci yılın Şevval ayını gösteriyordu. Daru’n¬nedve denilen istişare meclislerinde sancak bağlayıp onu Osmô.n İbn Talha’ya verdiler. Artık her şey tamamdı ve Ebu Süfyan ku¬mandasındaki dört bin kişilik Mekke ordusu hareket etmiş, Medi¬ne’ye doğru yol alıyordu. Ordu içinde üç yüz at, bin beş yüz de deve vardı.
Bunu duyan kabileler de harekete geçmiş ve akın akın gelip Ebu Süfyan ordusuna katılmaya başlamıştı; Beni Süleym yedi yüz, Beni Fezôro. bin, Eşca’ kabilesi dört yüz, Beni Miirre de dört yüz kişilik bir destek ile Ebu Siifyan’a destek çıkıyor ve Medine istikametinde yürüyen orduya katılıyordu. Çok geçmeden bu sayı, on bini bulacak¬tı. Neredeyse Medine’de bulunan ihtiyar, kadın ve çocuklar da dahil herkese bir asker düşüyordu.
Yine geliyorlardı; kendilerini şerre kilitlemiş bu adamların us¬lanmaya niyetleri yoktu. Halbuki Medine ve Medenilerin onlara ne zararı vardı? Ancak küfrün mantığı yoktu ki! Öldürmeye kilitlenmiş ve beyinleri de kin ve nefretin esiri olmuştu. Ufukları sığ, dimağları da donuktu; kendi karakterlerinin gereğini yerine getiriyorlardı.
Fark Edilen Tehlike ve Ashabla İstişare
Beri tarafta Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Mekke’ye giden Yahudi cemaatinin, kabile kabile dolaşarak herkesi kendi aleyhine nasıl kışkırttırttığını yakından takip ediyordu. Mekke’deki her ha¬reket O’nun istihbarat ağına düşüyor ve O da, atacağı adımları bu bilgilere bina ediyordu. Daha Ebu Süfyan Mekke’den çıkmadan dört gün önce yola onun çıkacağının haberini almış ve konuyu ashabıyla istişareye açmıştı. Her ne kadar savaşmayı istemese de, Kureyş top¬lanmış yine savaşmak için geliyordu; bu musibeti de hafif atlatma¬nın bir yolu bulunmalıydı.
Nasıl bir strateji ortaya konulması gerektiğini sordu ashabına teker teker. Medine’de kalıp düşmanı sokaklar arasında dağıtarak zayıf düşürmenin mi, yoksa Medine dışına çıkıp göğüs göğüse çarpı¬şarak geri püskürtmenin mi daha uygun olacağını soruyordu onlara. Zihinlerde Uhud öncesi yapılan istişare hala canlılığını muhafaza et¬tiği için meseleye ihtiyatla yaklaşıyorlardı.
Herkes, eteğindekini döktü ortaya; konuşulanların hepsi de risk içeriyordu. Nihayet Selmatı-ı Ftlrİsi’nin sesi duyuldu mecliste:
– Ya Resülullah, dedi. Fars topraklarında biz, atlılar tarafından baskın endişesi yaşadığımızda etrafımıza hendek kazar ve öylece ko¬runurduk!
Allah Resülü’nün beklediği bir teklifti bu; ashab da bu tekliften hoşlanmıştı ve bir müddet üzerinde konuşulduktan sonra bu teklif kabuledildi.
Karar verilmişti ama meselenin ciddiyeti iyi anlaşılmazsa iste¬nilen netice alınamazdı. Bunun için Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), sabırla işe koyulup takva ile şahlanıldığında nusret ve ina¬yetin kendileriyle birlikte olacağının müjdesini verdi onlara. Şimdi sıra, Medine’yi koruyacak hendeği kazmaya gelmişti. Şakası yoktu; Mekke, çevresindeki bütün kabilelerle birlikte Medine’yi hedef almış geliyordu.
Ashabıyla birlikte Sel’ dağının bulunduğu yere geldi ve otağı¬nı kuracağı yeri tespit etti. Ardından da hendeğin yeri tespit edildi; Medine’nin etrafı dağlarla çevrili olduğu için düşman, ancak kuzey taraftan gelebilirdi ve hendek de buraya kazılacaktı. Önce, Şeyheyn kalelerinden Mezad’a kadar olan bölgeye bir hat çizildi. Sel’ dağı ar¬kaya alınıyordu. Daha sonra Mezad’dan başlayarakZübô.b ve Rôtic’e kadar olan mekan, ashab arasında paylaştırıldı; ashabını onar kişilik gruplara ayırmış ve kazılacak alan olarak herkese kırk zira’ mesafe diişmüştii. Küçük gruplar da kendi arasında organizeli çalışacaktı; çünkü Muhacirlere, Rôtic ile Zübô.b arası; Erisar da Ziibôb ile Ebu. Ubeyde dağının arası paylaştırılmıştı.
Erisar ile Muhacirin, Selman-ı Farisi konusunda anlaşamamış¬tl; her iki grup da:
– Selman bizdendir, deyip onun kendilerinden olması gerek¬tiğini savunuyor ve kazma işinde de kendilerine yardımcı olmasını talep ediyordu. Çünkü o, güçlü bir yapıya sahipti. Durumun farkına varan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Selman, Ehl-i Beyttendir, buyuracak ve böylelikle meseleyi tatlıya bağlayacaktı.
Zamana karşı yarışıyorIardı; herkes kendi payına düşen yeri ka¬zacak ve Mekke ordusu gelmeden bu iş bitirilmiş olacaktı. Hiç vakit kaybetmeden kazma işine koyulmuşlar ve Resülullah da aynı gün kazma sallamaya başlamıştı. Sırtında toprak taşıyordu. Öyle ki üzeri toz toprak içinde kalmıştı. Hatta bu iş için emanet olarak Beni Ku¬rayza Yahudilerinden kazma, kürek ve kazı işinde kullanılabilecek başka malzemeler de alınmıştı.
Belli başlı kişiler, o gün de yan çizmişlerdi. İkna edici olmasa da kendilerince bahaneler uyduruyorlardı. Şu bir gerçek ki ashab-ı kiram, zaten bu adamları yok sayıyor ve böylesine hayırlı bir işe el atmalarını da beklemiyordu. Onların sıvışıp gitmeleri de gerçi göz¬den kaçmayacak ve kıyamete kadar okunan birer ayet olarak Allah Resülü’ne bildirilecekti.v”
Onlar yan çizedursun, daha ergenlik çağına bile gelmeyen ço¬cuklar, gelip Allah Resı1lü’yle birlikte hendek kazma işine kendileri¬ni vermiş, birbirleriyle yarışır olrnuşlardı.w’
Bizzat kazma sallayıp kürek kullanan Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellern), yeri geldiğinde ashabına eliyle süt dağıtıyor, zaman zaman da onların morallerini yüksek tutmak için yüksek sesle seci tutturuyordu. Kendisi de hendek kazma işinde çalışan Cuayl İbn Sܬrôka isminde birisinin şiirini okuyan ashaba Allah Resı1lü de katılı¬yordu; önce Cuayl’in ismini Amr diye değiştirecek ve ardından da ashabın:
– Bundan böyle Cuayl’i değiştirdi Amr ile,
Bugün o, düşkünler için yegane destektir, şeklindeki ifadelerine:
– Yegane destektir, diyerek kendisi de katılacak, redif tuttura¬caktı,
Sanki üzerlerine gelen on bin kişilik bir ordu yokmuşçasına bir neşe içinde kazım işlemine devam ediyorlardı. Bir aralık durup da ashabının iştiyakla çalışmalarını seyre dalan Allah Resı1lü, duygu-lanacakve:
– Allah’ım! Ahiret yurdundan başka yaşanılacak mekan yoktur; Sen, Ensar ve Muhacirini affınla kucaklayıp onlara mağfiret et, diye dua edecekti. İşlerine o kadar kilitlenmişlerdi ki, yorulmak nedir bil¬miyorlardı. Bir taraftan da:
– Bizler ki, hayatta kaldığırniz sürece cihad sözü vererek Mu¬hammed’e biat etmişiz, diyor ve böylelikle ana hedeflerinden zerre kadar şaşmadıklarını sözleriyle de ifade ediyorlardı.
192 Bkz. Nur, 24/63
193 Abdullah İbn Ömer, Zeyd İbn Sabit, EbU Said el-Hudri ve Berd İbn Azib, o gün Allah Resülü’yle birlikte hendekte kazma sallayan çocuklardı ve her biri de on beş ya¬şında idiler. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/454; Salihi, Sübülü’l-Hüdii ve’r-Reşad, 4/37ı
Var güçleriyle çalışıyorlardı ama hendek, öyle birkaç günde bi¬tecek gibi de gözükmüyordu. Elde avuçta da bir şey kalmamıştı; çoğunlukla arpa unu yağla karıştınlır ve insanlar, karınıarını doyurmak için boğazdan geçerken gırtlakta düğümlenen bu karışımı yerlerdi. Ortaya çıkan ağır kokuya rağmen hallerinde şikayet emaresi görün¬müyor ve büyük bir iştiyakla kazma sallıyor, adeta bu halleriyle. ba-şarıya ulaşmak için her zaman eldeki imkanların mükemmel olma¬sını beklemek gerekınediğini fiilen göstermiş oluyorlardı.
Gönüller müşterek atıyordu; başlarında imamları, işe o kadar kilitlenmişlerdi ki, zaruri ihtiyaçlarını gidermek için bile gelip Resü¬lullah’tan izin istiyor; ihtiyaçlarını giderdikten sonra da gelip tekrnil vererek yeniden işe koyuluyorlardı.
Sabah namazıyla başladıkları kazı işine akşam vaktine kadar devam ediyor ve geceleri istirahat için evlerine gidiyorlardı. Belli ki, hendek bitineeye kadar Medine, sabah ve akşam Sel’ dağı çevresine her gün gidip gelecekti.
Her günün neşesi bir öncekinden daha farklıydı; dillerinde te¬rennüm ettikleri ifadeleri her defasında değiştiriyor ve değiştirdikçe de ayrı bir iştiyakla kazma ve küreklere sarılıyorlardı. Mübarek alın-larında biriken terleri silerken İbn Revaha’nın şu şiirini terennüm ettiği duyuluyordu:
– Allah’a yemin olsun ki şayet O olmasaydı bizler, ne hidayetle şereflenebilir, ne tasadduktan haberdar olur, ne de namaz kılabilir¬dik.
Allah’ım! Ne olur Sen, üzerimize sekine ve iç huzuru indir; düş¬manla da karşılaştığımızda ayaklarımızı sabit kıl ve kaydırma onla¬rı …
Müşrikler, birlik olmuş azgınlık ve taşkınlıkla üzerimize doğru geliyor; eğer bununla bir fitne çıkarmayı planlıyorlarsa karşılarında bizi bulurlar …
Bunları söyledikten sonra, sesini de yükselterek:
– Karşılarında bizi bulurlar, cümlesini tekrarlayıp duruyordu. Sanki karınca yuvasını andıran bir manzara vardı Sel’ dağının dört bir yanında … Bir farkla ki, her bir gruptan neşideler yükseliyor ve koşuşturmalara karışan bu neşidelerle meydan bayram yerini an¬dınyordu. Bir başka seferinde de Allah Resülii’niin, bir taraftan hen¬değe kazma vururken diğer yandan da şu beyitleri terennüm ettiği duyulacaktı:
– Allah’ın adıyla başlarım ki, hep birlikte biz, O’nunla doğru yolu bulduk,
Zaten, O’ndan başkasının peşinden gitmiş olsaydık, bugün ha¬limiz perişandı…
Rabbimiz olarak O, ne güzeldir ve din olarak da dinimiz ne muhteşemdir!
Cemaatine imam olarak Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sel¬lem), kendini o kadar bu işe vermişti ki, zaman oluyor kazma ile hen¬dek kazıyor, yeri geliyor sırtıyla toprak taşıyor ve bazen de eline aldığı kürekle toprak atıyordu. Bir aralık o kadar yoıulmuştu ki, bir kenara çekilip azıcık oturup dinlenmeyi denedi. Üzerine oturup da dinlene¬ceği bir minder bile yoktu ve yanağını bir taşın üstüne koymuştu; taşı kendine yastık yapmıştı! O kadar yorgundu ki, yastığı taş olsa da ba¬şını koyar koymaz uyuyuverecekti! Bu durum, Hz. Ebu Bekir’le Hz. Ömer’in gözünden kaçmamıştı; hemen baş ucuna geldiler ve insanla¬rı uzaklaştırarak bir miktar dinlenebilmesi için etrafın sessiz olması için gürültü yapılmamasını istediler. AncakAllah Resülü’nün uykusu uzun değildi ve çok geçmeden yerinden sıçrayarak uyanıverdi:
– Beni niye uyandırmadınız? Daha önce uyandırsaydınız ya, dedi ve yeniden kazmayı eline alarak hendek kazma işine başladı. Bir taraftan da ashabı için dua ediyor, başlarına bu sıkıntıları açan¬ları da Allah’a havale ediyordu:
– Allah’ım! Ahiret yurdundan başka yaşanılacak mekan yoktur.
Sen, Ensar ve Muhacirin’e rahmet edip affınla muamele et. Allah’ım! Adal ve Kare’nin hakkından Sen gel;
Çünkü bu taşları taşımaya Beni onlar zorladılar!
O günlerde Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer, ortaya çıkan toprağı dışarı boşaltmak için kum torbası bulamadıklarından zaman zaman elbiselerinin içini toprakla dolduruyor ve Mekke’ den bu yana hep beraber yürüyen iki arkadaş olarak burada da omuz omuza çalışı¬yorlardı.
Belli başlı hanım sahabilerle birlikte ezvac-ı tahirat arasından Hz. Aişe, Ümmü Seleme ve Zeyneb Binti Cahş gibi annelerimiz de aralarında nöbetleşe hendeğin bulunduğu yere geliyor ve insanlara su taşıyıp Resülullah’a hizmet ediyorlardı.
Sert Kaya ve İstikbale Açılan Pencereler
Bir, iki, üç derken her geçen gün zorlaşan şartlara rağmen kazım işi devam ediyordu. Derine indikçe büyük kayalarla karşılaşılıyor ve bunları kırmak büyük maharet gerektiriyordu. Hz. Selman ile Hz. Ömer’in karşısına da böyle bir kaya çıkmıştı; var güçleriyle vurma¬lanna rağmen ellerindeki malzeme parçalanmıştı ama kayalar oldu¬ğu gibi yerinde duruyordu! Üstesinden gelemeyeceklerini anlayın¬ca durumdan Allah Resülü’nü haberdar ettiler. Bu sırada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), Türk yapımı bir çadırda dinlenmekteydi:
– Hemen geliyorum, dedi ve kayanın olduğu yere doğru ilerle¬meye başladı. Biraz dikkatle O’na bakanlar, açlığını hissettirmernesi için karrıına taş bağladığını görebiliyorlardı; çünkü üç gündür ağız-lanndan bir lokma geçmemişti. Geldi kayanın yanına ve önce bir kap su istedi; eline aldığı kabın içine hafifçe tükürdü ve ardından da elle¬rini açıp dua etmeye başladı. Duasını bitirir bitirmez de, elindeki kabı kayanın üzerine boşaltmaya başladı; sanki o sert kaya, yumuşak bir toprağa dönüşüyordu! Sonra da Hz. Selman’dan balyozu aldı ve:
– Bismillah, diyerek vurmaya başladı. Daha ilk vuruşta kaya¬nın üçte biri kopmuş, koparken de darbenin indiği yerden büyük bir kıvılcım çıkmıştı. Ancak bu kıvılcım, sıradan bir kıvılcım değildi; sanki Yemen tarafından büyük bir ateş çıkmış ve gecenin karanlığın¬da etrafını aydınlatan güçlü bir lamba gibi Medine’nin bütününü ay¬dınlatıyordu. Herkes pürdikkat gelişmeleri seyre durmuştu. Bunun üzerine önce, ‘Allah u Ekber’ diyerek tekbir getiren Allah Resülü, ar¬dından şunları söyledi:
– Bana Yemen tarafının anahtarları verildi; şu anda bulundu¬ğum yerden Ben, köpek dişleri gibi sıralanmış San’an’ın kapılarını görmekteyim.
Ardından elindeki balyozu ikinci kez kayanın üzerine indir¬di; yine üçte biri kopmuş ve balyozun indiği yerden büyük bir ışık çıkmıştı. Bu seferki aydınlık Rum diyarından geliyordu; Medine’yi aydınlatan büyük bir ışıktı. Bunun üzerine bir tekbir daha getiren Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Şam taraflarının anahtarlan Bana verildi; valIahi şu anda Ben, bulunduğum şu yerden Şam’ın kızıl saraylarını görmekteyim, buyurdu.
Ashab-ı kirarn hazretlerinin merakı bir kat daha artmıştı; sanki Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), kapılarına kadar dayanan Ahzab ordusunu bir kenara koymuş ve gelecekten araladığı perdeler ara¬sından kendilerine, yarın olacaklarla ilgili yeni haberler veriyordu. Belli ki bu haberlerin arkası gelecekti.
Sonra Allah Resülü, elindeki balyozla kayanın kalan parçasına bir darbe daha indirdi; bu sefer kaya bütünüyle parçalanmış ve tuz gibi olmuştu. Balyozun indiği yerden yine kıvılcım çıkmış ve bu dar-benin etkisiyle Fars taraflarında kendini gösteren büyük bir aydın¬lık belirivermişti; gecenin zifiri karanlığında Medine’yi aydınlatan büyük bir lamba gibiydi. Bunun üzerine Efendiler Efendisi:
– Bana, Fars diyarının anahtarları da verildi, buyurdu. Vallahi de şu anda Ben, bulunduğum şu yerden Hire’nin saraylarıyla Kis¬rd’nın şehirlerini köpek dişleri gibi sıralanmış olarak görmekteyim! Bana Cibril haber veriyor ki ümmetim, buralara hakim olacaktır; öy¬leyse sizler, yarınki zaferin müjdesiyle bugünden sevinin!
Resülullah’ın verdiği müjdeler, kazım işinin bütün yorgunluğu¬nu unutturmuştu. Hep birden:
– Elhamdülillah, diyorlardı. Allah’a hamd olsun ki bunlar, ger¬çekleşeceğinde şüphe olmayan doğru vaatlerdir; Resülullah (sallalla¬hu aleyhi ve sellem) bize, bu kadar baskı altında bulunduktan sonra nus¬ret vadediyor!
Bu sırada Allah Resülü, Fars diyarından gelip Medine’ye yerle¬şen Hz. Selman’a dönmüş, Kisra’nın saraylarını anlatıp özellikleri¬ni vasfederek tarif ediyordu. Şaşılacak şeydi; Hz. Selman hayretler içinde kalmıştı. Nasıloluyor da Allah’ın Resülii (sallallahu aleyhi ve sel¬lem) hiç görmediği halde bunları söyleyebiliyor ve söyledikleri de sa¬dece gerçeği ifade edebiliyordu! Dudaklarından şunlar döküldü:
– Evet! Doğru söylüyorsunuz; onların sıfatları aynen ifade etti¬ğiniz gibi ya Resülullahl Ben şehadet ederim ki Sen, Allah’ın Resü¬lü’sünl
Resul-ii Kibriya Hazretlerinin bir müjdesi daha vardı ve Hz. Selman’a dönerek şunları söylemeye başladı:
– Bunlar, Benden sonra Allah’ın nasip edeceği fetihlerdir, ey Selman! Şam, mutlaka fethedilecektir; Hirakl da, krallığının en uç noktasına kadar kaçacaktır! Sizler Şam’a hakim olurken karşınıza çıkan bir başka güç olmayacak! Ve doğu da fethedilecek; Kisrô. öldü¬rülecek ve bundan sonra artık yeni bir Kisra da olmayacak! 194
Her birisi, başlı başına bir ufuktu bunların ve o günden bu so¬nuçları görmenin imkanı yoktu. Allah’ın Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sel¬lem), hendeğin başında durup ufkunu istikbale yöneltmiş, kışın or-tasında bahar muştuları veriyordu. Ufukta böyle bir fütı1hat varken üç beş kin tüccarının, bir araya gelip de yaptığı kulislerle toplanan çapulcu birliklerin ne önemi olabilirdi ki!
Bu ifadeler, üzerlerine on bin kişilik bir güçle gelenleri gözünde büyütenler için ayrı bir moral kaynağı olmuştu. Şimdi ayaklar daha bir sağlam yere basıyor, sineler daha bir gür inip kalkıyordu.
Herkesin yaklaşımı aynı değildi; münafıklar yine iş başına geç¬miş, Efendimiz’in verdiği müjdeleri dillerine dolamaya çoktan baş¬lamışlardı. Şöyle diyorlardı:
– Muhammed, Yesrib’de durmuş, Hire saraylarıyla Kisra şehir¬lerinin sizin için fethedildiğini gördüğünü söylüyor; halbuki şu anda sizler, açıktan düşmanın karşısına çıkamadığınız için hendek kazı¬yor ve kendinizi gizlemek zorunda kalıyorsunuz!
Çok geçmeden Cibril-i Emin yine gelecek ve onların bu ifadele¬rini deşifre edecekti. 195
Bu kadar samimi gayrete mukabil hendek ehli, ilahi inayerle mukabele görüyordu. O gün Hz. Cabir’in hazırlayıp pişirdiği keçi yavrusuyla ekmek, onar kişilik gruplarla gelen askerlerin hepsine yetecek, Abdullah İbn Revaha için getirilen birkaç hurma bereket¬lenip herkesi doyuracaktı. Benzeri bir bereketi Ümmü Amir’in ge¬tirdiği hurma ezmesi ve Ebı1 Rafi’irı pişirdiği koyunda görecekler¬di.
194 o gün bunlan Allah Resülü’nden dinleyen Selman-ı Farisi, Efendimiz’in o gün müjdesini verdiği bu hususların hepsini daha sonra bizzat gördüğünü anlatacak¬tır. Bir kısmı Hz. Ömer, diğer bir kısmı da Hz. Osman zamanında fethedilmişti. Bu hadislerden hareketle EbU Hureyre de, kıyamete kadar fethedilecek olan yer¬lerin tamamının, daha o günden Allah Resülii’ne bildirildiğini söylemektedir. Bkz. İbn Hişarn, Sire, 4/176; İbn Seyyidinnas, Uyünu’l-Eser, 3/419
195 Bkz. Ahzab, 33/12 Derken, neşide ve kafiyeli sözlerle başlayıp devam eden ve zaman zaman gelen bu türlü ikramlarla şenlenen hendek kazımı tamamlanmak üzereydi. İşini erken bitirenler, geride kalanlara yar¬dım ediyor ve böylelikle düşman önünde yekvücut olduklarını fiilen de göstermiş oluyorlardı. Kazma işlemi tam altı gün sürmüştü ve artık ortada, müşriklerin gelip de önünde duracaklan geniş ve uzun bir engel vardı! Hendeğin kazım işi bittiğinde Mekke ordusu da Me¬dine’ye yaklaşmış, neredeyse Uhud’a dayanmıştı.
Artık savaş kapıya dayanmıştı ve Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellem) de, o ana kadar kazım işinde kendilerine yardımcı olan ço¬cuklarla kadınların geri çekilerek muhkem yerlere dönmeleri emrini verdi.
Saflar Netleşiyor
Medine’ye yine Abdullah İbn Ümmi MektUm’u vekil bırakmış¬tl. Kadınlarla çocuklan daha güvenli olan bölgelere yerleştirmişler, dışandan gelmesi muhtemel saldırılara karşı da etraflanna engeller koyarak tedbir almışlardı.
Yanında üç bin kişilik bir ordu vardı; Muhacirinin sancağını Zeyd İbn Hôrise, Ensarınkini ise Sa’d İbn Ubtide taşıyordu. Hen¬dek’in parolası, “Onlar asla yardım görmeyecekler.” manasında ‘Ha Mim; La Yunsarun’ idi.
Sırtını Sel’ dağına verecek, hendeği de önüne alarak burada te¬yakkuzda bekleyecekti. Hedeflenen yere gelindiğinde buraya Resı1¬lullah (sallallahu aleyhi ve sellem) için bir çadır kuruldu; ashabını bura-dan yönlendirecekti.
İlk İntiba
Bütün hazırlıklar bitmiş ve artık düşmanın geleceği an beklen¬meye başlanmıştı. Çok geçmedi; on bin kişilik Ahzab ordusu, hen¬deği önüne alarak Sel’ dağına sırtını veren ashab-ı kiramın karşısına çıkıverdi; sanki yer gök asker doluydu!
Aslında bu manzara, yüreklere korku salması gereken bir gö¬rüntü arz ediyordu; ancak mü’minler, kendilerine daha önceden haberi verilip de ruhen hazır hale geldiklerinden böyle bir endişe¬ye kapılmayacak, bilakis Allah ve Resı1lü’nün daha önce vadettiği bir hususun yaşanıyor olmasından dolayı imanlan kuvvetlenecekti. Resı1lullah’ın dedikleri yine aynen çıkıyordu! Öyleyse, hendeği kazarken indirdiği balyozun akabinde verdiği müjdeler de tahakkuk edecek ve inananlar, her defasında ayrı bir zafere imza atarak geri döneceklerdi. Aralarında Resülullah olduktan sonra gam ve kederin ne manası olabilirdi ki!
Zihinlerinde, daha önce Cibril-i Emın’in getirdiği mesajlar can¬lanmıştı; getirdiği ayetlerde Yüce Mevla şöyle diyordu:
– Yoksa sizler, sizden öncekilerin başlan na gelen sıkıntı ve çetin badireler sizin de başınıza gelmeden öyle kolayca cennete gidece¬ğinizi mi sanıyorsunuz! Bela ve musibetler onların başından sağa¬nak gibi öylesine yağmış, imtihanlarla öyle sarsılmışlardı ki, niha¬yet başlarındaki Resül ve O’nunla birlikte olan mü’minler, ‘Allah’ıml Yardımın ne zaman?’ diyorlardı. Dikkat edin; Allah’ın yardımı çok yakındırl’?”
İşte şimdi böylesine çetin bir koridora giriyorlar ve başlannda Resülullah’la birlikte, “Allah’ım! Yardımın ne zaman?” diyecekleri bir zemine doğru ilerliyorlardı; ancak ne gamdı ki, içinde bulunduk-lan geminin kaptanı bizzat Allah Resülü’ydii. Şöyle diyorlardı:
– İşte bunlar, Allah’ın bize vaadettiği hususlardır; Allah ve Re¬sülü ne doğru sözlüdür!’??
İlk Şok
Müşriklere gelince onlar, kendilerinden emin ve önceki yenil¬gilerinin de intikamını alacak olmanın hırsıyla gelmiş ve hendeğin kazıldığı yere kadar ulaşmışlardı. O da ne? Önlerinde büyük bir hen¬dek vardı! Şimdiye kadar hiç karşılaşmadıklan bir durumdu bu; ne duymuş ne de görmüşlerdi! Birbirlerine bakıp:
– Bu, daha evvel Arapların başvurmadığı bir hile ve tuzaktır, di¬yorlardı. Aralanndan birisi ileri atıldı ve:
– O’nun arkadaşları arasında Farslı birisi var; bu mutlaka onun başının altından çıkmıştır, dedi.
196 Bakaraa/aıa
197 Bkz. Ahzab, 33/22
Ne umutlarla gelmişlerdi ama şimdi önlerinde, Medine’ye gir¬melerini engelleyen bir hendek vardı. Bunun sadece kendi önlerine gelen kısımda olabileceği düşüncesiyle sağa sola koşturmaya başladılar; sonucu olmayan bir gayretli bu. Çünkü Medine’ye yürüyebile¬cekleri her yer hendekle çevrilmişti.
Daha kılıç bile kullanmadan büyük bir şok yaşıyorlardı; halbuki onlar, hiçbir şey yapmadan on bin insanla Medine’nin bir yanından girip diğer tarafından çıkmayı, Resülullah dahil bütün mü’minleri yok eder edip yeryüzünde bir tane bile mü’min bırakmamayı düşü¬nüyorlardı! Zaten buraya da bunun için gelmişlerdi; gelip Medine’yi istila edecek ve kısa sürede burada taş üstünde taş bırakmamak su-retiyle ellerini sallayarak geri döneceklerdi. Şimdi ise hevesleri kur¬saklannda kalmış, ummadıklan bir sonuçla karşılaşmışlardı! Peki, şimdi ne yapacaklardı?
Uzaktan ok atarak karşı tarafa zayiat verdirmekten ve fırsat kol¬layıp hendeğin zayıf noktalanndan karşı tarafa geçerek ani baskın¬larla maksatlarına ulaşmaktan başka bir seçenekleri kalmamıştı. Hemen yaylarını kaptıkları gibi Müslümanlara ok atmaya başladı¬lar. Böylelikle uzun süreceği belli olan yeni bir süreç daha başlamış oluyordu.
İhanette Son Perde: Beni Kurayza
Mekke’ye kadar gidip de Kureyş’i kışkırtan, sonra da etraftaki kabileleri dolaşarak onlan da işin içine çekmeyi başaran şer şebe¬ke hala iş başındaydı. Bir tarafta bunlar olup biterken diğer yanda sürgün Beni Nadir’in sürgün reisi Huyeyy İbn Ahtab, Medine’deki son Yahudi cemaati Beni Kurayza’mn lideri Ka’b İbn Esed’in kapı¬sını çalıyordu.t?” Ka’b, hicret sonrasında gerçekleşen Medine vesi¬kasına imza atmakla birlikte, Beni Kaunukô. ve Beni Nadir’in başına gelenlerden sonra kavmi adına Resülullah’la yeni bir anlaşma daha yapmış ve güven tazeleyerek sadakatini bildirmişti. Onun için baş¬langıçta kapıdaki sesin Huyeyy İbn Ahtab’a ait olduğunu anlar anla¬maz tepkisini ortaya koyacak ve kapıyı açmayacaktı. Ancak Huyeyy netice almadan gidecek gibi görünmüyordu:
– Yazıklar olsun sana ey Ka’b! Kapıyı aç, diyor ve ısrar ediyordu.
ı98 Beni Nadir ve Beni Kurayza, Harun (aleyhisselamj’ın neslinden gelen iki kabile¬nin adıdır ve Kurayza ve Nadir isminde iki kardeşin neslinden gelmektedir. Bkz. Salihi, Siibülü’l-Hüda ve’r-Reşad, 5/18
Gelişindeki niyeti anlamıştı Ka’b. Hırsının peşine takılıp da kavmi¬nin başına getirdiklerini şimdi de kendi kavmi için sahneye koymaya çalışıyordu. Onun için:
– Esas sana yazıklar olsun, diye mukabelede bulundu içeriden Ka’b. Çünkü sen, uğursuz bir adamsın! Ben, Muhammed ile anlaşma yapıp O’na söz verdim; onu asla bozamam! Çünkü ben O’nda, sada¬kat ve vefadan başka bir şey görmedim!
Bütün bunlar, Huyeyy’in umurunda değildi! Gözünü hırs bü¬rümüş ve kötülükten başka bir şey düşünemiyordu. Şer adına bu kadar büyük bir birlikteliği elde etmişken Beni Kurayza’yı da işin içine katıp kaleyi içeriden fethetmeyi hedefliyordu. Çünkü Muham¬medii’l-Emin ile anlaşmalı olan Beni Kurayza da kendilerine katı¬lır ve içeriden lojistik destek verirse, bu durumda hendeğin oluştur¬duğu engeli de aşmak kolayolur ve böylelikle işi şansa bırakmamış olurlardı. Onun için kapıyı dövmeye devam ediyordu:
– Yazıklar olsun sana; aç şu kapıyı da seninle konuşalım!
İş inada binmişti; Ka’b da en az Huyeyy kadar inatçıydı; onun için:
– Vallahi de ben bunu yapamam, diye seslendi içeriden. Bunun üzerine Huyeyy, konunun mecrasını değiştirerek Ka’b’ı zayıf yerin¬den vurmayı hedefledi:
– Tabii ki bana kapıyı açmazsın; çünkü sen, sofrandaki Ceşişe yemeğine ortak olup da ondan yedirmemek için bunu yapıyorsun!
Huyeyy’in bu sözüne fena bozulmuştu; bir insan, -hele bir lider¬sofrasındaki yemeğe ortak olacağı endişesinden dolayı misafirine kapıyı açmaz mıydı! Burnundan soluyarak gitti ve kapıyı açarak Hu-yeyy’i içeri aldı.
İşlerin yoluna girdiğinden emindi Huyeyy ve hemen söze baş¬ladı:
– Yazıklar olsun sana ey Ka’b! Ben sana, zamanın izzet ve şere¬fini, denizler gibi dalgalanan orduları getirdim; başlarında kuman¬danları ve liderleriyle birlikte Kureyş’i, Rume tarafındaki Mecmaü¬’l-Esyal’de; yine lider ve kumandanlarıyla birlikte Gatajanlıları da Zeneb-i Nakamii ile Uhud’un yanı başında konuşlandırdım! Onların hepsi de, hep beraber Muhammed ve arkadaşlarının köklerini kazıyıncaya kadar buradan ayrılmayacaklarına dair söz verip benimle anlaşma yaptılar!
Bu sözler, Ka’b’ın hoşuna gitse de hala sonuçtan emin değildi ve endişeleri vardı. Daha önce de benzeri şeyler söylenip karşı karşıya gelinmişti ama bütün bunlarda gülen taraf Muhammedü’l-Emin ol¬muştu. Acaba bütün bunlar yeni bir macera mıydı? Onun için ihtiya¬tını devam ettiriyordu. Şunları söyledi Huyeyy’e:
– Vallahi de sen bana, sonucu zillet olandan başka bir şey getir¬memişsin; şimşek çakıp gürleyen ancak bir damla yağmur yağdır¬mayan suyu boşalmış bir bulut gibisin! Yazıklar olsun sana ey Hu¬yeyy! Beni kendi halime bırak; çünkü ben Muhammed’den sadakat ve vefa dışında bir şey görmedim!
İkisi de birbirinden inatçıydı ve taviz vermeye hiç niyetleri yoktu; onun için de aralarındaki konuşma uzayıp gidiyordu. Nihayet yıllardır bugünün rüyasını görüp duran Huyeyy, akla hayale gelme¬dik entrikalarla Ka’b’ı ikna etmeyi başardı.’ İşin sonunda hep birlik¬te kurtulmuş (1) olacaklardı! Ancak Ka’b’ın Huyeyy’e bir şartı vardı; şayet plan başarılı olmaz ve yok etmek için gelen Ahzab ordusu yok olarak geri dönmek zorunda kalırsa, bu durumda kendisini de kale¬lerine alarak kanlarının son damlasına kadar koruyacaklardı! Hu¬yeyy için bu, ihtimal bile değildi ve seve seve kabul ederek Allah Re¬sülü’ne düşmanlık çizgisinde yeniden yolları birleşivermişti. Artık Ka’b İbn Esed, Allah Resülii ile olan anlaşmalarını feshettiğini açık¬tan beyan ediyor ve O’na düşmanlık konusunda Ahzab’la birlikte ha¬reket edeceğini ikrar ediyordu.
Bir anda Medine, Ka’b’ın da Allah Resülü’ne düşmanlık konu¬sunda Huyeyy’le müşterek hareket ettiğinin haberiyle çalkalanmaya başlayıvermişti. Bunu duyan Arnr İbn Su’ da, attıkları adımın kötü so¬nuçlarını hatırlatıp Beni Kurayza’nın ileri gelenlerine vaaz ederek:
– Bari O’na yardım etmeyeceksiniz; hiç olmazsa O’nu, düşman¬larıyla baş başa bırakın, şeklinde nasihatte bulunduysa da adamla¬rın geri adım atmaları mümkün gözükmüyordu.
Ka’b İbn Esed, kendini garanti altına almak için Kureyş ve Ga¬tafan’ dan bazı kimseleri savaş boyunca kendi yanına rehin olarak getirmesini isteyecek ve Huyayy İbn Ahtab da bunu gerçekleştirmek üzere yola çıkacaktı.
Beni Kurayza’nın bu çıkışı, Müslümanlar için Medine’de yeni ve daha tehlikeli bir cephenin daha açıldığı anlamına geliyordu; altı yıl¬dır anlaşmaya sadık kalan Beni Kurayza da ihanet etmiş, Allah Re-sülü’nii arkadan hançerlemek istiyordu! Medine’ye, tam anlamıyla bir gerginlik hakimdi!
Yalnız, aralannda insaflı olanlar da yok değildi; o gün Beni Ku¬rayza’nın arasında Sa’neoğullanndan Esed, Esid ve Sa’lebe kardeş¬ler, liderleri Ka’b İbn Esed’in dümen suyundan gitmeyerek huzura gelip Müslüman olduklannı açıklayacaklardı.
İhanetin Doğruluğunu Tetkik Girişimi
Beni Kurayza yurdunda bunlar olup biterken Allah Resülü (sal¬lallalıu aleylıi ve sellern), ashabıyla birlikte hendeğin beri tarafında rnev¬zilenmiş Mekke ordusunun gelmesini bekliyordu. İhanet haberi¬ni ilk duyan Hz. Ömer olmuştu; doğruca Allah Resülü’nün yanına koştu ve durumdan Resül-ü Kibriya Hazretlerini de haberdar etti. Efendiler Efendisi de üzülmüştü, Olayın gerçeklik ve boyutunu tet¬kik etmeleri için ashabından Sa’d İbn Ubôde, Sa’d İbn Muôz, Ab¬dullah İbn Reoôha, Haooôt İbn Cübeyr ve Üseyd İbn Hudayr’den oluşan bir heyeti Beni Kurayza yurduna gönderdi. Gönderirken de şunlan tembihliyordu:
– Gidin ve şu kavim hakkında bize ulaşan haberlerin doğru olup olmadığına bir bakın; şayet anlatılanlar doğru ise, bu durumda ha¬beri getirirken sadece Benim anlayabileceğim imalı bir yolla Bana bildirin ki, insanların kalbine korku salmayasınız! Şayet onlar, bi¬zimle onlar arasındaki anlaşmaya sadık kalmaya devam ediyorlarsa o zaman açıktan söylemenizde bir beis yoktur!
Belli ki Allah Resülü (sallallahu aleylıi ve sellem) bu ihanetin, adet ve savaş malzemesi itibanyla kıt imkanlara sahip olsa da moral açısın¬dan önemli bir konumu elde eden ashabı arasında duyulmasını arzu etmiyor ve böylelikle cephedekilerin olumsuz etkilenmesinin önüne geçmek istiyordu.
Vazifeyi alır almaz tetkik heyeti yola çıkarak soluğu Beni Kuray¬za yurdunda aldı; gerçekten de anlatılanlar doğruydu. Beni Kurayza, sadece anlaşmayı ihlal etmekle kalmamış, aynı zamanda dışarıdan sökün edip de gelen Ahzab ordusuna lojistik destekte bulunmaya başlamıştı; pazarlarını onların bulunduğu yere taşıyor ve böylelikle yiyecek ihtiyaçlarını giderıneyi hedefliyorlardı. Aynı zamanda onla¬ra at, deve ve daha başka savaş malzemesi tedarik ediyor ve böyle¬likle Mekke ordusunun açıklarını kapatmaya çalışıyordu. Araların¬daki anlaşmayı hatırlatarak, işler kızışıp iyice yolundan çıkmadan önceki hallerine geri dönmeleri ve Huyayy İbn Ahtab’ı dinlememe¬leri gerektiğini söyleyip Allah adına söz vermek isteseler de adamlar çoktan kararlarını vermiş geri adım atmıyorlardı. Çok net bir şekilde onlara:
– Eskiye asla dönmeyeceğiz; Resülullah da kim oluyormuş!
Ayakkabımın şu bağını çözüp attığım gibi o anlaşmayı da bozdum ve kesip attım; bundan böyle O’nunla aramızda hiçbir anlaşma yoktur, diyordu Ka’b İbn Esed.
Altında kalınmaması gereken sözlerdi bunlar; adam ağzını boz¬muş Allah Resülii’rıe hakaret ediyordu! Üseyd İbn Hudayr çileden çıkmıştı; sesi hepsinden daha gür çıkıyordu. Ka’b İbn Esed’e dön¬müş meydan okurcasına şunları söylüyordu:
– Ey Allah düşmanı! Haddini bil! Nasılolur da sen O’nun hak¬kında olumsuz şeyler söyleyebilirsin! Ayağını denk al! Göreceksin; Allah’ın izniyle Kureyş, arkasını dönüp perişan bir şekilde geri gi¬decek ve sen yine evinin kenarında yapayalnız kalacaksın; o zaman gelir ve görüşüriiz, şu sığındığın delikten çıkarıp bak nasıl hizaya ge¬tireceğiz!
Ortam iyice alevlenmiş, Resülullah’ın elçileriyle Beni Kuray¬za’nın ileri gelenleri arasında iyiden iyiye bir söz düellosu başlamış¬tı; her iki taraf da, ağzına geleni söylüyordu.
Ne kadar konuşulursa konuşulsun bu adamların laftan anla¬yacakları yoktu; öyleyse ısrarın da anlamı olamazdı! Arbedeye son noktayı koyan Sa’d İbn Muaz199 oldu:
– Bırak şu adamı, diyordu arkadaşına. Bırak; çünkü bu andan itibaren onunla mıinakaşa etmenin hiçbir faydası yok!
199 Bu şahsın Sa’d İbn Ubade olduğu da söylenmektedir. Bkz. İbn Hişam, Sire, 4/179; Taberi, Tarih, 2/93; İbn Seyyidinnas, Uyünu’l-Eser, 2/38
Gerçekten de konuşmanın bir faydası yoktu; Resülullah’ın du¬rumu tetkik için gönderdiği heyet çaresiz ve ihanetin de doğruluğu¬nu teyit etmiş olarak geri dönüyordu. Hendeğin olduğu yere gelir gelmez Sa’d İbn Ubôde, Allah Resülü’ne yöneldi; yürüyüşünden an¬lamıştı; ancak yine de meraklı gözlerle sonucu onlardan duymak is¬tiyordu. Sonra da, bekleyen Efendiler Efendisi’ne:
– Adel ve Kare, diye seslendi. Anlaşılmıştı; Red’de Hubeyb ve arkadaşlanna ihanet eden Adel ve Kare kabileleri gibi Beni Kurayza da ihanet içindeydi!
Allah’ın Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), her türlü olumsuzluktan zafer çıkarmayı öğretiyordu ashabına; tipi ve boranın hakim olduğu, etrafı kar ve buzun kapladığı en olmadık yerde bile nice baharlara kapı aralıyor ve ümmeti için açtığı menfezlerden bahar meltemleri sunarak huzur soluklamalarını istiyordu. Burada da aynısını yapa¬caktı:
– Müjdeler olsun size ey mü’minlerl Allah’ın nusret ve yardı¬mı var; sevinin, buyurdu. Muhakkak ki Ben, Beyt-i Atık’in (Kabe) anahtarlarını alıp onu tavaf edeceğim günleri görüyorum; Kisrti ve Kayser de helak olacaklar ve onların bütün mal varlıklan da, Allah yolunda infak edilecektir!
Kısa sürede, bu ihanet haberi mü’minler arasında yayılmış ve büyük bir endişe içine düşmüşlerdi; çoluk çocuk ve aileleri, Beni Ku¬rayza’mn içeriden ihanetine karşı korumasızlardı! Gözler yılmış, yü-rekler ağızlara gelmiş ve akıllara türlü türlü şüpheler gelmeye baş¬lamıştı. 200
Beri tarafta fırsat avcıları yine iş başındaydı; içlerindeki nifağın yeniden depreştiği münafıklar, durumdan vazife çıkarmış ve yeni¬den moral bozma faaliyetlerine başlamışlardı. Şöyle söyleniyorlar-dı:
– Muhammed, Kisra ve Kayser’in hazinelerine malik olacağı¬mızı ve onların mallarının Allah yolunda infak edileceğini bize vade¬diyor ama baksanıza bugün biz, başımıza nelerin geleceğinden bile emin değiliz; ihtiyacımızı gidermek için tuvalete bile giderniyoruz!”
200 Bkz. Ahzab, 33/10 201 Bkz. Ahzab, 33/12
Sadece bunları söylemekle yetinmiyor ve etraflarındaki mü’¬minleri de:
– Ey Yesrib halkı! Artık burada tutunamazsınız; durup bekle¬menizin de bir anlamı yok; haydi geri dönün, demek suretiyle Allah Resülü’nden ayırmaya çalışıyorlardı.
Onlardan bir grup da, Medine’de bulunan ailelerinin savunma¬sız olduklarını ileri sürerek onları korumak için Resülullah’a gelmiş, izin istiyorlardı. Her seferinde yan çizmeyi alışkanlık haline getiren Beni Harise’nin bu tavrını gören Sa’d İbn Muaz, Allah Resülü’nün yanına gelecek ve bu yüzsüzlere izin vermemesi gerektiğini söyle¬yecekti.
Gündüzler Gibi Aydın Geceler
O günün şartlarında savaşlar da sadece gündüzleri cereyan eder ve her iki tarafın askerleri geceyi istirahat ederek geçirirlerdi. Ancak Hendek’te durum farklıydı; kimin nereden nasıl bir taarruzda bulu¬nacağını kestirmenin imkanı yoktu. Bir tarafta Ahzab ordusu hen de¬ği geçmek için fırsat kollayıp zayıp noktaları zorlarken diğer yanda Beni Kurayza entrika üstüne entrika geliştiriyordu.
Bu arada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Beni Kurayza’nın Medine’ye gece baskını yapacağı haberini almış, ayrı bir hüzün ya¬şıyordu. Tevrat’ta özelliklerini görüp de gelişini beklemek için Me¬dine’ye yerleşen Harun (aleyhisselamj’ın nesli, atalarına inat bugün, kendi evlatlarından daha iyi tanıdıkları Allah Resülü’ne ihanet edi¬yor, bununla da kalmayıp yalnız ve savunmasız çoluk çocuğa saldırı planları yapıyordu!
Efendiler Efendisi hiç vakit geçirmeden, Seleme İbn Eslem ku¬mandasında iki yüz; Zeyd İbn Harise’nin riyasetinde de üç yüz ki¬şilik bir gücü Medine’ye gönderdi; bunların her biri farklı kollardan Medine’ye gidecek ve arkada kalan masum insanları gözetip kolla¬yarak kötülük düşünen insanlar için de caydırıcı bir güç oluştura¬caklardı.
Sabaha kadar devriye görevini yerine getiren her iki grup da, va¬zifelerini yerine getirirken tekbir sesleriyle Medine’nin savunmasız olmadığını ilan edecek ve böylelikle gözü korkan Beni Kurayza, Me¬dine’ye saldırı fikrinden vazgeçecekti.
Düşmanın omuz omuza vererek üzerlerine geldiği bu zeminde bir de açlık, yorgunluk ve soğukla mücadele ediyorlardı. Bilhassa geceleri şiddetli soğuk oluyordu. Efendiler Efendisi de bu soğuktan etkileniyor, ısınmak için zaman zaman çadınna gidip Aişe Valide¬mizden destek alıyordu. Bu arada aklı, sürekli hendekteydi; zayıf noktaların iyi kollanması gerektiğini ifade ediyor ve kendisinin ol-madığı zamanlarda buralarda bir zaafın yaşanmaması için ashabını ikaz ediyordu.
Sürekli müteyakkızdı; geceleri gözüne uyku girmiyordu. çünkü Mekke ordusunun, EbU. Süfyan, Halid İbn Velid, İkrime İbn Ebi Cehil ve Dırôr İbn Hattab’ın kumandasındaki müfrezelerle geceleri nöbetleşe devriye dolaştığını biliyor ve hendekten geçebilmek için zayıf noktaları tespit etmeye çalıştıklarını görüyordu. Gecenin bir yarısında:
– Keşke salih bir adam çıksa da şu gediği bu gece kontrolü altı¬na alıp nöbet tutsa, buyurmuştu. Daha sözünü bitirmemişti ki dışa¬rıda kılıç kalkan sesi duyuldu; gerçekten de ashabından salih birisi gelmişti:
– Kim o, diye seslendi ona:
– Sa’ d ya Resülullah, diye cevapladı Sa’ d İbn Ebi Vakkas. Bunun
üzerine ona:
– Şu gedik sana aittir; orayı koru, buyurdu ve kendileri de isti¬rahate çekildi. Endişelendiği yeri emin ellere emanet etmiş olmanın rahatlığı vardı üzerinde ve başını koyup bir müddet uyudu.
Geceleri nöbet tutup da Allah Resülü’nü koruma işinde Sa’d İbn Ebi Vakkas’a zaman zaman AbMd İbn Bişr ve Zübeyr İbn Avvam da yardım ediyor, münavebeyle güvenliği sağlamaya çalışıyorlardı. Bir başka akşam kalkmış çadınnın içinde namaz kılıyordu. Yanında Ümmü Selerne Validemiz vardı. Bir aralık dışarı çıktı ve:
– Şunlar müşriklerin süvarileri; hendeği geçmeye çalışıyorlar, buyurdu. Ardından Abbad İbn Bişr’i yanına çağırarak:
– Yanında birileri var mı, diye sordu.
– Evet; çadınnızın etrafında ashabından bir grupla birlikteyim,
diye cevapladı Hz. Abbad. Bunun üzerine Efendiler Efendisi (sallalla¬hu aleyhi ve sellern), müşriklerin bulunduğu yeri göstererek şunları söy¬ledi:
– Arkadaşlannla birlikte çıkıp hendeğin etrafını dolaş! Şuradaki müşrik süvarileri hendeği geçip size ulaşmak için orada zayıf nokta anyorlar; maksatlan, gecenin sessizliğinde ansızın size saldırmak!
Ardından da ellerini açarak:
– Allah’ıml Onların şerrinden bizi muhafaza buyur, onlara karşı bize nusretini gönder ve onlan mağlup et; çünkü onlan Senden baş¬kası mağlup edemez, diye dua etmeye başladı.
Bu arada Abbad İbn Bişr, arkadaşlanyla birlikte istenilen yere gitmiş ve gerçekten de orada, bir grup süvariyle birlikte Ebu Süfyan’ı görmüşlerdi. Ebu Süfyan arşı tarafa geçmek için hendeğin zayıf nok-talarını tespit etmeye çalışıyorlardı. İki taraf da birbirini görünce hemen oklara sanlacak ve bu atışmalar bir müddet karşılıklı olarak devam edecekti. O kadar ki müşrikler, beklemedikleri bu çıkış sonu¬cunda perişan olmuş ve geri çekilmek zorunda kalmışlardı.
Durumdan haberdar etmek için Efendimiz’in çadırına gelen Abbad İbn Bişr, O’nu yine namaz kılarken buldu; Allah’ın Resülü, onca yorgunluk ve olumsuzluğa rağmen Allah ile olan irtibatta kusur gösterilmemesi gerektiğini fiilen gösteriyor ve böylesi durumlarda bile insanın, sorumluluk olarak üzerine aldığı nafile ibadetlerden taviz vermemesi gerektiğini anlatıyordu.
Gatafan’la Sulh Girişimi
Beni Kurayza’nın anlaşmayı bozarak ihanet edişi, Allah Resü¬lii’nii ciddi ciddi düşündürüyordu; zira aynı anda birçok cephede sa¬vaşmak zorunda kalmışlardı. İçerideki düşmanın vereceği zarar dı¬şandan gelen Ahzab ordusundan daha büyük ve çetin olurdu. Onun için Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), önce Ahzab ordusunu problemsiz geri gönderip bir an önce içerideki düşmanın zaranndan emin olmak istiyordu. Bu sebeple Gatafan’ın iki lideri Uyeyne İbn Hısn ve Hôris İbn Avfa haber gönderdi; yanlannda on kişilik bir grupla huzura gelmişlerdi; Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) onla¬ra, bu sevdadan vazgeçmelerini söylüyordu.”
202 Her ikisi şahıs da, daha sonra Müslüman olarak ‘sahdbe’ olma şerefini elde ede¬cektir Aralannda uzun görüşmeler oldu. En sonunda Uyeyne ve Haris, Mekke ordusunu bırakıp da geri gideceklerini vadettiler. Ancak buna karşılık, Medine hurmalarının yarısının kendilerine verilmesi tekli¬finde bulundular. Bir belayı defetmek için onlara mal da verilebilir¬di; ancak talep ettikleri miktar çoktu. Onun için Efendiler Efendisi, üçte birini vadetti. Onlarsa kabul etmiyor ve yarısında ısrar ediyor¬lardı. Bütün ısrarlarına rağmen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), üçte birden daha fazlasını kabul etmeyince de bunu kabullendikleri¬ni bildirmişler ve sıra, anlaşmanın kağıda dökülerek imzalanmasına gelmişti.
Abbad İbn Bişr de, demir zırhları içinde Resülullah’ın başın¬da nöbet bekliyordu. Bu sırada yanlarına, elinde mızrağıyla birlikte Üseyd İbn Hudayr girdi; olup bitenlerden habersizdi. Önce gözü, Resülullah’ın huzurunda ayaklarını uzatıp da kaykılan Uyeyne’ye takıldı ve şöyle çıkıştı ona:
– Çek ayaklarını! … Resülullah’ın huzurunda sen, ne hakla on¬ları uzatıyorsun? ValIahi de, şu anda Resülullah burada olmamış ol¬saydı, mızrakla senin husyelerini parçalar ve şuracıkta işini bitirive-rirdim!
Meselenin iç yüzünü öğrenince de Allah Resülü’ne yöneldi:
– Ya Resülullah, diyordu. Şayet bu, Sana semadan gelen bir emirse dilediğini yap; ancak bu böyle değilse, valIahi de bizim bu adamlara kılıçtan başka vereceğimiz bir şeyimiz olamaz; onlar ne zaman bizden böyle bir taviz aldılar ki şimdi bunu koparabilsinler!
203 Bunun üzerine Allah Resülü’nün, “Sa’d’leri çağırıp onlarla meseleyi ıstişare edeyim.” dediği ve sonra da Sa’d İbn Mudz, Sa’d İbn Ubdde, Sa’d İbn Rebt’, Sa’d İbn Hayseme ve Sa’d İbn Mes’fufu çağırdığı şeklinde de rivayet vardır. Bkz. Taberani, Mu’cernu¬’l-Keblr, 6/28 (5409); Heyserni, Mecmau’z-Zevaid, 6/132
Yürekli bir çıkıştı; bunun da üzerinde düşünülmesi gerekiyor¬du. Herkesteki keyfiyet böyleyse endişelenilecek bir durum ola¬mazdı; onun için Allah Resülü, Sa’d İbn Muôz ve Sa’d İbn Ubade’yi çağırarak-konuyu bir de onlarla istişare etmek istedi. Bu sırada Gatafan heyeti, bir kenarda oturmuş bekliyordu. Gelir gelmez de, mübarek ellerini her ikisinin omzuna koyarak ve kimsenin duyma¬yacağı bir sessizlikle önce gelişmeleri anlattı onlara. Ardından da fi¬kirlerini sordu; diyorlardı ki:
– Ya Resülullahl Şayet bu, semadan gelmiş bir emirse onu uy¬gula; eğer bu, semadan gelmemiş, ancak yine de Senin arzu ettiğin bir iş ise yine uygula; bize sadece dinlemek ve itaat etmek düşer! Ancak bu, ortada bir mesele ise, bizim onlara kılıçtan başka verecek bir şeyimiz olamaz!
Üseyd’in sözünden farklı değildi bu cümleler. Ancak konunun iyice anlaşılması gerekiyordu. Aynı zamanda Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), şefkat peygamberiydi ve her haliikarda sulhun peşin¬deydi. O’nun için savaş, en son müracaat edilecek bir yoldu; bu yolla karşılaşacağı ana kadar sulh adına bütün alternatifleri değerlendire¬cek ve bir tek insanın bile burnu kanamadan meselenin içinden çık¬mayı hedefleyecekti. Bunun için Efendiler Efendisi:
– Şüphesiz ki Ben, Arapların sizin aleyhinize ittifak ederek yek¬vücut saldırdıklarını görüyorum; dört bir yandan hücum edip sal¬dınyorlar. Böyle bir durumda Ben, onların güçlerini dağıtıp bir sü¬reliğine zaman kazanmanın uygun olabileceğini murad ediyorum, buyurdu.
Bu sefer Sa’d İbn Muaz söz aldı:
– Ya Resülullah, diyordu. “Daha önce bizler de bu adamlar gibi Allah’a şirk koşar ve putlara temenna durur; bildiğimiz Allah’a iba¬det etmezdik! O günlerde bile bunlar, satın alma veya misafirlik dışında Medine’ den bir tek hurma bile alıp yemeyi ummazlarken, Allah (celle celaluhü) bizi İslam’la şereflendirmiş ve hidayete erdirmiş; Seninle ve İslam’la da bizi aziz kılmışken mi bunlara mallanmızı ve¬receğiz! Bizim böyle bir anlaşmaya ihtiyacımız yok; vallahi de Allah (celle celaluhü), onlarla bizim aramızdaki hükmünü verinceye kadar onlara kılıçtan başka bir şey vermeyiz!
Ashabının duruşu daha kesindi ve böyle bir zeminde içteki vah¬det her şeyin önünde gelirdi; Gatafanlılarla yapılacak anlaşma, bu vahdeti reneide edecek gibi duruyordu. Onun için Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) geri adım attı ve Hz. Sa’ d’ e dönerek:
– Öyleyse iş sana kaldı; dilediğini yapabilirsin, buyurdu. Bunun üzerine Sa’d İbn Muaz da:
– Ellerinden geleni ardına koymasınlar, diyerek böyle bir an¬laşmanın olamayacağını ifade etti ve meseleye son noktayı koymuş oldu.
Hendeğin Aşıldığı An
Hendek önündeki gergin bekleyiş günlerdir devam ediyordu.
Gece ve gündüz nöbetleşe hamleler yapılıyor ama bir türlü Medine tarafına geçilemiyordu. Hendeğin iki tarafındaki ordu arasında bu¬güne kadar ok atma, mızrak fırlatma ve taş atma dışında herhangi bir sıcak çatışma olmamıştı.
Bir türlü neticeye gidemiyorlardı; EbU Süfyan, İkribe İbn Ebi Cehil, Dırôr İbn Hattôb, Halid İbn Velid, Amr İbnu’l-As, Nevfel İbn Muaviye, Nevfel İbn Abdullah, Amr İbn Abdivüdd, Uyeyne İbn Hıstı, Hôris İbn Avfve Mes’ud İbn Ruhayl ile Beni Esed’in reisleri anlaşmışlardı; tespit ettikleri zayıf noktadan hep birlikte saldıracak ve her şeye rağmen karşı tarafa geçeceklerdi.
Dediklerini yapmışlardı; dar bir geçit bulmuş ve İkrime İbn Ebi Cehil, Dırôr İbn Hattôb, Nevfel İbnAbdullah, Hübeyre İbn Ebi Vehb ve Amr İbn Abdivüdd, atlarını mahmuzlayarak mü’minlerin bulunduğu tarafa geçmişti. Diğerleri arkadan onlara bakıyorlardı; hendeği geçenler, geride kalan Ebü Süfyan’a:
– Sen geçmiyor musun, diye sesleniyorlar, o da:
– Siz geçtiniz ya; şayet ihtiyaç olursa biz de geçeriz, diye cevap
veriyordu.
Hendeği geçip de kendileri adına kahramanlık yapma fırsatı yakalayan bu insanlar, Sel’ dağına doğru at koşturmaya başladılar; günlerdir kılıç sallamadan beklemenin acısını çıkaracak ve arkala¬rından gelecek destekle de, kendilerince mü’minlere büyük bir za¬yiat verdireceklerdi. Ancak mesele bekledikleri gibi olmadı; onların hendeği geçtiğini gören mü’minler, bir çırpı da koşmuş ve orayı tuta-rak arkadan geleceklerin önünü kesmişlerdi.
Belki de bu, Allah Resülü’nün bir stratejisiydi; belli başlı yerleri ‘aşılabilir’ bırakmış ve böylelikle karşı tarafın gücünü zayıflatıp da¬ğıtmak istemişti. Zira bu hücum sırasında Amr İbn Abdivüdd gibi gözüpek bir müşrik Hz. Ali’nin kılıç darbeleri karşısında yerle bir olmuş,204 onun hazin halini görenlere de arkasına bakmadan kaç¬mak diişmüştü. O gün İkrime, mızrağını bile almaya vakit bulama¬mıştı! Hz. Ömer ve Zübeyr İbn Avvam gibi sahabiler de, peşlerine takılmış, kaçanlan takip ediyorlardı. Hatta Hz. Zübeyr, Nevjel İbn Abdullah’a yetişmiş ve indirdiği kılıç darbesiyle onu başından ikiye biçmişti. Öyle ki, darbenin şiddetinden kılıç, eğeriri ucunu da kopar¬mış ve atın boynuna kadar ilerlemişti. Bunu görenler Hz. Zübeyr’e:
– Ey Eba Abdillah! Senin kılıcın gibisini de görmedik, diyecek¬ler, o da şu cevabı verecekti:
– Vallahi de onu kesen kılıç değil, bilektir!
204 Bkz. Akademi Araştırma Heyeti, En Öndekiler, s. 134 vd
Hz. Zübeyr, kaçmakta olan Hübeyre İbn Ebi Vehb’e de bir darbe indirmişti; atının arka tarafına gelen bu darbenin şiddetiyle Hübey¬re’ nin zırhı yere düşmüş, o da çareyi kaçmakta bulmuştu. 205
İş bitirmek için karşı tarafa geçtikleri halde işleri bitmiş olarak geri dönenler, Ebu Süfyan’ın yanına kadar gelecek ve:
– Bugün öyle bir gün ki, bizim yapabilecek hiçbir şeyimiz yok; en iyisi geri dönelim, diyeceklerdi.
Daha sonra da Allah Resülü’ne haber göndererek on bin dirhem karşılığında Amr İbn Abdivüdd’ün cansız bedenini almak istedikle¬rini bildirdiler. Bunun üzerine Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şu tepkiyi verdi:
– O sizin olsun; biz, ölü parası yemeyiz.
Duaya Kalkan Eller
On gün geride kalmıştı ve gergin bekleyiş haliı devam ediyordu.
Atını mahmuzlayıp duran Ahzab ordusu açık yakalamaya çalışıyor, mü’minler de böyle bir açık vermemek veya onların buldukları açık¬ları kapatmak için var güçleriyle mücadele ediyorlardı. Bir hiç uğru¬na buralara kadar gelip de kendilerine bu sıkıntıları yaşatan Mekke ordusu için Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabını uyarmış ve şunlan tembih etmişti:
205 Vakıdi, Meğazi, 1/472
206 o gün, “Mutlaka Muhamnıed’i bldüreceğim.” deyip de atını mahınuzlayan, ancak hendeğe düşüp de boynu kınlan bir başkası için de Kureyş, bedenini geri almak için bin iki yüz dirhem teklif etmişti. Bu olay üzerine de Allah Resülü (s.a.s.), “Onun ne leşinde ne de leşini« parasında hayır vardır; onu onlara gönderin; zira onun parası da leşi de necistir:” buyuracak, aynı tepkiyi verecekti. Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, ı/248 (2230), 1/272 (2442); İbn Ebi Şeybe, Musannef, 6/496 (33256); Beyhaki, Sünen, 9/133
– Ey insanlar! Sakın düşmanla karşılaşmayı kendi arzunuzla talep etmeyin; Allah’tan afiyet dileyin! Ancak ne zaman da düşmanla karşı karşıya gelirseniz, işte o zaman da dişinizi sıkın ve sabr usebat gösterin; şüphesiz ki cennet, kılıçlarm gölgesi altındadır!
Şimdi düşmanla karşılaşma gerçekleşmiş ve sıra sabr u sebata gelmişti; ancak günler geçmesine rağmen düşmanda geri dönme ni¬yeti sezilmiyor ve her defasında farklı bir taktikle karşılanna çıkma-ya çalışıyorlardı.
Bir pazartesi günüydü; öğle ile ikindi namazı arasında Allah Re¬sülü (salIalIahu aleyhi ve selIem), Ahzab mescidine geldi ve mübarek elle¬rini kaldırarak şöyle dua etmeye başladı:
– Ey kitabı indiren ve hesabı seri gören Allah’ım! Şu Ahzab or¬dusunun ahengini boz ve onları paramparça eyle; onlara karşı bize nusret lütfedip inayerini müyesser kıl!
Şefkat ve merhamet peygamberi Allah Resülü’ne bu şekilde dua yaptıracak kadar ileri gitmiş ve sıkıntı üstüne sıkıntı vermek iste¬mişlerdi. Canların dudaklara geldiği noktada O da, esbaba tevessül-de kusuru olmadığı gibi halini Rabb-i Rahirn’ine arz ediyor ve nusret talebinde bulunuyordu.
Aynı duayı salı ve çarşamba günü de tekrarlayacaktı; hatta taz¬yiklerden bunalan ashab-ı kirarn hazretleri Efendiler Efendisi’ne dö¬necekve:
– Ya Resülullah, diyecekti. Artık canlanmız gırtlağımıza geldi; bu durumdan kurtulmak için söyleyip de yapabileceğimiz bir şey yokmu?
– Evet; var, buyurdu Allah Resülü (saIIallahu aleyhi ve selIem). Al¬lah’ıml Ayıp ve kusurlarımizı ört; korku ve endişelerimizi de nihô¬yete erdir diye dua edin!
Ashabına dua tavsiye eden Habib-i Kibriya Hazretleri’nin dilin¬de o gün de sürekli dua vardı; bir defasında şöyle dua ettiğini duy¬muşlardı:
– Allah’ım! Senden, vadettiğin iriayet ve yardımını gerçekleştir¬meni diliyorum; aksi halde, Allah’ım! Yeryüzünde Sana ibadet ede¬cek gönül kalmayacak!
Duanın akabinde büyük bir inşirahla ümmetine dönen Allah Resülü’rıün, mübarek yüzlerine akseden beşaşet hemen fark edilmiş ve ashab-ı kirarn da, yakında gelip gerçekleşecek beşaret ve inayerin sevinciyle mesrur olmuşlardı.
Topyekün Saldırı
Anır İbn Abdivüdd öldürülüp de onunla birlikte hendeği geçen¬ler geri kaçmak zorunda kalınca müşrikler, geride hiç kimse kalma¬mak üzere hep birlikte saldırı fikrinde birleşti ve bunun hazırlığını yapmaya başladılar; herkes birbirini son hamle için teşvik ediyordu.
Ve ertesi sabah güneşin ilk ışıklarıyla birlikte topyekun saldın için harekete geçtiler. Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de, ashabı¬m karşı taarruz için hazırlamış ve O da hendeğin beri tarafında saf tutmuş, onları bekliyordu; müşriklerin saldırı hazırlıklarının habe¬rini alır almaz ashabım toplamış ve onlara, sebat edip de kararlılıkla kendilerini müdafaa ettikleri takdirde zafer müjdesi vermişti.
Hamle üstüne hamle yapıyorlardı; büyük bir telaş baş göstermiş¬ti! Zira kimin nereden saldıracağını kestirmenin imkanı yoktu. Her bir yanda mantar gibi müşrik bitiyordu; birisi geri püskürtülse diğeri, bir grubun hakkından gelinse diğer bir grup devreye giriyor ve hen¬değin etrafı, ardı arkası gelmeyen bir mücadeleye sahne oluyordu.
Bu arada Halid İbn Velid kumandasındaki iki yüz kişilik bir grup Allah Resülü’nün çadırımn bulunduğu yeri hedeflemiş geliyor¬du; gözleri dönmüştü ve ölümüne ilerliyorlardı!
O günün geç saatlerine kadar da bu manzara devam edecekti; Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabı, bu telaş ve kargaşa içinde namazlarım bile kılarnamış, Allah adına hareket edilen yerde Allah’a kulluk vazifesi yerine getirilernernişti.
O kadar uğraşmış ve ölümüne gelmişlerdi ama yine netice ala¬mamışlardı; derken yavaş yavaş geri çekilmeye başladılar; çok geç¬meden herkes kendi yerine gelmişti. Bu sırada Üseyd İbn Hudayr, iki yüz kişiyle birlikte hendeğin müşrikler tarafında nöbet tutmak için ayrılmıştı.
Bir aralık geri dönen Halid İbn Velid, süvarileriyle birlikte tek¬rar saldıracak ve yaşanan arbedede ashab arasında Tufeyl İbn Nu’¬man şehit olacaktı.
Bu arada Sa’d İbn Muô» da, bir okun isabet etmesi neticesinde kolundan yaralanmıştı. Feraset sahibi Aişe Validemizin korktuğu başına gelmişti; zira zırhın dışında kalan kolu oklara hedef olmuş ve kan kaybediyordu. Kendisini Resülullah davasına kilitlemiş büyük sahabi, bu sırada derin bir muhasebe örneği sergiliyor ve ellerini açmış Rabbine şöyle yalvarıyordu:
– Allah’ım! Şayet bundan sonra da Kureyş’le savaş ihtimali varsa beni bu savaşın hatırına sağ bırak; çünkü ben, Senin Resı1lü’¬nü kendi yurdundan çıkaran, O’nu yalanla itham eden ve her fırsatta O’na işkence etmeye çalışan bir topluluğa karşı savaşmayı gönülden ister ve severim!
Allah’ım! Şayet onlarla bizim aramızda artık savaş olmayacak¬sa, ne olur benim için şehadet nasip et; ancak, Beni Kurayza konu¬sunda gözüm aydın oluncaya kadar da bana müsaade et!
Bugün yaşanan bir anlık kargaşa içinde iki Müslüman grup karşı karşıya gelmiş ve yüzleri kapalı olduğu için birbirlerini tanı¬yamayıp savaşmaya başlamışlardı; aralarında yaralananlar da, şehit olanlar da vardı. Nihayet aralarından birisi, Hendek’in parolası olan ‘Ha Mittı La Yunsaru’u telaffuz edince hakikati anlayacak ve kılıç¬ları bir kenara bırakarak kucaklaşacaklardı. Daha sonra da duru¬mu Allah Resnlü’ne bildirip yaralı ve ölülerinin durumunu sordular. Efendiler Efendisi onlara:
– Yaralanmanız Allah yolunda olmuştur; sizden kim de öldürül¬müşse bilin ki o da şehittir, cevabını verdi. İçlerindeki bir tereddüt daha ortadan kalkmış ve artık parolasız kılıç sallamamak üzere hu-zurdan ayrılmışlardı.
Bu sırada Allah Resnlü (sallallahu aleyhi ve sellern), kılamadığı na¬mazlarını eda ediyordu. Buthôn denilen yere kadar gelmişti; bura¬da abdest alarak önce eda edemediği namazını kılacak, hemen ar-dından da akşam namazını eda edecekti. Namazını tamamladıktan sonra da:
– Güneş batıncaya kadar onlar bizi meşgul edip de orta nama¬zını kılma imkanı vermedikleri gibi Allah da, onların evleriyle ka¬birlerini ateşle doldursun, diye dua etti. Bir mü’min için namaz her şey demekti ve demek ki, Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), ellerini açmış, bu kadar önemli bir vazifeyi edaya engel olanların ce¬zalandırılmalarını Rabbinden talep ediyordu.
Beni Kurayza’dan Gelen Lojistik Destek
Aralanndaki anlaşmayı feshetmekle açıktan savaş ilan eden Beni Kurayza, hendeğin diğer tarafındaki müşriklere destek sağla¬maya devam ediyordu. Zira yiyecekleri tükenme noktasına gelen, at ve develeri de açlıktan zafiyet yaşayan Ahzab ordusunun kumandam Ebu Süfyan, Huyeyy İbn Ahtab’ı karşısına almış ve: – Hayvanlanmızın yiyeceği tükendi; sizde yem var mı, diye so¬rarak bu ihtiyaçlanm gidermesini istemişti.
– Evet var, diyordu Huyeyy. Ebu Süfyan’ın yamndan aynlır ay¬rılmaz da, Beni Kurayza’mn lideri Ka’b İbn Esed’in yamna gelecek ve ordunun ihtiyaçlanm karşılamasım ondan isteyecekti:
– Bizim malımız senin malındır; dilediğini al, istediğini yap; bi¬risini gönder de yük develerini getirsinler ve diledikleri kadar yiye¬cek alıp götürsünler, diyordu Ka’b.
Bunun üzerine müşrikler, yirmi tane yük devesi göndermişler¬di; çok geçmeden Beni Kurayza, yirmi deveye hurma, arpa ve saman yükleyip müşriklere geri gönderiyordu.
Bu sırada Amr İbn Avfoğullarından yirmi kişi, o bölgelerde¬ki gelişmeleri takip etmek ve vefat eden yakınlanm gömmek üzere hendekten aynlmış, Medine’ye doğru ilerlemekteydi. Akik vadisi¬ne geldiklerinde karşılarına, yükünü almış yirmi deveyle müşrikler müşrik ordusunun adamlan çıkıverdi; ortada bir dolap daha dönü¬yordu ve ihanete ayrı bir boyut kazandıran bu faaliyetin üzerine gi-dilmeliydi. Onlar da bunu yaptılar ve duruma el koymak istediler; yeni bir kargaşa daha çıkmıştı. Ancak mü’minlerin sayısı daha faz¬laydı ve neticede hiç zayiat vermeden yirmi deveyi de yüküyle birlik¬te ele geçirmişlerdi.
Yanlannda yüküyle birlikte yirmi deve olduğu halde gidip adamlanm gömdüler ve ardından da Allah Resülü’nün yanına gelip durumdan O’nu haberdar ettiler. Hendekte büyük bir sevinç vardı; develer müşrikler için niyet edilmişti ama Allah (celle celaluhü), yü¬küyle birlikte yirmi deveyi Müslümanlara nasip ediyordu. Ortada bir savaş devam ediyordu ve savaşta elde edilen şeyler de ganimet¬ti; yükler indirilecek ve daha sonra da develerin bir kısmı kesilerek mü’minlere kuvvet olacaktı. Daha sonra bir kısmını da Medine’ye getireceklerdi.
Bu, müşrikler için önemli bir zayiat demekti; hem bekledikle¬ri desteği elde edememiş hem de desteği kendilerine taşımak için gönderdikleri yirmi deveden olmuşlardı. Müşrik birliklerinin başın¬da bulunan ve canını zor kurtarıp da ordunun yanına dönen Dırtir İbn Hattôb, Ebu Süfyan’ın yanına gelmiş, başlarına geleni ona anla¬tıyordu. Dinledikleri karşısında küplere binen Ebu Süfyan ise, ken-disine söz verdiği halde bu sözü yerine getiremeyen Huyeyy İbn Ah¬tab’a kızıyor ve şunları söylüyordu:
– Şu Huyeyy, ne uğursuz adarnmış! Zaten onu bildim bileli hep bizi yalnız bırakmıştır! Şimdi biz, geri dönerken yüklerimizi hangi develere yükleyeceğiz?
Bir İhanet Örneği Daha
Resülullah’ın yokluğunu fırsat bilen on kişilik bir Yahudi grubu, Allah Resülü’nün ailesiyle halalarının bulunduğu yere gelmiş ve bu¬rayı ok yağmuruna tutmaya başlamışlardı. İçeriden bir ihanetti bu; yiğitçe er meydanında çarpışmak yerine, kalelere gizlenmiş koru¬masız, masum kadın ve çocuklara saldırmayı denemiş ve böylelik¬le hendek önünde savaşan Müslümanlara büyük bir telaş yaşatmayı hedeflemişlerdi. Beni Kurayza da, kendi sonunu hazırlıyordu. Hatta onlardan birisi, sığındıkları yerin kapısına kadar gelmiş, içeriye gir¬mek üzereydi. Bunu fark eden Sajiyye Validemiz, yanlarında bulu-nan yaşlı Hassan İbn Sôbit’e seslenerek:
– Ey Hassarıl Git ve şu adama haddini bildir, diye seslendi. Düş¬manla yaka paça olan Allah Resülü gelip de kendilerini koruyamaya¬cağına göre meseleyi kendi aralarında halletmeleri gerektiğini düşü-nüyordu Efendimiz’in halası Hz. Safiyye. Ancak Hz. Hassarı. yaşlı idi ve kendisinde bunu yapacak gücü bulamıyordu. Onun için:
– Allah sana merhamet etsin ey Abdulmuttalib’in kızı! Sen de biliyorsun ki ben, bu işin adamı değilim; zaten bunu yapabilecek olsaydım, şu anda ben de Resülullah’la birlikte çıkar ve düşmanın önünde olurdum, diye cevapladı onu.
İş başa düşmüştü;Hz. Safiyye örtüsünü üzerine alıp kılıcını da kaptığı gibi adamın yanına geldi. O ana kadar fırsat kollayıp da ka¬pının önünde meydan okuyan Yahudi’nin karşısına şimdi, iri yapı¬lı bir kadın dikilivermiş ve başına indirdiği darbe ile adamın işini oracıkta bitirivermişti. Aşağıdan Hz. Hassan’a sesleniyordu Safiyye Validemiz:
– Ey Hassarıl Aşağıya gel de şu adamın ağırlıklarını topla; onu da ben yapardım ama yabancı bir adama el sürmek istemiyorum!
Yine Hz. Hassan:
– Onun ağırlıklarına benim ihtiyacım yok ey Abdulmuttalib’in kızı, diye sesleniyordu.
Adamlarının öldürüldüğünü gören grubun diğer üyeleri, Allah Resülii’nün geride de asker bıraktığını zannederek oradan hızlıca uzaklaşmaya başladı. 207
Son Manevra
Nuaym İbn Mes’ud, Beni Kurayza’nın dostu idi; o gün o da rüz¬gara kapılmış ve kabilesiyle birlikte Ahzab ordusuna katılıp Allah Resülü’yle savaşmak için buralara kadar gelmişti. Cin fikirli bir adamdı; insanları dilediği istikamete yönlendirebilir ve çok rahat¬lıkla onları birbirine düşürebilirdi. Ancak her geçen gün, içinde tarif edemediği bir sıkıntı duyuyor ve yaptığı işin doğru olup olmadığının muhasebesini yapıyordu.
Bir müddet sonra kendini gösteren kıtlık iyiden iyiye ortalığı kasıp kavurmaya; askeri üzerinde taşıyan at ve develer de telef olma¬ya başlamıştı! Böyle olmayacaktı; belki de bütün bunlar, haksız yere Medine’nin üzerine yüründüğü için başlarına geliyordu. Nuaym İbn Mes’üd, kararını vermişti; Müslüman oluyordu! Bir kabul ve ikrar her şeyi değiştirmiş gibiydi; şimdi kendisini daha hafif hissediyor ve içindeki sıkıntıların tamamen gittiğine şahit oluyordu.
Müslüman olmuştu olmasına ama ondaki bu değişimi henüz kimse bilmiyordu; akşamla yatsı arasında gizlice Resülullah’ın yanı¬na geldi; Resülullah yine namaz kılıyordu! Selam verip de Nuaym’ı karşısında görünce olduğu yere oturdu; ondaki değişimi hissetmişti ve ona dönerek:
207 Halası Safiyye Validemizin, üzerlerine gelen adamı öldürdüğü haberini alan Allah Resülü (s.a.s.), Hendek sonu ona da ganimetten payayıracak ve onu da müca¬hitler arasında değerlendirecekti. Bkz. Ebü Ya’la, Müsned, 2/43 (683); Heysemi, Mecmau’z-Zevôid.
– Seni bu saatte buraya getiren de ne, ey Nuaym, diye sordu.
Nuaym’ın yüreğini eriten bir kucaklayıcılık vardı ses tonunda. İyi ki gelmişti; günlerdir içten içe kendini yiyip de bitiren sıkıntılar şimdi yerini, ayaklarını yerden kesecek kadar engin bir huzura terk etmiş, uçacak gibi oluyordu. Büyük bir edeple veeh-i paklarına ba¬karak:
– Seni tasdik etmek ve getirdiklerinin de hepsinin hak olduğu¬nu ikrar için geldim, dedi ve Müslüman oldu. Bir insan daha Rabbini tanıyıp O’na kulolmuştu ya, Resı1lullah’ın sevincine diyecek yoktu; o ana kadar yaşadığı sıkıntıların bütününü unutmuş, gecenin karan¬lığına inat ayrı bir huzur yaşıyordu!
Bir de bilgi getirmişti Allah Resülü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) Nuaym. Uzun zamandır bekleyip duran müşriklerin, Beni Kuray¬za’ya haber gönderip:
– Biz buraya Muhammed ve ashabıyla savaşmak için geldik; halbuki şimdi bu işten el etek çekmekten başka çaremiz yok, dedik¬lerini; buna mukabil de Beni Kurayza’nın, başlangıçta yaptıklan an¬laşmaya atıfta bulunarak:
– Bu, sizin bileceğiniz bir iştir; istediğinizi yapabilirsiniz. Ancak bizim rehinlerimizi göndermeyi ihmal etmeyin; sonra da canınız ne isterse onu yapın, şeklinde kendilerine sert bir cevap verdiklerinin haberini verdi.
Ahzab ordusunda çatlak başlamıştı ve böyle bir zeminde karşı tarafın ihtilafa düşmesi hayra alametti; sanki zaman ve zemin, Hz. Nuaym’a kendini gösterme fırsatı veriyordu! Daha önce karşı ta¬rafta kullandığı zekasını İslam adına sarf edecek ve henüz iki rekat namaz bile kılmadan cephede dine hizmete başlayacaktı! Durumu Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de fark etmişti. Onun için önce Hz. Nuaym’a:
– Onlar Bana bir elçi gönderip Beni Nadir’in, yurtlarına geri gel¬meleri ve mallannı da kendilerine iade etmem karşılığında sulh tek¬lif etmekteler, buyurdu. Sanki aynı şeyleri düşünüyorlardı. Nuaym:
– Ya Resülullah, diye başladı söze. Bana istediğini emret; yerine getireyim! ValIahi de bana bugün ne emredersen hepsini de yerine getiririm! Çünkü ne benim kavmim ne de bir başkası henüz Müslü-man olduğumu biliyor!
Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
– Sen aramızda sadece bir tek adamsın; gücünün yettiğince in¬sanlan bizden uzaklaştırmaya çalış, unutma ki savaş hiledir!
– Peki, yaparım, diyordu Hz. Nuaym. Ancak, ya Resülullah! Ge¬rektiğinde bazı şeyler de söyleme durumunda kalabilirim; bunun için bana izin verir misin?
Niyet halis ve zemin de savaş zeminiydi; dolayısıyla böyle ze¬minlerde sözün gücü, kılıç ve kalkandan daha etkiliydi. Onun için istediği izni de vermişti Efendiler Efendisi.
Efendimiz’le görüşmesinin hemen akabinde yola çıkan Hz.
Nuaym, doğruca Beni Kurayza’nın yanına geldi; kimse onun Müslü¬man olduğunu bilmediği için büyük bir itibar görüyor, müttefikleri Nuaym’a yiyecek ve içecek takdim edip saygı gösteriyorlardı. Önce onlara:
– Ben size, yemek yiyip bir şeyler içmek için gelmedim; sizi ne kadar sevdiğimi ve aramızdaki dostluğu bilirsiniz; benim esas geliş gayem, size olan sevgim ve sizin hakkınızda korktuğum bazı şeyleri sizinle paylaşıp fikrimi söyleyerek erkenden sizi uyarmaktır!
Önemli şeyler anlatacak gibi duruyordu; dikkat kesilmiş ve bun¬dan sonra söyleyeceklerini dinlemeye durmuşlardı. Önce:
– Bunu biliyoruz; sen, aramızda herhangi bir konuda ithama uğramış sabıkalı birisi asla değilsin; iyilik ve sadakat yönüyle sen, bizim katımızda en sevimlilerden birisin, dediler. Hz. Nuaym:
– Ancak, söyleyeceklerimi gizli tutmanız lazım, dedi. Meraklan bir kat daha artmıştı; çatlayacak gibiydiler ve söz verdiler:
– Peki, söz; kimseyle paylaşmayacağız!
Konuşmak için zemini hazırlamış, dikkatleri de üzerine çekmiş¬ti; artık rahat konuşabilir ve söyledikleri karşı tarafta yerini bularak maksadına ulaşabilirdi. Şunları söylemeye başladı onlara:
– Şu adamın işi gerçekten bir musibettir; Beni Kaynuka ve Beni Nadir Yahudilerine yaptıklarını görüp duruyorsunuz; mallarına el koyduktan sonra onları yurtlarından da sürdü! İbn Ebi Hubeyk de bize sığınmak zorunda kalmıştı; şimdi biz, onunla birlikte toplanıp size yardım etmeye geldik!
Ancak sizin de gördüğünüz gibi bu iş bir hayli uzadı; vallahi de ne Kureyş, ne de Gatafan, Muhammed konusunda sizinle aynı ko¬numdalar; Kureyş ve Gatafan, konar geçer birer kavim olarak bura¬ya geldi ve sizin de gördüğünüz yerlere gelip yerleşti. İmkan ve fırsat bulurlarsa bunu değerlendirirler! Ancak savaşta beklemedikleri ge¬lişmelerle karşılaşıp da büyük yara alırlarsa, o zaman kendi yurtla¬rına dönüverirler! Size gelince, sizin böyle bir lüksünüz yok; burası sizin yurdunuz! MallarınızIa çoluk çocuğunuz ve kadınlarınız dahil sizin her şeyiniz burada!
Dün gece O’na karşı toplanıp mücadele etmiş olsalar da gör¬düğünüz gibi şu anda Muhammed ve arkadaşları, Ahzab ordusuna karşı ağır basmaya başladı; başları olan Amr İbn Abdivüdd’ü bile öl-dürdüler! Diğerleri de yaralı olarak geri kaçtılar!
Onlar, sizin imkanlarınızla konumunuzu bildikleri için sizi göz ardı edemezler; size muhtaçlar! Sakın ola sizler, Kureyş ve Gatafan’« ın eşrafından bazı kimseleri yanınıza alıp da rehin olarak kendinizi garanti altına almadan onlarla birlikte savaşmayın; böylelikle onları sizler, azıcık bir sıkışmada Muhammed’le savaştan vazgeçme fikrin¬den caydırmış ve yanınızdaki rehinelerini de almadıkça geri dönme¬me konusunda zorlamış olursunuz!
Hz. Nuaym’ın anlattıkları gerçekten de makuldü; Kureyş ve Ga¬tafan buradan ayrılsa bile kendilerinin öyle bir şansları yoktu; bir kere de anlaşmayı bozmuş ve Muhammedü’l-Emin’e karşı savaş ilan etmişlerdi! Geri dönemezlerdi; dönseler de artık çok geçti! Bu sava¬şın başarılı olmasından başka kendilerini kurtaracak bir şey yoktu; onun için işi garanti altına almak gerekiyordu ve:
– Gerçekten de sen bize, yapılması gereken işi ve alınması ge¬reken tedbiri gösterdin; dediğini yaparız, diyor ve teşekkür ediyor; akıllarına gelmeyen bu aynntıyı kendilerine hatırlattığı için Hz. Nu-aym’a dua ediyorlardı! Nuaym, bir kez daha hatırlattı onlara:
– Fakat bu, sizinle benim aramda kalacak!
Kendilerine bu kadar yakın davranıp da hayati bir konumda kendilerini ikaz eden birisini mi deşifre edeceklerdi! İyilik ancak iyi¬likle mukabele görürdü ve onlar da:
– Endişen olmasın; kimseyle paylaşmayız, deyip güvence ver¬diler.
İlk adım semeresini vermiş, dikiş tutmuştu. Bunun üzerine ora¬dan ayrılan Hz. Nuaym, hızlı adımlarla soluğu Ebu Süfyan’ın yanın¬da aldı. Ahzab ordusunun umumi kumandanı Ebu Süfyan, bu sırada bir grup arkadaşıyla birlikte oturuyordu. Selam ve hal hatır sorma¬ların akabinde Ebu Süfyan’a yaklaşan Nuaym İbn Mes’üd, şunları söyleyeceki:
– Ey Eba Süfyan! Sana bir şey söylemek için geldim; ancak bunu taş etmeyecek, gizli tutacaksın!
Ebu Süfyan irkilmişti; aynı zamanda büyük bir merak almıştı kendisini! Hemen:
– Tamam, dedi. Seninle benim ararnda kalır!
Ebu Süfyan’dan da bu garantiyi alan Nuaym İbn Mes’üd, şunla¬rı söylemeye başladı ona:
– Sen de biliyorsun ki Beni Kurayza, Muhammed’le aralarında¬ki anlaşmayı ihlal edip de böyle bir yola girdiklerine çoktan pişman oldu ve anlaşmayı yenileyip eski hallerine geri dönmek istediler! Ben onların yanındayken, bunun için O’na adam gönderdiler; “Biz, Ku¬reyş ve Gataftin’uı ileri gelenlerinden yetmiş kişiyi alıp boyunlarım vurman için Sana teslim edeceğiz ama Sen de buna karşılık, kırmış olduğun kanadımiz Beni Nadir’i yurtlarına geri kabul edeceksin! Şayet bunu yaparsan, o zaman biz, Kureuşlileri başından savaca¬ğın ana kadar Seninle birlikte olur ve saoaşırız” dediler.
Eğer onlar, sizlerden rehin almak için haber gönderirlerse ha¬beriniz olsun; sakın onlara adamlarınızı teslim etmeyin ve önde ge¬lenleriniz konusunda daha duyarlı olun!
Söylediklerimi de kimseyle paylaşmayın; bir tek kelimesini bile kimseye söylemeyin!
Dinledikleri karşısında şaşkına dönen Ebu Süfyan:
– Peki, kimseye söylemeyiz, diyecek ve bundan sonraki geliş¬meleri tahmin etmeye çalışacak, bu durumda atacağı adımlar konu¬sunda daha derin düşüncelere dalacaktı.
Hz. Nuaym’ın bir işi daha kalmıştı; hemen Gatafanlıların bu¬lunduğu yere gitti ve bu sefer de onlara:
– Ey Gatafanlılar, diye seslendi. Biliyorsunuz ki ben, sizlerden biriyim; ancak konuşacaklarımız aramızda kalsın! Haberiniz olsun;
Beni Kurayza, Muhammed’e adam göndermiş, dedi ve Ebu Süfyan’a söylediklerini onlara da anlattı. Ardından da:
– Sakın ola onlara adamlarınızı teslim etmeyin, diye tembihte bulundu. Öncekiler gibi onlar da, bu haberden dolayı Hz. Nuaym’ı tebrik ediyor, kendilerini erken uyardığı için teşekkürle mukabelede bulunuyorlardı.
Rolünü kusursuz oynamıştı Hz. Nuaym; her üç grup da anla¬tılanları önemsemiş ve bundan sonraki gelişmeleri beklerneye dur¬muştu. Çok geçmeden Beni Kurayza, Azzôl İbn Bemuel vasıtasıyla Kureyş’e şu haberi göndereceklerdi:
– Uzun zamandır buradasınız ama henüz bir şey yapabilmiş de¬ğilsiniz; zaten yaptıklarınız da makul değil! Şayet, Muhammed’in üzerine ne zaman yürüyeceğinizi belirleyip de siz bir taraftan, biz bu taraftan ve Oatafarı da başka bir yönden saldırsaydık, bu durumda Muhammed de elimizden kaçamaz, en azından birimiz O’nu kıstı¬rırdık!
Bundan sonra ise, savaş boyunca yanımızda kalmak üzere önde gelenlerinizden bazılarını bize rehin olarak vermedikçe biz, sizin ya¬nınızda savaşa çıkmayacağız! Çünkü biz; eğer savaşı kaybeder ve yara alırsanız, bizi burada yalnız ve korumasız bırakıp da, düşmarılı¬ğımızı ilan ettiğimiz Muhammed’le baş başa bırakarak kendi yurdu¬nuza gidivereceğinizden endişeleniyoruz!
Elçi Azzal gelip de Beni Kurayza’nın mesajını getirdiğinde renk vermeyen Ebu Süfyan, arkasını dönüp de giderken yanındakilere dönecek ve:
– İşte bu, Nuaym’ın söylediği meseledir, diyecekti.
Hz. Nuaym, mekik dokumaya devam ediyordu; Ebu Süfyan’ın yanından çıkacak ve bu sefer de Beni Kurayza’nın bulunduğu yere gelerek onlara:
– Ey Beni Kurayza topluluğu, diye seslenecekti. ‘Ben Ebu Süf¬yan’ın yanındayken sizin elçiniz onun yanına geldi; rehinler istiyor¬du. Ona hiçbir cevap vermediler. Ayrılıp da giderken Ebu Süfyan, yanındakilere şunları söylüyordu:
– Bizden bir oğlak bile isteseniz onu size rehin olarak verme¬yiz; arkadaşlarımın ileri gelenlerini onlara rehin vereyim de, onları öldürsün diye Muhammed’e teslim mi etsinler! Olmaz öyle şey; ben kimseyi rehin veremem!
Ona göre iyi düşünün; size rehinleri vermedikçe Ebu Süfyan ve arkadaşlarıyla birlikte savaşmayı kabul etmeyin! Çünkü şayet sizler, Muhammed’le savaşmaz da Ebu Süfyan bırakıp giderse, bu durum¬da ilk anlaşmanız geçerli olacaktır.
Hz. Nuaym’ın sözleri hoşlarına gitmişti ama neticenin, onun dediği gibi olacağından çok ümitli değillerdi. Onun için:
– Biz de böyle olmasını dileriz, ey Nuaym, dediler. Bu sırada Ka’b İbn Esed ileri atıldı ve:
– Vallahi de ben, Muhammed’le savaşmayacağım, dedi. Zaten bunu ben, baştan beri de istemiyordum; şu uğursuz adam Huyeyy beni zorladı!’
Onu Zebir İbn Bôui takip etti. Daha radikal bir adamdı ve her şeye rağmen müşterek düşman ilan ettikleri Resülullah’a karşı bir¬likte hareket etmekten yanaydı; şöyle diyordu:
– Şayet Kureyş ve Gatafan, Muhammed’le savaşmayı bırakıp da giderse, o zaman bizim için kılıçtan başka bir seçenek kalmaz; gelin, hep birlikte Muhammed’in üzerine yürüyelim! Kureyş’ten rehin is-teme sevdanızdan da vazgeçin; çünkü Kureyş size asla rehin verme¬yecektir! Hem, sayıları bizim sayımızdan daha fazla olduğu; onların elindeki atlar bizim elimizde olmadığı halde ne diye bize rehin ver¬sinler ki! Aynı zamanda onlar, şayet kaçmak isteselerdi kaçabilirler¬di; bizim ise böyle bir tercih hakkımız yok! Gatafan’a gelince onlar, Medine’nin bir kısım meyvelerini kendilerine verme konusunda Muhammed’le anlaşmak istediler; ama Muhammed bunu reddedip kılıçtan başka bir seçeneği kabul etmedi; elleri boş döndüler!
Zebir bunları söylüyordu ama yalnız kalacaktı; zira Beni Kuray¬za arasından kimse, rehin almaksızın Kureyş’le savaşma fikrine ka¬tılmayacak ve böylece kendilerini garanti altına almayı hedefleye-ceklerdi.
Cumartesi akşamıydı; Ebu Süfyan ve Gatofôn’ıs: ileri gelenleri, İkrime İbn Ebi Cehil başkanlığında bir heyet göndererek Beni Ku¬rayza’ya şu mesajı ulaştırıyorlardı:
– Bizler, burada sürekli kalıcı değiliz; zaten atlar ve develer de telef olmaya başladı! Son vuruş için hazırlıklı olun ki, hep birlikte saldınp meseleyi nihayete erdirelim ve O’nunla bizim aramızdaki meseleye son noktayı koyalım!
Gelen mesajla birlikte Beni Kurayza ileri gelenleri, yeniden bir¬birlerine bakmaya başladılar; Nuaym İbn Mes’üd’un anlattıklan zi¬hinlerinde canlılığını hala koruyordu. Onun için:
– Bugün, cumartesi; bizler bugünde hiçbir şey yapmayız! Ni¬tekim, daha önceleri bizden birileri, cumartesi günü bir şeyler yap¬mışlardı da, başlanna sizin de bildiğiniz musibetler gelmişti! Aynı zamanda bizler, adamlarınızdan bazılannı bize rehin olarak verme¬dikçe ve onlar da, güvence olarak elimizin altında olmadıkça Mu¬hamrned’e karşı sizinle birlikte asla savaşacak değiliz! Çünkü bizler, savaş başlayıp da gelişmeler sizin aleyhinize dönmeye başlayınca, bizi yalnız bırakıp da memleketinize kaçacağınızdan endişeleniyo¬ruz; halbuki bizler buradayız; eğer böyle bir sonuçla karşılaşırsak, O’na karşı koyacak gücümüz yoktur ve işte o zaman işimiz bitmiş demektir!
İkrime ile giden elçiler gelip de Beni Kurayza’nın anlattıklarını nakledince Ebu Süfyan ve arkadaşlan:
– Demek ki Nuaym’ın anlattıklan doğru imiş, dedi ve yeniden Beni Kurayza’ya haber gönderdiler:
– Vallahi de biz, size bir tek adam bile veremeyiz; şayet savaş¬mak istiyorsanız çıkın ve savaşın, diyorlardı. Bu haberi alan Beni Kurayza da:
– Anlaşılan, Nuaym’ın bize naklettikleri doğru imiş; baksanıza adamlann, savaştan başka hedefleri yokmuş! İmkan ve fırsat bul¬duklan takdirde bunu en iyi şekilde değerlendirecekler; ancak işler yolunda gitmeyip de hezimet yaşarlarsa demek ki bırakıp kaçacaklar ve adamla sizi kendi halinize baş başa bırakıverecekler, diyecekti.
Hz. Nuaym’ırı gayretleri netice vermiş ve Ahzab ordusunda, bir daha aynı çizgide buluşmamak üzere bir iftirak baş göstermiş¬ti; kimsenin bir diğerine güveni kalmamıştı. Arada defalarca elçiler gidip gelecekti ama bunlann artık hiçbir faydası olmayacaktı.
İlahi İnayet
İlahi inayet yeniden kendini göstermişti; Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), Cibril-i Emin’i görmüş ve ashabına dönerek üç kere:
– Dikkat edin; Allah’tan gelen müjde ile sevinin, buyurmuştu.
Cümlelerini bitirir bitirmez Hendek’te göz gözü görmez hale gelmiş¬ti; çadırlar yerinden kopup uçuyor, göz gözü görmüyordu. Zira fik¬ren büyük bir darbe alıp da kendi aralarında ihtilafa düşen Ahzab ordusunun bulunduğu yerde o gece büyük bir fırtına kopmuştu; ka¬zanlarını ters yüz ediyor, kaplarını da sağa sola savuruyordu; ateş¬leri sönmüş ve yuvaları da dağılmıştı! Birden ortalık kararmış ve hendeğin bulunduğu yerde, yürekleri ağza getiren bir gürültü hakim olmuştu! Hava o kadar kararmıştı ki, parmaklarının ucunu bile gö¬remez olmuşlardı. Zaten soğuktan titremekte olan müşrikler, fırtı¬nanın da tesiriyle iyice üşümüş ve perişan olmuşlardı.
O ana kadar görmedikleri ordularla karşı karşıya kalmışlardı; büyük bir telaş yaşıyorlardı! Toz dumana karışmış, kimin ne yaptığı anlaşılmaz hale gelmişti! Kopan çadır iplerini bağlamaya çalışıyor, direkleri yeniden yere çakmak istiyorlardı ama her defasında yeni bir fırtınaya tutuluyor ve bir türlü buna imkan bulamıyorlardı.
Korkudan titremeye başlamışlardı; her kabilenin lideri, kendi adamlarını yanına çağırıyordu ama bu da onları tatmin etmiyor, sü¬rekli baskın yaşayacakları endişesiyle:
– İmdat! İmdat! Kuşatılıp saldırıya uğradınız, diyerek yanların¬da toplananları da paniğe sevkediyorlardı.
Artık hendeğin hakimi, Allah’ın iriayet olarak gönderdiği riiz¬gardı; Allah Resülii ile mü’minleri yok etmek üzere gözü dönüp de Medine’ye saldırmak isteyen müşriklerin gözlerini kumla doldur¬muş ve Allah düşmanlarını dayanılmaz acılar içinde bırakmıştı!
Korkudan yürekleri ağzına gelen münafıklar da, ailelerinin yal¬nızlığını bahane ederek izin istiyor, birer ikişer sıvışıp ortadan kay¬boluyorlardı.
Ancak mü’minler, Allah’ın inayetinin kendilerini kuşataca¬ğı ümidiyle kendilerini daha güçlü hissediyorlardı. Çünkü fırtına, mü’ minlerin kuvve-i maneviyesini takviye ederken müşriklerde korku hasıl etmişti!
208 Bkz. Ahzab, 33/9. Bu olayın akabinde Allalı Resülii de, “Ben, SaM rüzgdrıyla yardım gördüm; Ad kavmi ise Debür rüzgdrıyla helak edilmiştir,” buyuracaktı. Bkz. Buhari, Sahih, 1/350 (988), 3/1l72 (3033), 3/1219 (3165); Müslim, Sahih, 2/617 (900); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/223 (1955), 1/228 (2013), 1/324 (2984)
Gecenin bir vakti Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), teker teker ashabını yokladı ve:
– İçinizde şu topluluğun haberini getirecek kimse yok mu, diye sordu, bunu yapacak kimseye de, cennette kendisine komşuluk liit¬fedileceğinin müjdesini verdi. Bunun üzerine Hz. Ebü Bekir ileri atıldı ve belki de gözüne ilişen Hz. Huzeyfe’yi göstererek:
– Huzeyfe’yi göndersen, diye Resülullah’a teklifte bulundu.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, yanında oturmakta olan şahsa dönerek:
– Sen kimsin, diye sordu. Allah Resülii’nün dönüp de kim oldu¬ğunu sorduğu kişi:
– Ben Huzeyfe’yim, diye cevap verdi. Tam da aranan insandı; bunun üzerine ona:
– Kalk ve şu sağa sola koşturup duran insanların haberini getir, buyurdu. O ana kadar utancından ayağa kalkamayan Hz. H uzeyfe, mahcup bir eda ile:
– Seni hak ile gönderene yemin olsun ki ben, Senden haya et¬tiğim ve soğuktan korktuğum için ayağa kalkmadım, diyebildi. Zira üzerinde, hanımına ait bir entari vardı ve bu, ancak dizlerine kadar üzerini örtebiliyordu.”? Bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ona:
– Bana geri dönünceye kadar sana ne soğuk ne de sıcak bir zarar verecektir, müjdesini verdi. Hz. Huzeyfe, öldürülüp şehit olmaktan değil de esir alınmaktan çekiniyordu ve bunun için de Efendimiz (sal¬lallahu aleyhi ve sellem) ona:
– Sen, esir de alınmayacaksın, diye ikinci bir müjde daha verdi.
209 Hz. Huzeyfe, o gün üzerinde ne bir zırh ne de kalkan olduğunu, sadece dizleri¬ne kadar bedenini örtebilen hanımının entarisi ile oraya geldiğini anlatacaktır. Belki de, Efendimiz’in ilk seslenişinde bunun için ayağa kalkmak istememiş ve soğuktan da çekindiği için bu haliyle düşman içine kadar gitmeyi uygun bul¬mamıştı. Bkz. Hakim, Miistedrek, 3/33 (4325); Bezzar, Müsned, 7/317 (2916), 7/346 (2943)
Ardından da belli başlı talimatlar vererek gönderdi.
Bu müjdelerle Allah Resülii’nün talimatlannı alıp da yola koyulan Hz. Huzeyfe’nin arkasından bakarken Efendiler Efendisi (sallalla¬hu aleyhi ve sellern), ayrıca ellerini açacak ve:
– Allah’ım! Onu, önünden, arkasından, sağından, solundan, üs¬tünden ve altından gelebilecek tehlikeler karşısında Sen muhafaza eyle, diye dua edecekti.
Artık Hz. Huzeyfe, içindeki bütün endişeleri bir kenara bırak¬mış, sanki kırlarda yürürcesine bir rahatlıkla düşmanın bulunduğu tarafa doğru ilerliyordu. Arkasından Efendimiz seslendi:
– Ey Huzeyfe!
Huzeyfe, hemen olduğu yerde durup geri döndü ve Allah Resü¬lii’niin diyeceklerini dinlemeye durdu; sulh insanı, şunu tembihli¬yordu:
– Bana geri dönünceye kadar sakın onların arasında bir prob¬lem çıkarma!
Resülullah’ın son talimatını da alan Hz. Huzeyfe, bir çırpıda karşı tarafa geçecek ve ortada yanan ateşin yanındaki kalabalığa yaklaşacaktı. Ateşin etrafında iri yarı bir adam durmuş (Ebu Süf¬yan), etrafındakilere telaşla:
– Haydi yola çıkalım! Haydi yola çıkalım, diye sesleniyordu.
Belli ki önemli bir adamdı ve Huzeyfe sadağından bir ok alarak yayı¬na yerleştirdi. Nişan alıp tam atacaktı ki, Allah Resülü’nün son ikazı aklına geldi; eli kolu bağlanmıştı; bir problem çıkarmadan geri dön¬meliydi ve okunu yeniden sadağına koydu.
Bu sırada, karartının olduğu yerden gelen ses Ebu Siifyan’ı iş¬killendirmiş ve Ebu Süfyan aralarına bir casusun girmiş olabilece¬ğinden endişelenmişti. Bunun için yanındakilere:
– Herkes yanındakinin elinden tutsun ve onun kim olduğuna bir baksın, diye seslendi. Akıllıca bir yaklaşımdı bu ve neredeyse Hz. Huzeyfe, kendisini ele vermek üzereydi! Hemen sağ ve sol tarafında bulunan iki adamın ellerinden tuttu; önce sağındakine sordu:
– Sen kimsin?
– Muaviye İbn Ebi Süfyan.
Sonra solundakine döndü ve ona da aynı soruyu sordu; aldığı cevap:
– Amr İbn As, şeklindeydi. Herkesten önce davranmış ve böyle¬likle kendisini ele vermekten kurtulmuştu!
Rüzgar, ortalığı kasıp kavuruyordu. Artık Ahzab ordusu, geri dönmekten başka kurtuluşun olmadığına inanmış, alelacele yükleri¬ni toplama yarışına girişmişlerdi. Ebu Süfyan, devesine binmiş onu kaldırmaya çalışıyor; ancak fırtınanın şiddetiyle deve ayağa kalka¬mıyordu.
O kadar korkmuşlardı ki, arkalarına bile bakmadan kaçacaklar¬dı; ne umutlarla geldikleri Medine’den dönerken üç günlük mesafeyi bir günde alacak ve yorgunluktan pul pul döküleceklerdi!
Müşriklerin içine kadar sızıp da haberlerini toparlayan Hz. Hu¬zeyfe, gördüklerini anlatmak için yeniden yola çıkmış, Resülullah’ın huzuruna geliyordu. Yolda gelirken, yaklaşık yirmi kişilik bir süvari grubuna denk geldi; ona şöyle diyorlardı:
– Arkadaşına haber ver; Allah (celle celaluhü), rüzgar ve ordularla o topluluğun hakkından gelmiştir!
Tanımadığı kimselerdi bunlar. Hz. Huzeyfe hayretler içinde kalmıştı. Huzura geldiğinde Allah Resülii’nü yine namaz kılarken buldu.
Vazifesini tekmil eden Hz. Huzeyfe yeniden üşümeye başla¬mıştı; soğuktan tir tir titriyordu! Uzaktan mübarek elleriyle işaret etti; yanına çağırıyordu. Daha sonra da, üzerine giydiği elbisenin bir parçasını Hz. Huzeyfe’nin üzerine atıp sardı onu. Ardından da neler görüp duyduğunu dinlemeye başladı!”?
Hendek ‘ten Ayrılış
Ahzab ordusuna yine, geldikleri gibi gitmek düşmüştü! Uhud ve Hamrôiil-Esed’ı unutamayan müşrikler, arkadan takip ederler korkusuyla Halid İbn Velid ve Amr İbn As kumandasındaki iki yüz kişilik bir süvariyi orada bırakmış ve böylelikle kendilerini bir nebze garanti altına almak istemişlerdi. Sabah olduğunda, karşı tarafta bir tek düşman askeri bile kalmamıştı!
210 Verilen vazifeyi tamamlayıp da olup bitenleri Allah Resülü’ne anlattıktan sonra Hz. Huzeyfe, oracıkta uyuya kaldığını ve o halde sabahladığını anlatmıştır. Sabalı olunca Allalı Resülü (s.a.s.) yanına gelmiş ve ona: “Ey uykucu! Kalk!” diye seslen¬miş ve onu namaza kaldırınıştır! Bkz. Müslim, Sahih, 3/1414 (1788); İbn Hibban, Sahih, 16/76 (7125); Bezzar, Müsned, 7/317-318 (2916)
Arkalarından bakarken Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), hamd makamında şunları söyleyecekti:
– O ki, O’ndan başka ilah yoktur; askerlerini aziz kılmış, kuluna inayeriyle mukabelede bulunup yardım etmiş ve düşmanlarını hezi¬mete uğratıp Ahzab’ın da hakkından gelmiştir! Bundan sonra böyle bir şeyolmayacaktır; bundan böyle artık, savaş için üstümüze gelen¬ler onlar olmayacak, savaş meydanlarında belirleyici biz olacağız!
Hendekten ayrılırken Ebu Süfyan, EbU Üsôme el-Ciişemi eliyle Efendimiz’e bir mektup bırakmıştı; şöyle diyordu:
– Lat ve Uzza’ya yemin ederek ve Allah’ın adıyla başlarım!
Büyük ve kalabalık bir ordu ile üzerine yürüdüm; bir daha Senin¬le karşılaşmamak üzere ve kökünü kesrnek için gelmiştim! Görüyo¬rum ki, bizimle karşılaşmayı istemiyorsun; hendeğin arkasına sığın-mışsınl Ancak benimle Senin aranda, kadınların bile boğazlanacağı Uhud gibi bir gün mutlaka olacaktır!
Er meydanında yenilgiye uğrayanın güreşe doymayacağı aşi¬kardı; bunca hezimete rağmen Ebu Süfyan da, erliğine halel getir¬memek için uzaktan meydan okumaya devam ediyor ve kaçarken bile tehdit savurmayı ihmal etmiyordu.
Mektubu Allah Resülii’ne Übeyy İbn Ka’b okumuştu; sonuna kadar dinledikten sonra cevaben şunları yazdırdı Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Sadede gelince; senin mektubun Bana ulaştı. Çokluğuna gü¬venerek hala gururunun esiri olmaya devam ediyorsun; halbuki sö¬zünü ettiğin gibi sen, üzerimize yürürken kökümüzü kazımaktan başka bir şey düşünmüyordun! Oysa ki bu, seninle bizim aramızda Allah’ın takdir edeceği bir meseledir ve Allah (celle celaluhü), afiyeti bizim için takdir etmiştir! Unutma ki Allah, Lat, Uzza, İsaf, Naile ve Hübel’i yerle bir edeceğim günü sana gösterecektir! Bugünden Ben, bunu sana hatırlatıyorum, ey Beni Galib’in sefihi!
Demek ki, er meydanlarında kılıcın hakkını vermek gerektiği gibi sair zamanlarda da kalemi konuşturma lüzumu vardı ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) de, bunca gelişmeye rağmen haia ho¬rozlanan Ebu Süfyarı’a ağzının payını veriyor ve bundan sonra başı¬na gelecekleri hatırlatarak aklını başına almasını istiyordu!
Müşrikler geri çekildiğine göre artık Hendek’te kalmanın da bir manası kalmamıştı; bunun için Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), Medine’ye dönüş emri verdi. Ancak Beni Kurayza’yı düşün¬düğü için henüz ashabının yüzünde geri dönüş sevincinin tezahür etmesini istemiyordu; zira onlarla görülecek bir hesap vardı!
Aslı astan olmayan bahanelerle savaştan kaçan münafıklar ise, hala Ahzüb ordusunun geri çekilmesinden habersizlerdi ve:
– Hala yok olup gitmediler, diyerek mü’minlerin hezimete uğ¬rayacağı haberini almak için sabırsızlıkla bekleşiyorlardı! Efendimiz ve ashabının, sağ salim olarak geri dönüş haberine en çok üzülecek¬lerin başında yine onlar, bir de yaptıklan ihanetin neticesi olarak Efendimiz’in üzerlerine yürüyeceğinden şüpheleri olmayan Beni Kurauza vardı. Kendilerine çok umut bağladıklan Ahzôb ordusu da eli boş gittiğine göre şimdi meydanda tek başlarına yapayalnız kala¬kalmışlardı!
Neredeyse bir aya yakın bir zamandır devam eden bu savaşın bilançosu olarak sadece üç tane müşrik öldürülmüş ve ashab-ı ki¬ramdan da sekiz kişi şehit verilmişti. Bu arada Cibril-i Emin de gel¬miş, adeta Hendek’i özetler mahiyette her bir grubun iç yüzlerini de deşifre ederek baştan beri yaşanılanlan anlatıyordu.?”
Beni Kurayza
Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabıyla birlikte Medine’ye dönmüştü; silahlannı bırakmış ve oturup istirahate çe¬kilmişlerdi . .Aişe Validemizin hücresine çekilen Allah Resülü, bir miktar su istemiş, bununla eliyle yüzünü ve başını yıkadıktan sonra da Meseld-i Nebevi’ye yönelmiş ashabıyla birlikte öğle namazını kıl¬mıştı!
Ardından yeniden hane-i saadetlerine dönmüştü. Bu sırada ka¬pıda, bineğinin üzerinde sanklı bir adam belirdi; zırhlan içinde ka¬pıda durmuş, üzerindeki toz ve toprağı silkeleyerek Allah Resülü’ne sesleniyordu.
211 Bkz. Ahzab, 33/9 vd.
Sesi duyar duymaz yerinden fırlayan Efendiler Efendisi (sallalla¬hu aleyhi ve sellern), adamın yanına koştu! Efendimiz’in telaşını gören
Aişe Validemiz de meraklanmıştı; kapının kenarına kadar gelip olup bitenleri görmek istedi. Dışarı çıkan Efendimiz, heyecanlanmıştı; zira gelen, Dıhyetü’l-Kelbi suretindeki Cibril-i Emin’den başkası de-ğildi!
– Ya Resülullah, diyordu. Silahlarınızı bırakma konusunda ne kadar da acele ediyorsunuz! Düşman geldiğinden beri melekler ola¬rak bizler, silahlarımızı bir kenara koymadık! Şu anda da, Hamrtı¬ü’l-Esed’e kadar onları takip ettikten sonra şerlerinden emin olarak geri dönmekteyiz; Allah (celle celaluhü) onlara büyük bir hezimet ya¬şattı! A:ff-ı ilahiye mazhar olasın; biz işin peşini bırakmadan sizler niye bir kenara çekildiniz? Haydi gidiyoruz; çünkü Allah’ın Sana, Beni Kurayza ile savaş emri var; şimdi ben, yanımdaki meleklerle birlikte onların kalelerini sarsmak için onların yurduna gidiyorum; ashabını al ve Sen de gel!
Ashabına karşı merhametle yaklaşan Efendiler Efendisi, Cib¬ril-i Emin’in getirdiği haber karşısında ümmetini düşünerek açık bir kapı olup olmadığını soracaktı:
– Ashabım oldukça yorgun; en azından dinlenmeleri için birkaç gün müsaade etsen!
– Hiç bekleme ve yürü onların üstüne! Allah’a yemin olsun ki ben, üzerlerine balyoz gibi inecek ve yurtlarıyla birlikte onların hep¬sini sarsacağım, diyordu Cibril. Demek ki işin beklerneye tahammü¬lü yoktu. Zaten Cibril de, bunu söyler söylemez geri dönmüş ve ya¬nındakilerle birlikte çoktan ilerlemeye başlamıştı.
O ana kadar gelişmeleri kapı aralığından takip eden Aişe valide¬miz, yeniden hane-i saadetlerine dönen Allah Resülii’ne:
– Ya Resülullah, dedi. Şu konuşup durduğun da kimdi?
– Sen onu gördün mü, diye sordu Allah Resülü ve sonrasında
aralarında şu konuşma geçti: – Evet.
– Peki kime benzettin?
– Dıhye İbn Halife el-Kelbi’ye.
– O Cibril’di; Beni Kurayza üzerine yürürnemi emrediyor!
Çok geçmeden Medine sokaklarında Allah Resülü’nün münadi¬si dolaşacak ve:
– Her kim, Allah ve Resülü’nü dinler ve itaat ederse, ikindi na¬mazını Beni Kurayza’ da kılsın,212 diyerek ihanet yurduna yürüyüş için Resı1lullah’ın emrini tebliğ edecekti.
Takvimler, Zilkade ayının yirmi üçünü gösteriyordu. Medine’de yine Abdullah İbn Ümmi Mektı1m vekil bırakılmış, Hendek dönü¬şü henüz toplanmayan sancak da Hz. Ali’ye verilmişti! Kendileri de zırh ve miğferini giymiş, silahlarını kuşanmıştı. Derken, kuyruğu¬nun uzunluğundan dolayı Luhayf adını verdiği atına bindi ve üç bin ashabıyla birlikte Beni Kurayza yurduna hareket etti.
Yola koyulup da Beni N eccar’ın olduğu yere kadar geldiklerinde, silahlarıyla birlikte saftutup da kendilerini bekleyen iki grup müfre¬ze ile karşılaştılar. Düşündürücüydü; Beni Kurayza üzerine yürüme haberi buralara kadar ancak gelmiş olmalıydı; peki bu adamlar ne zaman hazırlanıp da yola düşmüşlerdi! Onun için:
– Buralara uğrayan birileri oldu mu, diye sordu Allah Resı1lü.
– Evet, diyorlardı. Semerinin üzerine kadifeden bir örtü örtmüş
olarak buradan geçen Dıhyetü’l-Kelbi, bize:
– İşte Resı1lullah! Çok geçmeden burada olur, dedi ve silahla¬rımızı alıp da hemen yola çıkmamızı emretti; biz de bunun üzerine silahlarımızı alıp saf düzenine geçtik.
Anlatılanlar Cibril-i Emin’i işaret ediyordu ve bunun üzerine Efendiler Efendisi (sallaIlahu aIeyhi ve sellem):
– O Cibril idi; kalplerine korku salmak ve kalelerini kökünden sarsmak için onları Allah (celle celaluhü), Beni Kurayza’ya gönderdi, buyurdu.
İçlerinde Ebı1 Katade’nin de bulunduğu ashabdan bir grupla birlikte öncü kuvvet olarak ilerleyen Hz. Ali, herkesten önce varmış¬tı Beni Kurayza’ya. Onun gelip de Resülullah’ın sancağını karşıları¬na dikmesine öfkelenen Beni Kurayzalılar, ağızlarını iyice bozmuş,
212 Hatta bu emirden dolayı ashab, yolda giderken namazı kılıp kılmama konusunda ihtilaf etmiş; bir kısmı vaktin daraldığını ileri sürerek ikindi namazını yolda kılar¬ken, diğer bir kısmı, Efendimiz’in bu beyanına istinaden Beni Kurayza yurduna ulaşmadan namazını kılmamıştı. Hatta gecikenlerden bazılan ikindi namazları¬nı, güneş batmak üzereyken burada kılmıştı! Ancak Allah Resülii (s.a.s.), her iki tercih sahiplerine de o gün bir şey söylememişti. Bkz. Buhari, Sahih, 1/321 (904); 4/1510 (3893); Taberani, Mu’cemu’l-Kebir, 19/79 (160)
Allah’ın Resülü ile mü’minlerin anneleri, annelerimiz, Efendimiz’in hanınılan ezvac-ı tahirata alenen küfrediyorlardı!
Gelişmeler, artık tuzun da koktuğunu gösteriyordu; yüz kızar¬tan ifadelerdi bunlar. Ashab, duydukları karşısında, donakalmıştı; kendilerine yakışanı yapıyor ve yine de sükütu tercih ediyorlardı. Sadece:
– Aramızdaki meseleyi ancak kılıç çözer, diyorlardı. Utancın¬dan Hz. Ali, Ebu Katade’ye sancağın başında beklemesini söyleyerek hemen geri döndü ve Resülullah’ın yanına geldi:
– Ne olur, şu çirkef insanlara o kadar yaklaşma; her halukarda Allah (celle celaluhü), onlara karşılık Sana yardım edecektir, dedi. mn¬den anlayan İnsan Sarrafı meseleyi çözmüştü; önce:
– Niye sen Benim geri dönmemi istiyorsun ki, buyurdu. Hz. Ali, duyduklarını hatırladıkça kulaklarına kadar kızarıyordu; süküt etti. Resülullah’ın sorusuna cevap veremiyordu. Bunun üzerine Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Sanırım sen, Benim hakkımda onlardan çirkin sözler işittin, dedi.
– Evet, ya Resülullah, diyebildi Hz. Ali. O kadar utanmıştı ki bunları söylerken Allah Resülii’niin yüzüne bile bakamıyordu. Te¬selli yine Efendiler Efendisi’ne kaldı; şöyle diyordu:
– Şayet onlar Beni görmüş olsalardı, bunların hiçbirisini söyle¬yemezlerdi!
Aynı zamanda bu, gördüklerinde de bir şey diyemeyecekler an¬lamına geliyordu ve Allah Resülii, Hz. Ali’nin endişelerine rağmen Beni Kurayza kalelerine doğru yürümeye başladı. Kaleye yaklaştık¬ları sırada Üseyd İbn Hudayr, ileri çıkmış ve daha erken varmıştı; şöyle sesleniyordu onlara:
– Ey Allah düşmanları! Burada açlıktan ölünceye kadar kalele¬rinizden ayrılmayacağız; şu anda sizin durumunuz, ininde kıstırıl¬mış tilkiden farksız!
Beni Kurayzalıların yürekleri ağızlarına gelmişti; adım adım ölüme doğru yaklaştıklarını görüyor, attıkları her adımda bir basa¬mak daha çamurun içine batıyorlardı! Büyük bir korku ve tarif edi¬lemez bir telaş içindelerdi: – Ey İbn Hudayr, diye cevapladılar. Biz, Hazreçlilerin değil, senin müttefikleriniziz!
Bu kadar şenaatten sonra ittifakın ne anlamı olabilirdi ki! Onun için Hz. Üseyd onlara:
– Sizinle benim aramda ne bir anlaşma ne bir sözleşme ne de bir ahit vardır, diye seslendi. Bu sırada Allah Resülü (sallallahu aley¬hi ve sellem) de yaklaşmıştı; O’nun gelişini gören ashab-ı kiram, Beni Kurayza’nın muhtemel bir tuzağına karşılık, hemen etrafım alarak kalkan gibi çevresini sarıverdiler! Biraz daha onlara yaklaşan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), önce Beni Kurayza’mn ileri gelenleri¬ne onların anladıkları dilden şöyle seslenmeye başladı:
– Allah (celle celaluhü), gazabını indirip de sizi rezil rüsva etti ve siz, hala Bana söz sayıp küfredersiniz ha!
Daha o anda değişivermişlerdi; sanki az önce Allah Resülii’ne küfredip de hammlarına dil uzatanlar onlar değildi!
– Ya Eba’I-Kasım, diye sesleniyor ve “Biz böyle bir şey yapma¬dık.” diye de ısrar ediyorlardı. “Senin cehaletle bir ilgin olamaz ve Sen, böyle ağır sözler de söylemezdin!” diye de ilave ediyorlardı. Böylelikle onlar, böyle bir şeyi yapmış olamayacaklarım anlatmaya çalışıyor ve kendilerince inandırıcı olabilmek için Efendimiz’in fazi¬letine sığınıyorlardı.
Kuşatma
Artık kuşatma başlamıştı; o günün akşam vaktinde Sa’d İbn Ubôde, büyük bir incelik göstererek mü’minlerin yiyecek ihtiyaç¬larını karşılamak için yük yük hurma gönderecekti. Bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Hurma, ne güzel bir yiyecektir, buyuracak ve böyle kritik nok¬talarda ashabına sahip çıkanları takdir edecekti.
Ertesi sabahın ilk saatlerinden itibaren de Beni Kurayza’ya hücum başlamıştı; okçuları belli yerlere yerleştirmiş ve kuşatma için de ashabım saflara ayırmıştı. Artık karşılıklı ok atışları, o günün ak¬şamına kadar devam edecekti.
Günler günleri kovalıyordu; kaleleri içinde yiyecek ve içecek stokları bulunduğu için kendilerini güvende hissediyor ve bir türlü teslim olmak istemiyorlardı.
Bir noktadan sonra ise artık ümitleri kesilmiş ve tükenme nok¬tasına gelmişlerdi; direnseler de yapabilecekleri bir şey kalmamıştı. Bu gidişle tükenip gideceklerdi; onun için içeriden seslenmeye baş¬ladılar:
– Bırakın bizi, sizinle konuşmak istiyoruz!
Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de olumlu cevap verdi:
– Çok geçmeden aralarından Nebbôş İbn Kays dışarı çıktı ve Efendimiz’e doğru yürümeye başladı:
– Beni Nadir’e yaptığın gibi bize de, mal ve mülkümüzü alarak çoluk çocuğumuzla birlikte buraları terk edip gitme imkanı ver; buna karşılık olarak da, kanlarımızı bize bağışla ve kadınlarımızla çocuk¬larımızı da alıp buralardan gitmemize müsaade et; silahlar dışında develerin taşıyabileceği kadar yükü alıp da gidelim, diyorlardı.
Beni Nadir’den sonra köprünün altından çok sular akmıştı; ön¬ceki iki kabilenin başına gelenler gözlerinin önünde cereyan ettiği halde ikinci kez anlaşmayı ihlal etmiş, otorite olarak kabullendikleri mercie savaş ilan ederek düşmanlarıyla ittifaka girişmişlerdi! Hal¬buki onlar, Beni Nadir’le aynı cürmü işlemelerine rağmen ikinci kez affedilerek Medine’yi müşterek savunma konusunda Efendimiz’le yeni bir anlaşma yapmışlardı. Efendimiz’in onlara yaptığı iyilik bun¬larla da sınırlı değildi; O Medine’ye gelinceye kadar bir Beni Kuray¬zalı, asla bir Beni Nadirliye denk kabul edilmiyordu. Öyle ki; Beni Nadir’den birisini öldüren Beni Kurayzalıya kısas uygulanırken aynı durumdaki Beni Nadirli, sadece maddi müeyyide ödeyerek öldürül¬mekten kurtulmuş oluyordu. İşte Allah Resülii (sallallalıu aleyhi ve sel¬lem), asırlardan beri devam eden anlayış gereği sosyal statülerindeki düşüklük sebebiyle sürekli ezilen bir topluluk iken onların elinden tutmuş ve Beni Kurayza’nın da diğerleriyle eş statüde olduğunu ilan etmişti.
Şimdi tutmuş onlar, pazarlarını düşmanın olduğu yere taşıya¬rak ve atlarıyla askerlerine yiyecek temin ederek Ahzab ordusuna lojistik destek veriyorlardı! İçeriden ve en kritik anda ortaya çıkan bir ihanetti bu! Huyeyy İbn Ahtab’a kucak açmış ve savaş suçlusu bir insanı aralarına alarak hep beraber meşru yönetime meydan okuma yarışına girişmişlerdi. Ayrıca, hendeğin öbür tarafında bekleyenlere mektup yazıyor ve son kez vurucu bir darbeyle yüklenip neticeye gitme konusunda Ahzab ordusunu cesaretlendiriyorlardı. Bu arada bir kısmı, zaten arkadan mü’minlere saldırmış, hatta kadınlarla çoluk çocuğun üzerine yürüyüp Hendek’te mücadele verenleri, aile¬leri açısından zaafa uğratmak istemişlerdi. Kılıçlarını çekmiş, sadak¬larına yönelerek mü’minleri de arkadan ok yağmuruna tutmuşlardı. Bu arada ağızlarını da açmış, hakaretin her türlüsüne başvurur ol¬muşlardı. Bunların hepsi, açıktan meşru yönetime isyan ettiklerini gösteren hareketlerdi ve onlar, bütün bunları hür iradeleriyle yapı¬yorlardı.
Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), bu teklifi kabul et¬medi. Kendi aralarmda meseleyi iyice kararlaştırdıklan anlaşılıyor¬du ve hemen ikinci teklifi devreye soktular:
– Öyleyse, kanlarımıza dokunma; kadınlarımızIa çoluk çocuğu¬muzu bize bırak ve develerin taşıyabileceği mallan almadan gide¬lim!
Bu da kabul görmemişti. Resülullah’ın vereceği hükme razı ol¬maktan başka çareleri kalmamıştı. Başka bir çıkış yolu kalmadığını gören Nebbaş, kaleye çaresiz geri döndü.
Nebbaş gelip de aralarında geçen konuşmaları kendilerine an¬latınca Ka’b İbn Esed, kavmine şöyle seslenmeye başladı:
– Ey Beni Kurayza cemaati! Valiahi de, başımıza nelerin geldi¬ğini hepiniz görüyorsunuz; ben size üç tane seçenek sunacağım; siz bunlardan dilediğinizi kabul etmekte hürsünüz.
– Peki onlar nedir, diye sordular. Şunlan söylemeye başladı tec¬rübeli lider:
– Bu adama tabi olup O’nu tasdik edelim; Allah’a yemin olsun ki, zaten O’nun Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğu açığa çıktı; kitabınızda özelliklerini gördüğünüz nebi O. Böylelikle sizler, kanlarınızı, mallannızı ve kadınlannızı koruma altına almış olursunuz! Allah’a yemin olsun ki sizler, Muhammed’in peygamber olduğunu bilip duruyorsunuz; O’na tabi olmaktan bizi alıkoyan şey, O’nun Beni İsrail’den değil de Allah’ın dilediği yerden, Arap’lardan gönderilmiş olmasına olan hasetten başkası değildir. Şüphesiz ki ben, O’nunla aramızdaki anlaşma ve ahitleşmeyi de ihlal etme taraf¬tan değildim: bütün bela, musibet ve uğursuzluğu başımıza, şurada oturan uğursuz adam (Huyeyy İbn Ahtab) getirdiJ213 Hem sizler, bu¬raya geldiği zaman İbn Cevvas’ın size söylediklerini hatırlıyor mu¬sunuz? o:
– Ben, Şam gibi envaiçeşit içki, mayalı ekmek ve hurma ürünle¬rini bırakıp da su, hurma ve arpadan başka bir şeyi olmayan bu bel¬deye niye geldim, biliyor musunuz, diye sormuştu. O zaman ona:
– Peki niye geldin, diye sormuşlardı. Şöyle cevaplamıştı:
– Şüphesiz bu şehirde bir Nebi çıkacaktır; şayet o çıkar da ben
de O’na sağ yetişirsem, O’na tabi olur ve yardımcısı olurum! Ancak O benden sonra ortaya çıkarsa, sakın ola ki sizler O’ndan bigane kal¬mayın; gidin ve O’na tabi olup dostlarıyla yardımcıları olun; işte o zaman sizler, öncekiyle sonrakine birden ve iki kitaba inanan bahti¬yarlardan olursunuz! Benden de O’na selam söyleyin ve benim O’nu tasdik ettiğimin haberini verin O’na.
Haydi gelin, şimdi bizler de O’na tabi olup o’nu tasdik edelim! İşlerine gelmemişti ve:
– Bizler, asla Tevrat’ın hükümlerini terk edemeyiz; onu bir baş¬kasıyla değiştiremeyiz, diye homurdanmaya başladılar. Bunun üze¬rine Ka’b, ikinci teklifini dillendirmeye başladı:
– Madem bu teklifi kabullenmiyorsunuz, öyleyse gelin çocukla¬rımızla hanımlanmızı öldürelim ve kılıçlarımızı çekmiş yiğitler ola¬rak Muhammed’le ashabının karşısına çıkalım; böylelikle Allah (celle celaluhü), Muhammed’le aramızda hükmünü verinceye kadar biz, ar¬kamızda endişe edecek bir husus bırakmamış oluruz; helak olursak birlikte helak olur ve arkamızda üzü1eceğimiz bir nesil bırakmayız. Şayet düzlüğe çıkıp da galip gelirsek, o zaman nasılolsa başka ka¬dınlar bulur, onlardan daha çok çoluk çocuk sahibi oluruz!
213 Onları savaşa tahrik edip de anlaşmayı bozmalan için ısrar eden Huyeyy İbn Ahtab, Ka’b İbn Esed’e verdiği sözünün altında kalmamak için aynlıp gidememiş ve Beni Kurayza’nın kalelerinde kalmıştı. Bkz. İbn Hişam, Sire, 4/195; Taberi, Tarih, 2/99
Ka’b’ın çıkmazda olduğunu onlar da görüyorlardı. Normal şart¬larda bunları söyleyecek adam değildi o. Belli ki gidişat, tahmin et¬tiklerinin de ötesinde idi. Anlaşılan, yaptıkları ihanetin karşılığı ola¬rak ölümden başka seçenekleri yoktu ve Ka’b da, gelecek musibeti en azıyla atlatabilmek için alternatifler üretiyordu. Ancak ne ilk ne de ikinci alternatif, kabullenebilecekleri cinsten değildi. Onun için:
– Şu zavallıları nasıl öldürürüz! Hem, onların olmadığı yerde yaşamanın ne anlamı var, diye itiraz ettiler. İkinci öneri de kabul görmemişti. Bu sefer Ka’b, son teklifini açmaya başladı:
– Madem önceki teklifleri kabul etmediniz, bari bunu dinleyin; bu gece cumartesi gecesi ve Muhammed’le arkadaşları, kendilerini güvende hissedeceklerdir; gelin, Muhammed ve arkadaşlanna bu gece ansızın saldırıverelirnl
Yine homurdanmaya başladılar; bulunduklan yerden şu sesler yükseliyordu:
– Cumartesi günümüze saygısızlık ederek bizden öncekilerin bugünde yapmadıkları fiilleri mi yapacağız yani? Daha önce buna teşebbüs edenlerin başına nelerin geldiğini, şekillerinin değişerek maymuna döndüklerini sen bizden daha iyi bilirsin!
Sanki her türlü teklife kapalı gözüküyorlardı. Ka’b da şaşkındı; ne diyeceğini bilemiyordu. İşin doğrusu ilk defa hepsini aynı konuda ısrarlı ve kararlı görüyordu; onun için şu tepkiyi verdi:
– Sanırım içinizden hiçbiriniz, anasından doğduğu günden bu yana hiçbir zaman bu kadar kararlı olmamış ve bu denli de ihtiyatlı davranmamıştır!
Sözünde Samimi Olanlar
Meclisteki kasvet havası artarak devam ediyordu; akla gele¬bilecek her türlü ihtimal mantık dışı bulunuyor ve bir türlü çıkış yolu bulunamıyordu. Derken Beni Kurayza ve Beni Nadir’e mensup olmayan ve onlardan daha yerleşik bulunan Hüzeyl kabilesinden Sa’ye’nin oğullan Üseyd ve Sa’lebe kardeşlerle bunların amcaoğlu Esed İbn Ubeyd ileri atılarak şunları söylemeye başladılar:
– Ey Beni Kurayza cemaati! Allah’a yemin olsun ki.O’nun Resü¬lullah olduğunu sizler de biliyorsunuz; O’nun sıfatı elimizdeki kitap¬larımızda vardır! O’ndan, hem bizim hem de Beni Nadir’in alimleri hep bahsedegelmişlerdir! (Huyeyy İbn Ahtab’ı göstererek) İşte bu da, Cübeyr İbn Heyyebô.n ile birlikte onların başında gelir! Bizim aramızdaki en doğru adamdır o ve vefat etmeden önce bize, O’nun sıfatlannı bütün açıklığıyla bahsedip anlatmıştı.
Bu sözler de hoşlarına gitmemişti:
– Biz, Tevrat’ı bırakamayız, diyorlardı. İş iyice inada binmişti; her şeye rağmen adamlar, göz göre göre ve iradi olarak ölümü tercih ediyor, sonuçlarını bilerek her şeyleri olarak gördükleri dünyaları adına son adımlarını atıyorlardı. 214
Bu sırada devreye Amr İbn Su’dd girdi; şöyle sesleniyordu on¬lara:
– Ey Yahudi topluluğu! Sizler, hiç yok yere Muhammed’le ara¬nızdaki anlaşmayı feshettiniz ve böylelikle aranızda sözleşme adına bir şey kalmadı! Ancak ben, daha önce de buna katılmadığını gibi bundan sonra da sizin bu anlamsız zulmünüzde size ortak olmayaca¬ğım! Şayet siz, Muhammed’e tabi olmayacaksanız, en azından Yahu¬di olarak kalın ve O’na cizye vermeyi kabul edin; gerçi bunu O’nun kabul edip etmeyeceğinden de emin değilim!
– Bizler, Arapların kelle başı bizden cizye almalarına razı olama¬yız; bizim için ölüm bundan daha hayırlıdır, diyorlardı. Bu teklif de kabul görmemişti; Beni Kurayza üzerine öyle bir inat hakim olmuştu ki, önlerine cennete uzanan bir merdiven bile konulsa bu inatlarının tesiriyle o merdiveni bile kullanmaktan uzak duracak, merdiveni de onu oraya yerleştireni de istiskal edeceklerdi. Bunu gören ve Beni Kurayza’ dan ümidini kesen Anır:
– Öyleyse ben sizlerden beriyim, diyecek ve meclisi terk ederek kendi yolunu kendi iradesine göre belirleyecek bir adım atacaktı. Sa’ye’nin iki oğlu ve Esed İbn Ubeyd ile birlikte kaleden dışarı çı-karken, orada nöbet bekleyen Muhammed İbn Mesleme:
– Kim o, diye seslenecek, o da:
– Anır İbn Su’da, diye cevap verecekti. Tanıdığı bir isimdi ve faziletiyle düşüncelerindeki enginliği biliyordu. Aynı zamanda bu saatte aralarından çıkıp da gelebildiklerine göre bu adamlar, hayır istikametinde irade beyanında bulunmuş ve imana birer kapı ara-
214 O gece, muhataplannın her türlü teklife kapalı, katı tutumunu gören Üseyd ve Sa’lebe kardeşlerle Esed İbn Ubeyd, onlardan aynlacak ve Efendimiz’in huzu¬nına gelerek Müslüman olduklannı ikrar edeceklerdi, Böylelikle onlar, Beni Kurayza’nın başına gelenlerden kendileriyle çoluk çocuklarını da korumuş ola¬caklardı. Bkz. İbn Abdilberr, İstiab, 1/96; İbn Hacer, el-İsabe, 1/52 (100)
lamışlardı. Bunu üzerine Muhammed İbn Mesleme, önce ona geç, dedi ve ardından da ellerini açarak şöyle dua etmeye başladı:
– Allah’ım! Kerem sahibi insanların yoluna çıkan engelleri orta¬dan kaldırma erdeminden beni mahrum etme!
İbn Su’da’nırı hedefinde Mescid-i Nebevi vardı; geldi oraya ve sabaha kadar burada kaldı. Ertesi sabah herkes onu, yine burada bu¬lacağını düşünüyordu; ancak o, çoktan oradan çıkmış ve bir meçhule doğru yelken açmıştı. Durum gelip de Allah Resülü’ne anlatılınca:
– O öyle bir adam ki Allah (celle celaluhü), vefasından dolayı onu kurtardı, buyuracaktı.
Ölümlerine Kendileri Ferman Kesmişlerdi
Konuşmalarındaki ana muhteva, haklarında verilecek hükmün idam olacağını gösterir mahiyetteydi; her fırsatta sözü ölüme geti¬riyor ve bir türlü kurtuluş ümidi göremiyorlardı. Meseleyi alıp veri¬yor, vicdanlarında tartıyor ve o ana kadar yaptıklarını ortaya döküp bir sonuca gitmeye çalışıyorlardı ama bunların sonunda, ölümden başka bir seçenek göremiyorlardı. Zira ölümü fazlasıyla hak edecek işlere imza atmışlardı.
Aralannda Hakem adında birisi vardı; hem hanımı onu hem de o hanımını çok seviyordu. Muhasaranın devam ettiği saatlerde yan yana gelirler ve uzun uzadıya oturup ağlaşırlardı! Hanımı Niibôie ona:
– Yazık olacak; beni bırakıp da gideceksin, diyor ve hicranla kocasının yüzüne bakıp feryat ediyordu. Bunu gören ve bu işin so¬nunun ölümden başka bir şeyolmadığına kesin kanaat getiren Ha¬kem’in aklına, hanımını da beraberinde götüreceği bir plan geldi. Hanımının esir olarak arkada kalmasına gönlü razı olmuyordu; ken¬disi öldürüleceğine göre hanım ı da ölmeliydi! Bunun, durup durur¬ken olmayacağını da bildiği için bir senaryo üretmişti. Bunu uygu¬lamak için girişimlerde bulunuyorlardı. Yanına çağırdığı Nübate’ye şunları tembihliyordu:
– Tevrat’a yemin olsun ki, dediğin gibi olacak! Ne diyorsun; sen bir kadınsın! En iyisi mi sen, şu değirmen taşını onların üzeri¬ne doğru yuvarlayıver! Zaten bundan sonra biz, onlardan hiç kimseyi öldüremeyiz! Sen bir kadınsın ve şayet Muhammed, bize bugün galip gelirse, kadınlara dokunmaz ve onları öldürmez!
Kocasının sözünden çıkmayan bir kadındı Nübate; kocasının olmadığı yerde onun için de hayatın bir anlamı yoktu ve Zebir İbn Bôtô’mn kalesinin üzerine çıkarak orada bulunan bir değirmen taşı¬m, kalenin gölgesinde dinlenen mü’rninlerin bulunduğu yere doğru yuvarlayıverdi.
Yukarıdan üzerlerine büyük bir taşın yuvarlamp geldiğini gören ashab-ı kiram, sağa sola kaçışmak istese de taş, aralarından Hall/ıd İbn Süveyd’in başına çarpacak ve onu şehit edecekti!
Ebu Lübabe
Muhasara daha da şiddetlenince Allah Resülii’ne haber ulaştı¬rarak, istişare edebilmeleri için kendilerine Ebu Lübabe’yi gönder¬mesini talep ettiler. Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), bunu da kabul etti.
Çok geçmeden Ebu Lübabe İbn Abdilmiinzir, Beni Kurayza yur¬duna gitti; çoluk çocuk yollara dökülmüş, perişan hallerini arz edip ağlaşıyor ve şefaat dileniyorlardı. Yürek yakan bir halleri vardı; bunu gören Ebu Lübabe de çok duygulanmıştı. Reisleri Ka’b İbn Esed öne çıktı ve:
– Ey Eba Liibabe, diye seslendi. Biz seni, özellikle tercih ettik; Muhammed bizim, sadece kendisinin vereceği hükme razı olmamız¬dan başka bir seçenek kabul etmiyor; ne dersin, O’nun hükmüne rıza gösterelim mi?
– Evet, diye cevapladı Ebu Liibabe, Boş bulunmuş ve bunu ya¬parken de, eliyle boğazını işaret etmiş, bu hareketiyle de, Allah Resfı¬lii’niin vereceği hiikmiin idam olacağım ilan edivermişti. Bu hareket, onun için büyük bir ihanet anlamına geliyordu; kendisini affedemi¬yordu. Bin pişman olmuştu; dizlerinin bağı çözülmüş ve gözüne yaş¬lar yürümüştüt Resülullah’ın çizdiği çizginin dışına çıktığını ve üze¬rine vazife olmadığı halde boş bir harekette bulunarak affedilmez bir hata işlediğini düşünüyordu!
Herkes Ebu Lübabe’nin getireceği haberi merak ederken o, Beni Kurayza yurdunda yaptığı bu hareketinin hemen sonrasında, kale¬nin arkasından çıkarak doğruca Mescid-i Nebevi’ye gelecek ve direklerden birisine kendisini bağlayarak, ölüp gideceği veya yaptığı bu hareketten dolayı affa mazhar olacağı ana kadar da buradan kendisini çözmeyeceğine dair ahdedecekti. Aynı zamanda, Allah ve Resülii’ne ihanet ettiğini düşündüğü Beni Kurayza yurduna bir daha hiç ayak basmayacağına, oraları bir daha dünya gözüyle görmeyece¬ğine dair yeminler ediyordu.
Çok geçmeden Ebu Lübabe’nin haberi mü’minler arasında ya¬yılmış ve Resülullah’a da ulaşmıştı; şöyle buyurdu Allah Resülü (sal¬lallahu aleyhi ve sellern):
– Allah’ın (celle celaluhü) hakkındaki hükmü vereceği ana kadar onu kendi haline bırakın; şayet Bana gelip de durumunu arz etmiş olsaydı ona istiğfarda bulunurdum; ancak o, Bana gelip de durumu¬nu arz etmediğine göre onu kendi haline bırakın!
İşte tam da bu sırada Cibril-i Emın gelmiş ve semalar ötesinden Yüce Mevla’nın:
– Ey iman edenler! Allah ve Resülü’ne ihanet etmeyin; bile bile aranızdaki emanetlerinize de ihanet etmeyin şeklindeki mesajını getirmişti. Ebu Lübabe, ayetteki ifadenin doğrudan kendisine hitap olduğunu düşünüyor ve bunun ezikliğiyle kimsenin yüzüne bakamı¬yordu.
Artık Ebu Lübabe yiyip içmiyor ve aff-ı ilahinin geleceği anı iş¬tiyakla bekliyordu. Altı gün sürecek bu dönemde hanımıyla kızı nö¬betleşe yanına geliyor ve sadece abdest alıp da namaz kılabilmesi için iplerini çözüyordu. Ebu Lübabe, kulluk vazifesini yerine getirir getirmez de yeniden kendisini bağlatıyordu. Dünyaya küsmüştü; işitme kaybı başlamış ve gözleri de görmez olmuştu.
215 Enf’al,8/27
216 EbU Lübabe’rıin bağlı kaldığı süre bazı rivayetlerde on küsur gün, başka bir rivayette yirmi güne yakın, diğer bir rivayette ise yirmi beş gün olarak ifade edil¬mektedir. Bkz. Salih!, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşad, 5/9
Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Ümmü Selerne Validemizin hücresinde bulunduğu bir seher vakti yine Cibril-i Emin gelmiş ve Ebu Lübabe gibi kadirşinas insanların Allah katındaki konumlarını bildiren ayeti getirmişti. Şefkat ve merhamet insanı tebessüm edi¬yordu! O’nun bu halini gören Ümmü Seleme Validemiz:
– Ya Resülullah, diyecekti. Allah ömrünü uzun etsin; tebessii¬münüzün sebebi nedir, niçin gülüyorsunuz?
– Ebu Lübabe’nin tevbesi kabul edildi, buyurdu Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern). Zira gelen ayette, sürekli iyilik zemininde dolaştıkları halde boş bulunduğu sırada iyi olmayanla da buluşan, ancak hemen akabinde hatasını anlayarak tevbe ve istiğfara yönelen kimseler takdir ediliyor ve bunların, gönülden yaptıkları tevbelere Allah’ın, gufran ve merhametle karşılık vereceği anlatılıyordu. 217
Samimi bir mii’minin, gönülden Rabbine yönelişi neticesinde affına ferman geldiğine şahit olan Ümmü Selerne validemiz de he¬yecanlanmıştı:
– Ona bunu hemen haber verelim mi ya Resülullah, diye sordu.
– İstiyorsan, evet, diye cevapladı Resülullah, Bunun üzerine Ümmü Selerne Validemiz, hücresinin dışına çıktı ve:
– Ey Eba Lübabe, diye seslenmeye başladı. Müjdeler olsun sana!
Allah (celle celaluhü) senin tevbeni kabul etti.
Bu müjdeli haberi duyan herkes Ebu Lühabe’nin bağlı olduğu direğe doğru koşuyordu; gelecek ve onu direkten çözerek mutlulu¬ğunu paylaşacaklardı.
Belli ki o da çok sevinmişti; derin bir murakabe ile Rabbine yö¬nelmiş, samirniyetine lütfedilen bu fermandan dolayı derinden şük¬ran hisleriyle dopdoluydu. Nasılolmasın ki Allah (celle celaluhü), ken-disine ‘kulum’ demiş ve kendisiyle ilgili olarak Resülü’ne Cibril-i Emin’i göndermişti. İplerini çözmek isteyenleri görünce:
– Hayır, hayır, diye mukabelede bulundu. Benim yeminim var; Resülullah (sallallahu a1eyhi ve sellem) gelinceye kadar beni sakın çöz¬meyin!
Bu sırada, sabah namazını kıldırmak için Allah Resülü de mes¬cide gelmişti; önce Ebu Lübabe’nin bulunduğu yere geldi ve selam verdi ona; şefkat nazarlarıyla süzüyordu ashabını! Sözün sukut ettiği yerde gönülden gönüle bir muhabbet vardı seherin aydınlığında ve bir müddet bu hal devam ettikten sonra Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), bizzat kendisi çözdü Ebu Liibabe’nin iplerini.
217 Bkz. Tevbe, 9/102
Gelen fermanla birlikte iplerinden de kurtulan Ebu Lübabe, derin bir iç huzuruyla Nur Cemali süzüyordu; sonra şunları söyle¬meye başladı:
– Ya Resülullahl Benim bu tevbemin tamam olabilmesi için önce, bu günaha bulaştığım kavmimin bulunduğu yeri terk edece¬ğim ve ardından da, malımın tamamını Allah ve Resülü’ne sadaka olarak verip dünya adına malik olduğum her şeyden kurtulacağım!
N ebiler Serveri, burada da ölçüyü belirleyen olacaktı ve ona: – Ey EM Lübabe! Üçte biri yeter, diye seslenecekti.
Sa’d İbn Muaz’ın Hakemliği
Beni Kurayza açısından her geçen süre kendi aleyhlerine işli¬yordu; atalarının, emredilen buzağıyı kurban etmemek için akla ha¬yale gelmedik bahaneler üretmeleri gibi bunlar da değişik vesilelere tevessül etmişlerdi ama bunların her birisinin, şartları daha da ağır¬laştırmaktan başka bir faydası olmamıştı. Bütün yollar kapalıydı ve sonunda, Resülullah’ın vereceği hükme razı olduklarını bildirerek teslime mecbur oldular.
Esirlerin derlenip toparlanması için Muhammed İbn Mesleme görevlendirilmiş, kadınlarla çoluk çocuğun başına ise, Yahudi alimi iken Müslüman olan Abdullah İbn Selam tayin edilmişti.
Kalelerine girilip de mal varlıkları ortaya çıkınca, bin beş yüz kılıç, üç yüz zırh; iki bin mızrak, bin beş yüz kalkan ve daha birçok savaş manzarasıyla karşılaşacaklardı! Bütün bunlar, Allah davasına karşı duruşlarının bir göstergesiydi ve bunların hepsi de, Resülulla¬h’a karşı kullanılmak için stoklanmıştı! Ayrıca az sayıda deve ve bir miktar da koyun vardı; bunların hepsine el konuldu.
Bunun yanında kalede, çok miktarda kap kacak, sıra sıra küp¬lere doldurulmuş çok miktarda ve her çeşidinden içki de vardı; Re¬sülullah’ın emriyle bunların hepsi dökülecek ve kimse onlara el sür-meyecekti.
Henüz ortada verilmiş bir hüküm yoktu; ancak herkes, Beni Kurayza’nın ölümü çoktan hak ettiğini düşünüyor ve Resülullah’ın da benzeri bir hüküm vermesini bekliyordu. Onun için eskiden beri Beni Kurayza’nın müttefiki olan Evsliler, büyük bir telaş içinde Allah Resülü’nün yanına geldiler:
– Ya Resülullah, diyorlardı. Bunlar, Hazreç’in değil, bizim müt¬tefiklerimizdir; daha dün denecek kadar yakın bir zamanda İbn Übeyy’in müttefiki olan Beni Kaynuka’ya yaptığın muameleyi de bi¬liyoruz; onlann, dört yüzü zırhlı olmak üzere yedi yüz adamını ba¬ğışlamıştın! Şimdi bizim bu müttefiklerimiz, anlaşmayı bozdukları¬na bin pişman olmuşlardır; onları da bizim hatırımıza bağışla!
Resül-ii Kibriya Hazretleri süküt ediyordu; neredeyse Evs’in tamamı bir araya gelmiş ve ısrarla, Beni Kurayza’ya da öncekilerin hükmünün verilmesini istiyorlardı. Dünyaya fazilet taşıyacak bir ce¬maatte bu türlü iltimasların olmaması lazımdı! Ancak bunun için de, benzeri hadiselerle karşılaşılması ve böylesi durumlarda Resü¬lullah’ın ortaya koyacağı tavrın görülerek arkadan gelenlere örnek olunması gerekiyordu. Onun için Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sel¬lem), onlara döndü ve:
– Onlar hakkında verilecek hükmün, aranızdan birisine havale edilmesini ister misiniz, buyurdu. Rahat bir nefes almışlardı; demek ki bu kadar endişe taşımaları beyhüdeydil Allah’ın Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), dostluklarının temeli mazinin derinliklerine dayanan Beni Kurayza hakkında verilecek hükmü bizzat kendilerine vermişti; onun için hemen:
– Evet, diye cevapladılar. Bunun üzerine Efendiler Efendisi:
– Öyleyse, ashabım arasından dilediğinizi seçin, buyurdu.
Sevinçten gözlerinin için parlamış, birbirlerine bakıyorlardı. Gözleriy¬le anlaşmışlardı; çok geçmeden de, reisleri olan Sa’d İbn Muaz’ı seç¬tiklerini bildireceklerdi ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, söz verdiği vechile bu tercihe rıza gösterecekti.
2ı8 Başka bir rivayette Efendimiz’in Sa ‘d İbn Muaz’ı seçtiği ifade edilmektedir. Bkz.
İbn Hişam, Sire, 4/198; Taberi, Tarih, 2/100
2ı9 Hz. Kuaybe (r.anha), dağılan aileleri bir araya toplayan, kimsesizlere yardım eden ve muhtaçlan gözetip kollayan hayırsever bir hanım sahabi idi; yaralılada da ilgilenirdi. Allah Resülü (s.a.s.), mescitte onun için bir çadır kurdurmuş ve ya¬ralılan burada tedavi etmesini istemişti; bunun yanında aynı zamanda O (s.a.s.), Sa’d İbn Muaz gibi Allah yolunda yara alan ashabını sık sık ziyaret etmeyi murad ediyordu. Bkz. İbn Sa’d, Tabakat. 8/291; Vakıdı, Megazı, 1/510, 525; İbn Hacer, el-İsabe, 8/94 (11682)
Bu sırada Sa’d İbn Muaz, Hendek’te aldığı yara sebebiyle Kuay¬be Binti Süayd’in çadırında tedavi görmekteydi. Bu kararın üzerine Evsliler, alelacele mescide koştular. Hz. Sa’d’ın, ayakta duracak hali yoktu; dünya ile ukba arasındaki ince çizginin üzerinde durduğu her halinden belliydi! Buna rağmen Evsliler, liderleri Sa’d İbn Mu¬az’ı bir merkebin üzerine bindirdiler; Efendimiz’in bulunduğu yere getirmek için ellerinden geleni yapıyorlardı! Yolda ilerlerken ona dönüyorve:
– Ey Eba Amr! Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), müttefiklerin hakkında iyi davranasın diye onlar hakkındaki hükmü sana havale etti; İbn Übeyy’in kendi müttefiklerine karşı nasıl davrandığını sen de biliyorsun. Ne olur, onlara karşı sen de insaflı ol, diye telkinde bulunuyorlardı. Sanki adalet anlayışını bir kenara bırakmış, yüzyıl¬lardır karşı karşıya gelip de savaştıklan Hazreçlilerin müttefiklerine yapılanlarla kıyaslara giriyor ve şartlannı nazara almadan başkası¬nın üzerinden kıyaslar yaparak sonuca gitmeye çalışıyorlardı. Hal¬buki Beni Kurayza’nın durumu, ne Beni Kaynuka ne de Beni Nadir’e benziyordu; mesele sadece bir karşı duruştan da ibaret değildi! Hala bir kenara bırakılamayan kavmiyet düşüncesinin baskısıyla hareket ediliyordu ve bu baskı altında hükümde isabet kaydetmenin imkanı da yoktu.
Bütün bunlara karşılık Hz. Sa’ d, siikütu tercih ediyor ve fikri¬ni bir türlü beyan etmiyordu. Onun bu tavrı Evslileri iyiden iyiye endişelendirmeye başlamıştı. Bütün ısrarlarına rağmen liderleri Hz. Sa’ d, oldukça kararlı gözüküyordu. Çok üzerine geldikleri bir sırada Hz. Sa’d:
– İşte şimdi Sa’d için, kınayanın kınamasından endişe edip yıl¬mama vakti geldi, deyivermişti! Daha bu sözü duyar duymaz Dah¬hak İbn Halife:
– Vah o kavmin başına gelenlere, diye feryad ü figana başlayı¬verdi! Anlamıştı; ısrarlar netice vermeyecek ve Hz. Sa’d, doğru bildi¬ği yoldan asla taviz vermeyecekti! Aynı zamanda Dahhak, bir çırpıda koşarak kavminin arasına dönmüş ve Beni Kurayza’nın başına gele¬ceklerden dolayı çoktan taziyelere başlamıştı!
Nihayet Sa’d İbn Muaz, yanındakilerle birlikte Efendimiz’in bulunduğu yere yaklaşınca Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), yanın¬da bulunan ashabına seslenerek:
– Haydi, efendinizi karşılamak için ayağa kalkın, buyurdu.
Bunun üzerine ashab, iki saf halinde ayağa kalkmıştı ve Sa’d İbn Muaz, Efendimiz’in yanına geleceği ana kadar herkes ona ‘hoş gel¬din’ deyip selamlıyordu.
Huzura gelip de bir miktar soluklanınca Allah Resülü ona:
– Onlar hakkındaki hükmünü ver, ey Sa’d, buyuracaktı. Buna mukabil edep insanı Hz. Sa’ d:
– Hüküm verme konusunda gerçek hak sahibi, Allah ve Resü¬lü’dür, dedi. Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), ona:
– Onlar hakkında senin hüküm vermeni Allah emretti, buyurdu.
Demek ki bu hüküm, aynı zamanda Zat-ı Bari tarafından da kabul görmüştü. Öyleyse bu, şahsi bir teşebbüs değil, Allah rızası kazanı¬larak gerçekleştirilecek bir vazifeydi ve bu durumda, sadece O’na te¬vekkül edilmeli ve O’nun için en doğru olan hüküm verilmeliydi.
Yine etrafını Evsliler almış:
– Ey Eba Amr! Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), müttefiklerin hakkında hüküm verme işini sana havale etti; onlar konusunda in¬saflı ol ve onların, bir zamanlar senin için nasıl mücadele ettiklerini hatırla, diye baskı kurmaya devam ediyorlardı. Bunun üzerine onla¬ra döndü ve:
– Beni Kurayza hakkında vereceğim hükme rıza gösterecek mi¬siniz, diye sordu. Belli ki, hükmünü verdikten sonra farklı seslerin çıkmasını engellemek, olası ihtilafların da önüne geçmek istiyordu. Bunun için bir kez daha teyit etmek istemişti. Hep birlikte:
– Evet, diyorlardı. Hükmüne razıyız! Zaten sen burada yokken de seni, Beni Kaynuka’nın müttefiklerinin, kendi dostlan hakkındaki davranışlan gibi senin de bizim müttefiklerimiz hakkında iyilik ta¬rafını tercih etmen için seçtik; bugün senin himmetine muhtacız ve iyiliğini bekliyoruz; çünkü biz, ortaya koyacağın iyi muameleye her zamankinden daha çok muhtacız!
Kıvam tamdı ve vereceği hüküm konusunda kavmi arasında çatlak bir ses gözükmüyordu. Ancak Hz. Sa’d çok ihtiyatlıydı ve ye¬niden onlara dönerek:
– Sizin için elimden geleni yapacağım, buyurdu. Anlamamışlar¬dı; bu sözle vereceği hüküm arasında nasıl bir bağlantı vardı ve niye bu kadar ısrarcı davranıyordu? Merakla:
– Bu sözünle neyi kastediyorsun, diye sordular. Hz. Sa’ d, şun¬ları söyledi onlara:
– Onlar hakkında vereceğim hükmün, benim vereceğim hüküm olacağı hususunda sizden Allah adına ahid ve söz almak istiyorum!
– Evet, Allah için söz veriyoruz, diyorlardı. Bu kadarı yeterliydi; bu kadar söz verip de yeminle kararlılık gösterdikten sonra geri dö¬nemezler, dönseler de onları kimse dinlemezdi. Ardından, içlerinde Allah Resülü’niin de bulunduğu topluluğa doğru yöneldi; hayâsından dolayı Allah Resülü’rıün yüzüne bakamıyordu. Şöyle seslendi:
– Burada bulunanların da, aynı şekilde vereceğim hükme rıza göstermeleri gerekir!
Oradan da:
– Evet, vereceğin hükme hepimiz razıyız, sesleri yükseliyordu.
Öyleyse şimdi sıra, herkesin beklediği hükmü ilan etmeye gelmişti; kelimelerin üstüne basa basa şunları söylemeye başladı Hz. Sa’d:
– Ben, onlardan ergenlik çağına gelen erkeklerin öldürülmesi¬ne, kadınlarıyla çocuklarının da esir alınmasına, yurtlarının, Ensar hariç sadece Muhacirler arasında paylaştırılmasına ve mallarının da ganimet olarak mü’minler arasında taksim edilmesine hükmediyo¬rum!
Hz. Sa’d, kitabın ortasından konuşuyor ve kimseden çekinme¬den verilmesi gereken hükmü veriyordu. Onun için Efendiler Efen¬disi (sallallahu aleyhi ve sellem) ona yöneldi ve:
– Onlar hakkında sen, yedi kat yücelerden Allah’ın verdiği hükm-ü ilahi ile hükmettin, buyurdu. Çünkü o günün seher vaktinde melek gelmiş ve Beni Kurayza hakkında verilmesi gereken hükmün mahiyetini bildirmişti.
Aynı zamanda bu, Hz. Sa’d’ın duasına Allah’ın (celle celaluhü) bir teveccühü mahiyetindeydi; zira yaralarının derinleştiği ve acılarının da tahammül edilmez noktalara ulaştığı o gece ellerini kaldırıp da, Beni Kurayza hakkında gözü aydın oluncaya kadar canını almaması için Rabbine yalvarmıştı.
Hükmün Uygulanması
Artık hüküm verilmiş ve sıra uygulamaya gelmişti. Zilhic¬ce ayının sonlarına doğru bir perşembe günüydü. Esirler bir araya toplanarak Medine’ye getirildi; eli silah tutan erkekler Üsôme İbn Zeyd’in, kadınlarla çocuklar da Ramle Binti Hôris’uı kontrolüne ve¬rilmişti. Kalelerindeki silahlarla diğer eşyaların Binti Haris’in evine gönderilmesi, koyunlarla develerin de o bölgedeki ağaçlıklarda otla-tılması emredilmişti.
Bu manzara, şefkat ve merhamet nebisi Efendimiz’in (sallalla¬hu aleyhi ve sellem) rikkatine dokunmuştu; esirleri bu halde görünce, önce onlara iyi muamele edilmesini emretti ve ardından da yük yük hurma getirtip esirler arasında dağırtırdı. Havanın sıcaklığının da etkisiyle perişan bir görüntüleri vardı ve Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), daha önceleri olduğu gibi yine ashabını uyaracak, esirlere iyi davranmaları gerektiğini bir kez daha hatırlatacaktı.
İş, sadece kendi şahsına bırakılmış olsaydı, onların hepsini de affeder ve yollarını serbest bırakırdı; ancak mesele artık çoktan ka¬muya mal olmuştu. Kamuya min olan meselede Allah hakkı söz ko-nusuydu ve hakkullahın olduğu yerde şahsi tasarrufta bulunmanın imkanı olmazdı. Toplum içinde huzursuzluk çıkarmayı alışkanlık haline getiren insanlar, zamanında ve hak ettikleri karşılıkla ceza-landınlmazlarsa bu, daha sonrakiler için de bir örnek olur ve böyle¬likle sosyal hayatta sökün eden yeni problemlerle insanlarda huzur kalmaz, her tarafta yeni eşkıyalar türerdi. Öyleyse toplumun selame¬ti adına, toplumda problem çıkarmayı itiyat haline getirenler ceza¬landınlmalı ve böylelikle masum insanların hukuku, koruma altına alınmalıydı.
Daha sonra da, Beni Kurayza’ dan haklarında hüküm verilenler teker teker çıkarılıp idam mahalline getirilmeye başlandı. Araların¬dan teker teker alınıp da giden arkadaşlarını gören esirler, liderleri olan Ka’b İbn Esed’e:
– Ya Ka’b, diyorlardı. Muhammed bize ne yapacak?
Derdi başından aşkın Kab, derin bir nefes çektikten sonra şu cevabı verdi onlara:
– Hiç hoşunuza gitmeyecek bir şey; yazıklar olsun size! Ne kadar da ahmak adamlarsınız! Görmüyor musunuz; giden bir daha geri gelmiyor! Vallahi de bunun sonucu kılıçtan başkası değil! Daha önce ben sizi uyarmış ve içinde bulunduğunuz tavırdan vazgeçirme¬ye çalışmıştım; ama dinlemediniz!
– Şimdi yüze vurup da azarlama sırası değil, diyorlardı. Zaten bizler, senin görüşüne muhalefet etmiş olmaktan çekinmeseydik, Muhammed’le aramızdaki anlaşmayı asla ihlal etmezdik!
Beri yanda bu konuşmalara şahit olan Huyeyy İbn Ahtab, duru¬mu sezmiş, onlara şöyle sesleniyordu:
– Birbirinizi suçlamayı bir kenara bırakın; çünkü bu durumda hiçbir fayda getirmeyecektir! En iyisi siz, dişinizi sıkın ve kılıca karşı direnç kazanmaya çalışın!
Şefkat Nebisine ait bir uygulama daha dikkat çekiyordu; öğle sıcağı bastırınca esirlerin dinlenmesi için ashabını uyaran Allah Re¬snlü (sallallalıu aleyhi ve sellern), sadece hükmün uygulanmasını, bunun dışında bir zararın verilmemesini tembihleyerek:
– Onları aynı anda, hem güneşin harareti hem de kılıcın sıcak¬lığıyla cezalandırmayın, buyuracaktı.
Efendimiz’in talimatı hemen yerine getirilecek ve ashab- ı kiram, esirleri istirahat etmeleri için uygun bir yere alıp su ikram edecek ve dinlenmelerine imkan vereceklerdi.
Bir aralık Efendiler Efendisi, Ka’b İbn Esed’le göz göze gelmiş¬ti; ona:
– Ka’b, diye seslendi. Hukukullahı ihlalden hüküm giymiş bi¬risine, eşyayı şefkatle kucaklayan enginliğin yürekten gelen sesiydi bu. Allah’a ve Resnlü’ne karşı gelişin bedeli ödenecekti ama Allah Resnlü (sallallahu aleyhi ve sellern), üzerinde hüküm icra edilecek olan şahsa şefkat nazarlarıyla bakıp, hiç olmazsa öbür aleme giderken ebedi yok oluşla tükenmemeleri adına fırsat veriyordu. Kab da bunu hissetmişti; döndü ve:
– Buyur, ya Eba’l-Kasım, dedi. Bunun üzerine Efendimiz (sallal¬lahu aleyhi ve sellern):
– İbn Cevvas’ın size olan nasihatini niye dinlemediniz, buyur¬du. Çünkü o, Beni tasdik edip muhataplarına Bana ittiba etmeyi em¬rediyor, Beni gördüğünüz zaman da onun selamını Bana söylemeni¬zi talep ediyordu!
Ka’b’ın kaçabileceği bir yer kalmamıştı; gerçekten de söyledi¬ği gibiydi! Zaten, daha birkaç gün önce İbn Cevvas’ın söylediklerini kavmine o hatırlatmıştı ama onlar buna şiddetle karşı çıkınışlardı. O gün olduğu gibi şimdi de, üzerinde kavminin ağır baskısı vardı ve son cümleleri olarak şunlan söyleyecekti:
– Tevrat’a yemin olsun ki, doğru söylüyorsun ey Eba’l-Kasım!
Şayet Yahudilerin, benim kılıçtan korktuğum için sana tabi oldu¬ğumu dillerine dolayıp ayıplayacaklan endişem olmasaydı, ben de Sana tabi olurdum; ancak ben, Yahudi dini üzereyim!
İhanetin sembolü haline gelen bu insanların cezalandınlma işi, o günün akşam vaktine kadar devam etti. Sa’d İbn Muaz, bütün aşa¬malannda bizzat başlannda bekliyor, olası bir kargaşaya müdahil olup herhangi bir problemin zuhuruna engelolmak istiyordu.
Nübate’nin Öldürülmesi
Suçu sabit olanlarırı cezalandınlması sona erince sıra, kalenin üzerinden değirmen taşı yuvarlayıp da Hall/id İbn Süveyd’i şehit eden Hakem’in hanımı NüMte’nin cezalandınlmasına gelmişti. Nii¬bate, esirler arasında aranmaya başlanmış ama bir türlü bulunama¬mıştı.
Bu sırada Niibate, olaylardan habersiz olan Hz. Aişe Validemi¬zin yanında bulunuyordu. O kadar neşeli duruyordu ki, bir taraftan katıla katıla gülüyor diğer yandan da:
– Beni Kurayza esirleri öldürülüyor, diyordu. Nihayet, dışanda¬ki münadinin sesi duyuldu:
– Ey Nübate, diye bağırıyor ve bizzat kendisini çağırıyordu.
– Vallahi de beni çağınyorlar, dedi. Aişe Validemiz de şaşırmıştı; bu kadar şen ve şakrak, gülüp oynayan bir kadına ne yapacaklar¬dı! Önce ona, bunun sebebini sordu. Kadın:
– Beni kocam öldürdü, diyordu. Aişe Validemizin şaşkınlığı bir kat daha artmıştı; hemen:
– Seni kocan nasıl öldürdü, diye sordu. Bunun üzerine Nübate anlatmaya başladı:
– Zebir İbn Bata’nın kalesinde bulunduğumuz sırada kocam bana, ashab-ı Muhammed üzerine değirmen taşı yuvarlamamı emretti; ben de bunu yaptım ve taş gidip birisinin başına çarpıp onu öldürdü. İşte ben şimdi, o şahsa kısas olarak öldürüleceğiml'”?
Nübate’nin dedikleri doğruydu ve Hallad İbn Süveyd’i öldürdü¬ğü için o gün o da idam edilecekti. O gün Beni Kurayza kadınlan ara¬sında ölümüne hükmedilen de sadece Nübate idi.
Affedilenler ile Esirlerin Akıbeti
Sa’ d İbn Muaz’ın verdiği hüküm, elbette Beni Kurayza’nın bü¬tününü kapsamıyordu; zira o gün Beni Kurayza arasında, Atzyyeru¬’l-Kurazi ve Rifôe İbn Şemvaf.221 gibi gençlerle Amr İbn Su’dô, İbn Sa’ye’nin oğullan Sa’lebe ve Üseyd ile onların amcaoğullan Esed İbn Ubeyd gibi sağduyulu kişilere aynı hüküm uygulanmayacak ve onlar affedileceklerdi.
Zebir İbn Bôta, Buas savaşlannın devam ettiği günlerde sabit İbn Kays İbn Şemmôs’e çok büyük bir iyilik yapmıştı. Vefa hissiyle hareket eden Hz. Sabit, bir çırpıda esirlerin bulunduğu yere gelmiş ve Zebir’i bulmuştu. Ona:
– Ya EM Abdirrahman! Beni tanıdın mı, diye sordu.
– Benim gibi birisi hiç seni tanımaz mı, diye mukabele ediyordu
Zebir. Bunun üzerine Hz. Sabit, şunu söyledi ona:
– Senin benim üzerimde hakkın var; büyük bir iyilik yapmıştın!
Şimdi ise ben, o iyiliğin karşılığını verebilecek bir konumdayım!
İçine inşirah veren cümlelerdi bunlar; bir anda gözlerinin içi parlayıvermişti ve ümitle şunlan söyledi:
– Şüphe yok ki kerim bir insan, kendisi gibi kerem sahibi olan birisini kereminden mahrum etmez; benim sana en çok muhtaç ol¬duğum gün de zaten bugün!
220 Hz. Aişe Validemiz, öldürüleceğini bildiği halde Niibate’nin o günkü şen ve şak¬rak halini hiç unutamadığını anlatacaktır. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/517; İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 4/144; Salihi, Siibiilii’l-Hiida ve’r-Reşad, 5/14
221 O gün, Efendimiz’in baba tarafından teyzesi olan Se/md Binti Kays, huzura gelmiş ve “Ya Nebiyyallalı! Anam babam Sana feda olsun; Rime’yi bana bağışla! Çünkü o, namaz kılmaya çok müsait; hem deve eti de yiyor!” demişti. Bunun üzerine Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), Rime’yi onun hahnna bağışlaınıştı. Bu kadar lütfu gözleriyle gören Rifae de gün gelecek Müslüman olacaktı. Bkz. Vakı¬di, Megazi, 1/515; Taberi, Tarih, 2/103; Süheyli, Ravdu’I-Unf, 3/444
Bunları söyleyip de kendisinden Zehir’in kerem dilendiğini gören Hz. Sabit, bir çırpıda Allah Resülü’nün yanına geldi:
– Ya Resülullah, diyordu. Zebir’e için benim, Buas gününden kalma bir iyilik borcum vardı; o gün elimden tutup beni kurtarmıştı! Bu iyiliği Senin huzurunda dillendirip de o sebeple Zebir’i bana bı-rakmanı istiyorum; onu benim hatırıma bağışla!
Vefaya karşı gösterilen vefa, güzel bir hasletti ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz. Sabit’e:
– O senindir, buyuruverdi. Bunun üzerine Hz. Sabit, büyük bir heyecanla Zebir’in yanına gelip durumdan onu haberdar etti. Ancak Zebir, oralı olmuyor:
– Yesrib’de, yanında ne mal ve miilkü ne de ailesi olan yaşlı bir adam bundan sonra yaşasa ne olacak ki, diyordu. Hz. Sabit de şaşır¬mıştı; Adam’ın kendi kurtulduğu yetmiyormuş gibi bir de ailesiyle malını ve mülkünü yanında istiyordu. Garip bir durumdu ama bir defa bu yola girilmişti; gidecek ve Resülullah’tan, Zehir’in ailesiyle mal ve mülkünü de talep edecekti. Geldi ve:
– Ya Resülullah, dedi. Onun ailesiyle mal ve mülkünü de bana bağışla!
– Onlar da senin olsun, diyordu Allah Resülü. Zehir’in ailesiyle birlikte mal ve mülkünü de kurtarmış olmanın sevinciyle tekrar ya¬nına gelen Hz. Sabit:
– Şüphesiz Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), senin çocuklarını, aileni ve mallarını da bana bağışladı, diye müjde vermeye başladı. Ancak Zebir’de hala sevinme belirtisi göremiyordu; içine kapanmış bir hali vardı. Biraz sonra da:
– Ey Sabit, diye başladı sözlerine. Hakikaten sen, sana yapmış olduğum iyiliğin karşılığını tam olarak bana ödedin; böylece borcu¬nu ödemiş oldun! Ancak ey Sabit! O yüzü Çin aynası gibi parlayan ve genç kızların da hayranlıkla kendisini gözlediği Ka’b İbn Esed’e neyapıldı?
– Öldürüldü, cevabını verdi Hz. Sabit. Zaten sorusunun ceva¬bını Zebir’in kendisi de biliyordu; belli ki anlatacağı başka şeyler vardı. Bu sefer de, Beni Ka’b ve Beni Amr’ı kastederek:
– Peki, o iki ünlü meclise ne oldu, diye sordu. Hz. Sabit:
– Onlar da öldürüldü, diye cevapladı. Belli ki adam çok içerle¬mişti; şunları söylemeye başladı:
– Ey Sabit! Bunların olmadığı yerde yaşamanın ne manası var?
Ben de onların gittiği yere gider ve orada onlarla beraber ebedi kalı¬rım! Benim buna ihtiyacım yok. Fakat ey Sabit, çocuğumla hanımı¬ma gidip bir bak; çünkü onlar, ölümden çok korkmuşlardır. Adamı-na söyle de onları serbest bıraksın ve mallarını da onlara iade etsin!
Hz. Sabit de derin düşüncelere dalmıştı; elinden tutmak istediği adam, gerçekten de garip biri çıkmıştı. Huzura gelip de durumdan Resülullah’ı haberdar etmek isteyecek ve bunun üzerine Allah Resü¬lü (sallallahu aleyhi ve sellern), Zebir’in çocuğuyla hanımını serbest bıra¬kıp, silahı dışındaki mallarını da kendilerine iade edecekti.
Zebir’in bu talebi de yerine getirilmişti; şimdi sıra son isteğin¬deydi. Bir an önce kendisini öldürmesini istiyor ve şöyle diyordu:
– Ey Sabit! Senin yanındaki hatırım için senden beni, bir an önce kavmimin yanına göndermeni istiyorum; dostlarıma kavuş¬mak için o kadar sabırsızlanıyorum ki, kovanın kuyudan çıkacağı an kadar bile sabredemem!
Olacak şey değildi; adamı kurtarmak için elinden geleni yapmış ve bunda da muvaffak olmuştu ama o, şimdi bizzat kendisinin onu öldürmesini istiyordu; onun için:
– Ben seni öldüremem, diye tepki gösterdi. Ancak Zebir, kendi¬ni ölüme şartlamış, başka bir şey düşünmüyor ve şunu söylüyordu: – Beni kimin öldürdüğü çok da umurumda değil!
Çoluk çocuk ve kadınlardan müteşekkil bin kadar esir vardı; önce bir vakit tayin edilerek o zamana kadar bedelini getirenlerin hiçbir şey sorulmaksızın hürriyete kavuşturulacakları ilan edildi. Ebu’ş-Şahm gibi zengin Yahudiler, bu arada gelmiş ve belli başlı ya¬kınlarını, bedellerini ödeyerek esaretten kurtarmışlardı.v'”
222 Ebu’ş-Şahm’ırı yüz elli dinara kurtardıklan arasında, her birinin yanında üçer çocuk bulunan Yahudi inancına gönülden bağlı iki kadın da vardı. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/523; Salihi, Sübüliı’l-Hiida ve’r-Reşad, 5/16
Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onları beş parçaya böldü.
Ayetle tespit edilen beşte biri kendisine ayırdıktan sonra kalanları ashab arasında paylaştırmaya başladı. Kendi payına düşenleri de, ya hürriyete kavuşturuyor ya da bir başkasına hediye ediyordu. Bu arada hizmet görmeleri için ashabından bazılarına verdikleri de olu¬yordu.
Bu arada ashabına bazı tembihlerde bulundu; esir bile olsa in¬sanlara iyi muamele edilmesi gerektiğini tekrarlıyor ve taksimat ya¬pılırken de esirlerin satışa arzı sırasında da çocuklann, annelerin-den ayrılmaması gerektiğini söylüyordu; bunun için:
– Çocuk biiluğ çağına erişinceye kadar annesiyle arasına giril¬mez, buyuruyordu. Ashab-ı kirarn hazretleri:
– Büluğ nedir ya Resülullah, diye sorunca da:
– Büluğ, kız çocukların hayız görmesi, erkeklerin ise ihtilam olmasıdır, buyuracaktı. Bunun üzerine çocuklu olan kadınlar, Yahudi veya müşriklere de satılabilirken küçük yaştaki annesiz çocukların, sadece mü’minlere satışına izin veriliyordu.
O gün Hz. Osman ile Abdurrahman İbn Avi, Beni Kurayza’dan birçok esiri müşterek satın almış, daha sonra da aralarında taksim etmişlerdi.
Reyhane Binti Zeyd
Esirler arasında, Zeyd İbn Amr’ın kızı Reyhane de vardı; Beni Kurayza’dan birisiyle evliydi. Onun için, esirlerin paylaşımı sırasın¬da o, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellernj’İrı payına düşmüştü. Ancak O, önce ona İslam’ı arz etti; kabul etmiyor ve Yahudilikten başka bir yol bilmediğini ifade ediyordu. Efendiler Efendisi üzülmüştü; Rey¬hane ayağına kadar gelen fırsatı kaybetmek üzereydi. Daha sonra da Reyhane Binti Zeyd’i kendi haline bırakarak İbn Sa’ye’ye gelmesi için haber gönderdi. Huzuruna gelince ona, Reyhane’nin konumuyla durumunu anlattı; Müslüman olmasını istiyordu. İbn Sa’ye, me¬seleyi anlamıştı:
– Anam babam Sana feda olsun, o Müslüman mı olacak, diye taaccübünü ifade etti. Bununla o, Efendimiz’in kendisini üzmemesi gerektiğini ve Reyhane’nin mutlaka Müslüman olacağını anlatmak istiyordu. Daha sonra da, hiç vakit kaybetmeden esirlerin arasına gelip Reyhane’yi buldu ve ona şunları söylemeye başladı:
– Sen kavminin peşinden gitme, görmüyor musun, Huyeyy İbn Ahtab onların başına neler getirdi? En iyisi sen, gel ve Müslüman ol; görmüyor musun ki sen, Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in payına düşme gibi bir bahtiyarlıkla karşı karşıyasın!
223 Efendimiz’in, esirlerin bir kısmını Sa’d İbn Ubdde ile Şam’a, diğer bir kısmını da Sa’d İbn Zeyd ile Necid’e gönderdiği ve bunlann karşılığında at ve silah olarak savaş malzemesi tedarik ettiği ifade edilmektedir. Bkz. Salihi, Sübiilü’l-Hüda ve’r-Reşad.jç/rô
224 Bu taksimde, Abdurrahman İbn Avfın muhayyer bırakınası sonucu, Hz. Osman ihtiyarlan tercih edecek ve başlangıçta kendi aleyhine gibi duran bu durum, ne¬ticede onun lehine cereyan edecekti. Zira o gün yaşlıların yanında, sağa sola sokuşturup gizledikleri emtia ortaya çıkacak ve Hz. Osman yaşlılarla birlikte onlara da malik olacaktı. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/524; Salihi, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşad.jj/rô
Kalpler Allah’ın elindeydi ve Reyhane, İbn Sa’ye’nin davetine icabet ediyordu! Resülullah’ın telkininden sonra iyiden iyiye düşün¬müş ve beri tarafa gelmek için küçük bir kıvılcım bekliyordu!
İbn Sa’ye müjdeli haberi getirmek için geldiğinde Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashabının arasında bulunuyordu. Ayak ses¬lerinin kendisine doğru ilerlediğini duyunca:
– Şu ayak sesleri İbn Sa’ye’ye ait olmalı; bana Reyhane’nin M üs¬lüman olduğunun müjdesini getiriyor, buyurdu. Gerçekten de öyley¬di; huzura gelen İbn Sa’ye:
– Ya Resülullah, diye başladı sözlerine. Reyhane Müslüman oldu!
Dünyalar O’nun olmuştu; çünkü bir insan daha gelmiş ve Al¬lah ‘ı, kendisine yakışır bir ululukla tanımaya başlamıştı.
Ganimetlerin Paylaşımı
Beni Kurayza yurdundan birçok ganimet elde edilmişti ve bun¬lar, üç bin kişilik ashab arasında taksim edilecekti. Elde edilenlerin hepsi bir araya getirilip de beşe bölündükten sonra her birinin üze¬rine bir ok konuldu; oklardan birisinde ‘Allah için’ yazıyordu. Üze¬rinde bu ifadenin çıktığı beşte birlik kısım bir kenara ayrıldı; bunlar, tamamen Allah Resülü’nün tasarrufunda bulunuyordu. Allah Resü¬lü (sallallahu aleyhi ve sellem), Allah için ayrılan beşte birlik kısmı Mah¬miyye İbn Cez’e teslim ettikten sonra geri kalan hisselerin taksimat işine başlandı.
Sahibine bir hisse verilirken bir ata iki pay taksim ediliyordu.
Sadece üç ata birer hisse takdir edilmişti. Atlılarla piyadelerin top¬lam hissesi üç bin yetmiş iki idi. Kalenin altında bulunduğu sıra¬da Niibate’nin yuvarladığı değirmen taşının çarpması sonucu şehit olan Hallad İbn Süveyd ile o gün vefat eden Ebu Sinan İbn Mihsan’a da pay ayrılmıştı.
O gün savaşa katıldığı halde Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), Saftyye Binti Abdilmuttalib, Ümmü Ümôre Nesibe, Üm mü Selit, Ümmii’l-Alô el-Ensôriuıje, Siimeurii Binti Kays, Ümmü Sa’d İbn Muôz ve Kebşe Binti Raft’ gibi hanım sahabilere, ganimet mallann¬dan hisse yerine hediye veriyordu.
Sa’d İbn Muaz’ın Vefatı
Sa’d İbn Muaz, uzun boylu, iri yapılı, ak benizli, güzel yüzlü, güzel gözlü ve güzel sakallı bir kişi idi. Yaralanışının üzerinden bir ay geçmişti ki; yarası yeniden nüksetmiş ve kan kaybetmeye başlamıştı. Bu süre içinde Allah Resülü, yanına Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi ashabını da alarak onu ziyarete gelmişti; bütün emareler, Hz. Sa’¬d’ın dünya hayatının sonuna yaklaştığını gösteriyordu. Önce yanı¬na yaklaştı Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Hz. Sa’d’ın başını mübarek dizlerine koydu; derinleşen yaradan Allah Resülü’nün üze¬rine de kan sıçramıştı. Önce mübarek ellerini açtı ve:
– Allah’ım, dedi. Sa’d, Resülii’nü tasdik edip Senin yolunda cihad etti; bu yolda yapılması gereken vazifeyi hakkıyla yaptı. Onu, huzuruna alırken, ruhlarını kolayca alıp manevi huzuruna aldığın kulların gibi huzuruna kabul buyur!
Allah’ın Resülü, ashab-ı Resülillah için dua ediyordu. Baş ucun¬da, böylesine önemli bir şehadetine şahit olan Hz. Sa’d, göz kapakla¬rını aralayacak ve Resul-ii Kibriya Hazretlerine nazar ederek:
– Allah’ın selamı Senin üzerine olsun ya Resülullah, diyecekti.
Ben Senin Resülullah olduğuna gönülden şehadet ederim!
Hz. Sa’d’ın vefat ettiği gecenin sabahında Allah Resülü’nün ya¬nına yine Cibril-i Emin gelmişti; başına kar gibi beyaz bir ipekten sank sarmış ve inkisar dolu bir ses tonuyla:
– Ya Nebiyyallah, diyordu. Bu gece kendisine sema kapılan açı¬lıp da kendisi için arşın sarsıldığı şahıs da kim?
Anlayan anlamıştı; Cibril’in sesini duyar duymaz Allah Resülü (sallallahualeyhi vesellem), Sa’ d İbn Muaz’ın evine doğru koşmaya başla¬dı. O kadar hızlı koşuyordu ki, arkasından kendisiyle birlikte gelmek isteyen ashabı geride kalmış ve yetişmekte bir hayli zorlanmıştı:
– Ya Resülullah, diye arkadan sesleniyorlardı. Yürümekten diz¬lerimiz koptu! Bu acelenizin sebebi ne ola ki!
– Hanzala’yı yıkamakta geciktiğimiz gibi Sa’d için de gecikip, onu da meleklerin yıkayıvermesinden endişe ettim, diyordu Habib-i Kibriya Hazretleri.
Nihayet eve gelmişlerdi; tahmin edildiği gibiydi. Sa’ d İbn Muaz, ebedi âleme göç etmiş, içinde bulunduğu odayı da melekler doldur¬muştu.
Önce Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Sa’d’ın annesini teselli etti. Bedeni yıkanıp da omuzlara alındığında, Hz. Sa’d’ı bir müddet Allah Resülü de omuzlanna alıp taşıdı. Daha sonra da bu vazifeyi, ashabına bırakarak kendisi cenazenin önünde yürümeye başladı. Onu taşımak için tabutunun altına omzunu koyanlar, hay¬retler içinde kalıyordu; zira Hz. Sa’d’ın bedeni kuş gibi hafifti:
– Ya Resülullah, dediler. İri yapılı olduğu halde bundan daha hafif bir cenazeyi hiç taşımadık; acaba Beni Kurayza hakkında ver¬diği hükümden dolayı mı bu kadar hafif oldu ki!
– Hayır, buyurduAllah Resülü. Varlığımyed-i kudretinde olana and olsun ki, onu melekler taşıyor!
Namazını bizzat Allah Resülü (sallalIalıu aleyhi ve sellem) kıldırdı.
Medine sanki Baki kabristanına yürümüştü; mezan kazılırken de başında bekliyordu. Hz. Sa’d’ın bedeni kabre konuluncaAllah Resü¬lü’nün yüzündeki renk değişmiş ve solmuştu:
– Sübhanallah, diyordu ve bunu üç kere tekrarladı. O’nun bu tesbihini ashabı da tekrarlıyordu; Baki kabristanı tekbir ve tesbih sesleriyle yankılanıyordu. Yine gözlere yaş yürümüş, kalb-i müba¬rekleri de hüzün dolmuştu. Mübarek yanaklanna süzülen gözyaşla¬nyla sakal-ı şerifleri ıslanmış, avucunun içiyle onlan sıvazlayıp eliyle yüzünü siliyordu.
Hz. Sa’d’ın annesi de mezarlığa gelmişti; önce ashab-ı kiram, onu uzaklaştırmak istedi. Ancak Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sel¬lem):
– Onu bırakın, buyurdu. Oğlunun birini Uhud’da emanet eden Ümmü Sa’ d, bir yandan dünya adına geçici ayrılığın verdiği hüzünle iki büklüm gözyaşı döküyor diğer yandan ikinci oğlunu da Allah yo-lunda şehit vermenin huzurunu duyuyordu! Onun için:
– Miikafatının Allah katında bololmasını dilerim, diyordu. Me¬zara konulup da üzeri toprakla kapatılıncaya kadar başında bekle¬yen Efendiler Efendisi (sal1al1ahu aleyhi ve sellern), burada bir müddet dua ettikten sonra yeniden Ümmü Sa’d’ı teselli ederek mezarlıktan ayrılacaktı.
Hicretin Beşinci Yılında Cereyan Eden Diğer Önemli Hadiseler
Bir taraftan yeni hükümler gelmeye devam ediyordu. Suyun bu¬lunmadığı durumlarda namaz kılabilmek için toprakla abdest alma manasında teyemmüm alternatifi gelmiş ve bu hüküm, abdest ala¬cak su bulamayanlar için büyük bir rahatlamaya vesile olmuştu.
Aynı zamanda içki ile ilgili yeni bir durum daha söz konusu olu¬yordu; zira henüz kesin hüküm gelmediği için zaman zaman üzüm veya hurma şırası içen ashabdan biri, cemaate imam olmuş ve bu imamette, okuduğu ayetleri karıştırmıştı. Bunun üzerine gelen ayet¬te, sarhoşken namaza yaklaşılmaması emrediliyor ve bu vesileyle toplum, büyük ölçüde içkiden uzaklaştırılmış oluyordu.
Elde kesin delil olmadığı sürece başkalarına iftira atmanın ve¬bali hakkında gelen ayetlerde mesele ciddi ciddi ele alınıyor ve top¬lumu temelinden sarsan ve insanlar arasında güvensizliği berabe¬rinde getiren bu çirkin davranış, büyük bir günah olarak inananların önüne konuluyordu.
Evlat edinme ile ilgili hükümler gelmiş ve bundan böyle herke¬sin kendi öz babasına isnad edilmesi gerektiği ifade edilmişti. Zira o güne kadar insanlar, evlatlık olarak yanlarına aldıkları kimseleri kendi oğulları gibi telakki ediyor ve diğer insanlar da onu, ‘filanuı oğlu’ diyerek evlat edinen kimseye isnat ediyorlardı!
Cibril-i Emin’in getirdiği bir başka ayette ise, Allah Resülü’nün Zeyneb Binti Cahş ile nikahının semalar ötesinde kıyıldığı anlatılı¬yor ve böylelikle, Hz. Zeyd’ den boşanan Zeyneb Validemiz de Ezvac¬ı Tahirat arasındaki yerini alıyordu.
Bu yıl içinde gelen bir diğer hüküm de, tesettürün farziyetiydi; bilhassa kadınlar için daha fazla bir dikkat isteniyor, dışarı çıkarken üzerlerine örtülerini almalan emrediliyordu!
Boşanmalarla ilgili yeni hükümler gelmiş ve Efendimiz (sallalla¬hu aleyhi ve sellern) tarafından bu, Allah’ın hoşnut olmadığı en son çare olarak insanlara aktarılmıştı.
Gelen ayetlerde, adab-ı muaşeret dediğimiz görgü kurallarına da yer veriliyor ve böylelikle insanlar, herkese örnek olabilecek bir model hayata davet ediliyordu. Bunun için başkasının evine girer¬ken izin isteme zorunluluğu getirilmiş, böyle bir iznin gelmediği ka¬pıdan ayrılıp geri dönmenin önemine dikkat çekilmişti.
Bunlar, bütünüyle, sosyal hayatın İslami çizgide yeniden inşası anlamına geliyordu.
Yine bu yılın içinde Medine’de, ikinci kez nüfus sayımı yapıl¬mıştı.
İnsanlar güneş tutulmasına şahit olmuş, depremle sarsılmış¬lardı; benzeri olağanüstü durumlarda kaçış ıp dağılma yerine onlar, namaz kılıp duaya duracak ve böylelikle ilk defa, güneş veya ay tu-tulduğunda kılınan ‘kiisuf ve ‘hüsuj namazlarıyla tanışacaklardı. Yine bu yıl içinde insanlar, kıtlık vesilesiyle yağmur duasına çıkmış ve namaz kılmışlardı. Aynı kıtlığın Mekke’de de yaşanıyor olması nazara alınarak orada bulunan bazı kabileIere yardım gönderilmişti. Böylelikle mii’minler, kendileri ihtiyaç duyuyor olsalar bile başkala¬rını kendilerine tercih edeceklerini de göstermiş oluyorlardı.
Bu arada Medine’ye Müzeyne hey’eti gelmiş ve Selman-ı Farisı de kölelikten kurtarılmıştı,
Hicretin Altıncı Yılı
Peşi peşine sökün eden olaylarla hızlı bir süreç yaşanmış ve artık, Mekke’den ayrılış ın altıncı yılına girilmişti. Daha dün gibiydi; peygamberler diyarı ve Hz. İbrahim’le yeniden inşa edilen Mekke herkesin burnunda tütüyordu. Herkesin gönlü günde beş vakit yö¬neldikleri Kabe ile birlikte orada kalmıştı, bir mü’min olarak gidip de Allah’ın Evi’ni ziyaret etmenin özlemiyle yanıp tutuşuyorlardı.
Daüssıla, herkesin içini yakan bir husustu; yerin göbeğiyle göbek bağı olanlar, Kabe’ye seyahat yapacakları günün rüyasını görür hale gelmişlerdi. Zira Kabe, ilk günden bu yana ibadet maksadıyla inşa edilmişti. Bugüne kadar orada ibadet adına ortaya konulanlar, mas¬karalıktan ibaretti; tavaf diye etrafında dönerken ıslık çalıyor ve alkış tutuyorlardı. Günah işlerken üzerlerine taktıkları elbiselerini buraya gelince çıkarıp bir kenara koyuyor ve Allah’ın Evi’ni, hem de ibadet maksadıyla uryan olarak tavaf ettiklerini sanıyorlardı.
Allah Resülii de aynı duygular içindeydi; O’nun nazarında Kabe, minberinden ayrılmış bir mihrab gibi duruyordu. Öyleyse Medine¬’de kurulan minber, Mekke’deki mihrabın yanına çekilmeli ve Hak adına bir vuslat yaşanmalıydı. Ancak, bunun için zeminin de müsait hale getirilmesine ihtiyaç vardı.
Bedir, Uhud ve Hendek gibi önemli dönüm noktalarında iste¬diklerini alamamış olsalar da, müşriklerden gelebilecek herhangi bir tehlikeye karşı tedbiri elden bırakmamak gerekiyordu. Onun için Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), etrafa gönderdiği keşif kollarıy¬la önce bölgenin güvenliğini garanti altına almak istemişti. Altıncı yılın Şa’ban ayında Abdurrahman İbn Avfı yanına çağırıp sarığını bizzat kendisi saran Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), karşılaştık¬ları insanlara iyilikle muamele etmelerini tembihleyerek onları Beni Kelb diyarına göndermiş; yine aynı ayın içinde iki yüz ashabıyla bir¬likte Hz. Ali’yi de, Medine’ye saldırı hazırlığında olduklarının haberi gelen ve Hayber ehliyle ittifak kurmaya çalıştıkları anlaşılan Fedek yönüne göndermişti. Anlaşılan Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kurayza’dan sonra Fedek ve Hayber, İsrailoğulları için yeni bir fitne merkezi haline getirilmek isteniyordu. Onun için Allah Resülü’nün gözü de bunların üzerindeydi ve onları yakın takibe almıştı.
Yine Efendimiz aynı yılın Ramazan ayında Hz. Ebu Bekir veya Zeyd İbn Hôrise’yi, kendisini öldürme planlarının yapıldığı Vadi’l¬Kura yönüne uğurlamış, Şevval ayında da yirmi kişilik bir müfre¬ze ile Kiirz İbn Côbir’ı, şifa bulmak için Medine’ye geldikleri halde kendilerine tahsis edilen develeri kaçırıp başındaki çobanlarını da öldüren mürted Uranllerin peşinden göndermişti. Zira Uranililer, Müslüman olduklarını söylemekle birlikte açık bir ihanet içindeydiler; hastalıklanm bahane ederek Resülullah’a müracaat etmişler ve O da, kendilerine bir bölgede develer tahsis etmiş ve bunlann sütüy¬le bevillerinden içmelerini tavsiye etmişti. Tavsiyelere uyup da iyi¬leşince, Allah Resülü’nün çobanını öldürmüş ve develeri de alarak kaçmışlardı. Aynı zamanda dine baş kaldıran bu insanların yaptık-larına muttali olunca, Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek ellerini kaldıracak ve:
– Allah’ım! Onların gözlerini görmez, yollarım da çıkmaz eyle, diyecekti.
Bütün bunlarda ana hedef, Hicaz’ın güvenliğini temin etmek ve böylelikle, bölgede artık sadece İslam’ın hükmünün geçerli olduğu¬nu tescil etmekti. Diğer yandan bütün bunlar, Mekke’ye gidip de Ka¬be’yi tavaf edebilmek için bölgenin güvenliğini garanti altına almayı da sağlayacaktı.
UMRE SEFERİ VE HUDEYBİYE
Gündüzler Mekke’nin hayaliyle tüllenirken geceler de Kabe’de ibadet rüyalanyla geçiyordu. Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem) de bir rüya görmüş ve bu rüyasında, ashabının bir kısmının saçla-rını tıraş ettirmiş, diğer bir kısmımn da kısaltmış olarak emniyet ve güven içinde Kabe’yi tavaf ettiklerine şahit olmuştu; Kabe’nin anah¬tarlanm almış ve onu tavaf ederek umre vazifesini gerçekleştirmişti!
Resülullah, sabah olup da bu rüyasım ashabıyla paylaşınca Me¬dine’ de büyük bir sevinç yaşanmış ve ashab uzaktan kendilerine el sallayan Kabe’ye gideceklerinin müjdesini almış olmamn huzurunu yaşamaya başlamışlardı; gidecek ve umrelerini yapıp Kabe ile hasret gidereceklerdi. Resülullah da zaten aynı şeyleri söylüyordu!
Hemen hazırlıklar yapılmaya başlandı. Zira Kabe, kimsenin te¬kelinde olamazdı; onu atalan Hz. İbrahim inşa etmiş ve Allah’a kul¬luk etsinler diye kendisinden sonrakilere emanet etmişti. Şimdi bu emanet, ehil olmayanların elinde heba ediliyordu; onun şan ve şe¬refini yeniden iade edecek olan da yine, Allah Resülü’ydü. Gidecek ve orada, Allah’a kulluk vazifesinin nasıl eda edilebileceğini bizzat gösterecekti.
Bu sırada Medine’ye, Biisr İbn Süfyan gelmiş ve Müslüman ol¬muştu. Geri dönmek istediğinde Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
– Ey Büsr, diye seslendi. ‘Gitmekte acele etme; belki hep birlik¬te gideriz! Çünkü biz, inşallah umre için yola çıkmak üzereyiz.’
Maksat, savaş değil ibadetti; onun için yanlarına sadece vahşi , hayvanlardan kendilerini koruyacak çapta küçük kılıçlar almışlardı.
Bu yolculukta kendilerine, kurban edilmek üzere bir kısım koyun ve develer de eşlik ediyordu. Resülullah da bunun için yanına bir deve almıştı.
Yine bir pazartesi günüydü; takvimler, altıncı yılın Zilkade ayını gösteriyordu. Hücre-i saadetlerine girerek abdest alan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), iki kat elbise giyerek dışarı çıktı ve kapısının önündeki Kasvd’ya binerek yola çıktı. Artık yeryüzünün merkezine doğru yolculuk başlamıştı. Bu sefer yanında Ümmü Seleme valide¬miz vardı.
Medine’de yine İbn Ümmi Mektüm bırakılmıştı. 225 O’nunla bir¬likte, iki yüzü atlı olmak üzere Erisar ve Muhacirin bin dört yüz kişi bulunuyordu.v” Az dahi olsa etraftaki Arap kabilelerinden gelenler de bu kutlu kervana katılmıştı. Aralarında Ümmü Ümôra, Ümmü Men!’ Esmii Binti Amr ve Ümmü .Amir el-Eşheliyye gibi hanım sa¬habiler de vardı. Rüyası görülmüştü ya, Kabe’ye girip de onu tavaf edeceklerinden şüphe etmiyorlardı.
Zü’l-Huleyfe’ye gelindiğinde burada öğle namazı kılındı. Ardın¬dan Efendiler Efendisi, kurbanlık olarak aynlan yetmiş kadar deve¬ye işaret koymaya başlamıştı; kurbanlıkları kıbleye çeviriyor ve sağ yanına işaret koyuyordu. Bir kısmını kendileri yapmış, geride kalan¬ları da Ndciye İbn Cündeb’ e bırakarak onun yapmasını istemişti.
225 Hudeybiye’ye gidilirken Medine’de Nümeyle İbn Abdullah el-Leysf’yi veya EbU Ruhm Gülsüm İbn Husayn’ı bıraktığı da ifade edilmekte, üçünü birden bırakarak İbn ÜmmiMektum’u namaz kılmakla görevlendirdiği de anlatılmaktadır. Bkz. Be¬lazuri, Ensabu’l-Eşraf, 1/154; Salihi, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşad, 5/33
226 Umre için yola çıkanların sayısı bin üç yüz, bin dört yüz, bin dört yüzden biraz fazla, bin beş yüz, bin beş yüz yirmi beş, bin altı yüz, bin yedi yüz ve bin sekiz yüz şeklinde de ifade edilmektedir. Büyük ihtimalle rakamlardaki farklılık ve bin dört yüzden sonraki rakamlar, yola çıkıldıktan sonra etraftaki kabilelerden kahlan mü’minler sebebiyledir. Aynı zamanda burada, o gün genel manzaraya bakan¬ların mü’minlerin adedini tahminen söylemeleri veya kadın, çocuk ve savaşma durumunda olmayanlan bu rakama dahil etmeyişleri de etkili olmuştur. Bkz. Sa¬lihi, Siıbülü’l-Hiida ve’r-Reşad, 5/70-71
Bu sırada yeni Müslüman Biisr İbn Süfydn’ı yanına çağırarak gözcü olarak önden gitmesini söyledi. Aynı zamanda Abbôd İbn Bişr komutasında yirmi kişilik bir müfrezeyi de,227 herhangi bir gelişme¬ye karşılık öncü kuvvet olarak gönderiyordu.
Bu arada Hz. Ömer ve Sa’d İbn Ubôde Allah Resülü’rıün yanına gelmiş, yanlanna daha fazla silah alma konusunda O’nunla konuş¬mak istiyorlardı. Endişeleri vardı; Kureyş’in ne yapacağı belli olmaz¬dı. Her ne kadar ibadet maksadıyla yola çıkmış olsalar bile onların kural tanıyacak halleri yoktu. Onun için ihtiyatlı olmak istiyorlardı. Ancak bütün ısralarına rağmen Habib-i Kibriya Hazretleri, yolcu si¬lahından başka silahlanmayı arzu etmeyecek ve her haliıkarda iba¬det niyetinden taviz verilmesini uygun bulmayacaktı.
İhram ve Ona Ait Hükümler
Burada iki rekat namaz daha kıldı; her halinde ibadet neşve¬si nümayandı. Esas niyet Kabe’yi tavaftı ve Allah Resülü de ihrama girdi. Niyetteki netliği ashabıyla da paylaşmak istiyordu; onun için devesinin üzerine çıkarak:
– Lebbeyk Allahümme lebbeyk. Lebbeyke la şerike leke leb¬beyk. İnne’l-Hamde ve’n-Ni’mete lek; ve’l-miilke la şerike lek, diye telbiye getirmeye başladı. Ümmü Selerne Validemiz de ihram için niyet etmişti.
İlk defa karşılaşıyorlardı; ihramla da ilk defa tanışacaklardı. Re¬sülullah’ın adımlan yakın takibe alınmış ve yaptığı her şey ashabı tarafından tekrarlanır olmuştu. Adım adım O’nu takip eden ashab-ı kiramın çoğu burada ihrama girmişti. Burada giremeyenler de Cuh¬fe’ye gelince girecek ve tam tekrnil ibadet neşvesine bürüneceklerdi; zira Cuhfe’ye kadar kendilerine bir kolaylığın sağlandığını biliyor¬lardı.
227 Bu müfrezenin komutanının, Sa’d İbn Zeyd olduğu da söylenmektedir. Bkz. Vakı¬di, Megazi, 1/574; Salihi, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşad, 5/34
Yolculuk devam ediyordu; Beydd denilen mevkiden Beni Bekir, Cüheyne ve Müzeyne kabilelerinin yanına doğru yönelen Efendi¬miz’in maksadı, onları da bu yolculukta yanında görmekti, Ancak onlar, mal ve mülkleriyle meşguliyetlerini ileri sürerek umre kerva¬nına katılmayacaklardı. Kabe’ye doğru ilerleyen mü’ minl eri arkadan süzerken müminler kendi aralarında şöyle konuşuyorlardı:
– Muhammed bizi, silah ve mühimmat bakımından son dere¬ce hazırlıklı bir kavimle savaşmaya çağırıyor; halbuki O ve ashabı bugün, bir oturumda yenilecek deve gibiler. Muhammed ve arkadaş-ları bu seferden asla sağ olarak dönemezler; baksanıza yanlarında ne silah var ne de savaşmak için bir hazırlıkları!
Her halinde tebliğ ve irşad nümayan olan Efendimiz (sallalla¬hu aleyhi ve sellem) yolda ilerlerken Beni Nehd kabilesine mensup bir kısım insanlarla karşılaşmıştı. Konuyu hemen sohbet-i canana ge¬tirdi ve onları Allah’a iman etmeye çağırdı; müspet cevap vermiyor¬lardı. Kısrnet ayaklarına kadar gelmişti ama kıymet bilememişlerdi. Ancak gelip Allah Resülü’ne süt ikram etmek istediler. Allah Resü¬lü:
– Bir müşrikin hediyesini kabul edemem, diyerek geri çevirdi.
Ancak, ashabına dönerek bunların satın alınmasını talep etti; deni¬len hemen yapıldı. Bugüne kadar ellerinde ne varsa yanlarına uğ¬rayanlar tarafından gasbedilen Beni Nehd, karşılaştıkları bu civan-mertlik ve inceliği hayranlık ve şaşkınlık içinde seyrediyorlardı.
Ashab-ı kiram, daha da ileri giderek Beni Nehd’in avladığı üç tane keleri onlardan satın almış ve oturup aralarında yemek istemiş¬lerdi. Daha önceden ihrama girenlerin aklına hemen, ihramdayken avlanmanın yasak olduğu hükmü geldi ve kendilerinin bizzat avla¬madıkları bu hayvanların etinden istifade edip edemeyeceklerini sordular:
– Yiyin, diyordu. Kendiniz için bizzat avladıklarınız veya özel¬likle sizin için avlananlar dışında her türlü kara hayvanı size helal¬dir; ihramlı olarak bunları yiyebilirsiniz!
Her adımda din adına yeni bir şey öğreniyorlardı; Ebva’ya gel¬diklerinde, kurbanlıkların başında görevli olan Hz. Naciye Allah Re¬sülü’nün huzuruna gelmiş ve:
– Ya Resülullah, diyordu. Develerden birisi yolda kaldı; yürüye¬miyor. Ne yapalım?
– Onu kes ve boynundaki ipini de kanına batır, buyurdu. Ancak onun etinden ne sen ne de arkadaşlarından herhangi biriniz yeme¬sin; onun etini sizin dışınızdaki insanlara bırakın!
Ashab arasında EbU Katade henüz ihrama girmeyenlerdendi.
Yirmi kişilik öncü birlikle hareket etmiş ve bir hayli mesafe katetmişlerdi. Mola verdikleri bir sırada o da oturmuş bir kenarda ayak¬kabısının bağını bağlamakla meşguldü. Bu sırada karşılarına bir zebra çıkıvermişti; onunla birlikte olan birliğin diğer elemanları, ihrama girdikleri için zebraya bir şey yapamıyor, bir an önce Ebu Katade’nin görerek onu avlamasını istiyorlardı. Etinin hel al olabil¬mesi için kendileri de ikaz edemiyor ve Ebu Katade görmeden önce zebra kaçacak diye büyük üzüntü duyuyorlardı. Nihayet zebrayı Ebu Katade de görmüştü; görür görmez hemen yayına koşup onu kaptığı gibi atının üstüne atladı.
Bu sırada ok ve mızrağını almayı unutmuştu; arkadaşlarına seslenerek kendisine onları vermelerini istedi. Ancak hiçbiri buna yanaşmıyordu; zira biliyorlardı ki, zeb¬rayı avlama konusunda ona yardım etseler, etini hiçbiri yiyemeye¬cekti:
– Vallahi de biz, bunun için sana yardım edemeyiz, diyorlardı.
Ebu Katade sinirlenmişti; atından aşağıya atladı ve istediği malze¬meleri kendisi alarak yeniden atına bindi.
Çok geçmeden Ebu Katade, avladığı zebrayı yüklenmiş olarak ashabın yanına geldi. Sevinmişlerdi; yolculuk sırasında yine bir ikram-ı ilahi ile karşı karşıya idiler. Bir taraftan da, ihramda olduk¬ları halde avlanmış bir kara hayvanının etini yeme konusunda şüphe duyuyorlardı; buna rağmen oturmuş ve zebra ile bir güzel karınıarı¬nı doyurmuşlardı.
Ebu Katade, ön budu Allah Resülii’ne saklamıştı. Huzura gelip de durumu kendisine anlatınca:
– Sizden herhangi biri onu gösterip de avlamasını istedi mi, diye sordu.
– Hayır, dediler. Bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Onun geride kalan kısmını da yiyin; zira o, Allah’ın size olan helal bir ikramıdır, buyurdu. Daha sonra da Ebu Katade’ye döndü ve:
– Yanında ondan bir şey kaldı mı, diye sordu. Bunun üzerine Ebu Katade, zaten Efendimiz için sakladığı ön budu kendilerine tak¬dim etti; ihramlı olduğu halde Allah Resülü de avın etinden yedi.
Hudeybiye’ye geldiklerinde ashab arasından Ka’b İbn Ucre’nin başındaki yara üzerine haşerat üşüşmüş ve onu ciddi manada rahatsız etmeye başlamıştı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına gelip de durumuna şahit olunca ona:
– Başında üşüşüp duran bu haşerat sana eziyet veriyor mu, diye sordu.
– Evet, cevabını alınca da:
– Senin bu kadar bitkin düşeceğini hiç düşünmemiştim, buyur-
du ve başını traş etmesine izin verdi. Ardından da şunlan tembih etti:
– Bunun için sen, üç gün oruç tut; altı fakirin karnını doyur veya kolayına geldiği gibi bir kurban kes!228
Bütün bunlar, ihramlı iken bir mü’minin nasıl davranması ge¬rektiğini gösteren örneklerdi ve ashab-ı kiram da bunlarla ilk defa karşılaşıyordu. Her adımlarında din adına yeni bir şey daha öğre¬niyor ve Allah’ a daha yakın bir kulolabilmek için adeta birbirleriyle yarışıyorlardı.
Güven Veren Yolculuk
Yolculuk devam ediyordu; bin dört yüz kişilik bir insan kitle¬si Mekke’ye doğru yürüyordu ama kimsenin burnunun kanaması¬na müsaade edilmiyordu. Ne uğranılan yerlerdeki insanlar rahatsız ediliyor ne de uğranılan bağ ve bahçelerde herhangi bir talana mey¬dan veriliyordu. Sanki yürüyenler, yeryüzüne inmiş meleklerdi. İn¬sanlık Hicaz’da ilk defa, hak ve adalete hassasiyetle riayet eden bir anlayışla karşı karşıya idi.
Onlar kimsenin malına göz dikmiyorlardı. Onlan uzaktan göz¬leyenler, bu farklılığı görüp de kendileri geliyor ve Allah Resülü’ne hediyeler takdim etmek istiyorlardı. Oğluyla birlikte ima İbn Rahda gelmiş ve Efendimiz’e iki yüz koyunla süt yüklü iki deve hediye et¬mişti. O da (sallallahu aleyhi ve sellern), önce: – Allah size bereket ihsan etsin, diyerek onlara dua edecek ve ardından da bu ikrarnı ashabı arasında paylaştıracaktı.
228 Hz. Ka’b, “Sizden her kim hasta olur veya bayındaıı bir rahatsız/ık hali zuhur ederse bu durumda oruç, sadaka veya kurban olmak üzere ona fidye gerekir.” (Bakara, 2/196) mealindeki ayetin kendisi hakkında naziI olduğunu söyleyecektir. Bkz. Buhari, Sahih, 4/1535 (3955); Müslim, Sahih, 2/861 (1201); Tirmizi, el-Camiu’s-Sahih, 5/212 (2973); Taberi, el-Camiu’l-Beyan, 2/232
Yeryüzünde hüsn-ü kabul görmenin bir emaresiydi bu ve sa¬dece bununla da sınırlı kalmayacaktı. Her karşılarina gelen kabile bu nezih davranışı hayranlıkla temaşa ediyor ve gönlünden kopa¬rak elinde bulunan ekmek, acur ve ıtr gibi en değerli mamullerle, melek yürüyiışlü bu insanlara ikramda bulunmak istiyordu. Hatta Allah Resülii Csallallahu aleyhi ve sellern), bu yolculuk esnasında kendisi-ne ikram edilen güzel kokulu ve içi sütlü bir bitkiyi yiyince çok hoş¬lanmış, aynı bitkiden tatması için onu Ümmü Selerne Validemize de göndermişti.
Mekkelilerin Tavrı
Allah Resulü’nün ashabıyla birlikte umre yapmak üzere Mek¬ke’ye doğru geldiğinin haberi Mekke’ye de ulaşmış ve Mekkeliler büyük bir telaş içine düşmüşlerdi; korkuyorlardı. Hiç ummadıklan bir sırada Hz. Muhammed üzerlerine geliyordu. işin ucunda savaş gözükmese de bu, psikolojik olarak acziyetlerini ortaya koyacak bir davranıştı. Onun için hemen istişare meclislerini toplayıp durumu müzakere etmeye başladılar:
– Muhammed, ordusuyla birlikte üzerimize gelip de umre yap¬mak istiyor; halbuki bunu duyan Araplar, daha düne kadar aramız¬da yaşanan savaşlara bakıp da O’nun ansızın üzerimize gelişini nasıl değerlendirirler! Vallahi de biz, can bu tende kaldığı sürece onlann Mekke’ye girmelerine asla müsaade etmeyiz, diyorlardı. Bunun ya¬nında, ‘umre yapma görüntüsüyle Mekke’ye girip askerleriyle ken¬dilerine saldıracaklarını’ ileri sürenler de yok değildi.
Konuşmalar, ne pahasına olursa olsun mii’minleri Mekke’ye sokmama istikametindeydi ve neticede bu işin organizasyonunu Saf¬van İbn Ümeyye, İkrime İbn Ebi Cehil ve Süheyl İbn Amr’a havale ettiler. Onlar da, kendilerine danışmadan hiçbir adım atmayacaklan konusunda Kureyş’e teminat verdi. ilk danıştıklan konu, iki yüz ki¬şilik bir öncü kuvveti Kiiraii’l-Ganim’e gönderip başına da yavuz bir kişiyi kumandan tayin etmekti ve bu teklifkarşısında Kureyş:
– Ne güzel görüşünüz var, diye mukabele etti.
Bu karann üzerine hemen Halid İbn Velid kumandasında iki yüz atlıyı yola vurdular; bunlar, Kiirôii’l-Ganittı denilen yere uğra¬yacak ve Himoqulları, Beni Hôris, Beni Abdimetıôh, Beni Musta-
lık olarak bilinen ve kendilerine, bölgelerinde bulunan dağ sebebiyle AMbiş denilen kabilelerle ve Sakif gibi kendileriyle paralel hareket eden kabileleri savaş için hazırlıklı olmaya davet edeceklerdi. Gidi¬lecek yer de belirlenmişti: Beldah.
Bu arada Kureyş, bilhassa Ahabiş kabilelerine izzet ii ikramda bulunmayı da ihmal etmiyordu; aralarında görev dağılımı yapmış ve başta Dôru’n-Nedue olmak üzere Safvan İbn Ümeyye, Süheyl İbn Amr, İkrime İbn Ebi Cehil ve Huvaytıb İbn Abdiluzza’nın evinde zi¬yafetler tertip ediyorlardı.
Adres belliydi; artık hazırlığını yapıp da yola koyulan herkes Beldah’a geliyordu. Çok geçmeden çadırlar kurulmuş ve ne paha¬sına olursa olsun mü’minleri buradan ileriye geçirmemeye and iç-mişlerdi. Kureyş kadınlarıyla çocuklar da buraya akın etmişti. Dağ başlarına da, belli aralıklarla gözcüler yerleştirmiş ve sadece kendi¬leri duyacak kadar bir ses tonuyla gelişlerini kendilerine haber ver¬melerini istemişlerdi.
Onların bu hamlelerine şahit olan yeni mü’ min Büsr İbn Süf¬yan, olup bitenlerin haberiyle birlikte Resülullah’ın huzuruna geldi. Bu sırada rnii’mirıler, Usfôn yakınlarındaki Gadiru’l-Eştôt denilen yerde bulunuyorlardı:
– Ya Resulullah, dedi. Şu Kureyş, Senin geliş haberini almış ve sağmal develerleçoluk çocuklarını da yanlarına alarak zırhlarını giy¬miş vaziyette 2ı1 Tuva’da karargah kurmuş. Seni Mekke’ye sokma¬mak için Allah adına yeminler edip ahitleşiyorlar. Halid İbn Velid de, iki yüz atlıyla birlikte Küraü’l-Canirrı denilen yerde bekliyor!
Onların içinde bulundukları ruh halini ve karşı koymak için daha ne gibi yollara tevessül ettiklerini olduğu gibi anlatan Hz. Büs¬r’ü büyük bir dikkatle dinleyen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Allah adına yola çıkanların bu anlaşılmaz tavırlarını hayretle karşı¬layacak ve her defasında kılıca sarılıp şiddet ve kavgadan yana olan Kureyş’e her halukarda galip geleceğini ifade edecektir.
Yeniden İstişare ve Salatü’l-Havf
Haberler, yeni bir krizin daha sinyalini veriyordu ve Allah Resü¬lü (saIlallahu aleyhi ve sellern), önce yolun değiştirilmesini emir buyurdu; ardından da ashabına dönerek, Allah’a hamd edip layık olduğu vec¬hile O’nu tazim ettikten sonra şunları söylemeye başladı:
– Ey Müslümanlar topluluğu! Fikrinizi söyleyerek Bana yol gös¬terin; ne diyorsunuz? Kureyş, Ahabiş kabilelerine yemekler yedire¬rek Beytullah’ı tavaftan bizi alıkoymak istiyor; ne yapalım? Doğruca Beytullah’a yönelip ilerlernemizi ve bizi ondan alıkoymak isteyen¬lerle çarpışmamızı mı uygun görüyorsunuz? Yoksa şunlara yardım eden etraftaki kabilelere yönelip onların hakkından mı gelelim ki, bu durumda bizimle uğraşacak vakit bulamazlar ve Allah da, onları rezil ve rüsva eder, haklarından gelir.
– Doğrusunu, Allah ve Resülii bilir, diyordu Hz. Ebu Bekir.
Ancak ya Resülullahl Bizler savaş niyetiyle gelmedik; kimseyle sa¬vaşmak gibi bir düşüncemiz yok! Dolayısıyla biz, yolumuza devam edelim; bizi Beytullah’ı tavaftan engelleyenler olursa onlarla sava-şırız.
Üseyd İbn Hudayr da benzeri şeyler söylemişti; ashabın genel olarak niyeti buydu ve hep birlikte Hz. Ebu Bekir’in söylediklerini tekrarlıyorlardı. Bu arada Mikdad İbn Esved ileri atılmış ve:
– Allah’a yemin olsun ki bizler, ya Resülullahl Beni İsrail’in Hz.
Musa’ya söyledikleri gibi Sana, ‘Sen ve Rabbin git, bizler burada oturuyoruz’ demeyiz; bilakis bizler, ‘Sen ve Rabbin dilediğin gibi hükmünü verip yürü, bizler de Seninle birlikte savaşmaya hazırız’ deriz, diyordu.
Kıvam, yerindeydi ve Allah Resülii de:
– Haydi, Allah’ın adıyla yürüyün, buyurdu. Yeniden hareket edilmişti. Nihayet Usfan’la Decnan arasındaki Gamitıı denilen vadi¬ye kadar gelip burada konakladılar.
Diğer tarafta Halid İbn Velid, Efendimiz ve ashabımn yürür¬ken çıkardıkları tozdan onların yerini anlamış ve Mekkelilere haber vermiş, daha sonra da atlılarıyla birlikte Gamim’e gelmişti. Mü’min¬lerle kıble arasında durmuş ve uzun uzadıya Resülullah ile ashabım seyretmeye başlamıştı.
Onun gelişini gören Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), önce ashabım saflara ayırarak hizaya soktu. Abbad İbn Bişr’e de emret¬miş, atlı birliklerle tetikte durmalarını söylemişti. Zira bundan sonra her an yeni bir gelişmeye gebeydi!
Uzun bir bekleyiş süreci başlamıştı; iki taraf da birbirini siizii¬yor ama yine iki taraf da hamle yapmıyordu. Bu arada öğle namazı¬nın vakti girmişti; Habib-i Kibriya Hazretleri, Hz. Bilal’e seslenerek ezan okumasını emretti. Herkes susmuş, Garrıim’de artık Hz. Bilal’» in yanık sesi yankılanıyordu. Ezanın hemen ardından Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), kıbleye dönerek namaza durdu; ashab da ar¬kasında saf bağlamış namaz kılıyordu. Derken namazlarını tamam¬lamış ve herkes yine eski tabyasına geri çekilmişti.
Bütün bunları karşılarından seyreden Halid İbn Velid, pişman¬lık içinde:
– Onların üzerine saldırıp da işlerini bitirmenin tam sırasıydı; neyse ki onların, çocuklarıyla kendi nefislerinden bile kendilerine daha sevimli gelecek bir namazları daha mutlaka olacak; o zaman üzerlerine yürür ve işlerini bitiririm, diye düşünüyordu. Anlaşılan, ikindi vakti girip de namaza durdukları sırada saldıracak ve önüne geleni kılıçtan geçirecektil
Hiç de öyle olmadı; zira bu arada Cibril-i Emin gelmiş ve Re¬sı1lullah’a semalar ötesinden yeni mesajlar getirmişti. Gelen ayette O’na:
– Ey Resülüm, diyordu Yüce Mevla, Sen müminlerin içinde olup da onlara namaz kıldıracak olursan, onlardan bir kısmı sana tabi olarak namaza dursun ve silahlarını yanlarına alsınlar. Bun¬lar secdeye vardıklarında, diğer kısım arkanızda beklesinler. Sonra o namaz kılmamış olan diğer kısım gelsin, sana tabi olarak namaz kılsınlar, hem ihtiyatlı bulunsun ve silahlarını da yanlarına alsınlar. Kafirler sizi silahsız ve teçhizatsız vaziyette iken kıstırıp, birden bas¬kın yaparak işinizi bitirmek isterler.
Eğer yağmur sebebiyle zahmet çekerseniz yahut hasta düşmüş iseniz, silahlarınızı bırakmanızda bir mahzur yoktur. Bununla be¬raber yine de tedbiri elden bırakmayın. Muhakkak ki Allah kafirler için, zelil ve perişan eden bir azap hazırlamıştır.
Namazı tamamladıktan sonra, gerek ayakta durarak gerek otu¬rarak, gerek yanlarınız üzerinde uzanarak hep Allah’ı zikredin. Der¬ken, korkudan güvene kavuştunuz mu, o vakit namazı tam erkaniyle eda edin. Çünkü namaz belirli vakitlerde müminlere farz kılınmıştır.
Düşman birliklerini takip edip arkadan sıkıştırmada gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da tıpkı sizin gibi acı çekiyorlar. Kaldı ki Siz Allah’tan, onların ümid edemeyecek¬leri birçok şeyleri umuyorsunuz. Allah her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”?
Her hadise yeni bir hükmün yerleşmesine vesile oluyordu. Peş¬lerinde sürekli bir iriayet eli dolaşıyor ve her adımlarında onları hayır adına yönlendiriyordu. Halid İbn Velid diğer yanda, saldırıp da işlerini bitirmek için ikindi namazını bekleye dursun Allah (celle celaluhü), mü’minleri önceden uyarmış ve nasıl hareket etmeleri ge¬rektiğini bildirmişti.
Vakit girip de ezan okunmaya başladığında saldırı için son ha¬zırlıklarını yapan Halid İbn Velid, kıbleye dönüp de namaza duran Resülullah’ın arkasında ashabın diğer yarısının saf tutmadığını gö¬rünce şaşırıp kalmıştı; zira ayetle anlatılan namaz hemen tatbike konulmuştu ve Resül-ü Kibriya Hazretleri, ashabıyla birlikte korku namazı kılıyordu. Buna göre ashabını ikiye ayırmıştı. Her bir tekatı bir grup ashabıyla kılarken, bir rekatlık zaman bile olsa diğer tarafta bekleyen ashab, cephede bulunmanın hakkını veriyordu.
Hudeybiye’ye Hareket
Akşam olunca Allah Resülii:
– Sağ yöne dönerek şu ağaçlıklara doğru yürüyün, buyurmuş ve “Zatii’l-Hanzal tepesini sizden kim biliyor?” diye sormuştu. Maksa¬dı, Halid İbn Velid’in haberi olmadan yola koyulmak ve onlara olan merhametinin bir tezahürü olarak Mekkelilerle karşı karşıya gelme¬mekti. Büreyde İbn Husayb:
– Ben biliyorum ya Resülullah, diye seslendi. Bunun üzerine Hz. Büreyde’ye dönen Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Öyleyse düş önümüze, buyurdu. Gecenin karanlığından istifa¬de ile yeni bir yolculuk başlamıştı; önde Hz. 229 Nisa, 4/102-104
Büreyde, arkada İslam ordusu ilerliyordu.
Batıya doğru ilerliyorlardı; Seravi’ dağlarından Asal tarafını tutmuştu Hz. Büreyde. Halid İbn Velid ise, arkadaşlarıyla birlikte gelişmelerden habersizce hala orada bekliyordu. Çok karışık ve zor şartlarda ilerliyorlardı; hatta bir yere geldiklerinde Hz. Büreyde’nin ayakları yara bere içinde kalmış ve artık yürüyemez olmuştu. Bunun üzerine Allah Resülü, onun deveye binmesini ve kendilerine yolu bilen bir başkasının rehberlik etmesini söyleyecekti. Bu sefer öne çıkan Hamza İbn Amr idi; o da bir noktaya kadar gelmiş ve daha ilerisi için yolu şaşırmıştı. İstenilen yere ulaşabilmek için şimdi yeni bir rehber daha gerekiyordu. Şimdi öne çıkan isim, Amr İbn Abdi¬nühm el-Eslemi idi; Allah Resülü’nün önüne düşmüş ilerliyordu. Şartlar çetin ve yol da karmaşıktı; çalılara takılmamak için herkes boyunlarını eğerek yürümek zorunda kalıyordu. Niyet samimi olun¬ca, iriayet de kendini gösteriyordu. Gecenin karanlığında dolunayın ışığı önlerini aydınlatmış, en sıkıntılı anlarında yine meltem esinti¬lerine mazhar olmuşlardı.
Bir noktaya geldiklerinde Efendiler Efendisi, ilerideki bir tepeyi göstererek:
– Şu tepe Zatiı’l-Hanzal Tepesi olmasın, diye seslendi. Hz. Amr:
– Evet ya Resülullahl Orası Zatii’l-Hanzal Tepesidir, dedi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Mirar Tepesine kim çıkarsa, Beni İsrail’in günahlarının bağış¬landığı gibi onun da günahları bağışlanır, buyurdu. Böyle bir hedef gösterilir de ashab koşmaz mıydı; herkes tepeye yönelmiş yarışırca¬sına koşuyordu! Bu manzarayı gören Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün dudaklarından şu cümleler döküldü:
– Bu gece bu tepenin misali, Beni İsrail hakkında Allah (celle ce¬laluhüj’ırı, “Şehrin kapısından eğilerek geçin ve girerken de, ‘Affet ya Rabbi!’ deyin ki hatalarınızı bağzşlayalzm!” buyurduğu kapının misali gibidir.
Zorluklar geride kalmış ve daha selametli bir yere gelinmişti. Bu sırada Efendiler Efendisi:
– Allah’tan istiğfar diler ve yine O’na tevbe ile gönülden yöne¬liriz, deyin tembihinde bulundu. Her adımını titizlikle takip eden ashab, hep bir ağızdan istiğfar edip tevbeye durmuştu. Sonra da Re-sülullah:
– Şüphesiz ki bu, İsrailoğullanna teklif edilip de onların söyle¬mekten kaçındıkları istiğfar ve tevbe şeklidir, buyurdu. Bir müjdesi daha vardı Allah Resülü’nün: ashabına döndü ve:
– Bu geceyi bu tepede geçiren herkes, mutlaka aff-ı ilahiye maz¬har olacak ve bağışlanacaktır!
Hedeflenen yere gelinmişti; bir süre dinlenecek ve karınlarını doyuracaklardı. Ancak, yanan ateşleri Kureyş’in görüp de üzerlerine gelmesinden çekiniyorlardı. Gelip de bu endişelerini Allah Resı1lü’¬ne açtıklarında Resulullah:
– Onlar sizi asla göremeyecekler, buyurdu.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Allah Resı1lü (sal1al1ahu aleyhi ve sel¬lem), burada ashabına sabah namazını kıldırdı. Aynı zamanda, kızıl develi bir kişi hariç bu tepede geeeleyen herkesin aff-ı ilahiye maz¬har olup affedildiklerinin müjdesini verdi. Ashab arasında büyük bir sevinç yaşanıyordu. Ancak akıllara, affedilmeyen kızıl develi bu ta¬lihsiz adam takılmıştı. Bu adam, ashab arasına katılan ve devesini kaybetmiş Damreoğullarından biriydi. Kendisine durum anlatılıp da Allah Resülü’nün huzuruna gelmesi teklif edildiğinde bunu da red¬dedecek ve devesini bulmasının her şeyden daha önemli olduğunu söyleyecekti. 230
230 o gün bu adamın, devesini ararken bir uçurumdan düştüğü ve bedeninin de, yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanıp yenildiği anlatılmaktadır. Bkz. Vakıdi, Megôzi, 1/585; Salihi, Siibülü’l-Hüda ve’r-Reşad, 5/40
Hudeybiye ve Su ile Gelen Bereket
Yolculuk yine devam ediyordu. Nihayet, Hudeybiye denilen mevkiye yaklaştıklarında, hiç beklemedikleri bir durumla karşı kar¬şıya kaldılar. Kasva çökmüş, her türlü çabaya rağmen bir türlü ayağa kalkıp yürümüyordu. Kasva’nın çökmesine ve ashab-ı kiramın onca gayretlerine rağmen bir türlü hareket etmemesine Allah Resı1lü de bir anlam verememişti. Ashab-ı kiram:
– Kasva inat etti, dediklerinde hemen:
– Hayır! Kasva inat etmedi; onun böyle bir adeti yoktur; ancak onu, vaktiyle Fil ashabını Mekke’ye girmekten alıkoyan aynı Zat alı¬koydu, buyurdu. Zira kainatta tesadüfe yer yoktu ve O’nun için her hareket, Allah tarafından kendisine bir mesaj anlamına geliyordu. Aynı zamanda bu durum, Mekke’ye yürüyüp de sonucu belli olma¬yan hadiseler zinciriyle karşılaşmaktan daha iyiydi. Zira iyice gerginleşen bu atmosferde, çok fazla kan dökülme ihtimali vardı; bir de o güne kadar Müslüman olduğu halde kendilerini Mekke’de giz¬leyerı ve bu sebeple durumlarını, Medine’deki ashabın da bilmedi¬ği mü’minler vardı. Bu durumda kılıçlara sarılıp da savaşla karşı karşıya kalındığında ashab-ı kiramın, farkına varmadan başka bir mii’mini öldürme ihtimali vardı. Aynı zamanda Mekke’de, yarın İslam’la tanışacak potansiyel mü’minler bulunuyordu; onların ya kendileri ya da nesillerinden pek çok insan Allah Resülü’ne sada¬katlerini bildirecek ve O’nun yolunda ölümüne mücadele edecek¬lerdi. Öyleyse zemin, her haliıkarda sulhun aranması gereken bir zemindi ve Allah Resülü de:
– Muhammed’in nefsi, yed-i kudretinde olana and olsun ki bugün Benden, içinde Allah’ı tazim olan ne türlü bir plan istenirse istensin onu mutlaka kabul edeceğim, buyurdu. Sulh peygamberi, yine sulhu tercih ediyordu.
Mesajı alan Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellern), Kasva’nın yö¬nünü değiştirerek onu kaldırmak istedi. Aynen tahmin edildiği gi¬biydi; Kasva kalkmış ve yürüyordu! Bu hareket, anlaşılan mesajın doğruluğunu da tasdik eder mahiyetteydi.
Artık Hudeybiye’nin en uzak noktasına kadar gelinmişti; hava oldukça sıcaktı ve insanların suya ihtiyacı vardı. Aynı zamanda ge¬lişmeler, bir müddet burada kalmacağını gösteriyordu. Bu sebeple Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), içinde bir miktar su bulunan bir kuyunun yanına gelip burada konakladı. Zaten yakında başka bir kuyu da yoktu!
Resı1lullah’ın konakladığı yer, Harem’in dışında kalıyordu; ancak Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Mekke Haremi’nin içine giren yere kadar geliyor ve namazlarını hep burada kılıyordu. O günün ikindi vakti girmiş ve Resülullah da, bir aralık abdest almak için eline ibrik almıştı; abdest alıyordu! Ancak O abdest alırken ashab-ı kiram etrafında toplanmış O’na bakıyorlardı. Ortada bir ga-riplik vardı ve sordu:
– Size böyle ne oluyor?
– Mahvolduk ya Resülullah, diyorlardı. Allah Resülii (sallallalıu aleyhi ve sellem) onlara döndü ve:
– Ben, sizin aranızda olduğum sürece sizler mahvolmazsınız,
buyurdu. Gönülde Resülullah olduğu sürece kim mahvolurdu ki! Ancak meseleyi olduğu gibi ortaya koymak gerekiyordu; onun için: – Ya Resülullah, diyorlardı. Yanımızda, Senin elindekinden başka ne abdest alacak ne de içecek bir yudum suyumuz var!
Susuzluk son kerteye gelmişti ve anlaşılan ashab, ResUlullah’¬tan bir mucize bekliyordu. O da (sallallalıu aleylıi ve sellern), önce ibrikte¬ki suyu bir kabın içine boşaltmalarını söyledi; ardından da mübarek parmaklarını bu kabın içine sokup dua etmeye başladı. Sonra da:
– Haydi alınız; buyurun! Bismillah, dedi.
Ashab-ı kiram hazretleri, büyük bir dikkatle olacakları bekle¬meye durmuştu, Aman Allah’ıml Bir de ne görsünler; Resfılullah’ın parmaklarından su akıyordu!
Eline kırbasını alan koşuyordu! Kana kana bu sudan içmiş, ab¬dest almış ve hayvanlarını da sularnışlardı.
Hudeybiye’de yüzler yeniden gülmeye başlamıştı; kırbalar da dolmuş, bir süreliğine de olsa su ihtiyaçlarını gidermişlerdi. Gelişmeler karşısında tebessüm eden Resfıl-ii Kibriya Hazretleri de ellerini açmış:
– Allah’tan başka ilah olmadığına ve Benim de O’nun Resülii ol¬duğuma şehadet ederim, diyor ve Rabbine hamd ediyordu.
231 Hadiseyi rivayet eden Hz. Cabir’e, “O gün kaç kişiydiniz?” diye sorulduğunda önce, “Yüz bin dahi olsaydık o Sıl hepimize yeterdi!” diyecek ve o günkü sayılannın bin beş yüz olduğunu söyleyecekti. Bkz. Buhari, Sahih, 4/1526 (3921); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/329 (ı4562); Darimi, Sünen, 1/27 (27)
232 O gün Hudeybiye’de, su ile ilgili başka mucizeler de gerçekleşecektir. Bkz. Buha¬n, Sahih, 3/1311 (3384), 4/1525 (3919); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/290; İbn Hibban, Sahih, 11/126 (4801); Salihi, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşad, 5/73
Yağmur Bereketi ve Bir Uyarı
O gece Hudeybiye’de gönülleri ferahlatan bir rahmet yağmış, böylelikle kuruyan otlara can gelmiş, susuzluktan bitkin düşen haşe¬rata da ümit olmuştu. Mü’minler için de bu, rahmet-i ilahiyenin bir tezahürü anlamına geliyordu. Ancak herkes aynı ölçüde hassasiyet gösteremiyor ve tam zamanında gelen bu bereketi, sebeplere izafe ederek onu gerçek manada gönderen Kudreti göremiyorlardı. Bil¬hassa Abdullah İbn Übeyy İbn Selul gibi duruşu netleşmemiş olan¬lar:
– Bu, sonbahar aylannda olagelen tabii bir hadisedir; onu bize Şi’ra yıldızı indirmiştir, diyorlardı. Üst üste bu kadar ihsanla serfiraz olup dururken, her şeyi kendilerine bahşeden Yüce Kudreti görme-mezlik olamazdı.
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), sabah namazım kıldırdık¬tan sonra ashabına döndü ve onlara:
– Biliyor musunuz, Rabbiniz size ne söylüyor, diye sordu. Ne¬bevi terbiyenin yoğurduğu mümtaz insanların, böyle bir soruya nasıl cevap verecekleri belliydi:
– Allah ve Resülii en iyisini bilir!
Söz yine kendisine gelmişti ve O da, meseleyi yine genelleyecek ve kimseyi ineitmeden esas maksadını anlatacaktı. Önce:
– Allah (celle celaluhü) buyurdu ki, diye başladı sözlerine. Belli ki yine Cibril-i Emin gelmiş ve gökler ötesinden yeni haberler getir¬mişti. Her yeni hadise karşısında ilahi talimata göre hareket etmeyi itiyat edinen sahabe cemaati pür-dikkat Resülullah’ı dinlemeye dur¬muştu. Resülullah sözlerine şöyle devam etti:
– Kullarım arasında kimi mü’ min kimi de kafir olarak sabaha çıkmıştır; mü’min olarak sabahlayanlar, “Allah’znfazlı ve rahmeti vesilesiyle üzerimize yağmur yağdırıldı” diyenlerdir ki Bana inan¬mış ve yıldızları da inkar etmişlerdir! “Şu yıldızlar sebebiyle bize yağmur yağdı” diyenler ise onlar, Beni inkar edip yıldızlara mü’min olan talihsizlerdir!
Böylelikle kimseyi rencide edip perdeyi yırtmadan bir yanlışı daha tashih ediyor ve sebeplere takılıp da Müsebbibü’l-Esbab’ı gö¬rememe gibi bir yanlışlığa düşmemeleri için ashabım uyarmış olu¬yordu.
Bu arada ashab arasından Amr İbn Salim ve Büsr İbn Süfyan, Allah Resülü’ne koyun ve deve hediye etmişlerdi. Daha sonra Hz. Amr, benzeri bir hediyeyi yakın arkadaşı olan Sa’d İbn Ubade’ye de ulaştıracak ve o da, gelip bunu Allah Resülü’ne takdim edecekti. Bunun üzerine Efendiler Efendisi:
– Amr, şu sürüleri de bize hediye etti; Allah Amr’ın bereketini artırsın, diye dua etti. Ardından da gelen hediyelerin kesilerek et¬lerinin ashab arasında taksim edilmesini emretti; bizzat kendisine hediye edilen koyun ve develerin etinden kendisi de diğerleri kadar bir payalıyor ve böylelikle sıkıntılı zamanlarda birlikte olduklan gibi aynı zamanda bolluk anlarında da yüreklerinin birlikte attığının me¬sajını veriyordu.
Diyaloğun Meyvesi
Derken Allah Resülii’nün bulunduğu yere, aralarında Amr İbn salim, Hırôş İbn Ümeyye, Harice İbn Kiirz ve Yezid İbn Ümeyye gibi isimlerin bulunduğu bir heyetle birlikte Büdeyl İbn Verka çıka¬geldi; hepsi de Huzôa kabilesine mensuptu. Huzaa ise, Müslüman olsun veya olmasın her zaman Allah Resülii’ne sırdaş olan bir kabi¬leydi; insanlık ortak paydasında aralarında bir diyalog söz konusu idi. Tihame bölgesinde olup biten her şeyi Allah Resülü’ne bildirir, böylelikle bir nevi istihbarat görevini yerine getirirlerdi. Şimdi ise, en kritik bir noktada bu diyalog semere vermiş, durumdan vazife çı-karan Huzaa hey’ eti Allah Resülü’nün imdadına koşmuştu.
Selam verdikten sonra Büdeyl söze başladı:
– Biz, Senin kavmin olan Ka’b İbn Lüeyy ve .Amir İbn Lüeyy kabilelerinin yanından geliyoruz, diyordu. Onlar, Ahabiş olarak bili¬nen çevre kabileleriyle kendilerine bağlı bulunan daha başka kabile¬leri Sana karşı harekete geçirmişler; beraberlerine yavrulu develerle çoluk ve çocuklannı da alarak Hudeybiye sularının olduğu yere gelip yerleşmişler! Allah adına yeminler vererek, önde gelenlerini kurban vermedikçe Seninle Beytullah arasından çekilmeyeceklerini söylü¬yorlar!
Büyük bir dikkat ve sabırla Büdeyl’in sözlerini dinledi Allah Re¬sülü (sallallahu aleyhi ve sellern). Gelenler, Kureyş’in haberini getirdikleri gibi aynı zamanda Resülullah’ın bilgilerini de onlara taşıyacaklardı. Aynı zamanda bu, sulh çizgisinde Kureyş’le ilk defa bir araya gelme¬nin bir işaretiydi. Onun için esas maksat, olanca netliğiyle ortaya ko¬nulmalı ve Müslüman olmanın onurunu da koruyarak bir anlaşma zemini bulunmalıydı:
– Biz kimseyle savaşmak için gelmedik, diye başladı sözlerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern). Biz, sadece Beytullah’ı tavaf etmek için yola çıktık; kim bizi ona yürümekten alıkoymak isterse onunla
savaşırız! Zaten her fırsatta kılıca sanlıp savaşmak Kureyş’i büyük bir zarara uğratmış, onlan perişan etmiştir! Şayet dilerlerse onlara, kendilerini emniyette görebilecekleri bir süre veririm ve onlar da insanlarla aramıza girmekten -ki diğer insanlar onlardan daha çoktur- geri dururlar; şayet o insanlar Bana galip gelirlerse -ki zaten onlann da istediği budur- ne ala. Eğer Benim davam o insan¬lara üstünlük sağlarsa o zaman da onlar, dilerlerse diğer insanların da tercih ettiği dini seçerek İslam’a girerler, isterlerse kılıca sanlıp Benimle savaşırlar; hem bu süre içinde dinlenmiş de olurlar! Şayet bütün bunlara olumsuz yaklaşırlarsa, işte o zaman şu başım gövdem¬den ayn1mcaya kadar bu davam uğruna bütün cehdimi ortaya koya¬cağım; muhakkak ki Allah (celle celaluhü) da, hükmünü İCra edecektir!
Resül-ü Kibriya’yı büyük bir dikkatle dinledikten sonra:
– Söylediklerini aynen Kureyş’e ileteceğim, diyen Büdeyl ve ar¬kadaşları Allah Resülü’nün yanından ayrılıp doğruca Kureyş’in ya¬nma gittiler. Onlarm kendilerine doğru geldiklerini görenler:
– Büdeyl ve arkadaşları geliyor; büyük ihtimalle ağzınızı yokla¬yıp sizden istihbarat toplamak maksadıyla aranıza geliyorlar! Sakın ola onlara bir tek kelime bile sormayın, diyorlardı. Bir anda ortalık buz gibi oluvermiştil Durumun nezaketini fark eden Büdeyl, onların suskunluğuna karşılık çaresiz söze başladı:
– Bizler, Muhammed’in yanından geliyoruz, dedi. Onların ha¬berlerini size vermemizi istemez misiniz?
Buz gibi hava hala dağılmamıştı; üstüne üstlük İkrime İbn Ebi Cehil ve Hakem İbn As ileri atılmış ve burunlanndan soluyarak:
– O’nun hakkında bize vereceğin herhangi bir bilgiye hiç ihtiya¬cımız yok, demişlerdi. Ancak O’na, aramızda tek bir adam bile kal¬mayıncaya kadar mücadele edip bu yıl O’nun Mekke’ye girmesine izin vermeyeceğimizin haberini verebilirsin!
Böylelikle onlar, çıktıkları yolda sonuna kadar kararlı oldukla¬rını göstermek istiyor ve her türlü alternatife kapalı olduklarını gös¬termiş oluyorlardı. Ancak hepsi aynı düşüneeye sahip değildi; Urve İbn Mes’ud ileri atıldı:
– Büdeyl’in anlatacaklannı dinlemek lazım; şayet hoşunuza gi¬derse kabul eder, hoşlanmazsanız reddedersiniz, diyordu. Bunun üzerine Safvô.n İbn Ümeyye ve Hôris İbn Hişôm Büdeyl’ e dönerek: – Anlat bakalım; görüp de işittiğiniz şeyler nelerdi, diye sordular.
Nihayet konuşma fırsatı vermişlerdi; öyleyse bu fırsatı en iyi şe¬kilde kullanmak gerekiyordu:
– Sizler Muhammed konusunda acele edip fevri karar veriyor¬sunuz, diye söze başladı Büdeyl. Çünkü O, savaşmak maksadıyla değil, umre yapmak için yola çıkmıştır!
Büdeyl, Resülullah’tan duyduklarını teker teker anlatınca mecli¬sin havasında yeniden bir değişiklik meydana gelmişti; Bedir, Uhud ve Hendek’in acıları hala zihinlerdeki tazeliğini korurken çıkılan bu yeni yolda sanki, savaştan başka bir alternatif daha kendini gösterir olmuştu! Onun için tecrübeli Urve yeniden ileri atıldı:
– Ey Kureyş, diyordu. Sizler hiç benden kuşkulanıp şüphelenir misiniz?
– Hayır, diyorlardı. Belli ki bu sözüne bir hüküm bina edecekti
Urve. Ardından, aralarında şöyle bir konuşma geçti: – Sizler benim babam yerinde değil misiniz?
– Evet, öyle!
– Ben de sizin oğlunuz gibi değil miyim?
– Evet, bu da doğru!
– Hani bir gün benim, bizzat kendim, çocuklarım ve bana itaat edenlerle birlikte size yardım etmek için koşup da Ukaz’daki insan¬ları sizden nasıl uzaklaştırdığımı hatırlıyor olrnalısınız.
– Evet, doğru; öyle yapmıştın! Aramızda kimse senin samimi¬yetinden asla şüphe duymaz!
– Öyleyse bugün ben size bir tavsiyede bulunayım; bilirsiniz, sizi çok severim; iyiliğinize olacak hiçbir şeyi sizden gizlernem! Bii¬deyl size, aslında çok isabetli ve akıllıca bir planla gelmiştir; bunu ancak, aklı başında olmayan cahiller gözardı eder! Onları kabul edin! Beni de, bütün bunların doğru olup olmadığını araştırmak için gönderin ki size işin gerçek yüzünü bildireyim. O’nun yanında neler olup bittiğine bir bakayım ve sizin bir casusunuz olarak gidip O’n¬dan size yepyeni haberler getireyim!
233 Urve İbn Mes’üd’un annesi, Kureyş’li Sübey’a Binti Abdişems’in kızıydı ve “Benim annem sizlerdendir ve bu yönüyle ben de sizin bir nevi oğlunuzum” manasında bunu söylüyordu. Bkz .. İbn Hişam, Sire, 4/280; Taberi, Tarih, 2/118
Urve İbn Mes’ud
Kaybedilecek bir şey yoktu ve Kureyş, Urve’nin teklifini olumlu bularak Allah Resülü’ne göndermişti. Gelir gelmez:
– Ya Muhammed, diye seslendi. Ben, Ka’b İbn Lüeyy ve Amir İbn Lüeyy’i, yanlarında sağmal develeri ve çoluk çocuklarıyla birlik¬te Hudeybiye sularının başında bırakıp da geldim; Ahabiş kabilele¬riyle onlara itaat eden diğer insanlar da onlarla birlikte Sana karşı birleşmiş durumdalar! Aslan postu giymiş ve Sen onları ezip geçme¬dikçe, Beytullah’la aranızdan çekilmemeye Allah adına and içmekte-ler! Bu durumda siz, şu iki şeyden birisini tercih etme durumunda¬sınız: Ya kavmini çiğneyip geçecek, onları yok edeceksin ki -Senden önce kendi kavmini ve ailesini çiğneyip de yok eden kimse duyul-mamıştır!- ya da şu etrafında gördüğün insanlar Seni tek başına bı¬rakıp Seni hüsrana uğratacaklardırl Vanahi de ben, Senin etrafın¬da şerefli kimseler göremiyorum: onların çoğu, nereden geldikleri belli olmayan toplama insanlar! Onların ne yüzlerini tanıyorum ne de nesepleri hakkında bir bilgiye sahip olabiliyorum! Şayet savaşa¬cak olursan, bunların hepsi Senin etrafından dağılıp gidiverirler ve Sen de, onların eline esir düşersin; Senin için bundan daha ağır ve şiddetli ne olabilir ki!
Urve’nin sözleri yenilir yutulur cinsten değildi ve o ana kadar Allah Resülü’nün arkasında büyük bir edeple gelişmeleri takip eden Hz. Ebü Bekir’in sabrını taşırmıştı; kaçmak da ne kelimeydi! Orada bulunanların hepsi kütükte doğranır gibi lime lime olmadan hiç kimse, Allah Resülü’nün tek bir kılına bile dokunamazdı. Öyleyse Urve’nin ağzının payı verilmeliydi; hem de anladığı dilden! Sair za-manlarda Allah Resülü’nün yanında ağzını bile açmaktan haya eden edep insanı Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) bulunduğu yerden:
– Sen, Lar’ın eteklerinde sürünmene bak, diye gürleyiverdi. ‘O’nu yalnız bırakıp da kaçacak olanlar bizler miyiz!
Onun bu çıkışı, aynı zamana ashab-ı kiramın da yüreğine su serpmişti; zira duygularına tercüman oluyordu!
Urve beklemediği bu çıkış karşısında şaşkına dönmüştü! Ancak sesin sahibini tanımamıştı; zira ashab-ı kiram hazretleri yüzlerini de kapatmışlardı. Sesin geldiği yöne doğru döndü ve:
– Bu da kim, diye sordu. Etraftakiler:
– Ebü Bekir, diyorlardı. Ebü Bekir adını duyunca Urve durak-
sadı; aklına, öldürdüğü bir adama karşılık onun diyetini ödeyeceği sırada Hz. Ebü Bekir’den istediği yardım geldi. Zira o gün, en yakın dostları bile kendisine ancak iki veya üç deve yardımda bulunurken Hz. Ebü Bekir, on deve ile elinden tutmuş ve onu büyük bir sıkıntı¬dan kurtarmıştı. Onun için döndü ve:
– Allah’a yemin olsun ki, dedi. Şayet bana olan o henüz karşılı¬ğını ödeyemediğim iyiliğin olmasaydı mutlaka sana cevap verirdim!
Ashab-ı kiramın dikkatlerinden kaçmayan bir husus da, Ur¬ve’ nin her konuşmaya yeltenişinde, Allah Resi’ılü’nün sakal-ı şerif¬lerine el uzatıp onu sıvazlamak istemesiydi. Onun bu halini gören ve Hendek günü gelip de Müslüman olan Muiiire İbn Şu’be,z34 eli kılıcının kabzasında olduğu halde Allah Resülü’nün yanı başında bekliyor, Urve’nin her el uzatmak isteyişinde kılıcının kabzasıyla eline vurarak:
– Şu kılıç karnına işlemeden önce elini Resülullah’ın sakalına uzatıp dokunmaktan vazgeç; zira O’na, asla bir müşrik eli dokuna¬maz, diyordu.
Her hareketine mukabil Hz. Muğire’nin aynı hamleyi yapması Urve’yi öfkelendirmişti; ona döndü ve:
– Yazıklar olsun sana; ne kadar da katı ve kaba bir adarnmışsm, diye çıkıştı. Sonra da Allah Resülü’ne dönerek:
– Şu başıma gelenlere bak! Ashabın arasında bana bu eziyeti veren de kim, diye sordu. Ve ekledi.
– Vallahi de aranızda ondan daha kötü ve daha şerir birisi oldu¬ğunu sanmıyorum!
234 Muğire İbn Şu’be, Arapların dahi olarak saydıklan dört isimden birisi ve en meşhurlanydı. Hendek savaşı devam ederken Müslüman olup Medine’ye hicret etmişti. Urve’nin geldiğini görür görmez kılıcını kuşanmış ve yüzünü de kapa¬tarak Allah Resülii’nün yanı başında nöbet tutmaya başlamıştı. Bkz. İbn Esir, Usudu’l-Ğabe, 3/39-40; İbn Hacer, Bidaye, 8/53
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) tebessüm ediyordu; sanki Urve’ye, dünkü arkadaşınm bugün hangi seviyeye ulaştığını göster¬mek istercesine:
– Bu, kardeşinin oğlu Muğire İbn Şu’be’dir, buyurdu.
Muğire’yi tanımamak olur muydu? Zeka ve kiyaset açısından Arap yarımadasında ondan daha etkili kimse yoktu. Bir insan, ancak bu kadar değişebilirdi! Şaşkınlık ve hayranlıkla süzdü önce; ardın¬dan da:
– Sakif kabilesinin düşmanlığını sonsuza kadar aramızda yeşer¬ten sen değil miydin, dedi.
Bunu o, altta kalmamak ve ona da bir şey demiş olmak için ko¬nuşuyordu. Yoksa, bu kadar seri ve etkili değişim, Urve’yi can evin¬den vurmuştu. Sadece Hz. Muğire değil, ashab-ı kiramın hal ve tavırlarını süzüyor ve insanlık adına gelinen noktayı hayranlıkla sey¬rediyordu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in fem-i mübareklerin¬den çıkan tükiirüğü bile yere düşürmüyorlardı! Bir işin yapılması¬nı işaret buyurduğunda hep birlikte onun için koşturup birbirleriyle yarışa girişiyor, abdest almak istediğinde her biri, eline su dökmek için azami gayret gösteriyordu. Mübarek saç tellerini bile yere dü¬şürmemek için itina gösteriyor, azametinden dolayı cemal-i vechi¬yesine keskin nazarlarla bakamadıkları Allah Resülü’nün huzurun¬da edep ve hayadan, ihtiyaç olmadıkça sükütu tercih ediyor, ihtiyaç olduğunda ise en alt perdeden konuşuyorlardı.
Nihayet konuşmalar uzayıp gitmiş ve Allah Resülü (sallallahu aley¬hi ve sellern), Urve’ye de Büdeyl’e söylediklerini tekrarlamıştı; maksa¬dı, kimseyle savaşıp da kan dökmek değil, sulh zeminini bulup asha¬bıyla birlikte umre yapmaktı!
Urve’nin Yorumları
Ashab-ı kiramın hal diliyle gönül şivesi Urve’yi on ikiden vur¬muştu, Kureyş’in yanına döner dönmez:
– Ey kavmim, diye başladı sözlerine. Manzarayı iyi okuduğu, havayı isabetle teneffüs ettiği her halinden belliydi. Sözün büyüsün¬den çok halin yanıltmaz mesajı eritmişti onu. Sonra şöyle devam etti:
– Bugüne kadar ben, Kisra, Kayser ve Necaşi gibi nice kralla¬ra elçi olarak gittim; ancak valIahi de ben, halkı arasında kendisi¬ne itaat konusunda ashab-ı Muhammed gibi bu kadar duyarlı olan bir başkasını görmedim! Vallahi de ben, hiçbir melikin, Muhammed kadar tazim gördüğüne şahit olmadım; halbuki o melik de değil!
Allah’a yemin olsun ki, ne zaman yere tükürecek olsa, tiikiirii¬ğü yere düşmeden önce ashabından birileri avuçlarını açıyor ve onu yüzlerine gözlerine sürüyorlar; bir şeyin yapılmasını ernrettiğinde, onu yerine getirmek için birbirlerini ezercesine koşturuyorlar; ab¬dest almak istediğinde, O’nun abdest suyundan bir damla alabilmek için neredeyse birbirleriyle kavga edecek kadar gayret gösteriyorlar; saçının bir tek telini bile yere düşürmemek için azami dikkat sarf ediyorlar; O konuştuğu zaman, bulunduğu ortamda kimse ses çıkar¬mıyor; O’na olan hürmetlerinden dolayı yüzüne bile bakamıyorlar; izin almadan hiç kimse O’nun yanında konuşmuyor; O, izin verirse konuşuyor, vermezse sesini bile çıkarmıyor!
Size gerçekten makul bir plan sunuyor; gelin onu kabul edin!
Ben onları iyi tetkik ettim; şunu bilin ki, şayet kılıçtan başka bir se¬çenek sunmazsanız, bu konuda ölümüne size karşı koyarlar! Ben öyle bir topluluk gördüm ki, liderlerini Beytullah’ı ziyaretten engel-lemeniz durumunda başlarına nelerin geleceğini hiç umursamazlar; O’nun yanında gördüğüm kadınlar bile, uğrunda canlarını verme¬dikçe size O’nu asla teslim etmezler! Ona göre iyi düşünün ve kara¬rınızı verin!
Ey kavmim! Ben sizi uyarıp sadece hatırlatıyorum; gelin, size yapılan bu teklifi kabul edin! Yoksa ben, yanında kurbanlıklarıyla gelip de şanına yakışır yücelikte Kabe’yi tazim edip ziyarete gelen ve bunu yaptıktan sonra da ayrılıp gideceğini ifade eden bir adamı yo¬lundan çevirdiğinizde, başkalarının da desteğini kaybedeceğinizden korkuyorum.
Anlaşıldığı üzere, Urve gerçekten de etkilenmişti ve kavmine karşı konuşması da bir o kadar etkiliydi; ikilem içinde kalmışlar¬dı! Önce derin bir sessizlik hakim oldu meclise. Sonra bu sessizliği bozan şu ses yükseldi aralarından:
– Böyle konuşma ey Eba Ya’fürl Hem, senden başkası hiç böyle konuşuyor mu? Ancak biz, her halükarda bu yıl O’nu kabul edeme¬yiz; belki gelecek yıl için gelebilir!
Urve’yi tatmin edecek sözler değildi bunlar ve:
– Bu durumda başınıza bir musibet geleceğinden endişe ederim, dedi ve adamlarını da alarak Tôif’e geri döndü. Kureyş adına beklen¬medik bir kayıptı bu; surda bir delik açılmış, cephede ilk muhtemel bozguna kapı aralanmıştı!
Hal Dili Adına Yeni Biri Üslup
Zihinler iyice karışmış ve Kureyş arasında tam bir belirsizlik hüküm sürmeye başlamıştı. Her giden, aynı duygularla geri dönü¬yordu ve bunu gören Ahabiş kabilelerinin reisi Huleys İbn Alkame: – Bana müsaade edin; bir de ben gidip bakayım, diyerek Ku-
reyş’ten müsaade istedi.
– Olur, bir de sen git, diyorlardı. O da kalktı ve Resülullah’ın bu¬lunduğu yere doğru ilerlemeye başladı.
Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), muhataplarını çok iyi tanı¬yordu ve ufkuna Huleys’in doğduğunu görünce ashabına dönerek: – Şu gelen, filan kavimden falandır ve o, Allah’a saygılı ve kur¬banlık develeri de önemseyen biridir; onun için kurbanlıkları öne çıkarın, buyurdu.
Yine denilenler yapılmış ve anında kurbanlık develer, telbiye ve tekbirlerle Huleys’in geldiği tarafa doğru sürülmüştü.
Yanlarına yaklaşıp da boyunlarında kurbanlık olduklarını gös¬teren işaretleri ve on beş gün gibi uzun bir süredir bağlanıp da hap¬sedilmekten dolayı tüylerinin döküldüğünü, inleyerek perişan ve dağınık halde develerin kendilerine doğru geldiğini gören Huleys, farkına bile varmadan:
— Sübhanallah, diye çığlık kopardı. Bu insanların Beytullah’a gitmelerine engelolmak hiç de doğru değil; Lahm, Cüzam, Kinde ve Hımyer halkı gelip de haccedebildikleri halde Abdulmuttalib’in oğ¬luna engelolmaya Allah razı olmaz! Bu insanların, Beytullah’a gir¬melerine engelolunamaz! Kabe’nin Rabbi’ne yemin olsun ki Kureyş helak olmuştur; baksanıza, adamlar sadece umre için geliyorlar!
Gördükleri karşısında kendini tutamayıp da heyecanlarını böyle dile getiren Huleys’i uzaktan takip eden Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) de:
– Evet, aynen dediğin gibi ey Kinaneoğullarının kardeşi, diye mukabelede bulunuyordu.
Huleys, ilerleyip Resfılullah ile konuşmaya bile gerek duyma¬dan geri dönüyordu. Kureyş’in yanına gelir gelmez de:
– Ey Kureyş, diye seslendi onlara. Sesinin tonunda, “Bu kadarı da olmaz” dereesine bir tını vardı. İnsaflı ve kadirşinas bir tutumla şöyle devam etti:
– Ben öyle şeyler gördüm ki, onları yolundan alıkoymanın im¬kanı yoktur; kurbanlık develer, uzun zamandır bağlanıp hapsedil¬diği için tüylerini yemişler ve uzun zamandır Beytullah’ı tavaf için ihrama girmiş oldukları için de insanlara haşerat musallat olmuş! Vallahi de sizinle biz, ne hakkını verip de ona olan hürmetlerini sun¬mak için Kabe’ye gelenleri Beytullah’ı tavaftan alıkoymak ne de kur-banlıkların yerine ulaştırılıp da orada salınmasına engel çıkarmak maksadıyla anlaşma yapmıştık!
Allah’a yemin olsun ki, ya O’nunla geliş gayesi arasına girmek¬ten vazgeçersiniz ya da ben Ahabiş kabilelerinin tamamını da yanı¬ma alarak dağıtır ve geri dönerim!
Huleys’in söyledikleri de Kureyş1ilerin hoşlarına gitmemişti:
– Hele bir dur, diyorlardı. Kendi aramızda, bizim de hoşumuza gidecek bir konuda ittifak edeceğimiz ana kadar biraz bekle! Hem sen, badiyede yaşayan bir adamsın; bu türlü şeylerden anlamazsın! Muhammed tarafından gördüklerinin hepsi de bir tuzaktır!
Küfür aynı küfürdü; onun zemininde mantık ve muhakeme ol¬madığı gibi muhatabını mesnetsiz karalama da, onun için her zaman başvurulan bir yoldu ve Kureyş bugün onu yapıyordu. Ancak, ardı ardına yaşanan bu gelişmeler de, adım adım takip ediliyordu. Bu sefer, insanların anlatılanlardan etkilendiğini gören ve daha farklı bir sonuç bekleyen Mikrez İbn Hafs ileri atıldı ve:
– Bırakın, bir de ben gideyim, dedi. Ona da ‘olur’ demişlerdi.
Bu sefer de Mikrez’in gelişini gören Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Bu adam hain ve facir birisidir, diyerek ashabını uyaracak ve benzeri konumda bulunanların muhataplarını ne kadar yakından tanımaları gerektiği hususunda fiilen ashabına ders verecekti. Zira Mikrez, Bedir Savaşı’nın devam ettiği sıralarda Beni Bekir kabilesinin efendisi Amir İbn Yezid’in üzerine ani bir baskın yapıp onu öldürmüş ve ondan sonra da hep bu türlü hıyanetleriyle tanınır olmuştu.
Efendimiz’in Elçileri
Hadise hala belirsizliğini koruyordu ve Allah Resülü (sallallalıu aleylıi ve sellem) bir adım atarak ashabı arasından Hırôş İbn Ümeyye’yi, Sa’leb adındaki kendi devesini vererek Kureyş’e gönderdi; maksadı, savaş niyetinde olmadığını ve sadece umre maksadıyla geldiğini bir daha anlatmaktı.
Hz. Hıraş gelir gelmez İkrime İbn Ebi Cehil, kılıcını çektiği gibi devenin ayaklarına indiriverdi; o kadar kin ve nefretle doluydu ki ne¬redeyse Hz. Hıraş’ı da öldürecekti. Onun bu kadar öfkeli olduğunu gören Ahabiş kabileleri hemen müdahale ederek Allah Resülü’niin elçisini öldürmesine müsaade etmediler ve Hz. Hıraş’ı serbest bı¬rakarak geri gönderdiler. Bunun üzerine Hz. Hıraş da, hemen Allah Resülü’nün yanına gelerek onlardan gördüğü muameleyi anlattı.
Hadisenin nezaketi her geçen gün daha da artıyordu ve böyle bir zeminde atılacak her adım çok önemliydi. Kureyş çok tedirgindi, düşünmeden hareket ediyor ve fevri hareketleriyle önü alınmaz sı¬kıntılara neden oluyordu.
Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellem) ise, Kureyş’in ileri gelenleri¬ne mesajının net bir şekilde ulaştırılması konusunda kararlıydı; akıl ve vicdanlanna hitap edecek ve Allah rızasından başka hedefi olma¬yan bu insanlarla BeytuIlah’ın arasından çekilmelerini söyleyecekti. Bu sefer yanına, Kureyş’e elçi olarak göndermek üzere Hz. Ömer’i çağırdı. Huzura gelip de Efendimiz’in niyetini öğrenen Hz. Ömer:
– Ya Resülullah, diyecekti. Kureyşlilerin canıma kastedecekle¬rinden endişe ederim; çünkü onlar, benim onlara olan düşmanlığı¬mı iyi bilirler. Hem aralarında beni koruyacak Adiyy oğullarından da kimse yoktur! Ancak buna rağmen, ya Resülullah, onlara benim gitmemi istiyorsan, tereddütsüz giderim!
Elbette ki Hz. Ömer’in endişesi, sadece kendi canıyla ilgili de değildi; o gün orada Hz. Ömer gibi bir elçinin öldürülmesi, tered¬dütsüz savaş sebebiydi ve şartların olgunlaşmadığı bir yerde böyle bir savaşın ne getireceğini kestirmenin de imkanı yoktu. Hz. Ömer’i dinlerken Allah Resülü de düşünmeye dalmıştı:
– Ya Resülullah, diye devam etti Hz. Ömer. ‘Fakat ben Sana, Kureyş nezdinde benden daha kıymetli ve hatırı sayılır, koruyup kollayacak insanları açısından daha avantajlı ve bağlantıları daha sağ¬lam birisini tavsiye ederim: Osman İbn Afvan.
Mii’minin feraseti çok önemliydi ve Hz. Ömer’in bu ifadeleri de, serapa feraset ve basiret doluydu. Bunun üzerine Allah Resülü (sallal¬lahu aleyhi ve sellem), Hz. Osman’ı huzuruna çağırdı:
– Kureyş’e git ve bizim, onlarla savaşmak için değil, sadece umre yapmak için geldiğimizi haber ver! Aynı zamanda onları İs¬lam’a davet et, diyordu. Hz. Osman’a yüklenen misyon sadece bun¬lardan ibaret de değildi; yanına yaklaşan Hz. Osman’a, o güne kadar iman edip de bir türlü hicret edemeyen veya hicret sonrasında Mek¬ke’de Müslüman olanların yanına da gitmesini ve onlara, çok yakın bir zamanda yaşanacak fethin haberini vermesini, Allah’ın pek ya¬kında Mekke’ de de dinini hakim kılacağını ve bundan böyle kendile¬rini saklayıp da imanlarını gizleme ihtiyacı hissetmeden ve açıktan dinlerinin gereğini yaşayabileceklerinin müjdesini vermesini söyle¬yecekti.
Derken Hz. Osman yola çıktı; Beldah’a geldiğinde Kureyşliler karşısına çıktı ve:
– Nereye gidiyorsun, diye sordular. Temkinliydi ve:
– Beni size Resülullah gönderdi, diye başladı sözlerine. Sizi İs-
Iam’a ve Allah’a iman etmeye davet ediyorum; ya hepiniz toptan O’nun dinine girersiniz -ki Allah (celle celaluhü), mutlaka dinini üstün kılıp peygamberini de galip getirecektir- ya da O’nun yolundan çe¬kilirsiniz ki, bu durumda O’na karşı koyanlar, siz değil de başkala¬rı olur! Buna göre şayet Resülullah mağlup olursa, zaten sizin iste¬diğiniz de budur! Galip gelmesi durumunda ise, tercih size kalmış; ya sizler de diğer insanlar gibi gelir ve İslam’ı tercih edersiniz, ya da O’na karşı koyarak hep birlikte savaşırsınız! Savaşın sizi ne hale getirdiğini çok iyi biliyorsunuz; iyice bitkin ve yorgun düştünüz ve önde gelen adamlarınızı da kaybettiniz! Ayrıca Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem), savaşmak için değil, yanında işaretlenmiş kurbanlık¬larla birlikte sadece umre niyetiyle geldiğini ve onları kurban edince de geri dönüp gideceğini size haber vermemi istedi!
– Söylediklerini duyduk, diyorlardı. Ancak bu, asla olmayacak bir husustur; O böyle ansızın üzerimize gelemez! Git ve arkadaşına söyle; asla üzerimize gelemeyecek!
Kureyş’in kapısını aralamak mümkün gözükmüyordu; daha Kureyş’in ileri gelenlerinden kimseyle görüşerneden ayak takımının tepkileriyle karşılaşmış ve kendisinden beklenilen vazifeyi icra ede-memişti. Adamlan aşmanın imkanı yok gibi görünüyordu ve nere¬deyse Hz. Osman da geri dönmek üzereydi. Tam bu sırada karşısına Ebôn İbn Said çıkıverdi; onu görünce önce yanına geldi ve bir müd-det hal hatır sorduktan sonra Hz. Osman’a:
– Ne ihtiyacın varsa çekinmeden söyle, diyordu. Hatta kendi atından inmiş ve onun üzerine Hz. Osman’ın binmesini istiyor, ken¬disi de onun arkasına biniyordu. Hz. Ömer haklı çıkmıştı; yolların kapanıp da kapıların sürgülendiği yerde eski dostluklar işe yanyor ve açılmaz gibi duran nice kapılar birden açılıveriyordu! Zira bir ta¬raftan Eban:
– Sağ ve sola istediğin tarafa git ve sakın kimseden korkma! Çünkü Saidoğulları Harem’in en aziz ve şereflileridir, diyor ve Hz. Osman’a eman verdiğini şiirinin diliyle herkese ilan ediyordu.
Öylece Kabe’ye kadar geldiler ve Hz. Osman, hemen Kureyş’in ileri gelenlerini ziyarete başladı. Teker teker her birine gidiyor ve Resı1lullah’ın mesajını ulaştırıyordu, Hepsi de:
– Muhammed, asla üzerimize böyle gelemez, diyor ve kapıları bütünüyle kapatıyorlardı.
Ancak Hz. Osman’ı da dışlayamıyorlardı; ona:
– İstersen sen, gel ve Beytullah’ı tavaf et, diyorlardı. Ancak o:
– Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) tavaf etmedikçe ben de Beytullah’ı tavaf etmem, diyecek ve bu teklifi de geri çevirecekti.
Kureyş’in niyeti anlaşılmıştı ve vakit kaybetmeden Hz. Osman, diğer vazifesini de yerine getirmek için, o güne kadar sıkıntıların cenderesinde inim inim inleyip duran mü’ min erkek ve kadınların kapısını çalmaya başladı:
– Resulullah buyuruyor ki, diye başlıyordu sözlerine. Kapıla¬nnda Hz. Osman gibi bir sahabiyi görenlerin ve kendilerine Allah Resı1lü’nden haber geldiğini duyanların sevincine diyecek yoktu. Bunun için altı yıldır bekleyenler vardı; zira O’nu bulduktan sonra bu kadar aynlığın hicranı dayanılır gibi değildi! Ancak Hz. Osman, onlara selam getirip kapılanna sadece mücerred ziyaret için gelme-mişti. O:
– Sizleri pek yakında kanatlannuri altına alıp koruyacağım ve artık bundan sonra Mekke’ de kimse imanını gizleme lüzumu his¬setmeyecek, şeklinde Resülullah’ın müjdesini getirmişti. Zemherir içinde bahar meltemleri gibi bir müjdeydi bu! Açıktan kendilerini ifade edebilmeyi o kadar arzuluyorlardı ki! Bugün kapılarına Hz. Osman gibi bir elçi geldiğine göre pek yakında bu müjde de elbette gerçekleşirdi; ayrılırken kapılarından:
– Resülullah’a bizden de selam söyle, diye el sallıyor ve arkasın¬dan gözyaşı döküyorlardı.
Hz. Osman’ın bu gayretleri tam üç gün sürecekti.
Karşılıklı Sulh Arayışları
Hz. Osman Mekke’de ziyaretlerine devam ededursun beri taraf¬ta Allah Resülü ve ashabın endişeli bekleyişi devam ediyordu. Her ne kadar Kureyş karşı çıkıp meydan okuma gibi bir durum sergilese de, onca tecrübeden sonra yeni bir savaşa hazırlıksız girmeyi göze alamıyordu. Onun için gelişmeler karşısında öfkeden burunlarından solusalar da fiili olarak bir yanlışlık yapacaklarından da çekinmiyor değillerdi; her hadiseyi değerlendiriyor ve isabetli bir sonuca ulaş¬maya çalışıyorlardı.
Beri tarafta ashab-ı kiram hazretleri, elçi olarak giden Hz. Os¬ınan’ı merak etmeye başlamışlardı; aralanndan bazıları:
– Aramızdan Osman gitti ve Beytullah’a varıp tavafım da yap¬mıştır, deyince Resül-ii Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellern), onlara dön¬müşve:
– Bizler burada bekleyip dururken Ben, onun Beytullah’ı tavaf edeceğini sanmıyorum, buyurmuştu. Ashab:
– Oraya kadar varmışken buna engelolan ne ki, diye sormaya devam ediyordu. Arkadaşını iyi tamyan Allah Resülü onlara döndü ve:
– Bu, benim onun hakkındaki zanmm; bu durumda bir sene bile orada kalacak olsa yine de biz tavaf etmeden o Kabe’yi tavaf etmez, dedi.
Ortamın gerginliği sabebiyle Allah Resülü Csallallahu aleyhi ve sel¬lern), geceleri ashabının nöbet tutmasını istemiş ve Evs İbn Haoli, Abbdd İbn Bişr ile Muhammed İbn Mesleme aralannda münavebeli olarak bu vazifeyi deruhte etmeye başlamışlardı. Efendiler Efendi¬si’ne ait bir hassasiyetti bu ve çok geçmeden bunun ne kadar isabetli olduğunu herkes görecekti. Zira Muhammed İbn Mesleme’nin nö¬bette olduğu sırada, başlarında Mikrez İbn Hafs olduğu halde Ku-reyş’ten elli kadar adam gelmişti ve ashab-ı kiramın olduğu yerde tur atıyordu. Zira Kureyş onları, mü’minlerin üzerinde baskı kur¬mak ve fırsat buldukları takdirde ani bir baskınla onlara büyük bir zarar vermek için göndermişti.
Durumu fark eden Muhammed İbn Mesleme, hemen harekete geçmiş ve Kureyş’in adamlarını esir almıştı; yalnız Mikrez kaçmıştı! Adamları alıp Allah Resülü’nün yanına getirirken Mikrez de koşar adımlarla Mekke’ye gidip durumdan Kureyş’i haberdar etmişti.
Diğer yandan Kiirz İbn Côbir, Abdullah İbn Süheyl, Abdullah İbn Hüzô.fe, Umeyr İbn Vehb, Ebu’-Rum İbn Umeyr, Hişô.m İbn As, EbU Hôtıb İbn Amr, Abdullah İbn Ebi Ümeyye, Ayyô.ş İbn Ebi Rebia ve Hôtıb İbn Ebi Beltea gibi ashabdan bazıları Allah Resfilü’¬ne gelerek gizlice Kabe’ye gitmek istediklerini bildirmiş ve Resülul¬lah da, ısrarlı talepler karşısında onlara izin vermişti. Ancak Kureyş, onların aralarına geldiğini görünce bundan ciddi rahatsızlık duymuş ve adı geçen ashab-ı kirarnı esir almıştı.
Muhammed İbn Mesleme’nin kendi adamlarını da esir aldığını öğrenince ortam daha da gerginleşiverdi. Hemen bir grup Kureyşli Hudeybiye’ye koşarak Allah Resülü ve ashab-ı kiramın üzerine taş ve ok yağdırmaya başladı. Ashab-ı kiram sürekli tetikte bekliyordu. Bu kargaşa sırasında Kureyş’ten on iki atlı daha esir alınmış, yüksek bir yere çıktığı sırada kendisine ok isabet eden İbn Zenim de şehit olmuştu.
İki tarafın da savaşmak gibi bir niyeti olmadığı halde yeniden savaş kapıya dayanmış görünüyordu; bu durumda çok küçük bir kı¬vılcım bile büyük yangınları körükleyebilir ve önü alınmaz sonuçlar doğurabilirdi. Onun için Kureyş, oturup aralarında yeni bir durum değerlendirmesi daha yapmaya başladı. Sonuç itibariyle Süheyl İbn Amr, Huveytzb İbn Abdiluzzô. ve Mikrez İbn Hafs’ı Allah Resülü’ne elçi olarak gönderme kararı aldılar; gelecek ve tansiyonu aşağıya dü¬şürmeye çalışacaklardı.
Süheyl’in uzaktan gelişini gören Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabına döndü ve:
– işiniz kolaylaştı, buyurdu. isminden tefe’ül etmişti; zira keli¬me olarak süheyl, ‘kolaycık’ anlamına geliyordu.
Bu sırada Kureyş’in elçileri de gelmişti, Allah Resnlü’ne yakla¬şan Süheyl İbn Amr:
– Ya Muhammed, diye sesleniyordu. Sesindeki tereddüt, Ku¬reyş’in ruh haletini yansıtır mahiyetteydi. Anlaşılan Kureyş de an¬laşmaktan yanaydı. Üstten bakan hakim tavır son bulmuştu. Şimdi daha makul seviyede bir görüşme zemini aranıyordu. Şöyle devam etti Süheyl:
– Gerek arkadaşlarının hapsedilmesi, gerekse Seninle savaşa gi¬rişenlerin yaptıkları taşkınlık bizim görüşümüzün bir sonucu değil; zaten böyle bir şeyin olacağını bilmiyorduk ve öğrenince de bunları hoş karşılamayıp yapılanların doğru olmadığını söyledik. Onlar, içi¬mizdeki beyinsizlerin ve bir kısım ayak takımının yaptıkları şeyler! Öncelikle Sen, daha önce esir aldığın arkadaşlarımızIa sonradan esir alınan yandaşlarımızı serbest bırakıp bize teslim et!
Süheyl’i dinleyen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Sizler Benim ashabımı bırakınadıkça Ben de, sizin adamları¬nızı size teslim edecek değilim, buyurdu. Zira bundan daha tabii bir şeyolamazdı; üstelik, Kaba’ye gidip de Kureyş’in esir aldığı ashab-ı kiram, onların adamları gibi taşkınlık da yapmamıştı! Onun için:
– Gerçekten de insaflı davrandın, diyorlardı. Bunun üzerine Süheyl İbn Amr ve yanındakiler, Şüyeym İbn Abdimendfı Kureyş’e gönderip on kişilik ashab-ı kiramın serbest bırakılarak geri gönde¬rilmesini istediler. Sulh için yeni bir umut daha doğmuştu; Allah Re¬sülü de ashabına haber salmış, Kureyş’in adamlarını serbest bırak¬malarını istemişti.
Denilenler yapılmış ve Kureyş’in adanıları da serbest kalmıştı.
Ancak, yola çıkıp da gelirken on sahabeyle birlikte Hz. Osman’ın da şehit edildiği şeklinde gelen son haber, her şeyi bir anda değiştiri¬verdi; şimdi ortada yeni bir durum vardı ve bütün hesaplar ona göre yapılmalıydı!
Rıdvan Beyatı
Hz. Osman ve on sahabenin şehit ediliş haberi ulaşır ulaşmaz Allah Resnlü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Herhalde Kureyş’le savaşmadan buradan ayrılmayacağız, di¬yerek ashabını beyata çağırdı. Kendileri de, Beni Mazin İbn Neccar¬ların evlerinin bulunduğu yere doğru gelmiş ve buradaki bir ağacın altında durup oturmuştu:
– Allah (celle celaluhü) Bana, beyat yapmayı emrediyor, diyordu.
Efendiler Efendisi’nin talebini bir an önce yerine getirebilmek için münadiler etrafa dönmüş:
– Ey insanlar! Haydi beyata, haydi beyata, diye nida ediyorlar¬dı. “Ruhu’l-Kudüs gelmiş; Allah’ın adıyla çabuk olmaya bakın!”
Bunun üzerine ashab-ı kiram hazretleri, birbirleriyle yarışırca¬sına Allah Resülü’nün yanına gelip teker teker Resülullah’a beyat et¬meye başladılar; hayatlarını ortaya koyuyor ve ne pahasına olursa olsun savaş meydanından geri durmayacaklarını söyleyip müşrik¬lerin de hakkından geleceklerine dair söz veriyorlardı. Beyat devam ederken ashabdan Nu’môn İbn Mukarrin Allah Resülü’nün başın¬da durmuş, üzerine gelen dalları aralayarak insanların rahat hareket etmeleri için yardımcı oluyordu.
Elini ilk uzatan, Ebu Sinan el-Esedi:
– Elini uzat ya Resülullah, Sana beyat edeceğim, demişti. Bunun üzerine Resı1lullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
– Bana ne üzerine beyat edeceksin, diye sordu. Büyük bir tesli¬miyetle Ebu Sinan:
– Sen neyi istiyorsan, onun üzerine, diye cevapladı. Bir adım daha atarak Resül-ii Kibriya Hazretleri:
– Peki, Ben neyi istiyorum, diye tekrar sordu. Ebu Sinan şunları söyledi:
– Kılıcımla Senin önünde dikilecek ve Allah (celle celaluhü) bize üstünlük vereceği veya O’nun uğruna şehit olacağım ana kadar vu¬ruşacağım!
Bundan sonra herkes geliyor ve Ebu Sinan gibi elini uzatıp Allah Resülü’ne beyat ediyordu. Bir noktaya gelince Efendiler Efendisi, elinin birisini yukarıya doğru kaldırdı ve onu diğer eliyle tutarak:
– Allah’ım! Şüphesiz ki Osman, Senin ve Resülü’nün bir işini takip için gitmişti, diye Allah’a niyazda bulundu. Ardından da, elinin birini Hz. Osman’ın eli, diğerini de kendi eli olarak kabul edip gıyabında onun adına beyatını kabul ettiğini ifade etti. Aynı zamanda ashabına dönmüş ve onları:
– Sizler, yeryüzünün en hayırlılarısınız, diye müjdeliyor, ağacın altında Resülullah’a beyat edenlere cehennem ateşinin dokunınaya¬cağını söylüyordu.
Hudeybiye’ye kadar gelenler arasından sadece Cedd İbn Kays beyat etmemişti; içindeki nifakı atamamış ve devesinin altına adeta yapışırcasına gizlenerek, beyat etmemek için kimseye gözükmerneye çalışıyordu.
Allah Resülü dahil herkes, güç bela bulabildikleri silahlarını da kuşanmışlardı. Ortada güç dengesi yoktu ama ashab-ı kiramın, her şeyin üstesinden gelebilecek bir imanı vardı. Hatta Ümmü Ümôra, çadır direği olarak kullanılan bir sınğın ucuna bıçak bağlamış ve her¬hangi bir tehlike anında bununla kendisini korumayı hedeflemişti.
O ana kadar geceleri ateş yakmayı uygun bulmayan Allalı Resü¬lü (sallallahu aleyhi ve sellern), iş bu noktaya geldikten sonra ateş yakmak isteyenlere müsaade edecek ve:
– Ateş yakın ve yiyecek hazırlayın; çünkü bundan sonra hiç kimse, sevap yönüyle sizin yaptıklarınızın zerresine bile ulaşamaz, buyuracaktı.
Süheyl İbn Amr, Huveytıb İbn Abdiluzza, Mikrez İbn Hafs ve etrafta bulunan Kureyşliler, olup bitenleri büyük bir dikkatle sey¬rediyorlardı. Açıkçası gözleri korkmuştu; ölüme bu kadar açık yü-reklilikle ve koşarak giden insanlarla baş etmenin imkanı olamazdı! Onlar için bu insanların bir benzerini görmenin imkanı yoktu; zira mücerret kan bağı veya kabile taassubuyla ifade edilebilecek cinsten bir bağlılık değildi bu! .Adeta ashab, birbirleriyle anlaşmışçasına ve lisan-ı halleriyle Mekke müşriklerine, bir lidere nasıl saygı gösteril¬mesi gerektiğini, O’nun emirlerini yerine getirme konusunda nasıl duyarlı olunabileceğini ve iş ciddiye bindiği zaman da maddi mane¬vi nasıl bir fedakarlıkta bulunulabileceğini fiilen gösterme yarışına
235 Hadisteki ifade, “Sizden sonra hiçbir kavim, sizin ne sa’yinize ne de müddünü¬ze ulaşabilir.” şeklindedir ki biz, daha kolayanlaşılması için yukandaki ifadeyi tercih ettik. Bkz. Ahmed b. Hanbel, Miisned, 3/26 (11224); Hakim, Müstedrek, 3/38 (4336); İbn Ebi Şeybe, Musannef, 7/386 (36853)
girmişlerdi! Kureyş’in o güne kadar ne gördüğü ne de duyduğu fazi¬letlerdi bunlar! Onun için elçiler, ne yapıp edip mutlaka bir anlaşma yolunun bulunması gerektiğini düşünüyor ve kendi aralarında, en az zayiada bu işin içinden nasıl sıynlacaklarının hesabını yapmaya çoktan başlamış bulunuyorlardı.
Çok geçmeden yeni bir haber gelecek ve mü’minler, Hz. Os¬man’la diğer sahabelerin şehit edildiği haberinin mesnedsiz olduğu müjdesiyle sevineceklerdi.
Anlaşma
Süheyl İbn Amr ve arkadaşları yeniden Mekke’ye dönmüş ve Hudeybiye’de gördükleri manzarayı olanca açıklığıyla Kureyş’e an¬latmaya başlamışlardı. Arkadaşlarının öldürüldüğü haberi gelir gel¬mez her bir sahabinin aldığı tavırdan ve Allah Resülü’nürı beyat davetine icabet etmedeki süratlerinden oldukça etkilenmiş, bütün imkansızlıklara rağmen savaşma konusundaki kararlılıklarından da ciddi manada çekinmişler ve gördüklerini arkadaşlarına anlat¬mışlardı. Müslümanların savaş için kolları sıvadığının haberini alan sağduyu sahibi Kureyşliler, durumun nezaketi karşısında şu görüş birliğine vardılar:
– Bizim için, diyorlardı. Bu yıl Beytullah’ı tavaf etmeden vazge¬çip geri dönmeleri şartıyla Muhammed’le bir barış anlaşması yap¬maktan daha hayırlı bir iş yoktur. Böylelikle Araplar ve O’nun bu¬raya doğru geliş haberini duyanlar, bizim O’nu engellediğimizi de duymuş olurlar! Gelecek yıl da gelir ve Mekke’de üç gün kalarak kur¬banlarını kesip geri dönerler. Böylece zorla yurdumuza girmemiş, burada sadece birkaç gün ikamet etmiş olurlar!
Bunun üzerine yine Süheyl İbn Aınr başkanlığında Huveytıb ve Mikrez’i yeniden Allah Resülü’ne gönderdiler. Süheyl’e:
– Muhammed’e git ve O’nunla bir anlaşma yap! Fakat o anlaş¬mada, bu yıl Mekke’ye girmeme şartı mutlaka olsun; valIahi de biz, Arapların yarın sağda solda, O’nun zorla yurdumuza girdiğini ko-nuşmalarına müsaade edemeyiz, diye tembihte bulunmuşlardı.
Kararlaştırıldığı şekliyle Süheyl ve arkadaşları yola çıkıp ye¬niden Hudeybiye’ye geldiler. Onların yeniden gelişlerini uzaktan gören Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Bunları tekrar gönderdiklerine göre Kureyş sulh istiyor, bu¬yurdu. Ümitlenmişti; zira O’nun istediği de buydu. Çünkü Mekke müşrikleriyle Hayber’de bir araya gelip de odak oluşturan Yahu¬dilerin, aralarında oturup da Medine’ye karşı ortak tavır belirleme konusunda anlaştıklarını biliyordu. En azından şimdi, bu ittifakın taraflarından birisiyle anlaşıp düşmanın gücünü parçalama fırsa¬tı doğmuştu ve bu fırsat, tebliğini yapmakla mükellef olduğu İslam adına iyi değerlendirilmeliydi.
Bağdaş kurarak yere oturan Allah Resülü’nün yanına gelen Sü¬heyl de yaklaşmış ve yere diz çökmüştü. Abbad İbn Bişr ve Selerne İbn Eslem İbn Hariş, zırh ve miğferlerini giymiş olarak Efendiler Efendisi’nin başında nöbet tutuyorlardı. Ashab-ı kiram da etrafla¬nnda halkalanmış, olup bitenleri takip etmeye çalışıyorlardı.
Uzun uzun konuştular. Kıyasıya bir pazarlık cereyan ediyor; ses tonları da bir yükselip bir alçalıyordu. Bir ara Süheyl’in ses tonunun daha da yükselmesi karşısında buna dayanamayıp sinirlenen Abbad İbn Bişr ona:
– Resülullah’ın yanında sesini kıs, diye tembihte bulunacak ve Resülullah’ın huzurunda bulunma hassasiyetinin ihlal edilmemesi gerektiğini hatırlatacaktı. Bu uzun konuşmaların neticesinde pren-sipte birtakım maddeler-s” kabul görmüş ve sıra bunların yazıya ge¬çirilmesine gelmişti:
236 Üzerinde anlaşılan maddeler şunlardı: ı. Taraflar arasında on yıl süreyle savaş yapılmayacaktı. 2. İnsanlar, birbirlerinden gelebilecek tehlikelere karşı güven¬de olacaklardı. 3. Allah Resülii ve ashab-ı kiram hazretleri, bu yıl geri dönecek ve ancak gelecek yıl Beytullah’ı ziyaret edebilecekti. Mekke’de üç gün kalabile¬cekleri bu gelişlerinde yanlarında sadece yolculuk silahları olacak ve kılıçlarım da kınlarından çıkarmayacaklardı. 4. Velisinin izni olmadan Kureyş’ten gelip de Efendimiz’e sığınanlar. İslarn’ı kabul etmiş bile olsalar velisine iade edi¬lecek; diğer yanda mii’minlerden birisi gidip de Kureyş’e sığırursa onlar onu iade etmeyeceklerdi. 5. Karşılıklı ayıplamalar ortadan kalkacak; ne hıyanet ne de hırsızlık gibi olaylara mahal verilecekti. 6. İki tarafın dışındaki kabile ve topluluklar, diledikleri zaman diledikleri tarafla ittifak kurup anlaşma yapabi¬leceklerdi. Bilhassa bu son madde kabul edilir edilmez Huzd’a kabilesi, “Bizler, Muhammed’le ittifak edip anlaşmayı kabul ettik.” derken, Beni Bekir kabilesi de, “Bizler de, Kureyş ilc ittifak kurup anlaşma yaptık.” diyerek saflarını netleştirmiş ol¬dular. Bkz .. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/325; İbn Sa’ d, Tabakat. 2/97; Vakıdi, Megfızi, ı/608
Hz. Ömer’in Feveranları
Ancak bu madde ve ortaya konulan şartlar, mü’minlere çok ağır gelmişti; bir yandan ayak ayak diretip de hiç taviz vermeyen Süheyl, diğer yanda ise bunları karşı tarafa verilmiş tavizler olarak değerlen¬diren mü’minler vardı; maksatları Allah Resülü’ne tepki değil, me¬selenin bütün yönleriyle vuzuha kavuşturulmasıydı. Çünkü bugüne kadar Allah ve Resülü’nden öğrendikleri arasında, inanan bir mü’¬minin imansız bir kafir veya müşrikten üstün olduğu da vardı ve şu anda karşılaştıkları husus, sanki bu bilgiyle çelişir gibi duruyordu. Bilhassa Hz. Ömer hızını alamayıp huzur-u risalete gelmiş:
– Ya Resülullah, diye sesleniyordu. Sen, gerçekten Allah’ın pey¬gamberi değil misin?
– Evet; Ben Allah’ın Resülü’yüm, diye cevapladı Allah Resülii Hz. Ömer’i. Ancak o, bu cevapla teskin olacak gibi değildi ve sorula¬rına devam etti:
– Bizler hak üzere iken onlar ise batılı temsil etmiyorlar mı?
– Evet!
– Bizim ölülerimiz cennette, onlarınki ise cehennemde değiller mi?
– Evet!
– Öyleyse biz, dinimiz konusunda bu tavizi onlara niye veriyor; onlarla aramızdaki hükmü Allah vereceği ana kadar mücadele etme¬den niye geri dönüyoruz?
– Ben Allah’ın kulu ve Resülü’yüm; O’na asla isyan etmem! O da Beni asla zorda bırakmaz; zira her durumda Bana yardım eden O’dur!
– Beytullah’a gidip de onu gerçekten tavaf edeceğimizi Sen söy¬lememiş miydin?
– Evet; Ben söylemiştim! Ancak Ben sana hiç, “Bu yıl gidecek¬sin” dedim mi?
– Hayır!
– Unutma ki bir gün sen, mutlaka oraya girecek ve Beytullah’ı da tavaf edeceksin!
Fıtrat itibariyle müteheyyiç bir yapıya sahip olan Hz. Ömer, sa¬dece o günü düşünüyor ve savaşın olmadığı zeminlerin, istikbalde karşılarına ne türlü fırsatlar çıkaracağını hesap etmeden fevri tepki veriyordu. Hatta hızını alamayacak ve Hz. Ebu Bekir’in yanına gide¬rek benzeri şeyleri ona da söyleyecekti. Sadakatin zirve insanı Hz. Ebu Bekir, kendisine sorulan her soruyu büyük bir temkinle yakla¬şıp cevaplıyor ve her cevabında da Resülullah’ın sözlerine paralel bir netice ortaya koyuyordu. Nihayet Hz. Ömer’e döndü ve:
– Beheyadam, dedi. Şüphe yok ki O, Resülullah’tır: Allah’a isyan edecek değil ya!
– O’nun Allah’ın Resnlü olduğunu ben de biliyorum, diye ce¬vaplamak istedi Hz. Ömer. Ancak Hz. Ebü Bekir devam ediyordu:
– Hem O’nun yardımcısı Allah’tır; ölünceye kadar sen, O’nun peşinden bir milim ayrılma! Allah’a yemin olsun ki O, her zaman hak üzeredir.
Belli ki bugün Hz. Ömer’in şahsında Allah (celle celaluhü), ümmet-i Muhammed için benzeri olaylar karşısında nasıl bir tavır takınılma¬sı gerektiğinin örneğini gösteriyor ve sadece o günü düşünerek tepki verilmeyip sonuç itibariyle elde edileceklerin nazara alınarak itidal içinde olunması gerektiğini fiilen gösteriyordu. Zira yıllar sonrasın¬da Hz. Ömer, bugün attığı bu adımlar ve yaptığı bu konuşmalardan dolayı bin pişman olacak ve kendini affettirmek için de sürekli nafile namaz kılıp oruç tutacağım, sadaka verip köle azat edeceğini söyle¬yecekti.
Zaten o gün Hz. Ömer’in bu kadar ısrarına şahit olan bir başka sahabi Ebu Ubeyde İbn Cerrôh, ona dönecek ve:
– Ey Hattaboğlu. diye seslenecekti. Resülullah’ın ne dediğini duymuyor musun? En iyisi mi sen, şeytamn şerrinden Allah’a sığın ve eleştireceksen kendi düşüneeni eleştir!
Bunun üzerine Hz. Ömer:
– Huzur-u ilahiden kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığını¬rım, diyerek tekrarlamaya başlayacak; duyguları itibariyle sükunet bulamamış olsa da, mantık ve akıl yönüyle teslim olup bundan son¬rası için de duygularını bastırmaya çalışacaktı.
Anlaşmanın Yazıya Geçirilmesi
Artık ortalık durulmuş ve maddelerin yazıya geçirilerek tasdik edilmesi kalmıştı. Efendiler Efendisi’ne dönen Süheyl İbn Anır:
– Haydi şimdi bunlan bir kağıda yaz, dedi. Bunun üzerine Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellern), yanına Hz. Ali’yi çağırdı ve:
– Yaz, dedi. ‘Bismillahirrahmanirrahirn!’
– Rahman ve Rahim de ne demek, diye tepki gösterdi Süheyl.
Duraksamıştı; bunu söylerken içinde ince bir sızı duysa da, burada Kureyş’i temsilen bulunuyordu ve üzerindeki bu elbise onu, oldu¬ğundan da katı gösteriyordu. Aslında Rahman’ı da Rahim’i de bil-meyen insan değildi Süheyl İbn Amr. Daha ilk günlerden itibaren üç kardeşiyle damadı ve kızından sonra iki oğlu da Müslüman olmuş ve Efendiler Efendisi’ni tercih etmişlerdi. Kendisine rağmen İslam’ı tercih eden küçük oğlu Ebı1 Cendel’e de yapmadığını bırakmamış, onu dininden döndürmek için akla hayale gelmedik işkenceler ya¬parak hapsettiği yerde aç ve susuz bırakarak buraya gelmişti. Onun için ısrar etti:
– Onların ne demek olduğun ben bilmiyorum; vallahi de Sen, daha önceleri yaptığın gibi, ‘ “Bismikallahümme’ diye yaz!
Onun bu gereksiz ısranna şahit olan mü’minler:
– Vallahi de biz, ‘Bismillahirrahmanirrahim’den başka bir şey yazmayız, diyorlardı. Yine iki ateş arasında kalınmıştı. Yine sadece yaşanılan an düşünülüyor ve yarın adına elde edilecekler hesaplan-madan fevri hareket ediliyordu. Meselenin detaylanna ve şekline ta¬kılarak yanm kalmasını arzu etmeyen Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellern), büyük bir temkin ve sabırla damadı Hz. Ali’ye döndü ve ‘Bismillahirrahmanirrahim’i silmesini söyleyip:
– Bismikallahümme, diye yaz, buyurdu.
Bir badire daha atlatılmış ve Allah Resı1lü’nün bu kadar kararlı duruşu karşısında sahabe de sükı1tu tercih etmişti. Resı1l-ü Kibriya Hazretleri:
– Bu, Allah’ın Resı1lü Muhammed ile Amr’ın oğlu Süheyl’in arasında yapılan anlaşmadır, diyecekti ki, Süheyl’den yeni bir itiraz daha yükseldi:
– Vallahi, diyordu. Senin Allah’ın Resı1lü olduğunu bilip buna inanmış olsaydık, Beytullah’ı tavaf etmekten Seni alıkoymaz ve Se¬ninle bu kadar savaşmazdık! Anlaşmaya bildiğimiz şeyleri; Abdul-lah’zn oğlu Muhammed, diye yaz!
Ancak bu kadar tahammülsüzlük olabilirdi! O gün için küfrü temsil eden Süheyl’in inadı tutmuş, davası adına en ince detayları bile kaçırmıyor, atılan her adımı kendi lehine çevirmeyi hedefliyor¬du. Süheyl sildirmek istese de O (sallallahu aleyhi ve sellern), Allah’ın Re¬sülü’ydü ve Efendiler Efendisi, yeniden Hz. Ali’ye dönerek:
– Sil onu, dedi.
Demişti demesine ama bir anda ortalık buz kesiverdi. Çünkü orada bulunan Sa’d İbn Ubôde ve Üseyd İbn Hudayr gibi sahabiler, Hz. Ali’nin elinden tutmuş ve:
– Ya, ‘Allah’ın Resulü’ diye yazarsın, ya da onlarla aramızdaki meseleyi ancak kılıç çözer, diyor ve başkasını yazmaması gerektiğini söylüyorlardı. Zaten Hz. Ali de farklı düşünmüyordu; az önce, ‘Bis-millahirrahmanirrahim’ı silip de ‘Bismikallahümme’ diye yazan Hz. Ali, Resülullah’ın adını silmek istemiyor ve ‘Allah’ın Resulü’ ifa¬desinin bir mühür gibi anlaşmada kalmasını arzuluyor, Resülullah’> ın bu emrini yerine getirmeyi o da istemiyordu.
Bu arada, huzur-i risaletteki sesler gittikçe yükselmiş ve ortalı¬ğı bir uğultu almıştı. Allah Resülü, mübarek elleriyle işaret ederek önce ashabının sükunet içinde olmalarını talep etti. Ardından da, kendine yakışır bir nezaketle damadına döndü; belli ki ona da bir çift sözü olacaktı:
– Yarın senin başına da benzeri bir olay gelecek ve o gün sen de taviz vermek zorunda kalacaksın!
Gaybdan yine bir perde aralanmış ve belli ki bununla, Hz. Os¬man’ın şehadetiyle başlayıp kendi şehadetiyle noktalanacak olan zaman diliminde; özellikle de ‘Tahkim’ hadisesinde Hz. Ali’nin, yap-mak zorunda kalacağı zorunlu tercihleri hatırlatmıştı.
Sonra da:
– Bana onu göster, buyurdu ve bunun üzerine gösterilen yerde¬ki ‘Allah’ın Residiı’ ibaresini mübarek elleriyle silerek yerine, ‘Ab¬dullah’ın oğlu Muhammed’ yazılmasını istedi.
Bu talep de gerçekleştirilmiş ve bir badire daha atlatılmıştı. Sıra, Velisinin izni olmadan Mekke’den çıkıp Medine’ye sığınan birinin, Müslüman bile olsa, Mekke’ye geri iade edilmesi maddesine gelince ashab arasından yine sesler yükselmeye başlamıştı:
– Sübhanallah, diyorlardı. Bu da yazılır mı? Müslüman olarak geldiği halde böyle bir insan, hiç müşriklere teslim edilir mi?
– Evet, buyurdu Allah Resülü, Demek ki Resülullah’ın bir bildi¬ği vardı; Kur’an’ın ifadesiyle, konuştukları vahiyden başka bir şey olmayan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), yine gaybın perdele¬rini aralamış ve ümmetiyle öyle konuşuyordu. Şöyle devam etti söz¬lerine:
– Bizden gidip de onlara sığınan kimseyi Allah (celle celaluhü) rah¬metinden de uzaklaştınr; ancak onlardan bize gelip de sığınanlara gelince Allah (celle celaluhü), onlar için de mutlaka bir çıkış yolu ve esenlik bahşedecektir.
Bir taraftan anlaşma maddeleri yazıya geçirilmeye çalışılırken diğer yandan otuz kişilik bir grubun'<? saldınsıyla sarsılmışlardı. İki taraf da şaşırmıştı; zira bunlar hiç hesapta yoktu ve kimse de bunlara böyle bir vazife vermemişti. Onların uzaktan gelişlerini gö¬rünce Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), ellerini açtı ve hayır adına yürünen yolda onu baltalamaya matuf böyle bir yola tevessü1 eden¬ler aleyhine dua etti. İsteyen Allah’ın Resülü olunca elbette Allah (celle celaluhü) da müspet cevap verecekti; o kadar ki, sanki adamların gözleri görmez ve kulakları da duymaz oluvermişti. Artık ashab-ı kirarn için onları etkisiz hale getirip de yakalamak çok kolaydı; git¬tiler ve hepsini de esir alarak huzura getirdiler. Efendimiz onlara sordu:
– Sizler, birinin taahhüdü altında mı geldiniz, hiç kimse size bir güvence verdi mi?
– Hayır, diye cevapladılar. Belli ki hadise münferitti ve bunun üzerine Allah Resülü de, büyük bir centilmenlik örneği göstererek onları oracıkta serbest bırakıverdi. Hakimane bir hareketti bu ha-reket ve semalar ötesinden de onayalmıştı; zira yine Cibril-i Emin gelmiş:
– Onların ellerini, sizin üzerinizden çekip alan da O’dur238 me¬alindeki ayeti getiriyordu.
237 Başka bir rivayette bu sayı seksen olarak ifade edilmektedir. Bkz. Ahmed b. Han¬bel, Müsned, 3/122 (12249); Nesai, Siinerıii’l-Kiibra, 5/202 (8667); İbn Kesir, Tefsir,4/193
238 Fetih, 48/24
Ebu Cendel
Her şey bitmişti ve maddelerin yazıldığı malzemenin mühür¬lenmesinden sonra tarafların birbirlerinden ayrılma vakti gelmişti. Tam da herkes, bu son noktayı da koyup geri dönüş hülyaları ku¬rarken uzaklardan bir karartının kendilerine doğru geldiğini fark ettiler. Gelenin yürümekte zorlanan bir hali vardı ve ardında, nor¬mal bir insanın yürüyüşünden daha fazla toz kaldırıyordu. Bütün gözler onun üzerine odaklanmıştı. İnsanlar gelenin kim olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Gelişindeki yavaşlık bu merakı daha da artırmıştı; çünkü gelenin adımları, herhangi bir insanın yürüme¬si gibi değildi; belli ki ağır yaralı veya ölümle pençeleşen çaresizin birisiydi!
Gözlerin kendisini seçebileceği noktaya kadar geldiğinde onun, biraz önce anlaşmaya imza koyan Kureyş’in temsilcisi Süheyl İbn Amr’ın, Müslüman olduğu için hapsedip işkence ettiği ve Hudey-biye’ye gelirken de sıkıca bağladığı küçük oğlu Ebu Cendel olduğu anlaşıldı. Babasının yokluğunu fırsat bilip hapisten kurtulduktan sonra, yakalanacağım endişesinden dolayı patika yollara girip dağ başlarından aşarak kendini, ashabıyla birlikte Resülullah’ın da gel¬diğini duyduğu Hudeybiye’ye zor atmıştı. Bedir’de safını değiştirip de Allah Resülii’nü tercih eden ağabeyi Abdullah dahil bütün mü’-minleri sevince gark eden manzaraydı bu; belki çok sıkıntı çekmişti ama şimdi bunlar, elemi geride kalan buruk birer hatıraya dönüş¬rnek üzereydi. Kollarını açıp da yoluna koşup hoşarnedi edenler, se-vinçten gözyaşı dökenler vardı.
Beri tarafta ise Süheyl, Abdullah’tan sonra diğer oğlunun da ge¬lişini görünce küplere binmiş burnundan soluyordu. Öfkeden da¬marları çatlayacak gibiydi ve yakasından tuttuğu gibi oğlu Ebu Cen¬del’i silkelemeye başladı; bir taraftan da elindeki dikenli sopayla ona vuruyordu. Bir müddet oğlunu hırpalayan Süheyl, yeniden Resül-ü Kibriya’ya döndü:
– Ya Muhammed, diyordu. Anlaşma gereğince Senden iadesini istediğim ilk kişi budur!
Hudeybiye’nin havası, bir kez daha buz kesivermişti; Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), bir kişi bile olsa onu küfrün dünyasına yeniden gidip işkence altında çileyle inlernekten kurtarmak için şartları sonuna kadar zorlamaya çalışıyordu. Ancak Siiheyl, işi zorlaştırmakta kararlıydı:
– Öyleyse, vallahi de aramızdaki anlaşma ebedi olarak biter ve ben, artık Seninle hiçbir anlaşma yapmam, diyordu. Efendimiz (sal¬lallahu aleyhi ve sellern), mağdur durumdaki bir insanı daha kurtarabil¬mek için bir hamle daha yaptı ve Süheyl’e:
– Onu Bana bağışla ve anlaşmanın dışında tut, teklifinde bulun¬du. Süheyl bunu da kabul etmiyor ve:
– Onu ne Sana bağışlar ne de anlaşmanın dışında tutarım, diye ısrar ediyordu. Bir Ebu Cendel’e bir de baba Süheyl’e nazar eden Allah Resülü:
– Evet, bunu yapabilirsin ve yap, diye şahsi kredisini kullanma arzusunu bir kez daha tekrarlayacaktı.
– Bunu asla yapamam, diyordu Süheyl.
Onun bu kadar katı tutumuna ve Resülullah’ırı da aşırı ısrarına şahit olan Kureyş’in diğer elçileri Huveytıb ve Mikrez, insafa gelecek ve Ebu Cendel’in anlaşma dışında değerlendirilmesi konusunda ıs¬rarcı olacak, ancak bu da Süheyl’i iknaya yetmeyecekti.
O ana kadarki gelişmeleri ümit ve endişe arasında titizlikle takip eden Ebu Cendel, iki koluna giren Huveytıb ile Mikrez tarafından alınıp da bir çadıra doğru götüriilmek istenince feryadı basacak ve: – Ey Müslümanlar, diye Hudeybiye’yi inletecekti. Aranıza Müs¬lüman olarak gelmişken sizler beni müşriklere mi teslim ediyorsu¬nuz; nelerle karşılaştığımı görmüyor musunuz?
Gerçekten de yürek yakan bir manzaraydı; Ebu Cendel, hakkın¬da takdir edilenleri bilememiş olmanın çaresizliği içinde feryat edi¬yor, Cenab-ı Mevla’nırı ikram edeği berdü selamı görerneden göz göre göre yeniden ateşe atıldığını düşünüyordu! Allah Resülü (sallal¬lahu aleyhi ve sellem), sesini yükselterek arkasından:
– Ey Ebd Cendel, diye seslendi. Sabret ve mükafatını da yalnız Allah’tan bekle! Çünkü Allah (celle celaluhü), hem senin hem de senin¬le birlikte aynı kaderi yaşayan diğer mağdur mü’minler için mutlaka bir çıkış yolu ve genişlik ihsan edecektir. Ne var ki biz, şu anda bu kavimle, maddelerine bağlı kalma sözü vererek bir anlaşma yapmış, onlara bu konuda bazı sözler de vermiş olduk; sözümüzden dönüp cayamayız!
Resülullah’ın mutlaka bir bildiği vardı ve şüphe yok ki Allah (celle celaluhü), Ebu Cendel ve arkadaşları için de bir çıkış yolu ihsan ede¬cekti. Allah Resülü’ne itimadı sonsuzdu; ancak bildiği bir şey vardı ki babası Süheyl, geri döner dönmez kaldığı yerden yeniden başlaya¬cak ve akla hayale gelmedik yöntemlerle canına okuyacaktı.
Arkasından koşarak yanına yaklaşan Hz. Ömer, kılıcının kabza¬sını da gösterecek ve:
– Ya Ebu Cendel, diyecekti. Maksadı, gösterdiği kabzadan tutup babasının işini orada bitirerek Ebu Cendel’i bu sıkıntıdan kurtar¬maktı. Şöyle devam ediyordu:
– Dişini sık ve mükafatını Allah’tan bekleyerek sabret! Şüphe yok ki onlar müşrikler ve Allah katında onların kanı da, köpeğin ka¬nından daha kıymetli değildir!
Ancak Ebu Cendel’in, o gün Hz. Ömer’i dinleyecek hali yoktu ve Kureyş’in elçilerinin kollarında yeniden geldiği yere geri dönecekti. Artık anlaşma da her yönüyle tamamlanmış ve ashabdan Muham¬med İbn Mesleme, Efendimiz’in talimatıyla ondan bir nüsha daha çoğaltarak onu, Mekke’nin temsilcisi Süheyl İbn Amr’a vermişti.
Kurbanlıkların Hali ve İhramdan Çıkış
Buraya kadar ashab-ı kiramın, Efendiler Efendisi’nin gördüğü rüyanın tahakkuk edeceğinde zerre kadar tereddüdü yoktu; bunun için Hudeybiye’ye kadar gelmiş ve hep, yıllar sonra yeniden Kabe’yi tavaf etmenin hayallerini kurmuşlardı. Yirmi gündür burada yaşa¬dıkları, şartları ağır bir anlaşma yapılarak geri dönüş hazırlıklarının başlamış olması ve son olarak da Ebu Cendel’in durumu onları ciddi manada sarsmıştı. Şimdi büyük bir tereddüt yaşıyorlardı. Öyle ki, İbn Abbas gibi sahabilerin şehadetiyle, ashab Beytullah’a gidip de tavaf edemedikleri için üzülmüş, oraya gitmekten alıkanan develer bile o gün inlerneye başlamış, yavrularına olan şefkatlerinden dolayı çıkardıkları sesi çıkarıyorlardı.
Şimdi ise her şey bitmiş ve anlaşma mühürlenmişti; artık Hu¬deybiye’den itibaren yeni bir dönem başlıyordu; bundan böyle sa¬vaşsız bir zeminde İslam’ın güzelliklerini daha çok insanla paylaş¬ma fırsatı vardı. Ancak ashab-ı kiram, henüz bunu kavrayamamış ve Beytullah’ı tavaf edemeden geri dönüyor olmayı bir türlü hazme¬dememişti; onun için Resül-ü Kibriya Hazretleri, geri dönüş için as-habına:
– Kalkın ve kurbanlıldannızı kesip traş olun, diye emredince hiç kimse yerinden kalkmadı. Ne Beytullah’tan vazgeçebiliyorlar ne de Resülullah’a itaatsizlik gibi bir durumla karşı karşıya kalmak istiyor¬lardı; ancak şartlar onları, ikisinden birini tercih konumuna kadar ge¬tirmişti! Bir de, Allah Resülü’niin bu beyanlannın, bir emir mi yoksa teşvik mi olduğu konusunda tereddüt yaşamış ve muhtemel ki, Cib¬ril-i Emın’in gelerek bu sulhu iptal edeceğine dair beklenti içine gir¬mişlerdi; çünkü hala vahiy devam ediyordu ve bu zeminde her zaman hükümlerde bir değişim söz konusu olabilir ve onlar da bu durumda yeniden Kabe’ye giderek Beytullah’ı bu sene tavaf edebilirlerdi.
Derin düşüncelere daImışlardı; sair zamanlarda gösterdikleri hassasiyeti şimdi göstermekte ve emr-i Nebevi karşısındaki duyarlı¬lıklannda bir miktar gecikme söz konusu olmuştu. Onun için Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), talebini üç kez tekrarladı; yine kimse kalkıp da kurbanını kesmiyor, ihramdan çıkmak için de saçını traşa yeltenmiyordu.
Bu durum Allah Resülü’nün de ağnna gitmişti; mahzun bir şe¬kilde Ümmü Seleme Validemizin yanına geldi ve:
– Müslümanlar helak oldu; Ben onlara kurbanlannı kesip traş olmalarını emrediyorum ama onlar bunu yapmıyorlar, diye dert yandı. 239 Belli ki can dostuyla meseleyi istişare edecek ve meselenin çözümü adına onun da fikrine müracaat edecekti:
– Ya Resülullah, diye başladı sözlerine Ümmü Selerne Valide¬miz. ‘Onlan levmetme; çünkü şu anda onlar, büyük bir şok yaşıyor¬lar! Anlaşma konusunda yaşadığın sıkıntılar ve bekledikleri gibi bir fetih yaşamadan geriye dönmek durumunda kalmak gibi hususlar onlara çok ağır geldi. Ey Allah’ın Nebi’si! En iyisi mi Sen, çık ve kim¬seye bir şey söylemeden kurbanını kes; sonra da birisini çağınp ba¬şını traş ettir!
239 Başka bir rivayette bu ifade, “İnsanlann yaptıklannı görüyor musun; Ben onla¬ra bir şey emrediyorum; onlar ise, emrimi duyup yüzüme baktıklan halde bunu yapmıyorlar!” şeklindedir. Bkz. Vfıkıdl, Megazi, 1/613; Salihi, Sübülü’l-Hüdü ve’r-Reşfıd,5/56
Onlardan birisi olarak konuşuyordu Ümmü Selerne Validemiz; herkesin bir misyonu vardı ve O da, bu yolculuğa çıkışta Resülullah ile birlikte olmanın gereğini yerine getiriyor ve istişaredeki açılımıy¬la tarihi bir misyona imza atıyordu. Demek ki böylesi durumlarda, toplumun önünde olan insanların fiilen adım atmaları, sözle insan¬ları sevk etmekten daha etkili bir yoldu.
Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) çadırından dışarı çıkmıştı; ih¬ramını omzunun birisi açık kalacak şekilde diğerinin üzerine atmış ve kurbanını kesmede kullanacağı bıçağı da eline almış, develerin bulunduğu yere doğru ilerliyordu. Gözler O’na kilitlenmişti. Çok geçmeden Resülullah’ın yüksek sesle:
– Bismillahi Allahü Ekber, diyerek seslendiği duyuldu; belli ki Allah’ın Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem), kurbanlarını kesıyordu.vt” Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) kurbanını keser de ashab durur muydu; yerinden fırlayan bıçağını kaptığı gibi kurbanlığının yanına koşmaya başladı! Ümmü Seleme Validemizin delaleti işe yaramıştı; artık Hudeybiye’de, birbirleriyle yarışırcasına bir koşuşturma başla¬mış ve herkes, Resülullah’ın peşinden kurbanını kesmenin telaşına düşmüştü.
Kurbanlarını da kesen Efendiler Efendisi artık ihramdan çıkmak üzereydi; yanına Hırôş İbn Ümeyye’yi çağırdı ve ona saçlarını traş ettirdi. Ashab-ı kiram hazretleri, Allah Resülii’niin mübarek saç telle¬rini yere düşürmemek için birbirleriyle yarışıyor ve bir telini bile zayi etmemeye çalışıyorlardı; bir tutamını da Ümmü Ümôra almıştı.
Ashab-ı kiramın bazısı saçlarını kökünden kestirmiş, diğer bir kısmı da sadece kısaltrnakla yetinmişti. Efendimiz, çadırından mü¬barek başlarını çıkardı ve:
– Allah (celle celaluhü), saçını kökünden kesenlere merhamet etsin, diye dua etti. Ashabın içine bir korku düşmüştü:
– Peki ya Resülullah, diyorlardı. Ya kısaltanlar?
240 Efendimiz (s.a.s.) Hudeybiye günü yetmiş tane deve kurban etmiş; bunlardan birini de yedi kişiyle ortak kesmişti. Aynı zamanda O’nun, Eslem kabilesine mensup biriyle Mekke’ye yirmi deve gönderdiği ve Merve’de bunlan kurban et¬tirdiğine dair de bilgi vardır. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/614; Salihi, Siibülii’l-Hiida ve’r-Reşad,S/S7
Zira ashabın içine kurt düşmüş ve saçını kısaltanların ihramdan çıkıp çıkmadığından şüphe etmeye başlamışlardı. İşin garibi, Efen¬dimiz (sallallalıu aleyhi ve sellem) tekrar:
– Kökünden kesenler, buyurmuş ve bunu da üç kez de tekrar et¬mişti. Ashabın şüphesi giderek artıyor ve sadece saçını kısaltmakla yetinenlerin hükmü konusunda Efendimiz’den bir açıklama bekli-yorlardı. Bunun üzerine o:
– Kısaltanlara da, buyurdu ve böylelikle bir mesele daha netleş¬miş oldu.
Daha sonra Hudeybiye’de bir rüzgar kendini gösterecek ve ashab-ı kiramın saç tellerini Mekke’ye doğru alıp götürecekti.
Şimdi sıra, Beytullah’ı tavaf işi bir yıl sonrasına tehir edilmiş olarak Hudeybiye’den ayrılmaya gelmişti. Buraya geleli tam yirmi gün olmuştu-” ve Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da, gelecek yıl emniyet ve güven içinde Kabe’ye gelip de ibadetlerini gerçekleştirme niyetiyle ashabına emretmiş, yeniden Medine yoluna düşmüşlerdi.
Dönüş Yolu ve Bir Mucize Daha
Artık Hudeybiye’den ayrılmışlar ve Medine’ye doğru ilerliyor¬lardı; önce Mehrii’z-Zehrôn, ardından da Usfan’da konakladılar. Yi¬yecekleri kalmamıştı ve Allah Resülü’ne gelerek, bineklik develerini kesmeleri konusunda kendilerine izin vermesini talep ettiler; Allah Resnlü de onlara bu izni verdi.
Sevinmişlerdi; ancak bu sevinçlerini yaşayamadan konuyu duyan Hz. Ömer olaya müdahale edecek ve Efendimiz’e gelerek:
– Ya Resülullah, diyecekti. Böyle yapma; insanların yanında ih¬tiyaten fazla devenin olması daha uygun olur. Aksi halde yarın, aç ve yaya olarak düşmanla karşılaşırsak ne yaparız! Fakat, şayet uygun görürsen insanların elinde yiyecek olarak ne varsa onları getirme¬lerini emir buyur; onları bir araya toplasınlar ve Sen de onlar üzeri¬ne bereket duasmda bulun; muhakkak ki Allah (celle celaluhü), Senin duan vesilesiyle bizi yurdumuza ulaştıracaktır!
241 Hudeybiye’de kalınan gün sayısının on dokuz olduğu da ifade edilmektedir. Me¬dine’den Çıkılıp da yeniden Medine’ye dönüleceği ana kadar geçen sürenin ise, bir buçuk ay olduğu anlatılmaktadır. Bkz. İbn Seyyidinnas, Uyünu’l-Eser, 2/125; Salihı, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşad, 5/57
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz. Ömer’in teklifine müs¬pet cevap vermiş ve insanlara seslenerek ellerinde bulunan yiyecek¬leri getirmelerini istemişti. Bu arada yere, deriden bir sergi sermiş ve getirilen yiyeceklerin bu serginin üzerinde biriktirilmesini murad etmişti.
Ashab-ı kiram hazretleri, azık adına yanlarında ne kalmışsa koşar adım hepsini getirmeye başlamışlardı; getirilenlerin en çoğu bir ölçek hurma idi. Herkes getireceğini getirip de ortaya koyduktan sonra serginin üzerinde biriken yiyecek miktarı, ancak zayıf bir keçi yavrusu kadardı.
Allah’ın Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), mübarek ellerini aça¬rak bu yiyeceklerin yanında dua etmeye başladı; bir müddet böyle devam ettikten sonra da ashabına döndü ve onlara, ‘Allah’ın adıyla’ bu sofradan yiyip karınıarını doyurmalarını söyledi.
Bin dört yüz insan sırayla bu sofraya geliyor ve karnını doyu¬rup geri çekiliyordu. Hatta sadece karınıarını doyurmak1a kalmıyor, yanlarındaki kaplarını da oradan yiyecekle doldurup öyle dönüyor-lardı. Derken kafiledekilerin tamamı gelip oradan karnını doyurmuş ve yanında bulunan kaplarını da doldurmuştu; ancak keçi yavrusu büyüklüğündeki yiyecek hala ortada duruyordu!
Hz. Ömer’in vesile olduğu bir mucize daha gerçekleşmişti; ihti¬yaç hissettikleri böylesine hassas bir zeminde, kendilerine böyle bir lütufta bulunan Rabb-i Rahimi’ne şükran hisleriyle dolu olan Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), siirürundan tebessüm ediyordu; o kadar ki ashab, inci misal dişlerini görmüştü. Sonra da, hamd ma¬kamında şunları söyledi:
– Allah’dan başka ilah olmadığına ve Benim de O’nun Resülii olduğuma şehadet ederim; Allah’ a yemin olsun ki, bu iki şeye iman ettiği halde Allah’a mü1aki olan birisi, şüphe yok ki cehennem ate-şinden kurtulup masün kalır!
Bu ne büyük lütuftu ki ashab, başlarında Allah’ın Resülü, sü¬rekli ihsan kuşağında lütufla ra mazhar oluyorlardı. O’nunla birlikte attıkları her adım, karşılaştıkları her mesele ve çözüm adına ortaya konulan her hamle, imanları açısından onları ulaşılmaz kılıyor ve böylece sürekli harikuladelikler kuşağında bir seyr-i sülük yaşıyor¬lardı.
Derken Resül-ü Kibriya Hazretleri yol için hareket emri verdi; bu sefer de semamn dili çözülmüş ve üzerlerine rahmet indiriyor¬du. Ashabın sevincine diyecek yoktu; kuraklığın etrafı kavurduğu dönemlerde bunun anlamı çok büyüktü; avuçlarını açıyor ve sema¬dan üzerlerine inen rahmetten kana kana içiyorlardı. Üst üste gelen bunca ikram karşısında Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabı¬na döndü ve onlara hitap etmeye başladı.
Nasihat-ı Nebevi devam ettiği sırada dışarıdan üç kişi gelmiş ve onlardan biri ashabın arasına girerek halkaya dahil olmuş, diğeri halkamn arkasına oturmuş, bir diğeri de yüzünü çevirerek oradan uzaklaşmıştı. Gördüğü her şeyi değerlendiren Allah Resfılii (sallallahu aleyhi ve sellern), bu üç şahsın durumunu da hutbesine taşıdı:
– Şu üç kişiııin halini size haber vereyim mi, diyordu. Elbette ashab:
– Evet, ya Resülullah, diyecekti. Bunun üzerine Efendimiz (sal¬lallahu aleyhi ve sellern):
– Onlardan birisi haya etmiş ve onun için arka safta kalmış; Allah da onun hayasım takdir etmiştir. Diğeri tevbede samimi ol¬duğunu göstermiş ve Allah da, onun tevbesini kabul etmiştir. Üçün¬cüsüne gelince o, yüz çevirmiştir; Allah da rahmetini kesip cemal-i vechiyesini ondan uzaklaştırrnıştır!
Hudeybiye En Büyük Fetihtir
Büyük bir kazammla geriye dönüyorlardı; ancak Resül-ü Ekrem Hazretlerinin kulağına bir kısım konuşmalar gelmişti. Bazıları, Hu¬deybiye’nin bir fetih olmadığını söylüyordu. Kurbanlarını keseme-den ve Beytullah’ı da tavaf edemeden geri dönüyor olmalarının da bunun bir göstergesi olduğunu düşünüyorlardı. Onlara göre, mü’¬min olduğu halde kendilerine sığınan insanların müşriklere iade edilmesi de bu düşüncelerini doğruluyordu.
Her söylenti, din adına yeni bilgilerin ortaya çıkmasını netice veriyordu ve bunları duyan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ye¬niden ashabına dönecek ve şunları söyleyecekti:
– Bunlar ne kötü sözler! Bilakis bu, fetihlerin en büyüğüdür; zira müşrikler, kılıçlanm kınlarına koymuş ve beldelerinden sizi, ancak ellerinin ayasıyla uzaklaştırmaya razı olmuşlardır! Sizinle otu¬rup anlaşma yapmayı istiyorlar ve güvenlikleri için de artık size mü¬racaat etme lüzumu hissediyorlar! Çünkü onlar, sizleri temaşa edip süzünce hoşlarına gitmeyecek manzaralarla karşılaştılar ve Allalı (celle celaluhü) sizi, onlara karşı muzaffer kıldı. Şimdi sizler, emniyet ve güven içinde ve sevap kazanmış olarak yurdunuza dönüyorsunuz ki bu, fetihlerin en büyüğüdür:
Uhud’u ne çabuk unuttunuz! Hani o gün sizler, Ben arkanızdan size seslendiğim halde arkanıza bile bakmadan yukarılara tırmanı¬yordunuz!
Hepsinin birden üzerinize yüklendiği Ahzab gününü bir hatır¬layın; hani onlar, alt ve üst taraflardan üzerinize hücüm edince göz¬ler yuvasından çıkacak gibi olmuş ve canlar da gırtlaklara gelmişti; o zaman sizler, Allah (celle celaluhü) hakkında bile birtakım zanlara kapılmıştınız!
Resül-ii Kibriya’nın minnet dolu bu sözleri ashab-ı kirama çok ağır gelmiş ve hep bir ağızdan:
– Allah ve Resfılü doğruyu söylüyor; gerçekten de bu, fetihlerin en büyüğüdiir, diyorlardı. Meseleye daha geniş perspektiften bak¬mak gerekiyordu; bu durumda daha geniş düşünüp yarın elde edi-leceklerin hesabını yapmak en sağlıklı olanıydı. Aynı zamanda Hu¬deybiye, Efendiler Efendisi’nin de ifade ettiği gibi, daha düne kadar kendilerini insan yerine bile koymak istemeyen ve kılıçtan başka bir çözüm görmeyen müşriklerle aynı masaya oturup uluslararası arenada Müslüman varlığını resmen kabullendiklerinin tescili an¬lamına geliyordu. Biraz im’an-ı nazar edip derin düşününce mese¬le bütün aydınlığıyla ortaya çıkıyordu; onun için ashab, boyunlarını bükmüş ve Resülullah’a şunları da söyleme lüzumu hissetmişti:
– Vallahi ya Resühıllahl Bizler, Senin düşündüklerini düşüne¬memiştik; gerçekten de Sen, Allah’ı ve bize ait işleri en iyi bilenimiz¬sin!
Kiirôiil-Gomim’e gelindiğinde Allah Resülü’nün devesinin yü¬rüyüşü değişmiş ve sanki deve, yükü olabildiğince ağırlaşmışçasına zorlanmaya başlamıştı. Ferasetle uzaktan Kasva’yı süzenler, Resülul-lah’a yeni bir vahyin geldiğini çoktan anlamıştı. Israrla Resfılullah’a soru sorduğu halde bir türlü cevap alamayan Hz. Ömer, durumun farkına varınca kendi hakkında bir ayetin inmesinden endişelenmiş ve devesini mahmuzladığı gibi en öne gelerek yürümeye başlamıştı. Çok geçmeden Allah Resülü (saIlaIlahu aleyhi ve sellem), vahyin devam ettiği sırada sorusunu cevaplayamadığı Hz. Ömer’e seslendi. Nebevi sadayı duyan Hz. Ömer’de renk kalmamıştı; gelen ayetlerin kendi¬siyle ilgili olmasından endişe ediyordu. Belli ki gelen ayetlerin muh¬tevasındaki sürür yüzüne aksetmiş, öyle konuşuyordu. Önce:
– Bu gece Bana öyle bir süre indirildi ki, dünya ve içindekiler¬den Bana daha sevimlidir, buyurdu. Herkes gelen ayetleri merak ediyordu ve Allah Resülü’nün etrafında halkalanıp gelen sürenin ne olduğunu öğrenmek için sabırsızlıkla bekleşiyorlardı. Resülullah onlara Fetih suresini okumaya başladı:
– Doğrusu Biz Sana, aşikar bir fetih ve zafer ihsan ettik, diye başlıyordu süre, Şüphesiz ki bu, daha birkaç saat öncesinde Allah Resülü’nün söylediklerinin bir tasdiki demekti. Aralarından birisi, bütün bunlann bir kez daha Allah Resülü tarafından perçinlenme¬sini istercesine:
– Bu bir fetih midir, diye tekrar soracak ve bunun üzerine O
da:
– Nefsim yed-i kudretinde olana yemin olsun ki mutlaka bu bir fetihtir, buyuracaktı. Böylelikle mesele bir kez daha perçinlenmiş oluyordu; artık Hudeybiye’nin bir fetih olduğunda hiç kimsenin te-reddüdü kalmamıştı.
Zaten süreyi indiren Cibril-İ Emin de, böyle bir fethe imza attığı için Allah Resülii’nü kutlamış ve O da, Hz. Cibril’in kutlamasına mu¬kabelede bulunmuştu. Bunu gören ashab-ı kiram da Efendiler Efen-disi’ne geliyor ve Allah’ın ihsan ettiği böylesine önemli bir fethin se¬vincini hep birlikte paylaşıyorlardı. 242
242 Devam eden ayette Allah (celle celaluhü), Resülü’ne bahşedeceği maddi-manevi nimetleri sıralayıp da bunlan:
– Bu da Allah’ın. Senin geçmişte ve gelecekte kusurlannı bağışlaması, Sana yap¬tığı ihsan ve in’amı tamamlaması, Seni dosdoğru yola hidayet etmesi ve Sana şanlı ve şerefli bir zafer vermesi içindir, şeklinde okunan ayetler olarak ümmeti¬ne bildirince ashab-ı kiram, Resül-ü Kibriya’ya dönmüş ve:
– Sana mübarek ve kutlu olsun ya Resülullah, demişler ve ardından da, “Allah (celle celaluhü), Sana nasıl bir lütufta bulunacağını olanca açıklığıyla beyan buyurdu; ancak yarın bizim başımıza nelerin geleceğini bilmiyoruz!” diyerek en¬dişelerini dile getirmişlerdi. Bunun üzerine Restıl-ii Kibriya Hazretleri onlara, arkadan gelen şu ayetleri okumaya başladı:
– İmandaki yakinlerini iyice artırsınlar diye müminlerin kalplerine sekine in¬diren O’dur. Göklerin ve yerin ordulan Allah’ındır. Allah her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir. Bu da, Allah’ın mü’min erkekleri ve rnü’min ka¬dınlan içinde ebedi kalacaklan, içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştirmesi, onlann günahlanm bağışlaması içindir. Bu, Allah katında büyük bir nailiyettir, büyük bir başandır. Fetih, 48/1-6
Şimdi ashab da rahat bir nefes almıştı. Zaman zaman seslerini yükselterek yaptıklan itirazların affedildiğini öğrenmiş ve bir nebze de olsa rahatlamışlardı. Bundan sonrası için çok iyi anlamışlardı ki, Resülullah’ın bir noktadaki tercihi Allah (celle celaluhüj’tn iradesinin dışında bir tercih değildi ve bu tercih karşısında alternatif arayışları içine girmek de bir mü’mine yakışmayan davranışlardı.
Artık Efendimiz, ashabıyla birlikte gece gündüz demeden yürü¬yor ve bir an önce Medine’ye ulaşmak istiyordu. Allah Resülii’yle as¬habın Medine’ den umre maksadıyla çıktıkları günden bu yana geçen zaman tam bir buçuk aydı; bu sürenin yaklaşık yarısı Hudeybiye’de, geri kalan kısmı ise gidiş dönüş yolunda geçmişti.
Ebu Basir’in Gelişi ve Sonrasında Yaşanan Gelişmeler
Ashabıyla birlikte Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), artık Me¬dine’ye gelmişti. Çok geçmeden Ebu Cendel’den sonra bu sefer de, Mekke müşriklerinin eza ve cefalarından kurtulup kendini Resülul¬lah’ın güven veren semtine atmak isteyen Ebu Basir243 çıkagelmiş¬ti; Zühreoğullarının müttefikiydi. Ancak o da, Mekke’de Müslüman olunca Ebu Cendel gibi hapisler, işkenceler, envaiçeşit hakaretlere maruz kalmıştı. Şimdi ise, bir fırsatını bulmuş ve bütün sıkıntıla¬rından kurtulma ümidiyle kendini Medine’ye atıyordu. Ayakları şiş¬miş ve yara-bere içindeydi; zira Mekke’den yaya olarak kaçabilmiş ve izini kaybettirmek için patika yolları tercih ederek buraya kadar gelebilmişti.
Onun aralarından kaçıp da Medine’ye sığındığını haber alır almaz Mekke müşrikleri bir araya geldi ve Hudeybiye Anlaşması ge¬reği Efendimiz’den Ebu Basir’i geri isteme kararı aldılar. Buna göre Ahnes İbn Şerik ile Ezher İbn Abdiavf, bir mektup yazacak onu, Hu¬neys İbn Côbir ile Resülullah’a göndereceklerdi.
Huneys, yolda rehberlik yapması için yanına Kevser adında¬ki kölesini de alarak, Ebu Bash’den üç gün sonra Medine’ye geldi, mektubu Allah Resülü’ne ulaştırınca Efendimiz (sallallabu aleyhi ve sel¬lemj’e, onu Übeyy İbn Ka’b okudu:
– Seninle birlikte yaptığımız anlaşmanın şartlarını biliyorsun, diyorlardı. Arkadaşlarımızdan her kim Sana gelirse onu bize iade etme konusunda aramızda şahitler tutmuştuk; öyleyse şimdi Sen bize arkadaşımızı gönder!
Zor bir karardı. Ama benzeri zorluklar yaşanmadan umumi sul¬hun temini de mümkün gözükmiiyordu.wt Onun için Allah Resülü (sallallabu aleyhi ve sellem) Ebu Basir’i yanına çağırarak, kendisini almak için Mekke’den gelen iki kişiyle birlikte geri dönmesini emretti.
Ebu Basir de şoktaydı:
– Ya Resülullah, diyordu. Onlar, dinim konusunda bana baskı yapıp da dinimden geri döndürmek için fırsat kollarlarken Sen beni müşriklere mi gönderiyorsun?
Anlatılması zor bir işti ve Habib-i Kibriya Hazretleri Ebu Ba¬sir’i karşısına alarak, şefkat dolu bir ses tonuyla şunları söylemeye başladı:
– Ey Ebi!. Basir! Senin de bildiğin gibi biz, o kavimle bir anlaş¬ma yapıp bazı sözler verdik; dinimize göre bu anlaşmayı yok sayıp da gadreden biz olamayız! Ancak şu kadar var ki Allah (celle celaluhü), hem senin hem de senin konumundaki diğer Müslümanlar için mut¬laka bir çıkış yolu ve çözüm ihsan edecektir!
Resül-ü Kibriya’dan duydukları karşısında endişelerini yeniden dile getiren EbU Bash, çaresizlik içinde kalmış birisinin yalvarışıyla: – Ya Resülullah, diyordu. Beni gerçekten müşriklere teslim mi ediyorsun?
243 İsminden daha ziyade Ebu Basir künyesiyle meşhur olan bu sahabinin adı, Utbe İbn Esid’dir. Bkz. İbn Hişam, Sire, 4/291; Beyhaki, Sünenü’l-Kübra, 9/227; İbn Hacer, el-İsabe, 4/433 (5401)
244 Daha sonra gelecek olan ayetle bu hiikiimden, sadece Mekke’deki işkenceden kaçan Ümmü Gülsüm gibi hanım sahabiler istisna tutulmuştu. Bkz. Mümtehıne, Mümtehıne, 60/10
İki alternatif vardı ve Efendiler Efendisi de ikisinden birisini tercih etmek durumunda kalmıştı. Umumun selameti ve insanların İslam’la daha yakından tanışıp imana gelmeleri adına bugün çekilen sıkıntılar yann yok olup gidecek ve tatlı birer hatıraya dönüşecekti; onun için:
– Geri dön, ya Eba Basir, dedi Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sel¬lern). Çünkü Allah (celle celaluhü), senin için de bir çıkış yolu ve çözüm ihsan edecektir!
Bütün kapılar kapanmış ve Ebü Basir de, Kureyş’in elçisi Hu¬neys ve onun kölesi Kevser ile Mekke’ye doğru yola çıkmıştı. Yeni¬den işkence, baskın, takip ve benzeri sıkıntıların içine dönüyordu! Bu arada yanına yaklaşanlar vardı ve:
– Ey Eba Basir, diyorlardı. ‘Allah’ın, senin için de bir çıkış yolu ve çözüm ihsan edeceğinde şüphen olmasın; Resülulah’ın bu müjde¬siyle şimdiden sevinmene bak! Bazen bir adam, bin adamdan daha üstün olabilir; sen şöyle şöyle yap!
Bunları söylerken onların maksadı belliydi. Ebu Basir’in geri gi¬derken Kureyş’in elçilerini öldürdüğü takdirde bir çıkış yolu bulabi¬leceğini düşünmüşler ve ürettikleri bu çözümün mümkün olduğunu görerek bunu Ebü Basir’e hatırlatmışlardı. Hatta Hz. Ömer (radıyal¬lahu anh) ona:
– Sen adam gibi adamsın ve yanında da kılıcın var, diyerek aynı konuyu daha açık bir şekilde dile getirmiş oluyordu.
Zü’l-Huleyfe denilen yere geldiklerinde Ebu Basir, bir yolunu bulup Huneys’i öldürecek ve yeniden Medine’ye gelecekti. Kevser’in de üzerine yürümiiştii ama yetişememişti. Can havliyle Kevser, Re-sülullah’ın şefkat kollanna kendini atacaktı. Medine’ye girdiğinde Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabıyla ikindi namazını kıl¬mış oturuyordu; onun bu şekilde gelişini görünce:
– Bu adam çok korkmuş, buyurdu. Yanına gelir gelmez de:
– Sana ne oldu? Bu halin de ne, diye sordu. Soluk soluğa kalan
Kevser, kesik cümlelerle şunları söylemeye başladı:
– Öldürdü! Vallahi de sizin arkadaşınız, benim arkadaşımı öl¬dürdü! Az kalsın beni de öldürecekti; yakamı ondan zor kurtardım!
Allah Resülii’nden yardım isteyip kendisini korumasını talep ediyordu ve Resülullah de ona eman verdi.
Çok geçmeden Ebu Basir de gelmişti; Huneys’in devesine bin¬miş ve kılıcını da kuşanmış halde huzura geldi ve:
– Ya Resülullah, dedi. Sen üzerine düşeni yaptın ve böylelikle Allah da Senden sorumluluğu kaldırmış oldu; Sen, anlaşmaya sadık kalarak beni düşmanın eline teslim ettin. Ben ise, dini m konusun¬da fitneye düşürülüp şiddete maruz kalmamak için kendimi savun¬dum!
Efendimiz (sallallahu aIeyhi ve sellern), bir taraftan Ebu Basir’in kur¬tuluşuna seviniyordu ama diğer taraftan böyle bir hareketin berabe¬rinde getireceği krizleri de hesap etmek durumundaydı. Bu, yeni bir durumdu ve bundan sonra ne türlü gelişmelerin olacağı da henüz meçhuldü. Onun için önce:
– Vah onun haline, dedi. ifadelerinde hem Ebu Basir’in yaptı¬ğını kınama hem de ortaya çıkan sonuçtan duyduğu endişe gizliydi. Arkasından şunu ilave etti:
– Şayet yanında birileri daha olsaydı bu, yeni bir savaş demekti! ı.
Ebu Basir, ferasetli bir insandı ve Resülullah’ın bu ciimlelerin¬den, kendisini yeniden Kureyş’e teslim edeceği sonucunu çıkarmıştı. Anlaşılan, onun için şimdilik Medine’de Resülullah’la birlikte ömür sürmenin imkanı yoktu; başını alıp gitmeli ve kendi yolunu kendisi belirlemeliydi. O da, kavuşmak için can attığı Resülullah’a veda edip büyük bir hüzün içinde Medine’ den ayrılacaktı.
245 Bundan sonra Ebu Basir, sahil yolunu takip ederek İs denilen yere yerleşecekti.
Onun burada karargah kurduğunu duyan diğer mü’minler de, sırasıyla buraya gelecek ve Mekke müşrikleri için büyük bir tehlike oluşturacaklardı. EbU Cen¬del de gelmişti. Hatta kendilerine, etraftaki kabilelerden de katılanlar olacak ve bir gün Mekkeliler, Ebu Süfyan’ı Medine’ye göndererek adeta yalvanrcasına Hu¬deybiye Anlaşma’sının ilgili maddesini geçersiz saydıklanm ifade edeceklerdi. Bunun üzerine Allah Resülü (s.a.s.) Ebu Basir’e mektup yazacak, ancak bu sıra¬da hasta olan EbU Basir, Efendimiz’in mektubunu okurken orada vefat edecekti. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/625-629; İbn Abdilberr, İstiab. 4/1614 (2875); İbn Esir, Usudu’l-Ğabe, 3/146
ELÇİLER VE AÇILIM DÖNEMİ
Artık Medine’de, çok daha farklı ve yeni bir dönem başlıyor¬du; Hudeybiye ile birlikte Mekke’den gelmesi muhtemel tehlike¬ler garanti altına alınmış ve böylelikle dinden habersiz yaşayanlara İslam’ın aydınlık yönünün ilan edilme fırsatı elde edilmişti. Zaten bugüne kadar yaşanılan bütün savaşları Mekkeliler başlatmış, her türlü kargaşanın altındaki imzayı da onlar atmışlardı. Her defasında müdafaa konumunda kalınmış ve hava-su kadar önemli olan ilahi mesajın, bir hiç uğruna yaşanan bunca sıkıntı arasında daha geniş kitlelere ulaştırma imkanı bulunamamıştı. Halbuki bir mü’minin esas gayesi, Allah’ın adını muhtaç gönüllere ulaştırmak ve onların da Rablerini tanımalarını temin etmekti.
Aslında Hudeybiye ile birlikte Mekke’nin fethi de başlamış olu¬yordu; zira bundan böyle insanlar, sulhun oluşturduğu emniyet için¬de Müslümanlığı daha yakından tanıma imkanı bulacak ve İslam’ın ruhundaki güzellikleri görme fırsatı elde edecekti. Mekke’den Medi¬ne’ye ve Medine’ den de Mekke’ye yeni yollar bulunacak ve bu yollar¬da her defasında din adına yeni seferler tertip edilecekti.
Efendimiz İslam’ı muhtaç gönüllere duyurabilmek için bu ze¬mini en iyi şekilde değerlendirecek ve ashabını da bu istikamette yönlendirecekti. Artık zaman, içte ve dışta gönülleri fethetme zama¬nıydı. Çünkü O (sallallahu aleylıi ve sellern), sadece muhatap olduğu in¬sanlar için değil, bütün insanlığa peygamber olarak gönderilmişti; herkesin kabullenmesi gereken bir Nebi idi ve bunun için de, diğer insanlara ulaşılması gerekiyordu. İşte şimdi Allah (celle celaluhü), Hu¬deybiye’nin zemininde mü’minlere bu fırsatı veriyordu.
Hicretin üzerinden altı yıl geçmiş, yedinci yıla girilmek üzerey¬dp46 Resülullah, Hudeybiye sonrasında bir gün ashabını karşısına aldı ve önce Allah’a ham d edip O’nu övgü dolu cümlelerle ta’zim et¬tikten sonra onlara:
– Ey insanlar, diye hitap etti. Şüphe yok ki Allah (celle celaluhü) Beni, rahmet olarak ve herkese gönderdi. Bana karşı vazifenizi ye¬rine getiresiniz ki Allah (celle celaluhü) da size rahmetiyle muamele etsin! Çünkü Ben, sizlerden bir kısmını meliklere elçi olarak gönde¬receğim; sakın ola ki sizler, İsrailoğullarının İsa İbn Meryem’e yap¬tıkları gibi Bana davranıp da muhalefet etmeyin!
Ashab da şaşırmıştı ve:
– Ya Resülullah, dediler. Havariler nasıl muhalefette bulun¬muşlardı?
Bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) şunları söy¬ledi:
– Benim sizden, yerine getirip gereğini yapmanızı istediğim va¬zifeye O da havarileri davet etmiş, ‘Yeryüzü meliklerine adamlarını gönder” diyerek kendisine Allah tarafından vahiy geldiği zaman da onları belli başlı yerlere yönlendirmişti. Ancak Havarilerden yakın yere gönderilmek istenilenler buna rıza göstermekle birlikte uzak yerlere gitmesi istenilenler bu işe karşı çıkmışlardı. Bunun üzerine İsa, ellerini açmış ve:
– Allah’ım, diye yalvarmıştı. Ben, Senin Bana vahyettiklerini Havarilere bildirdim; ancak onlar bu konuda ihtilafa düştüler!
Bunun üzerine Allah (celle celaluhü) de:
– Onların hakkından Ben gelirim, diye O’na vahyetti. Daha sonra ise onlardan her biri, gönderilecekleri beldenin dilini konuşur halde sabahladılar. Bunun üzerine İsa da onlara:
– İşte bu, Allah’ın sizin için takdir edip de kesinleştirdiği bir iştir; haydi hiç vakit kaybetmeden yürüyünüz, diye emretti.
246 Mektupların gönderiliş zamanı, altıncı yılın sonu olabileceği gibi yedinci yılın Muharrem ayı olabileceği de ifade edilmektedir. Bkz. Salihi, Siibiilii’l-Hüda ve’r¬Reşad, 11/344,372
Efendiler Efendisi, bu hadiseyle ashabını bir şeye hazırlıyordu; zira O’nun risaleti, Hz. İsa gibi belli bir bölgeyi kapsayıp sadece belli insanlara hitap etmiyor, herkesi içine alıyordu. Öyleyse O’nun asha¬bı, havarilerden daha fazla gayret göstermeli ve Resfıllerine itaatte kusur göstermemeliydi. Gerçekten de öyle olacaktı! O’nun bu ifade¬lerine muhatap olan ashab:
– Ya Resülullah, diyorlardı. Allah’a yemin olsun ki bizler, hiçbir konuda Sana muhalefet etmeyiz; Sen nereye istersen bizi oraya gön¬der; şüphesiz bizler, Senin emrini tereddütsüz yerine getiririz!
Zihinler bu derece meseleye hazır hale gelip de ashabından böy¬lesine kesin bir cevap alan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), asha¬bından bazılarını seçerek onları etraftaki kabile reisleri, devlet baş¬kanları ve krallara göndermeye başladı; mektup yazıyor ve mektubu eline tutuşturduğu sahabisiyle birlikte arzu edilen yere gönderiyor¬du. Bunu duyan ashabda da ayrı bir heyecan hasıl olmuştu; yalnız Bizans, Fars ve Habeşistan’a mektup göndereceğini duyduklarında içlerinde bir endişe belirmiş ve bunu da Resfılullah’la paylaşmışlar¬dı:
– Ya Resülullah, diyorlardı. Onlar, üzerinde mühür olmadıkça kendilerine gelen mektupları okumazlar!
Doğruyu söylüyorlardı; tebliğde muhatabı tanımak bu açıdan çok önemliydi ve daha baştan olumsuz bir sonuçla karşılaşmamak için de, onun isteklerini göz ardı etmemek gerekiyordu ve Allah Re¬sülü (sallallahu aleyhi ve sellem) de hemen kendisine gümüşten bir yiizük yaptırdı. Yüzüğün kaşında, üç satır halinde, ‘Muhammed .. Resill.. Allah’ yazıyordu. Bundan böyle gönderilecek bütün mektupların al¬tında bu imza olacaktı!
Aynı gün içinde altı ashabını yanına çağırmış ve altısını da farklı yerlere göndermişti.
İlk Elçi Habeşistan’a
ilk çağrılan kişi Amr İbn Ümeyye idi; Allah Resülii (sallallahu aley¬hi ve sellem) onu, Habeşistatı meliki Necaşi’ye gönderiyordu. Şunları söylüyordu:
– Ralıman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Bu, Allah’ın Resülü Muhammed’den Habeşistan’ın ulusu Necaşi’ye yazılmış bir mektup¬tur. Emniyet ve esenlik, İslam’a tabi olanların, Allah’a ve Resulü’ne iman edenlerin üzerine; Allah’tan başka ilah olmadığına, O’nun tek ve yekta olup şerikinin de bulunmadığına, ne bir yardımcı ne de çocuk edindiğine şehadet edenlerin, Muhammed’in de O’nun kulu ve Resülü olduğunu ikrar edenlerin üzerine olsun!
Şüphesiz ki Ben seni, İslam’ın enginlik ve esenliğine davet edi¬yorum; çünkü Ben, Allah’ın Resülü’yüm! Sen de Müslüman ol ve onun güven veren dünyasına dahil 01.247
Ey Ehl-i kitap! Bizimle sizin aramızda birleşeceğimiz, müşte¬rek ve adil, “Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’na hiçbir şeyi şerik koşmayalzm, kimimiz kimim izi Allah’ın yanında rab edinme¬sin” çizgisinde ittifak edip bu sözde karar kılalım.
247 Necaşi, kral veya padişah sözcükleri gibi Habeşistan devlet idaresindeki en üst kişiyi ifade için kullanılan bir kelimeydi. İfadelerden anlaşıldığına göre Allah Resı1Iü’nün buraya gönderdiği mektuplarda iki farklı Necaşi’den söz etmek mümkündür. Zira ilk Necaşi olanAsham İbn Ebcer, Hz. Ca’fer ve onunla birlikte buraya hicret eden ashab vesilesiyle Müslüman olduğunu ikrar etmiş ve Efendi¬ler Efendisi’ne tazim dolu bir mektup göndermişti. Öyleyse Hz. Enes’in de dediği gibi Allah Resülü (s.a.s.), Amr İbn Ümeyye ile gönderdiği bu mektupla yeni Neca¬şi’yi de İslam’a davet ediyordu. Bkz. Müslim, Sahih, 3/1397 (1774); İbn Kayyım, Zadu’l-Mead, 3/603; Salihi, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşad, 11/344,366
248 Bkz. AI-i İmran, 3/64. Allah Resı1lü (s.a.s.), ayetin sonundaki “Eğer bu daveti reddederlerse, ‘Bizim, Allah’ın emirlerine itaat eden müminler olduğumuza ıahid olun’ deyin” ifadesini de yazmış ve Necaşi’ye, “ayet yiiz çevirirsen o zaman kavmin arasındaki Hristiyanlarırı günahı da senin üzerine olur” diyerek uyanda bulun¬muştu. Bkz. İbn Kesir, Sire, 2/41, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 3/104
Allah Resülü’nün mektubunu alıp da okuyan yeni Necaşi, önce onu alıp öpecek ve yüzüne gözüne sürecek, sonra da Resulullah’a olan saygısını göstermek için tahtından inerek Müslüman olduğunu ilan edecekti. Şehadet getirdikten sonra şöyle diyordu:
– Eğer yanına kadar gitmeye imkan bulabilseydim mutlaka giderdim. Zira Allah’ı şahit tutarak söylerim ki O, kitap ehli olan Yahudilerle Hristiyanların, geleceğini bekleyip durdukları Ürnmi Peygamberdir! Mı1sa, “Merkebe biner” diyerek İsa’nın geleceğini müjdelediği gibi şüphesiz İsa da, “Deveye biner” diyerek Muham¬med’in geleceğini müjdelemiştir. Elbette bu müjdeli haberden ziya-de O’nu gözle görmek çok daha önemli ve tatmin edicidir! Fakat ne yapayım ki, Habeşlilerden pek az yardımcılarım vardır; ben de onların sayısının artmasını ve kalplerinin de İslam’a ısınmasını bekli-yorum.
Bunları söyleyen Necaşi, Allah Resülü’nün mektubunu fil kemi¬ğinden yapılmış bir kutunun içine yerleştirecek ve saygısındaki de¬rinliği herkese gösterircesine:
– Bu mektuplar burada kaldığı müddetçe, Habeşlerde hayır ve bereket devam edecektir, diyecekti.
Aynı zamanda Necaşi, o gün Habeşistan muhacirleri arasında bulunan ve kocası Ubeydullah İbn Cahş’ın ölümünden sonra yalnız kalan Ebu Süfyan’ın kızı Ümmü Habibe Validemiz ile Efendimiz için bir nikah merasimi düzenleyecekti.
Bu sıralarda Habeşistan’ da bulunan Amr İbn As’ın teşebbüsleri yine sonuçsuz kalacak ve kraldan gördüğü sert tepkiler sonunda o gün o da insafa gelecekti.
Habeşistan’a Veda
Hazırlıklar tamamlanır tamamlanmaz Necaşi, yanlarına kucak¬lar dolusu hediyeler de katarak ülkesindeki muhacirleri gemiye bin¬direcek ve Medine’ye yolcu edecekti. On beş yıllık hicran son bulmak üzereydi; kulağı sürekli Medine’de olan ashab-ı kiram, artık yılların hicranına nokta koyacak ve hicretlerini ikinci bir yolculukla pekiş¬tirmiş olacaktı.
Onlar sevinirken üzülen Necaşi olmuştu; bunca yıldır kendile¬rinden biri haline gelen aziz dostları Habeşistan’ı terk ediyordu! Tek dileği, hepsinin sağ salim Medine’ye ulaşmasıydı. Bunun için ekstra tedbirler alacak ve ashabın burnunu kanatmadan emanetleri yerine ulaştırmak isteyecekti.
Önce Amr İbn Ümeyye’nin eline iki mektup tutuşturdu; bunlar¬dan birisinde Ümmü Habibe’nin nikah işini gerçekleştirdiğini, diğe¬rinde ise ashab-ı kirarnı Medine’ye yolcu ettiğini anlatıyordu. Hatta arzu ettiği takdirde kendisinin de gelmeye hazır olduğunu bildirip içten gelen samimi dileklerle Allah Resülü’ne olan bağlılığını dile ge¬tiriyordu.
Ancak onları, yalnız göndermek istemiyordu; yanlarına kendi oğlu Erha’yı da katarak yetmiş kişilik gözü yaşlı bir grupla birlikte onu da göndermek istemişti. Bu yolculuk için iki gemi tahsis etmişti; bunlardan birisine Allah Resülü’nün emanetleri, diğerine de kendi adamları binerek ashab-ı kirama eşlik edeceklerdi.
İkinci Mektup Bizans’a
o gün için Bizans, dünyaya egemen iki büyük devletten birisiydi ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabından Dıhyetü’l-Kelbl’¬yi yanına çağırıp onu da Bizans kralı Hirakl’e gönderdi; eline verdiği mektubunu Busra emirine vermesini söylüyordu.
Bu sıralarda Hirakl, Kudüs’te bulunuyordu. Şayet Farslıla¬ra galip gelirlerse Hıms’tan Kudüs’e kadar yaya yürüyeceğine dair yemin edip, kendine söz vermiş, böyle bir netice alınca da sözünü yerine getirmek için yaya olarak Kudüs’e kadar gelmişti.
Efendimiz’in mektubunu alan Hz. Dıhye, doğruca Busra’nın yo¬lunu tuttu; burada Bizans’ın Busra valisi Haris’i bulacak ve bu mek¬tupla birlikte kendisini, Rum meliki Hirakl’e ulaştırmasını isteye¬cekti.
Mektubu alan Haris, Efendimiz’in elçisi Hz. Dıhye’nin yanına, yakın adamlarından Adiyy İbn Hôtem’ı katarak onu, o esnada Ku¬düs’te bulunmakta olan Hirakl’in yanına götürmesini istedi ve böy¬lelikle Hz. Dıhye için yeni bir yolculuk daha başlamış oldu. Bu sırada bazı kimseler onun yanına yaklaşıyor ve kralın huzuruna girerken yüzünü yere kapayıp secde etmesini ve kral izin vermedikçe de ba¬şını yerden kaldırmamasını söylüyorlardı. Allah’tan başkasına secde etmeyeceğini söylediğinde ise, kralın kendisini kabul etmeyeceği ve huzurundan kovacağına dair tehditler savurmaktan geri durmuyor¬lardı.
249 Ancak ikinci gemi denizin ortasında batacak ve kendi oğlu dahil altmış kişi bo¬ğularak ölecektir. Bkz. Taberi, Tarih, 2/132; İbn Hacer, el-İsôbe, 1/65; İbn Esir, Usudu’I-Gabe,1/38
Hirakl, yıldızlara bakıp da onlardaki hareketlerden farklı an¬lamlar çıkaran mahir bir adamdı ve bu sıralarda Kudüs’te mağmum bir hava hakimdi. Üzüntüsünün sebebini soranlara Hirakl:
– Bu gece yıldızlara baktığımda ben, bu ümmetin sünnetlileri arasında hıtan melikinin zuhür ettiğini gördüm, diyor ve soruyor¬du:
– Bu ahali içinde sünnet olanlar kimlerdir?
– Yahudilerden başka sünnet olan yoktur, diye cevapladılar.
‘Onlardan da endişelenmene hiç gerek yok; emrin altındaki şehir¬lere yazarsın ve ne kadar Yahudi varsa hepsini öldürürler ve sen de böylelikle endişelerinden kurtulmuş olursun!
İşte böylesine kederli bir dönemde Hz. Dıhye gelmiş Efendi¬miz’in mektubunu Rum Kayseri Hirakl’e ulaştırmıştı:
– Ey kral, diyorlardı. Bu adam, Araplardan Şamlı biridir; kendi beldesinde gerçekleşen önemli bir işi sana anlatmak üzere gelmiş¬tir!
Hirakl, bir yandan Hz. Dıhye’ye diğer tarafta da elinde duran mektuba bakıyordu; mektup Arapça olduğu için hemen bir tercü¬man çağırdı ve ardından da onu okutmaya başladı:
– Ralıman ve Rahim olan Allah’ın adıyla …
Allah’ın Resülü Muhammed’den, Rumların büyüğü Hirakl’e … Daha tercüman bu kelimeleri söyler söylemez, Hirakl’in yeğeni-
nin göğsüne indirdiği yumrukla yere yığılıverdi:
– Adamın mektubunu görmüyor musun, diyordu. Senin ismin¬den önce kendi adıyla başlamış ve üstelik senin hükümdar olduğu¬nu söylemeyip sadece Rumların büyüğü olduğunu zikretmekle ye-tinmiş! Bugün bu mektup burada okunamaz!
– Vallahi de sen, ya küçük bir akılsız ya da büyük bir delisin, diye karşılık verdi Hirakl. Ben senin böyle olduğunu bilmiyordum. Daha mektubun içine bakıp onu okumadan onu yırtmak mı istiyorsun? Hayatıma yemin olsun ki, şayet O, söylediği gibi gerçekten Allah’¬ın Resülü ise, mektubuna benim ismimden önce kendi adıyla başla¬makta, beni de Rumların büyüğü diye anmakta haklıdır. Çünkü ben, onların hükümdarları değil, sadece sahibiyim; hem benden başka da sahipleri yok ya! Hem şayet Allah dileseydi, Farslıların kralları Kisra üzerine yürüyüp de onu öldürdükleri gibi onları da benim üzerime yürütürdül
Bunları söyledikten sonra Hirakl, tercümana emretmiş ve mek¬tubun kalan kısmını da okutmuştu:
– Selam ve esenlik, hidayete tabi olanların üzerine olsun! Sözün özüne gelince; Ben seni, İslam’ın engin dünyasına davet ediyorum; Müslüman ol ve selameti bul ki Allah da sana, iki katıyla mükafat versin! Eğer bu davetimi kabul etmezsen bil ki, yoksul çiftçiler dahil bütün halkının günahı da senin boynunadır.
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) mektubuna bir de ayet yaz¬mıştı; bu ayette Yüce Mevla, Hirakl gibi ehl-i kitap olanlara hitap ediyor ve onlara Allah Resülü’nün şunları söylemesini emrediyor-du:
– De ki, “Ey Ehl-i kitap! Bizimle sizin aramızda birleşeceğimiz, müşterek ve adil şu sözde karar kılalım: ‘Allah’tan başkasına iba¬det etmeyelim .. O’na hiçbir şeyi şerik koşmayalım .. kimimiz kimi¬mizi Allah’ın yanında rab edinmesin.” Eğer bu daveti reddederlerse, o zaman onlara, “Bizim, Allah’ın emirlerine itaat eden müminler ol¬duğumuza şahid olun” deyin.25o
Mektubun tamamını dinleyen Rum meliki Hirakl’ın dudakla¬rından şu cümleler dökülecekti:
– Vallahi de ben, Davüd oğlu Süleyman’dan sonra ‘Bistnillahir¬rahmônirrahim’ diye başlayan böyle bir mektubu hiç duymamış¬tım!
Ardından da yanında bulunanları dışarı çıkarıp huzuruna, Hris¬tiyanlık adına en büyük otoriteye sahip din adamlarını çağırdı; fikir¬lerini soruyordu. Rahiplerin başı olan Uskuf:
– Kendisinden başka ilah olmayana and olsun ki, diye yeminle başladı sözlerine. Şüphe yok ki O, Musa ve İsa’nın bize geleceğini müjdelediği; bizim de gelişini gözleyip durduğumuz peygamberdir!
Önemli bir yol ayrımına gelinmiş görünüyordu ve Hirakl, Us¬kura sordu:
– Peki sen bu durumda bana ne yapmamı tavsiye eder, nasıl davranmarnı uygun görürsün?
– O’na tabi olmanı uygun görürüm, diyordu gözü yaşlı papaz.
Ancak Hirakl’in endişeleri vardı:
– Ben, senin dediğin şeyi çok iyi biliyorum, dedi önce. Fakat O’na tabi olmaya gücüm yetmez; çünkü bu durumda hem hüküm¬darlığını elimden gider hem de Rumlar beni öldürürler!
Bu sırada yıldızlara bakıp da gördüğü şey aklına geldi ve Hz. Dıhye’yi çağırıp sünnetli olup olmadığını öğrenmek istedi. Sonuç, beklediği gibiydi ve Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), sünneti em-rediyor ve ashabı da sünnet oluyordu.
Kayser için zaman daralıyordu; önce Allah Resülü’niin mektu¬bunu alıp başının üzerine koydu ve sonra da alıp öpmeye başladı; ardından da onu, ipek ve kadife kumaşlar arasına sarıp itina ile ko¬ruma altına aldı.
Çok geçmeden bir de mektup yazıp Roma’dan görüş almak iste¬di; orada Dağatır adında kendine denk bir dostu vardı ve onun da fik¬rini almak istiyordu. Ancak bu mektubun cevabı gelinceye kadar bir hayli zaman geçecekti ve bu cevap geleceği ana kadar konuya açıklık getirecek başka bir delil daha bulmalıydı ve yanındakilere sordu:
– Peygamber olduğunu söyleyen şu adamın kavminden, bura¬larda birileri var mı?
Bu bir arayıştı ve kısa zamanda Gazze yakınlarında Kureyş’e ait bir kervan bulunacaktı. O gün bu kervanda Ebu Süfyan bulunuyordu ve kralın huzuruna getirilen Ebu Süfyan’a, kral sorular soracak, al-dığı cevaplar karşısında Efendimiz’in risaleti ile önceki peygamber¬lerin vazifelerini kıyaslayarak O’nun beklenen Nebi olduğunu söyle¬mekten çekinmeyecekti.
Ardından, etrafındaki Rum büyüklerine emrederek ileri ge¬lenlerin kendi köşkünde toplamalarını istedi. Herkes gelip de vakit tamam olunca köşkün kapılarını da kapattırmıştı. Kendisi de yüksek bir yere yerleşip herkese hakim bir noktada duruyor, konuşacakları karşısında ne türlü tepki verecekleri konusunda endişe duyuyordu. Sözlerine:
– Ey Rum cemaati, diyerek başladı. Şüphesiz ki bana, Ahmed’in mektubu geldi; şüphe yok ki vanahi de O, İsa’nın kendisini müjde¬lediğinde şüphe olmayan ve hepimizin de beklediği peygamberdir! Kitaplarımızda özelliklerini bulup da geleceği günü gözlediğimiz, özelliklerini bilip de geleceği zamanı tahmin ettiğimiz Nebi’dir O. Öyleyse gelin sizler de O’na iman edip teslim olun, O’na tabi olup arkasında saf bağlayın ki dünya ve ahiretiniz de sizin adınıza sela¬metli olsun!
Hirakl’in bu sözleri Rum ileri gelenlerini kızdırmıştı; köşkün içinde büyük bir gürültü kopmuş, herkes homurdanarak Hirakl’e itiraz ediyordu. Krallarına kin ve nefretle bakıyorlar, onun davetine icabet etmemek için de dışarı çıkıp kaçmak istiyorlardı; vahşi hay¬vanlar gibi kaçışıyorlardı! Ancak kapılara yöneldiklerinde bunun mümkün olmadığını görecek ve ayrıca hiddetleneceklerdi.
Manzara)’! bulunduğu yüksek yerden seyreden Hirakl’in, iman konusundaki endişeleri giderek artmış ve üzerine büyük bir korku hakim olmuştu. Bu insanlarla ilişkilerini düzeltmediği takdirde sal-tanatını da canını da tehlikede görmeye başlamıştı. Onun için:
– Buraya gelin, diye arkalarından seslenmeye başladı; adam¬larına da emrediyor, kaçanların geri getirilmesini istiyordu. Zaten dışarı çıkma imkanı bulamayan önde gelenler, kralın bu telaşlı da¬vetini de merak ederek yeniden geri dönmüşler, neler söyleyeceğini merak ediyorlardı: Yine:
– Ey Rum cemaati, diye başladı sözlerine. Biraz önce size söyle¬diklerimi, sizin dininize olan bağlılığınızı ölçmek için söyledim; şimdi görüyorum ki sizler, beni memnun edecek bir tavır içindesiniz!
Bu tavır, Rum önde gelenlerini oldukça memnun etmişti; bu sefer de büyük bir tazim ve saygı ile önünde secdeye kapanıp temen¬na durmaya başladılar.
İşlerin sarpa sardığını görür görmez kralın yan çizdiğini müşa¬hede eden Uskuf, bildikleri halde insanların bunu kabullenmek iste¬memeleri karşısında dayanamayacak ve:
– Ben şehadet ederim ki O, Allah’ın Resülii’diir, diye haykıra¬caktı. Bir anda bütün gözler onun üzerinde odaklanıvermişti; nef¬retle bakıp şiddetli tepki gösteriyorlardı! O kadar ki, kin ve nefretle-rine hakim olamayacak ve üzerine üşüşüp Uskufu oracıkta linç edip öldüreceklerdi. 251
251 Bunu haber alan Allah Resülü (s.a.s.), bu Uskufu kastederek, “O, tek başına bir ümmet olarak haşrolacaktır.” müjdesini verecekti. Bkz. Salihi, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşad,11/355
Efendimiz’e Gönderilen Mektup
Aradan birkaç gün geçtikten sonra kral, yanına bol miktarda he¬diyeler vererek gönderdiği bir mektupla birlikte Hz. Dıhye’yi yolcu etti. Mektubunda şunları yazmıştı:
– İsa’nın müjdelemiş olduğu Allah’ın Resülii Muhammed’e, Rum hükümdarı Hirakl tarafından …
Senin elçin, göndermiş olduğun mektubunla birlikte bana geldi; şehadet ederim ki Sen, Allah’ın Resülü’sün. Zaten bizler Seni, eli¬mizde bulunan İncil’de yazılı olarak buluyorduk; Meryem oğlu İsa da Seni müjdelemişti!
Rumları, Sana iman etmeleri için davet etmişsem de onlar bun¬dan kaçındı ve yanaşmadılar; onlar beni dinlemiş olsalardı şüphesiz bu, kendileri için daha iyi olurdu.
Ben, Senin yanına gelip de huzurunda bulunmayı ve ayaklarını yıkamayı ne kadar arzu ederdim!
Ancak Hz. Dıhye, yola düşüp de Hımsti denilen yere geldiğinde Cüzam’ dan bir grup insan yolunu keserek üzerinde bulunan her şeyi alacak ve bu sebeple Allah Resülü’nün elçisi, Medine’ye, sadece üze¬rindeki eski püskü elbisesiyle geri dönebilecekti.
Medine’ye girer girmez doğruca Efendimiz’in huzuruna girdi Hz. Dıhye. Hirakl’in mektubunu uzattı Allah Resülü’ne ve başından geçenleri anlattı bir bir Efendiler Efendisi mektubu okuyup da Hi¬rakl ile yaşananları dinledikten sonra Dıhyetü’l-Kelbi’ye döndü ve:
– Mektubum yanlarında bulundukça onların saltanatı devam edecektir, buyurdu.
Kıptilerin Kralı Mukavkıs
Allah Resülü’nün mektubunu Mısır ve İskenderiye kralı Mukav¬kıs’a götüren sahabe Hônb İbn Ebi Beltea idi. Ona gönderdiği mek¬tupta da benzeri ifadelere yer veriyor ve Mısır kıptisini de İslam’a davet ediyordu. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), bu mektubun¬da da ehl-i kitabı tevhide çağıran ayeti yazmayı ihmal etmemiş ve muhatabın önemsediği konuları dile getirerek dikkatlerini çekmeyi hedeflemişti.
Mukavkıs’ı İskenderiye’de bulan Hz. Hatıb, Efendimiz’in mek¬tubunu ona verip Allah Resülü’nün mektubunu okuduktan sonra aralarında şu şekilde bir konuşma geçti: Mukavkıs:
– Ben, anlamak istediğim bazı şeyleri sana soracak ve seninle konuşacağım.
– Buyurunuz; konuşalım!
– Senin Efendin, bir peygamber değil midir?
– Evet; O, Allah’ın Resülü’dür!
– Şayet O, gerçekten de Allah’ın bir peygamberi idiyse, niçin
kendisini yurdundan çıkarıp da başkabir yurda sığınmak zorunda bırakan insanlara beddua etmedi?
– Sen, Meryem oğlu İsa’nın Resülullah olduğuna şehadet eder¬sin, değil mi? O halde ve O gerçekten bir peygamber olduğuna göre, O’nun kavmi kendisini yakalayıp da asmak istedikleri zaman, Allah (celle celaluhü) O’nu kaldırıp dünya semasına yükselteceğine Hz. İsa, kendi kavminin helak edilmesi için Allah’a dua etseydi olmaz mıydı?
Bu cümlelere Mukavkıs’ın diyebileceği bir şey yoktu ve susmayı tercih etti. Bir müddet durduktan sonra yeniden Hz. Hatıb’a yönel¬di ve:
– Sözünü bir kez daha tekrarlayabilir misin, dedi. Hatıb’ın söz¬lerine yeniden kulak verdikten sonra yeniden süküt etmeye başladı; derin derin düşünüyordu. Daha sonra da ona dönüp şunları söyle¬di:
– Gerçekten güzel söylüyorsun; sen, yerli yerince konuşan iyi bir hakimsin; belli ki hem Hakim hem de yerli yerince konuşan biri¬sinin yanından geliyorsun!
Onun bu kadar yumuşadığını gören Efendimiz’in elçisi Hz.
Hatıb devam etti:
– Senden önce de buralarda, “Ben sizin en büyük rabbiniz değil miyim?” diyen insanlar vardı! Ancak Allah (celle celaluhü), onun hem dünya hem de ukbada cezasını verdi. Sen de bunlardan ibret al ki başkaları da senden ibret almak durumunda kalmasın!
– Bizler, dinimizden daha hayırlısını bulmadıkça din değişti¬recek değiliz, diye cevapladı Mukavkıs. Bunun üzerine ona şunları söyledi:
– Ben seni, Allah’ın gönderdiği ve ondan başkasına ihtiyaç his¬settirmeyecek kadar mükemmel kıldığı İslam dinine davet ediyo¬rum; şüphesiz ki o Nebi de, insanları aynı şeye davet ediyor. Şu da bir gerçek ki, O’na en fazla karşı çıkanlar Kureyşliler, en çok düş¬manlık edenler Yahudiler ve en yakın duranlar da Hristiyanlardır.
Ömrüme yemin olsun ki, İsa’nın Muhammed’i müjdelemesi, Musa’nın İsa’yı müjdelemesinden farksız; bizim seni Kur’an’a davet etmemiz de senin, ehl-i Tevrat’ı İncil’e çağırman gibidir! Her pey-gamber, o gün hangi toplulukla muhatap olmuşsa o topluluk O’nun ümmeti olmuştur; O’na itaat etmek, onlar üzerinde bir haktır; öyley¬se sen de bu peygamberi idrak etmiş bulunuyorsun! Hem bizler seni, İslam dinine davet etmekle İsa peygamberin dininden uzaklaşmaya da davet ediyor değiliz; aksine O’na tabi olmaya ve O’nun tebliğ etti¬ği gerçeklere göre amel edip yaşamaya davet ediyoruz!
Allah Resı1lü’nün elçisi, Hristiyanlık adına olması gerekenleri söylüyordu ve bunları dinledikten sonra Mukavkıs:
– Bu peygamberin işini ben bir hayli düşündüm, diye başladı sözlerine. Ne dünyadan el etek çekmeyi emrediyor ne de herkesçe güzelolan ve talep edilenleri yasaklıyor! Aynı zamanda O’nu, insan¬ları yanıltan bir sihirbaz veya yalancı bir kahin olarak da görmüyo¬rum! Bilakis O’nda ben, toprağın altındaki taneleri haber verip gizli konuşmaları açığa vurma gibi peygamberliğe ait bazı alametler gö-rüyorum; ancak yine de düşüneceğim!
Garip bir durumdu; adam, ne iman ettiğini söylüyor ne de karşı çıkıyordu! Daha sonra Allah Resı1lü’nün mektubunu işlemeli fil dişi bir kutunun içine koyacak ve üzerini de mühürleyip hizmetçilerin¬den birisine verecekti. Arkasından yanına katibini çağırdı ve Arapça olarak şunları yazdırmaya başladı:
– Bismillahirrahmanirrahim. Abdullah’ın oğlu Muhammed’e Kıptilerin büyüğü Mukavkıs’tan …
Sözün özüne gelince; mektubunu okudum ve onda zikrettiğin hususlarla davet ettiğin şeyi anladım! Ben de biliyorum ki, gelecek bir Nebi vardır; ancak ben onun, Şam’da ortaya çıkacağını sanıyor¬dum!
Şüphesiz ki ben, Senin elçine ihsanda bulundum ve onunla Sana, Kıptiler nezdinde konumları çok yüksek olan Mariye ve Sirttı adında iki tane cariye ile üzerine binmen için bir katır gönderiyo¬rum! Selam Senin üzerine olsun!252
252 Daha sonralan Efendimiz (s.a.s.), Mukavkıs’ın hediye ettiği bu cariyelerden Si¬rin’e Hassan İbn Sabit’e hediye edecek; Hz. Mariye ile de kendileri evlenecek ve bu birliktelikten de İbrahim adını koyacağı bir oğlu dünyaya gelecekti. Mu¬kavkıs’ın hediye ettiği katıra ‘DüIdül’ ismi verilmişti. Bkz. İbn Sa’d, Tahakat. 1/134-135; Taberi, Tarih, 2/141, 218
253 Mukavkıs’ırı gönderdiği hediyeler arasında bir de doktor vardı. Onunla görüşüp konuşan Allah Resülii (s.a.s.), bu doktoru karşısına alacak ve:
– Ev halkının yaııına dönebilirsin; çünkü biz, acıkınadıkça yemek yemeyen, yemek yediğimiz zaman da doymadan sofradan kalkan bir topluluğuz, buyura¬caktı. Bkz. Halebi, Sire, 3/251
Daha sonra da bu mektubu Hz. Hatıb’a vererek:
– Şimdi git; ancak sakın Kıptiler senin ağzından bir kelime bile işitmesinler, diye tembih etti ve ardından da, Allah Resülü’nün elçi¬sini hediyelerle birlikte Medine’ye yolcu etti.
Hatıb İbn Ebi Beltea, Medine’ye gelip de Mısır’da geçirdiği beş günü Allah Resülü’ne anlatınca Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Ne talihsiz adam! Saltanatına kıyamadı; esirgediği saltanatı da zaten kendisine kalmayacak, buyuracaktı.
Fars İmparatoru Kisra
Fars topraklanna giderek Allah Resülü’nün mektubunu Kisra’¬ya götürecek olan sahabi, Abdullah İbn Hiizôfetii’s-Sehmi idi; mek¬tubu alacak ve Bahreyn valisi Miuızir İbn Sava’yı vesile ederek Kis¬ra’ya ulaştıracaktı. Bu mektup da da Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Allah’ın adıyla başlayıp O’nu tazim ettikten sonra, kendisi¬nin de Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu söylü¬yor ve Farslıların büyüğü Kisra’yı da imana davet ediyordu. Ancak Kisra, daha mektubun ilk cümlesine takılmış ve mektubu okuyan şahsın elinden çekip:
– Nasılolur da, benim adımdan önce kendi ismiyle başlar, di¬yerek mektubu yırtıp yere atmıştı. Resülullah’ın daveti karşısında kibrininaltında kaldığı yetmiyormuş gibi bir de mektubunu yırtma cür’etini gösteriyordu!
Vazifesini yerine getirdiğini düşünen ve dili döndüğünce onla¬n ikaz etmeye çalışan Hz. Huzafe de artık oradan ayrılmış ve Medi¬ne’nin yolunu tutmuştu. Bu sırada Kisra, arkasından adamlarını gönderip onu yeniden huzuruna getirmelerini istemiş olsa da, o çoktan yolu yarılamış ve nihayet Medine’ye gelmişti. Yaşayıp gördükle¬rini Efendiler Efendisi’ne anlattı bir bir. Büyük bir teessürle Hz. Hu¬zafe’yi dinledikten sonra Allalı Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem) O gün:
– Allah da, onun saltanatını parça parça edecek, buyuracak ve Allah’a davetten başka hiçbir maksadı olmayan bir mektuba karşı gösterilen bu tavır karşısında:
– Allah’ım! Benim mektubumu parçaladığı gibi Sen de, onun saltanatını parça parça et, diyecekti.
Gerçekten de öyle olacaktı; zira Kisra, Allah Resülii’niin mek¬tubunu yırtıp da yere attıktan sonra Yemen valisi Bazan’a mektup yazacak ve adamlarından güçlü ve becerikli iki tanesini göndererek Allah Resülii’nii yanına getirmelerini isteyecek, hatta yeniden kendi kavminin dinine geri dönmeyi kabullenmediği taktirde Resulullalı’¬ın kellesini istediğini söyleme cür’etini izhar edecekti!
Ancak durum, hiç de onun beklediği gibi olmadı; bu sırada Fars topraklarında iç isyan baş gösterecek ve bunu fırsat bilen Bizans da onlara saldıracaktı. Bu kaos ortamında, Kisra’nın oğlu Şiraveyh de babasını öldürüp tahta geçecek ve böylelikle Allah Resülü’nün mek¬tubunu parçalayan Kisra’nm ülkesinde tam bir kaos ortamı hakim olacaktı.
Diğer Mektuplar
Artık sulh ortamı yakalanmıştı. Allah Resülü, tebliğ vazifesini daha geniş coğrafyalara ulaştırmak için ilgili herkese mektup yazıp dört bir yana elçiler yolluyordu. Herkesin elinden tutmak için o kadar duyarlı davranıyordu ki sanki bir dakikanın bile zayi olması¬na gönlü razı gelmiyordu. İnsanlarla Rablerinin arasına giren bütün engelleri bertaraf edip herkesi Allah’a kulolma kıvamına getirmek istiyordu. Zaten ahir zamanda beklenen bir peygamber olarak vazi¬fesi de bu idi ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), vazifesini en üst seviyede eda ediyordu.
Yemame hükümdarı Hevze İbn Ali’ye Süheyl İbn Amr’ın karde¬şi Selit İbn Amr’ı, Dımeşk hükümdan Hôris İbn Ebi Şemir’e Şucô’ İbn Vehb’i ve Bahreyn ulusu Miuızir İbn Sava’ya da Ala İbn Hadra¬mi’yi göndermişti.
Tebliğin mektupla yapılan kısmı, sadece belli bir zamanı içine alan bir husus değildi; tebliğin her çeşidine müracaat ediliyor ve in¬sanların imanla tanışabilmeleri için eldeki bütün imkanlar seferber ediliyordu.s-‘
Risalet vazifesini, Allah Resülü’nün mektubunu taşıyarak ilgili yerlere ulaştırma göreviyle seçilen isimlerden ve bunların, gittikleri yerlerde ortaya koydukları tavırlarından da anlaşılacağı gibi Allah Resülü’nün elçileri de, tebliğ açısından en az mektupları kadar önem arz ediyordu. Kendilerine sorulan sorulara cevaplar veriyor, muha¬taplarının düşünce dünyalarını sezip onların anlayacağı dille onlarla konuşuyor ve o güne kadar öğrendikleri bilgileri muhataplarıyla ge¬rektiği gibi paylaşıyorlardı.
Artık zaman, Hira’da doğan nurun farklı coğrafyalara ulaştırıl¬ma zamanıydı. Bunun için Efendiler Efendisi, çok farklı zamanlar¬da ve farklı konuları nazara alarak mektuplar yazıp onları elçileriyle muhatapları na ulaştırmayı hedefleyecekti. Mesela, Amr İbn As gelip de Müslüman olduktan sonra Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellern), onu da Umman meliki Ceyfer ve kardeşi Abd’e gönderecek ve düne kadar uzaktan bakıp karşı çıktığı dini, bugün savunup başkalarına da tebliğ etmek için görevlendirecek ve Hz. Amr’ın siyası dehasın¬dan tebliğ adına istifade etmeyi tercih edecekti.
Elbette bu mektuplaşmalarda muhatapların hepsi gelip Müslü¬man olmamıştı. Onlardan bazıları Allah Resülü’nün davetine icabet edip İslarn’ı kabul ederken bir kısmı da küfründe inat edip olduğu yerde kalacak ve ayağına kadar gelen Muhammedü’l-Emin’in kap¬tanı olduğu gemiye binme şansını kaçıracaktı. Ancak bir farkla ki, artık Ceziratii’l-Arap’ta sözü geçip hükmü nafiz olan sadece Resülul-lah’tı ve kabul etmeyenler de bu gerçeği görüp duruyorlardı. Bundan böyle en küçük bir harekette, Allah Resülü de hesap edilir olacak ve atılacak adımlarda O’nun re’yini öğrenmek kaçınılmaz bir strate¬ji haline gelecekti. Zira insanların gönlüne hitap eden Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), artık dünya adına da en önemli otorite sayıl¬maya başlamıştı.
254 Efendimiz’in hangi zaman diliminde kime ve kiminle mektup gönderdiğini gör¬mek için bkz. Salihi, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşad, 11/344 vd
İçki Yasağı
İslam’dan önce de Hicaz’da bazı kimseler, sonuçlarına bakarak içki içmeyi kendilerine haram kılmış ve ısrarlara rağmen onu kul¬lanmaya hiç yanaşmamışlardı. Bunlar arasında, ilk defa bu yönü¬nü nazara alarak içkiyi kendisine yasaklayan Amir İbn Zarib veya Afif İbn Ma ‘dikerib ile Efendimiz’in dedesi Abdulmuttalib ve Abdul¬lah İbn Cüd’an sayılırken, daha sonraki dönem de Hz. EbU Bekir, Osman İbn Maz’un, Osman İbn Aftan, Abdurrahman İbn AvI, Abbas İbn Mirdôs ve Kays İbn Asım gibi isimler başı çekmekteydi. Hatta Abbas İbn Mirdas’a:
– Şu içkiden bir kadeh almaz mısın; zira o sana güç ve zindelik verir, dediklerinde o:
– Ben, sabahleyin kavmimim efendisi olarak kalkıp da akşa¬ma onların en sefihi haline gelmeyi asla istemem! Vallahi de hayır! Benimle aklımın arasına giren bu şeyi ben, asla mideme indirmem, diye tepki vermiş ve açıkça insanı başkaları nezdinde oyuncak haline getiren içkiye elini sürmeye yanaşmamıştı. 255
Hicretten önce Mekke’de inen bir ayette üzüm ve hurmadan, insan aklını uyuşturan içki gibi insana zarar veren şeylerle birlikte doğru yerinde kullanıldığında güzel sonuçların da elde edilebildiği anlatılmış, ancak açıktan herhangi bir yasaklayıcı beyana yer veril¬memişti. Buna rağmen ayette, hurma ve üzümden elde edilen rızkın ‘güzel’ olarak tavsif edilirken içecek tarafının yalın ifade edilmesi ve ayrıca sonunda akla vurgu yapılıyor olması insanları düşündürme¬ye başlamıştı.v”’ Ashab, tereddüt ettikleri içki konusunda da Allah Resülü’ne soru soruyor ve bir açıklama bekliyorlardı. Çok geçmeden gelecek olan ayette onun, hem fayda hem de zarar yönünün oldu¬ğu, ancak faydasından daha çok zararının söz konusu olduğu ortaya konuluyordu.”? Ancak bu ayet de kesin hüküm ihtiva etmiyordu ve Hz. Ömer gibi insanlar, yine beklemeyi tercih edecek ve:
– Allah’ım! İçki konusunda bize sağlıklı ve kesin bir hüküm ver, diyerek gözlerini Cibril-i Emın’in getireceği habere dikeceklerdi.
255 Bkz. İbnü’l-Esir, Üsüdü’l-Gabe, 3/168 256 Bkz. Nahl, ı6/67
257 Bkz. Bakara, 2/2ı9
Bunların arkasından gelen, ‘sarhoşken namaza yaklaşmama’ emri de,258 onlar için kesin bir çözüm değildi; zira henüz kesin bir yasak olmadığı için ashabdan bazıları, farklı problemleri beraberinde geti-riyor olsa bile namaz aralarında içki içmeye devam ediyordu!
Gerçi içkiyle ilgili olarak gelişen bütün bu safhalarda, gidişatın nereye varacağını tahmin ederek ondan uzaklaşan insanlar da vardı; ancak hüküm net ve umumi olmadığı için zorlayıcı bir durum da söz konusu değildi!
Derken bir gün Cibril-i Emin, içki konusundaki nihai hükmü Allah Resülü’ne getirecekti:
– Ey iman edenler, diye sesleniyordu. Şarap, kumar, putla¬ra kurban kesilen sunaklar ve fal okları şeytana ait murdar işler¬den başka bir şey değildir. Bunlardan geri durun ki felah bulasınız! Zira şarap ve kumarla şeytanın yapmak istediği tek şey, sizin aranı¬za düşmanlık ve kin salmak, sizi Allah’ı zikretmekten ve namazdan alıkoymaktır!
258 Nisa, 4/4/43 259 Maide, 5/90, 91
Ashab arasında şok tesir yapacak ifadelerdi bunlar; zira gelen ayet, içki konusundaki bütün ihtilafları kaldıracak bir netlikle ko¬nuyu ele alıyordu. Bundan böyle kimse tereddüt yaşamayacak ve artık Hicaz’da içkiye yer kalmayacaktı. Ayrıca ayetin sonunda Yüce Mevla, kendisine inanıp yönelmiş olan kullarına:
– Artık bu habis şeylerden vazgeçtiniz değil mi,259 diye soruyor ve imanla içkinin aynı yerde olamayacağını beyan ediyordu.
Bu sırada Ebü Talha’nın evinde toplananlar vardı. Bir aralık dı¬şarıda Allah Resülii’nün münadisinin sesi duyuldu; gelen ayeti oku¬yor ve içkinin bundan böyle yasak olduğunu ilan ediyordu! Münadi¬nin sesini duyar duymaz Hz. Enes’e seslenen Ebü Talha:
– Haydi çık da bu sesin ne dediğine bir bakıver, diyecekti. Dı¬şarı çıkıp da rniirıadiye kulak veren Hz. Enes, bir çırpıda eve geri gelecek ve:
– Dikkat edin; içki haram kılınmış, diyerek durumu onlara haber verecekti. Herkes buz kesilmiş, olduğu yerde kalakalmıştı! Elinde kadehi olanın kadehi yere düşecek, onu du dağına götüren de bardağı yere çalıp fıçıyı yere dökecektil Allah Resülii’nün miinadisi¬nin sesi duyulur duyulmaz kapı ve pencerelerden sokaklara içki dö¬külmeye başlamış, Medine sokaklarında içkiden seller akar olmuş¬tu! Her kapıdan:
– Vazgeçtik ey Rabbimiz, sesleri yükseliyordu.
Ashab hassasiyetiydi bunlar ve hemen sorular sormaya başladı¬lar. Daha önce içki içtiği halde gerek cephede şehit olanların gerekse yatağında ölenlerin halini merak ediyorlardı! Zira Bedir’de, Uhud’¬da, Hendek’te savaşıp da bugün aralarında olmayan arkadaşlarını düşünmeye başlamışlardı; ayetirı sonu bu sorularına da netlik ka¬zandınyordu:
– İman edip iyi ve yararlı işler yapanlara, bundan böyle Allah’a karşı gelmekten sakındıklan ve imanlarında sebat ile iyi ve yararlı işlerine devam ettikleri, sonra takvalan ve imanlan tam sağlanıla¬şıp kökleştiği, daha sonra da bu takva ile beraber, başkalanna iyilik eden ve her yaptığını güzel yapan ihsan mertebesine erdikleri tak¬dirde, daha önce yiyip içtiklerinden dolayı kendilerine bir vebal yok-tur. Allah da böyle güzel davrananlan sever.
ÇIBAN BAŞI HAYBER
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Hudeybiye’ den döneli yirmi gün olmuştu; bu anlaşmayla Mekke’den gelebilecek tehlikeler bir nebze kontrol altına alınmış, büyük bir endişe bertaraf edilmişti. Zira Hudeybiye ile birlikte, Mekke müşrikleriyle Hayber Yahudi¬lerinin birbirlerini destekleyerek Medine’ye saldırma konusunda yapmış oldukları ittifak askıya alınmış oluyordu. Ancak yine de Beni Kurayza, Beni Kaynuka ve Beni Nadr yurtlarından sürgün edilerek Hayber’e yerleşen ve burada sürekli tehlike oluşturan Ya¬hudilerin ne zaman ne türlü bir tepki vereceklerini kestirmenin im¬kanı yoktu. Özellikle Sellam İbn Ebi H ukayk, Kinane İbn Rabi’ ve Huyeyy İbn Ahtab gibi önde gelenler buraya gelip yerleşmiş, Hay¬ber’deki yandaşlarından destek bularak intikam alacaklarının teh¬ditlerini savurup durmaya başlamışlardı. Zaten etraftaki kabileleri de kışkırtarak Mekke ordusunun Hendek önlerine kadar gelmesin¬de, önemli rol oynamışlardı. Mekke’ye kadar gelip de müşrikleri Efendimiz ve mü’minlere karşı kışkırtan heyetten on dokuz kişi Hayber’in ileri gelenleriydi; etraftaki kabilelere de gitmişler, Me¬dine’ye saldırma karşılığında onlara Hayber’in ürünlerinden yüklü miktarda vermeyi vadetmişlerdi! İntikam duygusuyla hareket edi¬yor ve fırsat kolluyorlardı. Bilhassa ümit bağladıkları Hendek’ten de eli boş dönüldüğünü gördüklerinde çok telaşlanmışlar ve yap¬tıklarının karşılığı olarak kendilerinden hesap sorulacağını tah¬min edip önce davranmak istemişlerdi. Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabı üzerlerine gelmeden acele davranmayı ve Teyma, Fedek ve Vadi’I-Kura Yahudilerini de yanlarına alarak Medine’ye ani baskın yapmayı planlamışlardı.
Bilhassa EbU Rafi’den sonra başlarına geçen Üseyr İbn Zarim, gözünü budaktan sakınmayan ve intikam yeminleri ederek cemaati¬ni kışkırtan bir tavır sergiliyordu. Gatafanlılarla da görüşmüş ve Me¬dine’ye saIdırma konusunda onları da ikna etmeyi başarmıştı. Onun bu gayretleri, cemaati tarafından da takdir görüyor, yandaşlannın intikamını alacak bir lider olarak onu destekleyip alkışlıyorlardı. Kı¬saca Hayber, fitnenin odağı haline gelmiş ve her an patlamaya hazır bir çıban başı olarak çözüm bekliyordu!
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), bütün bu olup bitenle¬ri yakından takip ediyordu. Gelişmelerden emin olmak için bir de ashabından üç kişiyi görevlendirip durumlarını rapor etmeleri için Hayber’e göndermeyi denedi; sonuç, duyduklarını teyit eder mahi¬yetteydi. Onlar arasından Medine’ye kadar gelen Harice İbn Huseyl gibilerin nabzı da aynı istikamette atıyordu. Sanki Hudeybiye dönü¬şünde inen ayetlerle vaadedilen bolluk ve fetih öncesinde elde edile¬cek ganimetin”‘” ne olacağı belli olmaya başlamış gibiydi.
261 Bkz. Fetih, 48/20, 21
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabına ilan ederek ha¬zırlık yapılmasını emretti; ancak hiç kimsenin, Hayber’in dünya ni¬metleri açısından bolluğu gerekçesiyle hareket etmemesi gerektiğini ifade ediyor ve bu niyetle yola çıkanlara da ganimet verilmeyeceğini açıkça söylüyordu.
Efendimiz’in Hayber üzerine yürüme niyetini sezen ve arala¬nndaki anlaşma sebebiyle birlikte yaşamaya devam eden Medine Yahudilerinde büyük bir telaş baş göstermiş ve mü’minleri zor du-rumda bırakabilmek için vadesi gelmemiş borçlarını bile tahsil etme yarışına girişmişlerdi; hatta Abdullah İbn Ebi Hadred gibi insanlar, Hayber öncesinde borçlarını ödeyebilmek için üzerlerindeki elbise¬leri bile satmak zorunda kalmış, savaşa da emanet bir elbiseyle çık¬mışlardır Elinde yola çıkmak için hiç imkanı olmayan Ebu Abs İbn Cebr’ e de, bizzat Allah Resülü yardım etmişti.
Hayber’in fethini mümkün görmeyen Medine’deki Yahudiler, orada bulunan kaleleri, bol akarsuları, meyvelerindeki çeşitliliği ve savaşçılarının cesaretini anlatıyor ve mü’minleri moral açısından zayıf düşürmeye çalışıyorlardı.
Her şeye rağmen bir gün Allah Resülii ve iki yüzü atlı bin altı yüz kişilik ashab Medine’den hareket etti; hedefte, çıban başı Hay¬bel’ vardı! Resülullah, yerine SiM’ İbn Urfuta’yı tayin etmiştp62
Bu yolculuk sırasında Allah Resülü’yle birlikte on tane de Me¬dineli Yahudi bulunuyordu. Yaraları sarmak, ip eğirmek, yemek yapıp su taşımak ve gerektiğinde de savaşta Müslümanlara yardımcı olmak için yirmi kadar da hanım sahabi vardı.
Yola çıkmadan önce Allah Restiltı (sallallahu aleyhi ve sellern), savaş hazırlığı yapamamış olanlarla binekleri huysuz olup da yolda ken¬dilerine problem çıkaracak olanların gelmemeleri talimatını verdi. Bu kararı insanlara, Bilal-i Habeşi ilan ediyordu! Hatta bu sırada birisinin atı, gecenin karanlığında serkeşlik yapmış ve atın sahibi de attan düşerek ayağını kırmıştı; kan kaybediyordu ve çok geçmeden de oracıkta ölüverdi! Durumdan haberdar olunca Allah Resülü (sal¬lallahu aleyhi ve sellern), Bilal-i Habeşi’ye döndü ve:
– Ey nusı, diye seslendi. Sen halka, ‘Bineği uysalolmayanlar da savaşa gelmesinler.’ diye bildirmedin mi?
– Evet; bildirdim, diye cevap verdi Hz. Bilal, Zira o, vazifesini yapmış ama attan düşen şahıs bunu dinlememişti. Belli ki Allah Re¬sülü, cemaati arasında disiplini sağlamak istiyordu. Söz konusu kişi¬nin cenaze namazını da kıldırmayacak ve Hz. Bilal’e dönerek üç kez:
– Söz dinlemeyen kimseye cennet helal olmaz, buyuracaktı. Ukkô.şe İbn Mihsan ve Abbô.d İbn Bişr, farklı kollardan öncü kuvvet olarak gönderilmiş, yolculuk esnasında ücretle, Huseyl İbn Hô.rice263 ve Abdullah İbn Nuaym adında iki tane de kılavuz tutul¬muştu. Yolda ilerlerken Efendimiz, her yol ayırımında karşılarına gelen mekanın ismini soruyor ve aldığı cevaba göre tefe’ül edip on¬lardan birisini tercih ediyordu.
262 Bu sahabinin Nümeyle İbn Abdullah el-Leysi olduğu da rivayet edilmektedir.
Bkz. İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 4/207, Sire, 3/345
263 İş neticeye vanp da anlaştıkları ücreti alınca, Huseyl Müslüman olduğunu ilan edecek ve Allah Resüliı’nün ashabı arasındaki yerini alacaktı. Bkz. İbn Esir, Usu¬du’l-Ğabe, 1/258, 263
Genellikle geceleri yol alıyorlardı, Resülullah, ashabının, yüksek sesle tekbir getirmesini istemiyordu; onlara:
– Sizin dua ettiğiniz Allah (celle celaluhü), ne sağırdır ne de gaib¬dir; şüphesiz ki sizler, en çok işiten ve en yakın olan Allah’a dua edi¬yorsunuz, diyor ve sessiz yol almalarını talep ediyordu. Belli ki Hay¬ber’e, Hayberlilerin hiç beklemedikleri bir anda ulaşmak ve onları da hazırlıksız yakalamak istiyordu. Dudaklarından şu dua sıklıkla duyulur olmuştu:
– Allah’ım! Geçmişe tasalanıp gelecek kaygısıyla endişe duymak¬tan, güçsüzlükten, gevşeklikten, pintilikten, korkaklıktan, bel büken borç ile zalim ve haksız kimselerin tasallutundan Sana sığınırımı
Abbad İbn Bişr, çoban kılığında Hayber Yahudileri adına ca¬susluk yapan bir adamla karşılaşmış ve yakalayıp onunla konuşmak istemişti; önce adam, Yahudilerin bu savaş için ne kadar hazırlık yaptıklarını ve hiçbir gücün onları yenemeyeceğini söylemeye çalış¬mış; ancak Hz. Abbad’ın sıkıştırması neticesinde doğruyu söylemek zorunda kalmıştı; gerçekten de Gatafanlılar, dört bin kadar askerle destek için Hayber’ e kadar gelmiş ve çoktan savaş hazırlıklarına baş¬lamışlardı! Casus Efendimiz’in huzurunda da bildiklerini anlatınca, yanlarında bulunan Hz. Ömer adamın başını vurmak istemiş; ancak Hz. Abbad’ın emanı sebebiyle Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) buna müsaade etmemişti.s'<
Bu arada münafıkların reisi yine iş başındaydı; Allah Resülü ve ashabının Hayber’e doğru hareket ettiklerinin haberini ulaştırma gayreti içine girmiş, kendince Yahudileri tedbir almaya yönlendir¬mişti.
Yolculuk devam ederken Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Hayber kalelerinden Şzkk ile Natat arasındaki bir bölgeye gelin¬ce konaklama emri verdi; çalılık bir yerdi ve buna rağmen burada durup namaz kılacaklardı!
264 Yine de Allah Resülü (s.a.s.), tedbir olarak iş neticeleneceği ana kadar adamın bağlı tutulması gerektiğini söylüyordu. Zaten sonunda adam da Müslüman ola¬caktı. Bkz. Vakıdi, Meğazi, 1/641
Yeniden hareket edip ve Hayber’i karşıdan gören bir yere gel¬diklerinde ashabına:
– Durun, diye nida etmişti. Emre itaatte zirve insanların hepsi de oldukları yerde durmuş, Resülullah’ın ne yapacağını merakla beklerneye koyulmuşlardı. Belli ki yine, olanca ciddiyet ve vakarla Rabb-i Rahimine yönelecek ve her zaman olduğu gibi halini yine O’na arz edecekti. Ellerini kaldırdı ve şöyle dua etmeye başladı:
– Allah’ım! Ey yedi kat sema ve onun gölgelediği her şeyin; yer¬lerin ve onların yüklenip de taşıdıklarının da Rabbi! Ey şeytanların ve onların idlal ettiklerinin; rüzgarlarla onların savurup durdukla¬rının da Rabbi! Bizler Senden, bu beldenin ve bu belde insanlarının hayır ve iyiliğini talep ediyor; buradan ve burada bulunanlardan ge¬lebilecek şerlerden de Sana sığınıyoruz!
Her şeye rağmen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), odak ha¬line gelip de iman aleyhine kumpas kuranlar hakkında bile hayır adına dua ediyor, böylesine kritik bir noktada bile içtenlikle Rabbi¬ne teveccüh edip onların iyiliğini talep ediyordu; duasını bitirince, yine ashabına dönecek ve:
– Haydi! Şimdi Allah’ın adıyla yürüyün, buyuracaktı. Hayber’in önüne gelindiğinde gecenin yarısıydı ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), bir mekan tercihinde bulunarak orada karar¬gahını kurdu ve ertesi günün hazırlıkları yapılmaya başlandı. Gece olduğu için Allah Resülü, teheccüd namazını da burada kılmış, şafa¬ğın aydınlığıyla birlikte sabah namazına durmuştu; ashabı da O’nun arkasındaydı! Yine eller duaya durmuş, Yüce Mevla’dan nusret tale¬binde bulunuluyordu!
Bir aralık yanına Hiibôb İbn Miınzir yaklaştı; belli ki, en doğru olanı yakalama konusundaki duyarlıhğıyla arkadakilere örnek ola¬cak bir adım atıyordu:
– Ya Resülullah, dedi. Karargah kıldığın bu yer şayet Sana Al¬lah’ın bir emri ise buna diyecek bir şeyimiz olamaz; ancak bu, harp gereği olarak bir tercih ise biz de düşündüklerimizi söyleyelim!
Sonrakilere de örnek olacak bu çıkış karşısında Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Hayır, bu şahsi bir tercihten ibarettir, buyurdu.
Bu sözler, Hz. Hiibab’ın önünü açmaya matuftu ve bunun üzeri¬ne İbn Münzir şunları söyledi:
– Öyleyse ya Resülullahl Burası onların kalelerine çokyakın bir yerdir ve onların hepsi de Natat kalesinde mevzilenmiş durumdalar. Aynı zamanda onlar, ok atmada mahir insanlardır ve attıkları oklar da, yukarıdan aşağıya doğru daha hızlı ilerleyip bize ulaşır; bu du¬rumda bizler, onlara ok atmakta oldukça zorlanırız! Hiç değilse şu kara taşlık ve kayalık yeri arkamıza alalım da Yahudilerin atacakları oklar bize kadar ulaşmasın!
Resülullah’ırı da bir bildiği vardı ve önce:
– İşin doğrusu da, senin işaret ettiğin gibidir, dedi. Ardından da şöyle devam etti:
– Ancak bugün yine de biz burada mevzilenelim; yerimizi in¬şaallah akşam değiştiririz. Bu arada yanına Muhammed İbn Mesle¬me’yi çağırmış, karargah kurmak için daha elverişli bir mekan bul¬ması için ona talimat veriyordu.
Şimdi sıra, namazIa birlikte yapılan duayı fiile dökme zamanıy¬dı. Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), ordusunu savaş düzenine sokmuş Hayber kalelerinin önünde bekliyordu! Bineğinin üzerinde durmuş:
– Allahü ekber; harap oldu Hayber! Bizler, düşman bir kavmin yurduna baskın yapıp girdik mi, kendilerine elçiler gelerek önceden uyarılmış olan o kafirlerin hali yaman olur, diyordu.t’f
Parola yine, ‘ya Mansur Emit’ şeklindeydi.
265 Allah Resülü’nün bunu üç kez tekrarladığı ifade edilmektedir. Bkz. MüsIim, Sahih, 2/1044 (1365); 3/1426 (1365); Alımed b. Hanbel, Müsned, 3/101 (12011); Nesai, Sünenü’l-Ktibra, 3/335 (5576)
İlk Karşılaşmanın Şoku
Her zaman olduğu gibi o gün de Hayberliler, bağ ve bahçelerine gitmek üzere evlerinden çıkmışlardı; bir anda karşılarında kendile¬rini bekleyen bir ordu ile karşılaşınca, büyük bir şok geçirmiş ve:
– Eyvah; işte Muhammed ve O’nun dört başı mamur düzenli ordusu, diyerek gerisin geriye kaçmaya başlamışlardı! Bir taraftan kaçıyorlardı ama diğer yandan da, gerek düşman gördükleri iman ordusunu küçümsemek gerekse yandaşlarına moral vermek için:
– Muhammed mi bizimle savaşacak! Ne tuhaf şey, demekten de geri durmuyorlar ve her şeye rağmen üstün geleceklerini düşünüyorlardı. İşin bu kadar ciddiye binmiş olması bir taraftan onları da ikiye bölmüş, bir kısmı kaleler içinde kalıp müdafaa konumunda kalmayı tercih ederken diğer bir kısmı ise, meydana çıkıp göğüs gö¬ğüse çarpışmanın hararetli savunucusu haline gelmişti. Yüksek ve sağlam kalelerine çok güveniyarlardı; zira içleri erzak doluydu ve üs¬telik bu kalelerin içinde, ihtiyaçlarını giderebilecekleri akarsuları da vardı.
Bilhassa Sellam İbn Mişkem gibi önde gelen ve ağzı laf yapanlar:
– Burada O’nunla savaşma konusunda kusur etmeyiniz; O’nun¬la çarpışa çarpışa ölmeniz, tek başınıza kalmamızdan sizin için daha hayırlıdır, diyorlardı.
Kıymetli eşyalarıyla çoluk çocuklarını Ketibe kalesine götür¬müşler, erzak ve yiyeceklerini de Naim denilen kalelerine yerleş¬tirmişlerdi. Eli silah tutan herkes Natat kalesinde bir araya gelmiş, kanlarının son damlasına kadar savaşacaklarına dair birbirlerine söz veriyorlardı!
İlk kıvılcım yine onlardandı; güneşin ilk ışıklarıyla birlikte Allah Resülü ve ashabın bulunduğu yere Natat kalesinden ok yağmaya başladı; o kadar seri ve hızlı atıyorlardı ki, günün sonuna kadar elli kadar ashab yaralanacaktı.
Onların attığı oklar, aynı zamanda mü’minlere silah olmuştu; yere düşer düşmez onları ashab topluyor ve yeniden Natat kalesine doğru fırlatıyordu.
Artık günlerce sürecek olan kuşatma başlamıştı; akşam olunca yeni tespit edilen karargaha geçilecek ve bu mekan, Hayber kaleleri¬nin266 birer birer düşeceği ana kadar sürecek bir mücadeleye sahne olacaktı.
266 Hayber, sağlam kalelerden oluşan büyük bir kale mahiyetinde geniş bir alanın adıydı; Natat, Şıkk ve Ketibe diye üç ana bölgeye ayrılan Hayber’de o gün, Ndim, Sa’b İbn Muaz, Zübeyr (Kule), Übeyy (Sümran), Nizar (Beri), Kamıts, Vatih ve Süla¬lim olmak üzere farklı büyüklükte kaleler vardı; bunların hepsi de yüksek yerlerde ve çok sağlam bir yapıya sahiptiler. Bkz. Hamevi, Mu’cemu’l-Biildan, 2/409
Beri tarafta ise Mekkeliler, Efendimiz’in Hayber’e sefer düzen¬lediğinin haberini almış ve kimin galip geleceği konusunda birbirle¬riyle iddiaya girmişlerdi; Huveytıb İbn Abdiluzzô; Sofuôrı İbn Ümeyye, Abbas İbn Mirdôs ve Nevjel İbn Muaviye gibi isimler Mekke’de oturmuş, yüz deve karşılığında Hayher’in galibinin kim olacağı ko¬nusunda bahse girmişlerdi.”
Efendimiz’İn (s.a.s.) Hastalığı
Bir taraftan Hayber kuşatması devam ediyordu etmesine ama Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) hastalanmış, ashabımn arasına çıkamaz olmuştu. Belli ki kader, ashabım zor şartlara hazırlıyordu. Resülullah, yanına Hz. EbU Bekir’i çağırarak ak sancağı ona verdi; artık Hayber önündeki ordunun kumandam Hz. Ebu Bekir’di.
O gün de akşam olmuş, ancak bir netice alınamamıştı; sanki her yeni günün bir öncekinden farkı yok gibiydi. Sabahın erken saatle¬rinden itibaren başlayan ok yağmuru akşam saatlerinde kesiliyor ve ertesi gün aynı olay tekrar ediyordu.
O günün sabahında Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), bu sefer yanına Hz. Ömer’i çağıracak ve sancağı bu sefer de ona vere¬cekti. Bir sonraki gün de Erisar’dan birisine verilen sancak, artık her gün el değiştirir olmuştu!
Bu arada zaman zaman göğüs göğüse çarpışmalar da oluyor¬du; fırsat bulunca kaleden çıkan bazı gruplarla ashab karşı karşıya geliyor ve bir grup diğerini geri püskürtünceye kadar bu mücadele devam ediyordu.
Havaların çok sıcak olması sebebiyle ashabdan, zaman zaman gölgeliklere çekilip de dinlenenler oluyordu. İşte böyle bir zaman di¬liminde Mahmud İbn Mesleme de, Naim kalesinin gölgesine çekilip dinlenmek istemişti. Durumu fark eden Yahudi Merhab, onun üzeri¬ne bir değirmen taşı yuvarlayacak ve miğferini de ezerek kafasından ağır şekilde yaralanmasına sebep olacaktı. Şefkat insam Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), yine ashabının yardımına koşmuş ve yüzün¬den kalkan deriyi yerine yapıştınp bezle bağlamıştı.w”
267 Efendimiz’in galibiyet haberini alınca, Allah Resüliı’nün galip geleceğini savu¬nanlardan Huveytıb İbn Abdiluzza ve onun gibi düşünenler, yüz deveyi karşı tarafı temsil edenlerden alacaklardı. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/701 vd.; Salihi, Sübii¬Iü’l-Hüda ve’r-Reşad, 5/139
268 Ancak Mahmud İbn Mesleme, üç giin sonra şehit olacaktı; işin ilginç yanı, onu yaralayan Merhab da Hz. Mahmud’un vefat ettiği gün öldürülmüştü. Mahmud İbn Mesleme’yi değirmen taşıyla yaralayıp da ölümüne sebep olan kişinin, Kina¬ne İbn Ebi’l-Hukayk olduğu da söylenmektedir. Bkz. Vakıdi, Megazi, ı/658; İbn Hacer, el-İsabe, 3/70; İbn Kayyım, Zadu’l-Mead, 3/283
Bir aralık Hayber’in ünlü kumandam Merhab, kılıcını sallaya¬rak Naim kalesinden çıkmış ve kendisiyle mübareze edecek bir yiğit talep etmişti. Karşısına Amir İbn Ekva’ çıktı. Ancak Merhab, daha önce davranmış ve üst üste indirdiği kılıç darbesiyle onu şehit et¬mişti.269
O günlerden birisinde Hz. Amir’in kardeşi Selerne İbn Ekva’ da bacağından yaralanmıştı. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), ona üç kez nefes edip okuyacak ve bundan sonra Hz. Selerne bir daha bacak ağrısı duymayacaktı.
Bu arada ashab arasından birçok kişi hastalanmıştı; açlık daya¬nılmaz kerteye gelmiş ve çaresiz henüz olgunlaşmamış hurma çağla¬larından yemişlerdi! Durumlarını görüp de müşahede eden Efendi¬miz (sallallahu aleyhi ve sellem), onlara şu tavsiyede bulundu:
– Bir miktar suyu kırba içinde soğutun ve daha sonra da onu, ezanla kamet arasında Allah’ın adını amp besmele çekerek başınız¬dan aşağıya dökün!
Yine ortada bir ikram vardı; zira O’nun işaretlerini bile emir te¬lakki eden ashab, suyu alıp söylenilen şekilde tatbik etmiş ve bunun neticesinde de, söz konusu olan hastalıktan kurtuluvermişlerdi!
269 Allah Resı1lü (s.a.s.) Hz . .Amir’i, Mahmud İbn Mesleme ile birlikte Red’deki bir mağaraya gömecekti. Bkz. Vakıdi, Megazi, ı/658
Düşman Güçlerini Dağıtma Girişimleri
Bir aralık Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hayberlilere dı¬şarıdan gelerek destek veren Gatafanlıları ikna edip savaştan vazge¬çirmeyi deneyecekti. Bunun için ashabından Sa’d İbn Ubade’yi, daha önce aralarında anlaşma bulunan Gatafanlıların kumandanı Uyeyne İbn Hısn’a gönderdi. Kalenin yakınına kadar yaklaşan Hz. Sa’d:
– Uyeyne İbn Hısn’la konuşmak istiyorum, diye seslendi. Belli ki bir mesaj getirmişti. Ancak bu sesleniş, kale içinde yeni bir ihtila¬fın ortaya çıkmasını netice verecekti; zira Uyeyne kapıları açma ni-yetini izhar edince ona itiraz eden kumandan Merhab:
– Kalemizin bozuk ve zayıf yerlerini görür; onu içeri alma, sen onun yanına git, diyor ve Allah Resülü’nün elçisini içeri almamakta ısrar ediyordu. Halbuki Uyeyne, tam tersini düşünüyordu. Ona göre elçi içeri girmeli ve kalelerin ne kadar sağlam ve sarp olduğunu, ka¬ledeki askerlerin sayısının da çokluğunu görüp gitmeliydi!
Sonuçta Merhab’ın dediği oldu ve Uyeyne İbn Hısn, kale dışına çıkarak Hz. Sa’d’ın bulunduğu yere geldi:
– Resülullah (sal1allahu aleyhi ve sellem) beni sana gönderdi, diye başladı sözlerine Hz. Sa’d. Ardından da, Allah Resülü’nün şu mesa¬jını iletti ona:
– Yüce Allah Bana, müjdesini verip Hayber fethini vaadetti; siz¬ler geri dönüp gidiniz. Şayet bunu yaparsanız, Hayberlilere galebe çaldığımızda buranın bir yıllık hurma geliri sizin olsun!
Uyeyne’nin sulha yanaşma niyeti yoktu; Hendek günü de aynı şeyi yapmıştı. Herhangi bir şey karşılığında müttefiklerini yalnız bı¬rakmayacaklarını ifade ediyor ve Hayberlilerin güçlerinden bahisler açarak kendilerinin zaten galip gelerek benzeri nimetleri elde ede¬ceklerini söylüyordu. Uzun uzadıya konuştular ama sonuç alınama¬dı. Sonucun olmadığı yerde ısrarın da bir manası yoktu ve Hz. Sa’d ayrılırken ona dönüp şu ihtarda bulunacaktı:
– Şüphesiz ki ben bilir ve sana da bildiririm ki sen, bugün sana teklif ettiğimiz şu şeyleri bir gün dilenmek zorunda kalacaksın; ancak o gün de biz sana, kılıçtan başka bir şekilde karşılık verme-yeceğiz!
Beni Nadir ve Beni Kurayzahlarla yaşanılan hadiseleri hatırlattı ona; şayet ilk teklifleri kabul etmiş olsalardı bugün başlarına gelen¬lerden masün kalacaklardı! Ancak onlar da şiddeti tercih etmişler¬di ve bunun neticesinde ise kaybedenler hep, şiddeti tercih edenler olmuştu!
Bu bir talepti ve kabul görmeyince Hz. Sa’d, doğruca Allah Re¬sülü’nün yanına gelecek, Uyeyne’nin verdiği tepkileri anlatacak ve kanaatini ortaya koyacaktı:
– Ya Resülullahl Şüphe yok ki Yüce Allah, Sana olan vaadini ye¬rine getirip inayetini ulaştıracaktır; öyleyse Sen, şu çöl Arap’ına bir tek hurma bile verme! Zaten ya Resülullahl Onlar, kendilerine kılıçların yöneldiğini görünce, daha önce Hendek’te olduğu gibi arkala¬rını dönecek ve yurtlarına kaçacaklardır.
Güneş bir miktar zevale kaymıştı; Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem), ashabına dönüp:
– Sancağınızı alıp Gatafanlıların bulundukları Naim kalesinin yanında sabahlayacaksınız, diyerek, teklifi kabul etmeyen Gatafanlı¬ların bulunduğu kalelerin üzerine yürümeleri talimatını verdi.
Stratejideki bu değişikliği onlar da görüyorlardı; kalelerin dı¬şında yeni bir hareketlilik başlamış ve bu hareketlilik, çok geçmeden Naim kalesine doğru akar olmuştu. Hele karşılarına kadar gelip de sancağı oraya diktiklerinde yüreklerinin yağı erimiş ve geceyi büyük bir korku ve panik içinde geçirmişlerdi. Üstelik sabaha karşı ve ge¬cenin karanlığında tanımadıkları bir ses kendilerine:
– Ey Gatafan cemaati, diye sesleniyordu. Etraflarına bakınsalar da bu sesin sahibini bulamayacaklardı; pürtelaş:
– Hayfa’da bulunan ev halkınız! Ev halkınız perişan oldu!
İmdat! İmdat! Arkanızda ne dere kaldı ne de mal; imdat, diye bağı¬rıp sürekli aynı şeyleri tekrar ediyordu.
Yarın karşılaşmaları muhtemel sıkıntı ve acılara şimdi bir de aile ve mal korkusu ilave edilmiş, dünya nimetlerini elde edebilmek için geldikleri Hayber’de canlarını tehlikeye attıkları gibi şimdi bir de evlad ü iyallerini yitirmişlerdi! Kol ve kanatları kırılıvermişti! Ne savaşacak cesaretleri, ne de ayakta duracak mecalleri kalmıştı ve hemen yurtlarına geri dönme kararı alıp kalelerini terk etmeye başladılar.
Elbette o gece, yüreğine kor düşenler sadece Gatafanlılar değil¬di; Hayberliler de perişan ve bin pişman olmuşlardı. Onların bırakıp gittiklerinin haberi Ketibe kalesinde bulunan Kinane İbn Ebi’l-Hu-kayk’a ulaştığında o, yanında bulunanlara şunları söyleyecekti:
– Biz, şu çöl Araplarıyla ne zaman bir araya geldik de fayda gördük ki! Ne zaman onların yanına gidip de yardım talep etmiş¬sek, her defasında bizi aldatıp vaadettikleri yardımı yapmadılar!
270 o gün Gatafanlılara yapılan benzeri bir teklifin, Beni Fezarelere de yapıldığı, ancak onlann da buna sıcak bakmadıklan anlatılmaktadır, Bkz, İbn Kayyım, Za¬du’l-Mead, 3/29ı; Salihi, Siibülii’l-Hiida ve’r-Reşad, 5/ı37
Vallahi de şayet onlar, işin başından bize yardım edeceklerine dair vaatte bulunmuş olmasalardı, Muhammed’le savaş yolunu tercih etmezdik! Keşke Sellam’ı dinleyip de şu çöl Araplarını yardıma ça-ğırmasaydık! Çünkü o bize, onları çok denediğini ve her defasında yalnız bırakıldığını söyleyerek bu işten vazgeçirmek istemişti de biz onu dinlemedik!
Hayber’de çözülme başlamıştı; artık her Hayberlinin dilin¬de hep, Gatafanlıların geri dönüş ve ihanetleri vardı. Arkalanndan ağızlanna geleni söyleyip dinliyorlardı!
Beri tarafta ise, Allah Resülü ile ashab-ı kiram, kalenin önünde gelişmeleri takip ediyordu. Her ihtimale karşı geceleri de aralannda anlaşmış nöbet tutuyorlardı; Hz. Ömer’in nöbetine denk gelen bir geceydi ve bir aralık kalelerden birisinden bir karartının kendilerine doğru geldiğini ve:
– Eğer bana eman verirseniz, yanınıza geleyim, diyerek eman dilediğini gördüler.
– Sen kimsin, diye seslendiler.
– Yahudilerden bir adamım, diyordu gelen şahıs. Eman isteye-
ne eman verilirdi ve gelen Yahudi’ye kucak açılmıştı. Adının Simôk olduğunu söyleyen bu adam, kendisinin ısrarla Allah Resülii’ne gö¬türülmesini istiyordu. Belli ki O’na diyeceği bir şeyler vardı ve alıp onu Efendimiz’in yanına getirdiler. Bu esnada Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), namaz kılıyordu; namazını bitirip de duruma muttali olunca Simak’e döndü:
– Sen kimsin ve geride ne haberler var, diye sordu. O da:
– Ya Eba’l-Kasım, dedi önce. Ardından da:
– Sana kalelerde olan gizli ve önemli bilgileri vermem şartıyla
bana ve aileme eman verir misin, diye sordu.
– Evet, diye cevap verdi Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem).
Zaten bu bilgileri vermese de genel uygulaması, kendisinden eman dileyen herkese kucak açma şeklindeydi. Bunun üzerine Simak, kimin nereden nereye gittiğine, içinde bulunduklan korku ve panik halini, silah ve erzaklarını nerelerde sakladıklarıne, yer altına giz¬ledikleri sığınaklarına, mancınık ve debbabe denilen aletlerinin kalenin nerelerinde gizlendiğine ve sağlam kalelerin nasıl elde edi-lebileceğine dair daha birçok bilgi verdi. Tek derdi, çocuklarıyla ha¬nımını da alarak hayatta kalabilmekti. ikide bir konuyu buraya ge¬tiriyor ve Efendimiz’in sözünde durmasını istiyordu. Allah Resülü de, kendisine bu kadar önemli bilgileri getirip veren Simak’i, ebedi hayatını da kazanması için İslam’a davet etti. Ancak o henüz buna hazır değildi ve:
– Bana birkaç gün mühlet ver, diyerek süre talebinde bulunacak ve Resülullah de ona, mühlet verecekti.
271 Debbabe, kalelerin duvarlanyla surlan delip içeri girebilmek için duvarın dibine yaklaştırılan büyük bir aracın adıydı. Yukandan gelebilecek ok, mızrak ve kızgın yağlara karşı üstü kapalı olan bu aracın içine yerleştirilen askerler, ellerindeki malzemelerle kale duvarlanndaki taşlan söker ve diğer arkadaşlanyla birlikte içeri girebilmek için burada delikler açarlardı.
272 Vatih ve Stilalim kaleleri de fethedilince, Hayber kaleleri hakkında bilgi verip de işi kolaylaştıran bu şahsa hanımı Nüfeyle teslim edilecek ve o da, Müslüman olup Hayber’i terk edecekti. Bir daha da ondan haber alınamamıştı. Bkz. Vakıdi, Me¬gazi, 1/648
Nihayet bir gün Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabına dönecek ve:
– Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki, o Allah’ı Allah da onu sever, buyurarak Hayber’in bir gün sonra fethedileceğinin müjdesi¬ni verecekti. ifadelerindeki ayrıntı, her sahabinin dikkatini çekmişti; Resülullah’ın şehadeti vardı ve buna göre Hayber’i fethedecek olan kumandan, Allah’ı seven ve Allah’ın da kendisini sevdiği önemli bir isimdi. Rıza-yı ilahiden başka makam arzusu olmayan ashab için bu, elde edilmesi gereken en önemli makamdı ve her biri de, ertesi günkü sancağın kendisine verilmesini bekler olmuştu. Bir gün sonra gerçekleşecek fetihten dolayı gönüllerde ayrı bir huzur vardı ve ge¬ceyi yine evrad ü ezkar ile geçirmişlerdi.
Yine sabah olmuş ve namazın ardından Efendiler Efendisi as¬habına dönmüş, ashabına vaaz ü nasihatte bulunduktan sonra san¬cağın kendisine getirilmesini istemişti. Ashab-ı kiram ise, huzurda saf tutmuş getirilecek sancağın kime verileceğini merak ediyordu!
Derken Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern): – Ali nerede, diye sordu.
– Ya Resülullah! Ali’nin gözleri ağrıyor!
– Onu Bana çağınnız, buyurdu ve bunun üzerine Selerne İbn Ekva’ kalkıp Hz. Ali’yi çağırmaya gitti. Çok geçmeden Hz. Selerne, Hz. Ali’nin elinden tutmuş vaziyette huzura çıkageldiler! Kaç gün¬dür gözlerindeki şiddetli ağndan dolayı gelebileceğini bile tahmin etmeyen ashab, Hz. Ali’nin uzaktan gelişini görünce:
– İşte, Ali geliyor, diyerek onu göstermeye başlamıştı! Efendiler Efendisi de:
– İşte bununla, işte bunun vesilesiyle fetih gerçekleşecek, diye damadı Hz. Ali’yi gösteriyordu. Derken ona:
– Yanıma yaklaş, diye seslendi. Hz. Ali:
– Ya Resülullah! Bastığım yeri bile göremeyecek kadar gözle-
rimden rahatsızımı
Bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz. Ali’nin gözlerine doğru nefes edip dua etmeye başladı. Aynı zamanda mü¬barek tükürüğünden bir miktar eline almış, damadının gözlerine sü¬rüyor ve şifa vermesi için Allah’tan niyazda bulunuyordu. Yeni bir mucize daha yaşanıyordu; sanki onlar, Hz. Ali’nin o ana kadar ağrı¬yan gözleri değildi. Zira ortada ne ağrı kalmış, ne de Hz. Ali’nin gö-rememe gibi bir durumu. Sanki hiç hastalanmamış gibiydi!
Daha sonra da Allah Resülü, Haydar-ı Kerrar’a kılıcını kuşatıp üzerine zırhını giydirdi; ardından ak sancağı ona uzatarak:
– Al bu sancağı ve ilerle! Allah’ın sana fethi müyesser kılacağı ana kadar da çarpış ve sakın arkana dönme, buyurdu.
– Peki, insanlarla ne üzerine savaşayım, diye sordu Hz. Ali, ar¬kasını bile dönmeden. Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet edinceye kadar. ‘Bunu kabullendik¬leri takdirde zaten, mallanyla canlarını senden kurtarmış olacaklar¬dır; hesapları ise Allah’a aittir!
Onlann yurtlarına kadar ilerle ve bir müddet bekle; onları İs¬lam’a davet et ve Allah ile Resülullah’ın hakkı olarak üzerlerine düşen veeibeleri bildir onlara. Allah’a yemin olsun ki, senin vesilen¬le bir adamın bile Müslüman olması, senin için vadiler dolusu kızıl develerden daha hayırlıdır!
Bu ne büyük şefkatti ki kaç gündür kendilerine ok yağdınp mancınıkla taş fırlatan, zaman zaman da ani baskınlarla göğüs göğüse çarpıştıklan insanlara bile giderken belli başlı prensipler orta¬ya koyuyor; onlann da Allah’ a kulolabilmelerini kolaylaştıracak tek¬liflerde bulunuyordu. Bunun ardından da, Hz. Ali ve arkadaşlarına inayeriyle muamele etmesi için Allah’a yalvarmaya başladı.
Resülullah’ın sancağını alan Hz. Ali, reftare yürüyerek doğruca Hayber kalelerinin önüne geldi; ashab-ı kiram da onunla birlikte yü¬rüyordu. Daha sonra sancağı kale önüne dikti.
Gelişmeler kale içinden de takip ediliyordu; onun gelip de san¬cağı kale önüne dikmiş olması, içeridekileri telaşlandırmış ve akı¬betlerinden endişe etmeye başlamışlardı:
– Sen kimsin, diye seslendiler.
– Ben, Ebu Talib’in oğlu Ali’yim, diye cevapladı Hz. Ali.
‘Ali’ ismi onlar için hiç de yabancı değildi; anlaşılan, ellerindeki kitaplarda kalelerini onun fethedeceğine dair bilgiler vardı ve daha onun adını duyar duymaz telaşlanacaklardı. ‘Ali’ ismini duyanlar¬dan birisi:
– Ey Yahudi cemaati, diye bağırmaya başladı. Musa’ya indiri¬lene and olsun ki, artık sonunuz geldi ve bugün sizler mağlup ola¬caksınız!
Kaleden ilk çıkan, Merhab’ın kardeşi Haris’di; meydan okuyor¬du. Ancak karşısında bir Haydar-ı Kerrar vardı ve az önce meydan okuyan o adamın, çok geçmeden cansız yere serildiği görülüyordu. Haris’i Üseyr; Üseyr’i de Yasir takip etmişti ve bunlann hepsini de, Haris’in akıbeti bekliyordu; Üseyr’i Muhammed İbn Mesleme, Ya¬sir’i Zübeyr İbn Avvam öldürmüştü!
Bu sefer kaleden, üzerindeki iki kat zırhla birlikte Amir çıktı; o da meydan okuyordu! Onun işini de o gün Zülfikar bitiriverecekti! Şimdi sırada Merhab vardı; kardeşi Haris’in de öldürülmüş olması onu çileden çıkarmış ve askerleriyle birlikte er meydanına inmiştil Üzerinde iki kat zırh, başında üst üste iki miğfer ve iki elinde de birer kılıç vardı! Önce:
– Hayber halkı iyi bilir ki, diye başladı bağırmaya.
– Ben, kapıya kadar gelip de dayanan savaşların kızışıp da ortalığın kasıp kavrulduğu demlerde, tepeden tırnağa kadar silahlanmış olarak denenip de savaşın hakkını verdiğim konusunda şüphe bu-lunmayan Merhab’ım!
Cenk, yine kılıçlardan önce başlamıştı. Hayber kalelerinin önün¬de kelimelerle ruhlara işleyen bir savaş yaşanıyordu. Öyleyse düş¬manla, anladığı dilden konuşmak gerekiyordu. Onun için Hz. Ali:
– Ben de o kimseyim ki, annem bana, ‘Aslan’ adını takmıştır; zaten ben de, ormanıann heybetli görünüşlü aslanı gibiyimdir! Sizi de çarçabuk tepeleyecek, hakkınızdan gelecek er kişiyim, diye ses-lendi.
‘Aslan’ ifadesini duyunca Merhab’ın yüzünde renk kalmamıştı; zira o gece rüyasında, kendisini bir aslanın parçaladığını görmüş ve büyük bir korkuyla uyanmıştı! Belki de Allah (eelle celaluhü), Merhab’a rüyasını hatırlatması için Hz. Ali’yi bu şekilde konuşturuyordu!
Namazsız Şehit
Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de o gün iki kat zırh giymiş, başına da miğferini takmıştı. Zarib isimli atının üstünde ve elinde de ok ile yayı duruyordu! Bir aralık yanına, Yesar adında siyahi birisi geldi. Kendisinin Amir’in çobanı olduğunu söylüyor:
– Ya Muhammed, diye sesleniyordu. Meğer efendisi Amir ve ar¬kadaşları savaşa hazırlanırken o da kulak misafiri olmuş; “Şu pey¬gamber olduğunu iddia eden kişi ile çarpışacağız.” ifadelerini du¬yunca Efendimiz’ e karşı kalbinde bir alaka meydana gelmişti. Bunun üzerine koyunlanyla birlikte buraya kadar gelmişti ve işin gerçek bo¬yutunu bizzat öğrenmek istiyordu:
– Sen, neler söylüyor ve nelere davet ediyorsun, diye soruyordu.
Efendimiz de:
– İslamiyet’e; Allah’tan başka ilah bulunmadığına inanıp O’na kullukta bulunmaya ve benim de O’nun Resülü olduğuma şehadete davet ediyorum, buyurdu.
Yesar sordu:
– Peki, ben böyle bir şehadette bulunur ve Allah’a iman eder¬sem, bana ne var?
– Bu iman ve şehadet üzerine ölürsen sana cennet var, diye ce¬vapladı Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern). Bunun üzerine Yesar: – Ya Resülullah, dedi. ‘Bana İslamiyet’i ve nasıl Müslüman olu-nacağını anlat! Samimi bir yönelişti ve bu yönelişteki samimiyete Allah Resülii de karşılık veriyordu. Netice itibariyle, üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlı bir iş gerçekleşmek üzerey¬di; bir insan daha Müslüman oluyordu! Hayber önünde kıyasıya bir mücadele yaşanırken Yesar gelmiş şimdi de, gönlünden gele gele ke¬lime-i tevhidi söylüyordu.
Ardmdan yeniden Efendimiz’e döndü:
– Ya Resülullah! Ben, siyah tenli, çirkin yüzlü, kokusu hoş ol¬mayan ve varlıksız bir adamım; bugün şu Yahudilerle çarpışır ve öl¬dürülürsem cennete girer miyim, diye sordu.
– Evet, diye cevapladı Allah Resülü. Anlaşılan Yesar, gözünü cennete dikmiş, oraya ulaştıracak bir vesile arıyordu! Efendimiz’e bir kez daha döndü; yeniden:
– Ya Resülullahl Şu koyun ve davarlar, benim yanımda emanet¬tir; ben onların sahibinin işçisiyim. Şimdi bunları ben ne yapayım?
Maksadmı anlamıştı Allah Resfıliı (sallallahu aleyhi ve sellem) ve:
– Onları önce karargahtan çıkar! Sonra da onlara bağır ve küçük taşlar at; Yüce Allah (celle celaluhü), sana emanetini eda ettirecek ve onlar da sahiplerinin yanma döneceklerdir, buyurdu.
Efendimiz’in tarif ettiği şekilde hemen yerden küçük taşlar top¬lamaya başlayan Yesar, onları koyun ve davarlarm üzerine atıyor ve:
– Ben artık sizinle ilgilenmeyeceğim; hemen sahibinizin yanına geri dönün, diye bağırıyordu. Gerçekten de koyun ve davarlar, sa¬hiplerine doğru gitmeye başladılar. Artık Yesar, sadece kendisinden sorumlu bir kuldu ve Hz. Ali’nin askerleri arasma katılarak savaş¬maya başladı.
Çok geçmeden, kaleden mancmıkla atılan taşlardan birisi Hz.
Yesar’a isabet etmiş ve o da şehit olmuştu; bir vakit namaz bile kıla¬madan huzur-u ilahiye gidiyordu! Sonra, onun bedeni Efendimiz’in huzuruna getirildi; Hayberlilerin adam yerine bile koymadıkları si-yahi köle, Resülullah’ın huzurunda uzanmış olanca heybetiyle ya¬tıyordu. Uzun uzun baktı ona Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern). Belki de bu bakışlarda, Hakka kulluk adma hanesinde hiç sevabı olmadığı halde vuslata önceden eren garip bir kula duyulan sevgi vardı! Resülullah’ın bakışları ashabm da dikkatini çekmiş, onlar da Yesar’a bakıyorlardı. Onun için Resulullah’ın şöyle dua ettiği du-yuldu:
– Allah (celle celaluhü) senin kokunu ve yüzünü güzelleştirsin; varlığını da çoğaltsın!
Ve Fetih
Beri tarafta ise kıyasıya bir cenk devam ediyordu. Kılıçlarını çeken Merhab’la Hz. Ali, pür-dikkat birbirlerini süzüyor ve hamle üstüne hamle yapıyorlardı. Hayber önlerinde sadece kılıç şakırtıla¬nyla karşılıklı meydan okumalar duyulabiliyordu. Bir aralık büyük bir gürültü koptu; öldürücü darbenin indiğini herkes anlamıştı. So¬nucu merak ediyorlardı. Toz duman dağılıp da ayakta duranın Hz. Ali olduğu görülünce mü’minler tekbir getirmeye başladılar. Meğer çift kat zırhlar içindeki Merhab’ın başına Zülfikar inmiş ve işini ora¬cıkta bitirivermişti!
Yasir’den sonra Merhab’ın da öldürüldüğünü görünce Resülul¬lah (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabına şu müjdeyi verdi:
– Sevininiz; Hayber’in işi artık daha kolay!
Gerçekten de öyle olacaktı. Merhab’ın da ölümüyle ortalık tam bir savaş alanına dönmüştü. Hayberliler, düşmek üzere olan kalele¬rini teslim etmemek için var güçleriyle karşılık veriyorlar, ölümüne saldınyorlardı! Onlar için her fethedilen kale, içi boşaltılarak kaçıl¬ması gereken bir mekan demekti. Arkada kalan kalelere doğru kaçı¬yor ve kendilerini buralarda koruma altına almaya çalışıyorlardı.
273 Bir aralık yüzünü şiddetle Hz. Yesar’ dan çevirdiği görüldü; normal bir yüz çevir¬me değildi bu ve hemen:
– Ya Resülullah! Ondan niye yüzünüzü çevirdiniz, diyerek sebebini sordular. Bu¬yurdular ki:
– Şimdi onun yanında, cennet hurilerinden iki zevcesi bulunuyor! Şehid, vurulup da yere düştüğü zaman, cennet hurilerinden iki zevcesi gelip de yüzünden tozla¬n silerken, ‘Senin yüzünü toz ve toprağa bulayanların da Allah, yüzlerini toprağa bulasın; seni öldüreni de öldürsün” diye dua ederler. Allah (celle celaluhü), bu kuluna ikram edip onu hayra sevk etti; Allah’a hiç secde etmediği halde cennet hurilerinden ikisini onun baş ucunda gördüm! Bkz. İbn Hişam, Sire, 4/316; Va¬kıdi, Megazi, 1/650; İbn Hacer, el-İsabe, 1/19; Süheyli, Ravdu’I-Unf, 4/87; İbn Esir, Üsüdü’l-Ğabe, 1/47,3/129
Bu fütuhat sırasında bir gün Hz. Ali’nin kalkanı elinden düşmüş ve kendine siper edecek bir dayanağı kalmamıştı. İki tarafına bakı¬nıp dururken gözü, kalenin kapısına ilişti. Kaptığı gibi kapıyı eline aldı. Artık, kale fethedilip de içeri girileceği ana kadar kalenin kapısı, kalkan olarak Hz. Ali’nin elindeydi!
Dirençleri kırılıp da arka taraflardaki kalelere doğru kaçan Hayberlileri, Hz. Ali ve ashab da arkalarından takip ediyorlardı. Hayber’de hakim olan artık, ‘Allahü Ekber!’ sedalarıydı. Tekbir ses-leriyle iyice ürperen Hayberlilerin artık kol ve kanatları kırılmış, ya¬pabilecekleri hiçbir şeyleri kalmamıştı! Her ne kadar diğer kalelere doğru sığınmaya çalışsalar da sonlarının geldiğini görebiliyorlardı.
Teslimiyet ve Anlaşma
Her bir kalenin fethiyle birlikte elde edilen ganimetler ve ya¬kalanan esirler vardı. Ancak hala savaşçılar teslim olmuyorlardı. Zaman zaman savaşın devam ettiği bir sırada, Gazzal adında biri¬si kalelerin birisinden çıkıp Efendimiz’in yanına geldi. Bazı bilgiler karşılığında kendisi ve ailesi adına em an istiyordu:
– Ya Eba’l-Kasım! Sen, bir ay bile bu kaleyi kuşatacak olsan, orayı elde edemez, fethedip de içine giremezsin! Onların yer altında su kanalları var ve geceleri gidip oradan su alır; ihtiyaçlarını giderir¬ler. Sonra da gelir ve kalelerine sığınarak Senden korunurlar; eğer Sen, onların bu su yollarını kesersen, işte o zaman susuzluktan bağı¬ra bağıra helak olurlar!
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), daha öncekilerde olduğu gibi Gazzal’e de eman vermiş, onun verdiği bilgiler ışığında ashabım yön¬lerıdirerek Hayberlilerin su yolunu da kesmişti. Gerçekten de sonuç, Gazzal’in dediği gibiydi; su ile irtibatlarının kesildiğini görünce çıl¬gına döndüler. Zira bu, onların hayatla bağlantılarının kesilmesi an¬lamına geliyordu.
Bu arada Resülullah’ın emriyle mancınık da kullanılmaya baş¬lanmıştı. Hayberlilerin kendi yapımı olan bu alet şimdi, onlara taş yağdırıyordu. Bu hengamede Efendimiz’in üzerine de bir ok isabet etmiş, elbisesine takılmıştı. O da, yerden bir avuç kum alıp Hayber¬liler tarafına savurdu. Hayberliler deprem olmuş da yere yığılmışça¬sına sarsılıp yere serilmeye başladılar.
Vatih ve Sülalim kaleleri de kuşatılıp Hayberliler tamamen kıs¬kaca alınınca, artık yok olacaklarını anlamış ve teslim olma kararı almışlardı. Kinane İbn Ebi’l-Hukayk, Şemmah adında bir adamını göndererek Efendimiz’le konuşmak istediğini bildirdi. Efendimiz de onun dileğine:
– Olur, şeklinde karşılık verdi. Bunun üzerine Kinane, yanına aldığı adamlarıyla birlikte Efendimiz’in huzuruna geldiler; perişan bir halleri vardı. Sanki işin başından beri yaptıklarının farkına var¬mış gibiydiler. Verilecek her hükme rıza göstermekle birlikte can¬larını kurtarmanın peşine düşmüşlerdi; onun için Efendimiz’e bir anlaşma teklif ediyorlardı.
Bunca meşakkat ve sıkıntıdan sonra kalelerini fethettiği halde Allah Resfılii (saIlallahu aleyhi ve sellern), yine de bu tekliflere sıcak bak¬mış ve mağlup ettiği adamlarla bir anlaşma yapmıştı. Bu anlaşmaya göre:
ı. Kalelerde çarpışan Yahudilerin kanları dökülmeyecek,
2. Yahudilerin çoluk çocukları kendilerine bırakılacak; Hay¬ber’den ve Hayber arazilerinden, çocuklarıyla birlikte gitmelerine müsaade edilecek,
3. Giderken yanlarında, bir hayvan yükünden fazla eşya götür¬meyecekler; menkul ve gayr-i menkul bütün mallarıyla askeri araç ve gereçleriyle, -üzerlerindekiler hariç- kalelerde stokladıkları ku¬maşları Efendimiz’e bırakılacaklar,
4. Resülullah’ a bırakılması gereken herhangi bir şey gizlenip saklanmayacak; gizleme teşebbüsünde bulunanlar da, sözü edilen em an ve himaye taahhüdünden hariç tutulacaktı.
Bilhassa liderleri konumundaki Kinane İbn Ebi’l-Hukayk, bu maddelere sadık kalacaklarına dair yeminler ediyordu. Onların genel yapılarını çok iyi bilen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Eğer sizler, ganimet mallarından Bana teslim etmeniz gerek¬tiği halde bazılarını gizleyip de Bana teslime yanaşmayacak olursa¬nız, o zaman Allah ve Resülü’nün himaye ve taahhüdünden uzak ka-lırsınız, diye yeniden uyarma lüzumu hissediyordu. Tabii ki buna, sonucunu gördüğü halde muhataplarını kurtarmak için hatırlatma da denilebilirdi.
Aynı zamanda o gün, belli başlı konularda yeni hükümler geli¬yordu; buna göre artık ehli eşeklerin eti yenmeyecek, taksim edil¬meden önce ganimet mallarına el uzatılmayacak, kesici dişi olan her yırtıcı hayvanın eti haram kabul edilecek ve aynı zamanda esir alı¬nan kadınlara da dokunulmayacaktı.
Hayber’in Ganimetleri
Gerçekten de Hayber, sayılamayacak kadar yiyecek ve içecek, kurutulmuş et her çeşit meyve, koyun ve deve, kumaş ve elbise, silah ve askeri teçhizatla doluydu! Bunların hepsine şimdi el konulmuştu ve Hayber’de elde edilen her türlü ganimet, artık Müslümanlar ara¬sında paylaşılmayı bekliyordu. Elde edilen mallar arasında Tevrat nüshaları da vardı; kitaplarının kendilerine geri verilmesini istiyor¬lardı. Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem) de ashabına emredecek ve Tevrat niıshaları sahiplerine iade edilecekti.
Elde edilen ganimetler arasında küpler dolusu içkiler de vardı; meseleden haberi olur olmaz Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), içki küplerinin kırılmasını emredecek ve yıllanmış içkiler selolup Hayber sokaklarında akacaktı. Bu sırada Abdullah İbn Hammar, da¬yanamayıp da bu içkilerden içivermişti. Onun bu davranışı ilk değil¬di ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), nefsine hakim olamayıp da açıktan bir hararnı irtikab eden bu sahabiye ceza verdi. Önce ken¬dileri pabuçlarını alıp ona vurdular ve ardından da ashab-ı kiram, pabuçlarıyla Hz. Abdullah’a vurmaya başladı.
Bu sıradan Hz. Ömer’in:
– Allah’ım! Ona lanet et; zira o, içki içmeyi de, içki içtikten sonra dayak yemeyi de alışkanlık hilline getirdi, dediği duyuldu. Onun bu sözlerini Allah Resı11ü de duymuştu ve hemen:
– Ey Ömer! Öyle söyleme; şüphesiz ki o, Allah ve Resı1lü’nü sever, buyurdu.
Her meseleye hassasiyetle yaklaşan ashab, içinde içki içilen ve helal olmayan daha nice yiyecek konulan bakır ve demir kaplar ko¬nusunda ne yapmaları gerektiğini sormaya başladılar. Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Onları yıkayıp yemeklerinizi öyle pişiriniz, buyurdu. O’nunla birlikte attıkları her adımlarında yeni bir şeyler öğreniyorlardı.
Ferve İbn Amr’ı ganimet memuru olarak tayin eden Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Paylaşımı yapılmadan ganimet mallarından aldığınız bir iğne veya iplik bile olsa onu geri veriniz; çünkü ganimet mallanna iha¬net etmek, çok büyük vebaldir ve kıyamet gününde ateş demektir, diye ilan ettirerek taksimatı yapılmadan ganimet mallarından kim¬senin almaması gerektiğini ilan ettirmişti. Sadece hayvanlarıyla as¬habın kendilerinin yiyebilecekleri kadar bir miktara cevaz verilmiş-ti. Mesele o kadar hassastı ki, bu malların başında görevlendirilen Hz. Ferve bir aralık, güneşten korunmak için başına bir bez parçası almış ve Efendimiz’in:
– Cehennem ateşinden bir parçayı başına bağlamışsın, şeklin¬deki uyarısından sonra bin pişman olarak getirip onu da iade etmiş¬ti. Efendimiz’den ganimet talebinde bulunan birisine:
– Ganimet eşyası bölüşülmeden Bana, ne bir iğne ne de bir iplik helaldir! Ondan ne kendim bir şeyalabilir ne de başkasına bir şey verebilirim, diye karşılık verecek, o gün devesini bağlamak için kendisinden ip isteyen birine de, ancak mallar paylaşıldıktan sonra bunu verebileceğini söyleyecekti.
Hatta o gün şehit düşen birinin haberini Allah Resülü’ne getir¬mişler:
– Filan da şehit olmuş, diye müjdelemek istiyorlardı. Allah Re¬sülii:
– Hayır! Öyle söylemeyin, diye ikaz etti onları. Çünkü Ben onu, ganimet malları arasından aşırdığı bir aba yüzünden cehennem ate¬şinin içinde gördüm!
Mesele çok ciddiydi ve Hz. Ömer’ e dönen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Ey Hattaboğlu! Git de insanlara, “Cennet’e mü ‘min lerden başkası giremez” diye seslen, talimatı verecekti. Ardından da şun¬ları söyledi:
– Bir topluluk arasında, ganimet mallanna karşı hıyanet yay¬gmlaşınca muhakkak ki onların kalplerine korku salınır!
Sıra o şahsın namazını kılmaya gelince, şehit olan şahsın kabi¬lesine döndü ve:
– Adamınızın namazını kendiniz kılın, buyurdu. Çok ağır bir durumdu; demek ki kamuya ait bir değerin şahıslar tarafından alı¬nıp da kullanılması, sonuç itibariyle Allah ve Resülullah’ın gazabını eelbeden bir husustu. Arkadaşlannın şehadetinden bile endişe duy¬maya başlamışlardı. Çünkü Allah Resülıi:
– Adamınız, Allah yolunda bir emanete hıyanet etti, buyuruyor¬du. Bunun üzerine kabile mensuplan, şehit olan şahsın eşyalarını aramaya başladılar; bulduklan, iki dirhem ağırlığında bile olmayan bir kısım boncuklardı!
Oturup düşünmeye başladılar; bu kadarcıktan bir şeyolmaz deyip aynı boneuklardan alan başkalan da vardı ve her biri teker teker Efendimiz’in yanına gelerek onlan teslim etmeye başladı. As¬habının hassasiyeti Allah Resülü’nü memnun etmiş görünüyordu; onlara döndü ve bir kez daha sordu:
– Hepiniz, aldığınız her şeyi teslim ettiğiniz konusunda Allah’a yemin edebilir misiniz?
– Evet, diyorlardı ve hiçbir şey unutmadan aldıklarının hepsini de getirdiklerine dairyemin etmeye başladılar. Bunun üzerine Efen¬diler Efendisi, şehit olan şahıs için bir sedir getirtti; onu bir örtüye sardırdı ve arkasından da namazını kıldırdı.
Öte yandan ashab arasında, dağıtılan ganimetten kendisine pay düştüğü için üzülenler de vardı. Allah yolunda döktükleri terden do¬layı ganimetten payalmayı onurlanna yediremiyorlar, bunu utanı-lacak bir iş olarak görüyorlardı. Daha Hayher başlamadan önce Ebu Dayyah adında birisi, badiyeden gelip huzurun şerefiyle serfiraz ol¬muştu; kelime-i tevhidi söylemiş ve Efendimiz’e:
– Senin yanına hicret edeceğim, diyerek bundan sonra birlikte yaşamayı arzu ettiğini belirtmişti. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de bunu kabul etmiş ve ilgilenmeleri için onu, ashabından bazılarına emanet etmişti. Hayber’e gelenler arasında Ebu Dayyalı da bulunu¬yordu.
İlk kaleler fethedilip de elde edilen ganimetlerden bir miktan paylaşılınca, bu şahsa da pay aynlmış ve kendisine verilmek isten¬mişti:
– Bunlar da ne, diye sordu.
– Resülullah’ın senin için ganimetten ayırdığı hissedir, diye cevap verdiler. Kendisine verilen bu maldan dolayı bir hayli üzülen sahabi, soluğu Efendimiz’in huzurunda aldı:
– Ya Resülullahl Bu da ne?
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Bu, sana bölüştürdüğüm ganimetten sonra düşen hissedir, diye cevapladı. Bunun üzerine Ebü Dayyah, işaret parmağıyla boğa¬zını göstererek:
– Ben Sana, bunun için gelip de iman ve ittiba etmedim; şuram¬dan bir ok yiyip de cennete gireyim diye geldim ve iman edip Sana tabi oldum, dedi. İçinden gelenleri seslendiriyordu ve onun bu onur¬lu çıkışı karşısında Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Şayet sen sözünde doğru isen, Allah da seni doğrular, diye mukabelede bulundu.
Anlaşılan bu şahsın dünya malında hiç gözü yoktu ve kılıcını kaptığı gibi yine devam etmekte olan kuşatmanın arasına katıldı. Ni¬hayet, boğazına ok isabet edip de şehit olan biri Allah Resülii’nün huzuruna getirilince:
– Bu, o mu, diye sordu. Sahabiyi şehit eden ok, Ebü Dayyah'< ın sözünü ettiği ve eliyle gösterdiği yere saplanmıştı. Meseleye daha önceden muttali olanlar:
– Evet, diye cevapladılar. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Bu doğruyu söylüyordu. Allah da onun söylediklerini doğru¬ladı, buyurdu. Daha sonra da onu, kendi cübbesine sararak cenaze namazının kılınması için insanların önüne yerleştirdi ve namazını da kendisi kıldırdı. Namaz sonrasında, onun için şöyle niyazda bu¬lunduğu duyuluyordu:
– Allah’ım! Bu Senin kulun ve Senin başka bir kulunun oğluy¬du. Senin yoluna muhacir olarak çıkmıştı ve şehit olarak son nefesi¬ni verdi! Onun şahidi Benim!
Saklanan Hazine
Aynı zamanda burada, Huyeyy İbn Ahtab’ın dillere destan ha¬zinesinin olduğu da biliniyordu; halbuki ele geçirilen ganimetler arasında ne altın ne de gümüş cinsinden benzeri bir hazineye rast¬lanmıştı. Halbuki Beni Nadir Yahudileri, yurtlannı terk edip de Hayber’e doğru giderlerken Ebu Rafi Sellam İbn Ebi’l-Hukayk, için¬de altın, gümüş ve diğer kıymetli madenlerden mamul değişik ziynet eşyalarının saklandığı deve tulumunu göstererek:
– Bu, bizim dünyayı alçaltıp yükseltmek için hazırladığımız şey¬dir, demiş ve bunlar sayesinde bir gün yeniden eski kazanımlarına döneceklerine dair umut taşıdığını ifade etmişti. Zira bu hazine, sa¬dece Ebu Rafi’e ait bir değer değil, ataları Ebu’l-Hukayk hanedanın¬dan bu yana birikmiş bir emeğin neticesiydi. İlk zamanlarda koyun postuna sığabilen bu değerler, zamanla gelişmiş ve önce inek, ardın¬dan da deve postuna bile girmez hale gelmişti.
Düğün zamanları geldiğinde Mekke eşrafı, bu hazineye müra¬caat eder ve rehin karşılığında bir aylığına buradan dilediği kadar mücevherat alır, işini bitirdikten sonra da yine gelip onları teslim ederlerdi. Bir defasında bu eşyalardan bir kısmı kaybedilmiş ve onu kaybeden şahıs bunun bedelini, on bin altın olarak ödemek zorunda kalmıştı. Kısaca dillere destan bir hazineydi.
Şimdi ise Hayberliler, bununla ilgili olarak anlaşma metninde ağır müeyyideler yer almasına ve bunu kabul etmelerine rağmen bu hazineyi ortaya çıkarmak istemiyorlardı. Bunun üzerine, o gün için Ebu’l-Hukayk hanedanını temsil eden Kinane İbn Rebi ve kardeşiyle amcasının oğlu Efendimiz’in huzuruna getirildi; ortada açık bir söz ihlali vardı ve Allah Resülii onlara:
– Ey Ebu’l-Hukayk oğulları, diye seslendi. Ben sizin, Allah ve Resülü’ne karşı duyduğunuz düşmanlığı biliyorum; bununla birlik¬te sizin bu düşmanlığınız, adamlarınıza verdiğim eman ve himayeyi size de vermeme engelolmamış, ganimet mallarından herhangi bir şeyi Benden gizlememek ve kaçırmamak şartıyla bu emanı sizlere de vermişimdir! Sizler de bilirsiniz ki, Benden bir şey gizleyecek olur¬sanız, bizim için kanlarınızı dökmek helal olur, Allah ve Resülü’niin eman ve himaye taahhüdünden uzak kalırsınız!
Şimdi söyleyin bakalım; sizi Medine’den sürüp çıkardığımız zaman yanınızda getirdiğiniz, zaman zaman Mekkelilere emanet olarak veregeldiğiniz ziynet eşyası ile nakit paralarınızı içinde sakla¬dığınız tulumlarınız nerede?
Mesele, altın ve gümüşlere ulaşmak değil; her şeye rağmen adamların iki yüzlülüğünü ortaya çıkarıp daha sonraki şirretliklerine engelolmak, yeniden güç oluşturarak Müslümanlara zarar ver¬melerinin önüne geçmekti. Ancak adamlar, yalancılıkta da mahir idilerve:
– Ey Eba’l-Kasım, diyorlardı. Biz onları, savaşlarımızda harca¬dık; vallahi de onlardan elimizde hiçbir şey kalmadı! Bizi Medine’¬den sürüp çıkardığın zamandan beri hep onlarla geçindik; savaşlar ve maişet ihtiyacı, onların hepsini eritip tüketti; onlardan geriye hiç¬bir şey kalmadı!
Göz göre göre yalan söylüyorlardı ve Allah Resülü de, bu yalan¬larının üzerine gidecek ve bu tercihlerinin kendilerine çok pahalıya min olabileceğini hatırlatacaktı. Bunun için önce:
– Söylediklerinize dikkat ediniz, buyurdu. ° günden bu yana geçen zaman az, ancak gizlenen mal ise ondan daha fazla; az zaman¬da bu kadar mal nasıl tükenir! Ne dersiniz; bu hazineyi sizin yanı¬nızda bulursam, o zaman Allah ve Resülü’nün size verdiği himaye ve eman sözü ortadan kalksın mı?
– Evet, ortadan kalksını
Kinane bunları söylerken aralarından bir Yahudi ona yaklaşa¬cak ve şunları söyleyecekti:
– Muhammed’in senden istediği şey şayet sende bulunuyorsa veya sen onun hakkında bir şeyler biliyorsan onu bildir de canını da kanını da kurtar! Aksi takdirde 0, vallahi de bunu elde etmeye mu-vaffak olacaktır; çünkü Allah, O’nu bundan başka bizim bilmediği¬miz şeylere de muttali kılmaktadır!
Daha cümlelerini bile bitirmeden adam, Kİnane’nin şiddetli te’¬dibiyle karşılaşacak ve geri çekilip de bir köşeye sıkışıp kalacaktı. Kݬnane’nin otoritesi karşısında diğerleri de sesini kısmış, bildiklerini de söyleyemiyorlardı.
Derken Allah Resülü’nün yanına, Sa’lebe adında aklı kıt bir Ya¬hudi getirildi; adam, Kİnane’yi her sabah mezbelelik bir mekanda dolaşırken gördüğünü söylüyordu. Bunun üzerine Efendiler Efendi¬si yeniden Kinane’ye döndü ve:
– Ne diyorsun; şayet burada hazineyi bulursak seni öldürmek zorunda kalacağız, dedi. Yine o:
– Öldürün, diyor ve sır vermiyordu.
Ashabından birisini yanına çağırdı Allah Resülii ve Sa’lebe’nin tarif ettiği yeri kazmasını, çıkan eşyayı da alıp huzura getirmesini emretti. Adamın aklı kıttı ama dedikleri doğruydu; zira işaret edilen yere giden sahabi, çok geçmeden hazinenin bir bölümünü çıkanp Allah Resülü’nün huzuruna getiriyordu. Ancak bu, sözü edilen ha¬zinenin tamamı değildi; anlaşılan iki parçaya ayırmış ve her ikisi¬ni de farklı yerlere gömmüşlerdi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellero), bir kez daha Kinane’ye dönüp sordu; ancak adamda hala ses yoktu. Kinane’yi konuşturmak için devreye Zübeyr İbn Avvam da girmişti ama yine netice yoktu. Adamın malı canından kıymetliydi ve bütün uğraşlara rağmen canını vermeye razıydı, malı konusunda tek bir kelime bile etmiyordu.
Hazinenin kalan kısmıyla ilgili mesele kilitlenmiş gibi gözükü¬yordu; ortada bir hazinenin olduğu biliniyordu ama kimse onun ye¬rini söylemeye yanaşmıyordu. İşte tam bu sırada Allah Resülii’niin yanına Cibril-i Emin geldi ve Efendimiz’e hazinenin yerini haber verdi. Bunun üzerine Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellero), Ensar’¬dan bir sahabiyi yanına çağırarak Cibril’in tarif ettiği yeri gösterip orasını kazmasını ve bulduklarını da alıp getirmesini talep etti. Bu arada Kinane’ye dönen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Sen artık semalar ötesinden tescilli bir dolandıncısın, diyor-
du.
Bir adım daha attı Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellero) ve önce bu işe ashabından Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali ve Hz. Zübeyr gibi önde gelenlerle Yahudilerden de on kişiyi şahit tuttu. Nelerle karşı karşıya olduğunun farkındaydı ve kararın ittifakla alınmasını arzuluyordu.
Bu arada tarif edilen yere gidip de çıkardığı deve postunu ge¬tiren Ensar’ın elinde şimdi, on bin dinar değerinde bir hazine du¬ruyordu. Ağzı açılıp da ortaya döküldüğünde meydana, çil çil altın¬lar, bilezik ve halhallar, küpe ve gerdanlıklar, pazubent ve yüzüklerle inci, mercan ve zümrüt gibi değerli taşlardan yapılmış envai çeşit mücevherat saçılıvermişti.
Her şeyortaya çıkmıştı; şimdi insanlar, Kinane’nin ne zaman öldürüleceğini merak ediyordu. çünkü Kinane, kullanamayacağı malına bedel, ihlal ettiği anlaşma gereği göz göre göre ve iradi olarak ölümü tercih etmişti. Daha önce şehit ettikleri kardeşi Mahmfıd’a bedel Muhammed İbn Mesleme’ye teslim etti Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) onu ve kardeşi Rebi’i.

İkinci Anlaşma
Hayber’den gitmeyi gönüllü olarak isteyip teklif eden Yahudi¬ler, Efendimiz’in yanına gelmiş:
– Ya Muhammed! ‘Bizi burada bırak; tarım işlerinde çalışalım ve bunun karşılığında elde ettiğimiz gelirin yarısını Sana verelim, diyorlardı.
Sanki her defasında karşı çıkıp da bedenini ortadan kaldırmak isteyenler onlar değildi! MekkeIilerle dirsek temasına giren ve etraf¬taki kabileleri de ayartarak Medine üzerine yürüme planları yapan bu insanlar, üstesinden gelemedikleri gücün karşısında bal mumu gibi erimiş ve şimdi hiçbir şeyolmamış gibi Allah Resülü’nden mer¬hamet dileniyorlardı!
Meselenin iki boyutu vardı; öncelikle bunu onların talep etmesi önemliydi ve zemin, ortaya konulacak şartları kabul adına her şeye hazır olduklarını gösteriyordu. Nihai hüküm zaten Efendimiz’e aitti; şimdi buna izin vermiş olsa bile dilediği zaman ve arzu ettiği anda bu anlaşmayı ihlal etme hakkına sahipti. Ayrıca Hayber, Medine’ye uzak bir yerdi ve buraların bakımı, taşıma suyla dönecek kadar kolay değildi! Hem Hayberliler, arazilerini daha iyi biliyorlardı ve nereye hangi ürün ekildiğinde nasıl bir mahsul elde edeceklerinin de şuu¬rundaydılar.
Meselenin önemli bir yanı da, bu vesileyle Hayberlilerin sürekli kontrol altında tutulacak olmasıydı. Ekim biçim ve hasat işlemle¬ri vesilesiyle ashabla görüşüp konuşma imkanı bulacak ve belki de bu vesileyle İslam’ın güzellikleriyle de tanışma fırsatını elde edecek¬lerdi. Öyleyse tekliflerine müspet bakmanın kaybettireceği bir şey yoktu ve Efendiler Efendisi onlara, şimdi bir kucak daha açıyordu:
– Allah (celle celaluhü) müsaade ettiği sürece sizi Hayber toprakla¬rında bırakıyoruz, diyerek tekliflerini kabul etti ve fethettiği araziyi yine onlara, eski sahiplerine teslim etti. Bunun karşılığında onlar, elde ettikleri mahsülün yarısını her yıl Allah Resülü’ne teslim ede¬ceklerdi.
Bu görevi ifa için Abdullah İbn Revaha seçilmişti; her yıl geli¬yor; Hayberlilerin ürünlerini sayıp ikiye ayırıyor ve yarısını alıp Me¬dine’ye dönüyordu. 274
Esirler
Hayber’ de esir alınanlar arasında, amcasının kızıyla birlikte Hz. Harün’un'<” soyundan gelen Huyeyy İbn Ahtab’ın kızı Safiyye276 Validemiz de vardı. Kinane İbn Ebi’l-Hukayk ile Hayber öncesinde evlenmiş ve onun öldürülmesiyle de dul kalmış bulunuyordu.
Efendimiz’in elçi olarak etrafa gönderdiği ve çoğu zaman da Cibril-i Emin’in onun suretinde geldiği Dıhyetü’l-Kelbi Allah Resü¬lü’nün yanına gelerek kendisine esirler arasından birisinin verilme¬si talebinde bulundu. Kendisine müsaade edilince de gidip Safiyye Validemizi aldı. Bunu gören ashabdan biri, hemen Allah Resülü’nün yanına gelerek:
– Ya Resı1lullah! Beni Kurayza ve Beni Nadirleriri hanımefendi¬si ve onların reisi Huyeyy İbn Alıtab’ın kızını Dıhye’ye vermen valIa¬hi de uygun olmaz; onu ancak Sen almalısın, dedi.
Allah Resülii’nün sahabisi doğru söylüyordu; böyle bir tercih aynı zamanda Hayber’i içeriden fethetmek demekti ve bunun üzeri¬ne Efendiler Efendisi, Hz. Dıhye’yi yanına çağırarak Hz. Safiyye’nin yerine bir başkasını almasını istedi. Daha sonra da Hz. Bilal’e sesle¬nerek onları huzuruna getirmelerini emir buyurdu.
Beri tarafta ise Safiyye Validemiz, gelişmeleri dikkatle takip edi¬yordu; içinden bir his, sanki zifaf gecesi gördüğü rüyanın tahakkuk edeceğini söylüyordu. Zira Kinane İbn Ebi’l-Hukayk ile evlendiği gece rüyasında, Medine tarafından bir ayın gelip kucağına düştüğü¬nü görmüştü. Hatta sabah olup da bunu Kinane’ye anlatınca o, bu işe fena şekilde öfkelenmiş ve:
– Yoksa senin niyetin, Hicaz hükümdarı Muhammed’e varmak mı, diyerek tepki göstermiş; sadece tepki göstermekle de kalmamış ve okkalı bir sil1e indirerek yüzünü gözünü morartmıştı. 277
İşte tam bu hislerle dolu olduğu sırada yanlarına Hz. Bilal gel¬miş kendilerini Resı1lullah’a götüreceğini söylüyordu. Peygamber¬ler torunu olan Safiyye Validemiz, babasından duyup durduğu ahir zaman peygamberinin has harimine girmek üzereydi!
Bu sırada ashab, Allah Resülü’nün bir inceliğine daha şahit ola¬caktı; zira huzura getirirken Hz. Bilal onları iki Hayberlinin cesetle¬rinin yanından geçirmiş ve ölüleri görür görmez de Safiyye validemi¬zin amca kızı, çığlığı basıp bağırmaya, üstüne başına toprak saçmaya başlamıştı. Bunları Allah Resı1lü de duyuyordu; insanlara gereksiz yere acı çektirmenin doğru olmadığını söyleyecekti ve gelir gelmez Hz. Bilal’e dönerek:
– Ey Bilal! Sende hiç merhamet duygusu yok mu ki, bu kadınca¬ğızları ölülerinin yanından geçiriyorsun, diyecekti.
274 Bu arada Uyeyne İbn Hısn ile Beni Fezareler ganimetten payalmak için yeniden gelmiş ve Efendimiz’i ikna etmeye çalışıyorlardı. İkna edemeyeceklerini anlayın¬ca ağız değiştirecek ve bu sefer de tehdit etme yolunu deneyeceklerdi. Ancak bu da sonuçsuzdu; zira Resülullah (s.a.s.) onlara, buluşma yerlerini bile gösteriyor, meydan okumalarına kulak bile vermiyordu. Elleri boş geri giderken aralarından Haris İbn Avf şunları söyleyecekti onlara:
– Ben size dememiş miydim? Muhammed’in doğu ve batıya malik olacağını ben size söylememiş miydim! Bunu bize Yahudiler haber verip duruyorlardı! Yemin ederim ki ben, Ebü Rafi’ Sellam İbn Mişkem’in, “Nubiivvet konusunda biz Muham¬med’i kıskanıyoruz; halbuki O, Harün neslinden çıkmalıydı! Ancak ne yapalım ki O, gönderilmiş bir peygamberdir! Ancak bu konuda Yahudiler beni dinlemezler; bdlbuki biz O’na iki kurban vereceğiz; birisi Yesrib’de, diğeri de Hayher kalelerinde.” dediğini dün gibi hatırlıyorum. Bkz. Vadıdi, Megôzi, 1/676 vd.; İbn Kesir, Sire, 3/401
275 Bir gün diğer Ezvac-a Tahirat, kendilerinin Allah Resülü’ne akrabalık yönüyle de daha yakın olduklarını ileri sürerek Safiyye Validimizi rencide etmişlerdi. Hane-i saadetlerine girip de onu hüzünlü gören Efendimiz (s.a.s.), duruma muttali olun¬ca onu karşısına alacak ve, “Sen de onlara, benim kocam Muhammed, babam Hdrün ve amcan: da Musa deseydin ya” diyerek onu teselli edecekti. Bkz. İbn Sa’d, Ta¬bakat, 8/127; Kurtubi, el-Cami’ H ahkami’l-Kur’an, 16/326; İbn Hacer, el-İsabe, 8/101; İbn Esir, Usudu’l-Ğabe, 3/375
276 Hz. Safiyye Validemizin esas adının Zeyneb olduğu ve Allah Resülü’nün seçi¬minden dolayı kendisine bu ismin verildiği de söylenmektedir. Zira o gün için savaşlarda orduyu sevk ve idare eden şahsın hakkı olarak ya bir at, ya bir köle ya da bir cariyenin başkumandana tahsisi adettendi ve buna, ‘Seçme’ manasında ‘Safif deniliyordu ve Allah Resülü de o gün, Huyeyy İbn Ahtab’ın kızını kendisi için seçmişti ve bu seçimle birlikte Huyeyy’in kızı Zeyneb’e artık Safiyye denile¬cekti. Bkz. İbn Hacer, Fethu’l-Bari, 7/480
277 Efendimiz’in yanına getirildiği gün hala bu sillenin morartısı yüzünde duruyor¬du; sebebini sorunca bu olayı Allah Resül ii’rıe O anlatacaktı. Bkz. Vakıdi, Megaz], 1/674; İbn Kesir, Sire, 3/374; İbn Kayyım, Zadu’l-Mead, 3/290
Huzuruna gelince Safiyye Validemizi karşısına alan Allah Re¬sülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ona İslam’ı anlattı ve kabullenip kabul¬lenmemede muhayyer bıraktı; şayet kabullenirse, kendisiyle izdivaç yapacağını; kabullenmediği takdirde ise, hürriyete kavuşturup kav¬minin arasına göndereceğini söylüyordu. Safiyye Validemiz: – Ya Resülullah, diye başladı sözlerine. Zaten bu, bir kabulün neticesiydi ve şöyle devam etti:
– Şu konak yerine gelip de Sen beni İslam’ a davet etmeden önce zaten ben, Müslüman olmayı arzulamış ve Seni de tasdik etmek is¬temiştim. Artık benim, ne Yahudilikte bir emelim, ne de orada bir yakınım var! Yani şimdi Sen, küfürle İslam’dan birini seçme konu¬sunda serbest bırakıyorsun ve ben de, Allah ve Resülü’nü seçiyorum. Allah ve Resülü bana, hürriyete kavuşmamdan da kavmimin arasına geri dönmemden de daha hayırlıdır!
Bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz. Safiy¬ye Validemizi hürriyete kavuşturup zevceliğe kabul etti. Onun için artık, gördüğü rüyanın gerçekleşmiş olmasından duyduğu huzur, o güne kadar yaşadığı bütün sıkıntılarını unutturacak güzellikteydi! Onu, Enes İbn Malik’in annesi Ümmü Süleym validemiz hazırlıyor¬du; akşam olup da çadırına girdiklerinde dışarıda birinin ayak ses-leri duyulmuştu. Hayber’de kocası ve babasıyla kavminden birçok insanın öldürüldüğü bir kadının, Efendimiz’le baş başa kaldığında O’na bir kötülük yapacağından endişe duyan Ebu Eyyüb el-Ensari, kılıcını kuşanmış ve her ihtimale karşı Allah Resülü’nün çadırı ba¬şında nöbet tutmak istemişti. Dışarı çıkıp da onu kılıcını kuşanmış vaziyette görünce Allah Resfılii (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
– Bu ne iş, ya Eba Eyyüb, diye seslendi.
– Ya Resülullahl Bu kadının Sana bir şey yapacağından endişe duydum; çünkü o, babası, kocası ve kavmi Hayber’de öldürülen bir kadındır; hem daha küfürden yeni çıkmıştır! Onun Sana bir şey ya-pacağından endişe duydum, dedi.
Takdir edilmesi gereken bir duyarlılıktı ve Allah Resülü de, elle¬rini açıp Hz. Halid’e şöyle dua edecekti:
– Allah’ım! Gecenin bir vaktinde gelip de Ebu Eyyüb Beni nasıl korumak istemişse Sen de onu muhafaza eyle!
Efendimiz’i Zehirleme Teşebbüsü
Fetih sonrası, Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) henüz Hay¬ber’den ayrılmamıştı; muhtemel problemlerin önünü almak ve yeni duruma göre gereken adımları atıp başka bir problemle karşılaşma¬mak için bir müddet daha burada kalmayı tercih etmişti. Bu süre, Hayberlilerin de iştahını kabartmış, kolay yoldan Efendimiz’in vü¬cudunu ortadan kaldırmanın planını yapmışlardı; er meydanın¬da üstesinden gelemedikleri düşmanlarını (I), şeytanca bir planla ve masum ca bir yaklaşımla arkadan hançerlemek istiyorlardı! Çok sinsi şekilde hazırlanan bu planla, sadece Allah Resülü’nü değil, aynı zamanda O’nun en yakınındakileri de öldürerek büyük bir işe imza atmış olacaklardı!
Bunun için de, Safiyye Validimizin Efendimiz’e olan yakınlığı¬nı kullanmak istemişlerdi. Aralarında oturup konuşmuşlar ve bu işi Zeyneb Binti Hôris’e havale etmişlerdi! Zira Bellum İbn Mişkem’in de hanımı olan Zeyneb Binti Hôris, Hayber’ de öldürülen kocası Bel¬lum, babası Hôris, kardeşi Merhab ve amcası Yesur’ın intikamını almak için can atan bir kişiydi.
Aralarında anlaştıkları şekliyle hemen bir keçi kestirmiş ve onu zehirleyerek bu planını gerçekleştirmek için Allah Resülü’ne gön¬dermişti. Hatta O’nun, koyunun ön kolunu daha çok tercih ettiği¬ni öğrendiği için bilhassa onun üzerinde yoğunlaşmış ve böylelikle Efendimiz’i, kısa yoldan öldürmeyi planlamıştı.
Efendimiz (sallaIIahu aleyhi ve sellern), akşam namazını kılmış konak yerinde oturuyordu. Tepsinin içinde kızartılıp kebap yapılmış zehirli keçiyle gelen Zeyneb Binti Haris, elindeki tepsiyi göstererek:
– Ya Eba’l-Kasım, diye seslendi. Sana bunu hediye ediyorum! Bu kadar yorgunluğun üstüne böyle bir ziyafet, ashabın da ho¬şuna gitmişti! Derken kızarmış keçi ashabın önüne konuldu. Ona ilk uzanan, elbette Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) olacaktı ve öyle de oldu; kızarmış keçinin ön koluna uzanan Allah Resülü, onu müba¬rek ağzına götürür götürmez ortada bir garipliğin döndüğünü his-setti. Belki de O’na bunu Cibril-i Emin bildirmişti ve hemen elini çekerek:
– Sakın buna el sürmeyin; elinizdekileri de kaldırıp atın, buyur¬du. Ortalık birden buz kesilmişti. Herkes bu kadar ani değişikliğin sebebini merak ediyordu. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) buna da açıklık getirecekti:
– Şüphesiz ki bu keçinin ön kolu Bana, kendisinin zehirlendiği¬ni söylüyor, buyurdu. Büyük bir felaketin kenarından dönmüşlerdi; ancak herkes aynı durumda değildi. Zira ashabdan Bişr İbn Bera, Efendimiz’in kendilerini uyardığı sırada ondan bir lokma almış ve çiğneyip yutmuştu. Allah Resülü’nün uyarısı üzerine onu dışarı çı¬karmak istese de zehir tesirini göstermiş ve çoktan Hz. Bişr’in vü¬cudu morarmaya başlamıştı. Zehir o kadar kuvvetliydi ki Hz. Bişr oracıkta ve herkesin gözü önünde can verecekti.
Bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), kendilerine bu ziyafeti çekmek isteyen kadını çağırttı ve: – Bu keçiyi sen mi zehirledin, diye sordu. Zehirin farkına varıl¬mıştı ama zehir işe yaramamış gözüküyordu. Kendi aralarından bi¬risi gelip haber vermiş olamazdı ve kadın:
– Bunu Sana kim haber verdi, diye sordu. Resülullah: – Şu elimdeki ön kolu, diye cevapladı. Ancak hala ilk sorusunun cevabını alamamıştı ve bekliyordu. Başkaca bir kaçış yolunun olma¬dığını gören kadın:
– Evet! Ben yaptım, diye cevapladı. Fail bulunmuştu; ama bunu niçin yaptığı da öğrenilmeliydi: Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellem) sordu: – Sana bunu yaptıran sebep ne idi; bunu niye yaptın?
Ortada yine sinsi bir Yahudi zekası vardı ve kadın şunları söy¬lemeye başladı:
– Kavmimin başına gelenleri biliyorsun; onlara yapacağını yap¬tın! Kendi kendime dedim ki, “Şayet O bir melik ise böylelikle O’n¬dan kurtulmuş oluruz; ancak gerçekten bir Nebi ise zaten bundan haberi olur ve kurtulur!”
278 Daha sonra Allah Resülii’nün, “Bismillah deyiniz ve ondan sonra da yiyiniz” dediği ve böylelikle o zehirli etin hiç kimseye zarar vermediği; aynı zamanda o kızartılmış eti Allah Resülü’nün yaktırdığı da rivayet edilmektedir. Bu sırada onun kolundan bir parça alan köpeğin, anında orada öldüğü de gelen bilgiler arasındadır. Bkz. Salihi, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşad, 5/ı34-135
Efendimiz, her şeye rağmen kadını affetmişti; zira O (sallallahu aleyhi ve sellern), şahsına karşı işlenilen suçtan dolayı intikam duygusu içine girmezdi. Hatta sahabe:
– Onu öldürelim mi, diye soracak ve Resulü Kibriya da: – Hayır, cevabını verecekti.
– Ona ne dokunulacak, ne de işkence yapılacaktır!
Ancak Bişr İbn Bera’rıın şehit olması her şeyi değiştirecekti; bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), onun kanına bedel kadını Hz. Bişr’in yakınlarına verecek ve onlar da o menhüse kadını kısas olarak öldiireceklerdi.s??
Hayber’in Yeni Misafirleri
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Hayber kalelerini fethetmiş ve Medine’yi sürekli tehdit eden bir çıban başı daha ezilmişti. El¬bette mesele sadece Hayber’den ibaret değildi; etrafta tehdit oluştu-ran diğer unsurların üzerine de gidilecek ve bu cihetten gelebilecek muhtemel tehlikeler de bertaraf edilecekti.
İşte tam bu sırada Allah Resülü’nün huzuruna, Mekke’nin şid¬detle oturup hiddetle ortalığı kavurduğu dönemlerde Habeşistan’a hicret eden Hz. Ca’fer ve arkadaşları çıkageldi. Yılların özleminin son bulduğu bu noktada yoğun bir duygu seli hakim olmuştu. Kolay değil, yaklaşık on beş yıldır dünya gözüyle birbirlerini görememiş¬lerdi! Bir anda Hayber’in havası değişivermiş. ortalık bayram yerine dönmüştü! Allah Resülii’ne doğru yürürken Hz. Ca’fer’in ayakları, O’na duyduğu saygı ve hürmetten dolayı neredeyse yere basmıyor¬du.
279 Efendimiz’i zehirlerneye kalkışan bu kadının Müslüman olduğu şeklinde de riva¬yet vardır; buna göre o, yaptığı çirkin işin gerekçesi kendisine sorulduğunda:
– Şimdi mesele tebeyyün etti ki Sen, gerçekten de Allah’ın Resülü’siin, diye ce¬vaplamış ve kelime-i tevhidi söyleyerek Müslüman olmuştur. Bkz. Süheyli, Ravdu’l-Unf
Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem) de ona kucağını açmış bek¬liyordu; nihayet kucak kucağa sarılmış ve yılların hasretine son nok¬tayı koymuşlardı. Yeğeninin alnından, iki gözünün ortasından öpen Allah Resülü:
– Vallahi, hangisine sevineceğimi bilemiyorum; Hayber’in fethine mi, Ca’fer’in gelişine mi, diyor ve bu sevinciıli ashabıyla da pay¬laşıyordu.
Onlarla birlikte gelenler arasında EbU Musa el-Eş’ari’uuı de aralarında bulunduğu elli küsur mü’min vardı. Yemen’den yola çık¬mışlar ve gemileri kendilerini Habeşistan’a götürmüştü. Burada Hz. Ca’fer’le karşılaşınca da, Medine’ye birlikte dönmeyi kararlaştırmış¬lar, Habeşistan kralı Necaşi’nin tahsis ettiği gemilerle Arap yarı ma¬dasına geçmişlerdi. 280
O gün Hayber’e gelenler arasında, Devs kabilesinden seksen ev halkı da vardı; Müslüman olup Medine’ye kadar gelmişler ve SiM’ İbn Ur.futa’nın arkasında sabah namazını kıldıktan sonra da, Resü¬lullah’ın burada olduğunu öğrenmiş, O’na bir an önce kavuşacak ol¬manın heyecanıyla Hayber’e yönelmişlerdi. O gün aralarında, daha sonraları ‘EbU Hureyre’ diye meşhur olacak olan Abdiişşems de vardı.
Hayber yeni misafirlerini ağırlıyordu ve Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), Hayber’e kadar gelen bu insanlara da ganimetten pay ayıracak, taksimattan onları da mahrum etmeyecekti.
280 o gün Habeşistan’dan gelenler, on altı kişiydi; geri kalan otuz dört kişi ise Habe¬şistan’da kalmayı tercih etmişlerdi.
Ashabdan bazıları, kendileriyle Habeşistan muhacirlerini kıyaslamış ve kendile¬rinin daha hayırlı konumda olduklarını söylemeye başlamışlardı. Bu husus Allah Resülü’nün kulağına gidince Resülullah meseleye açıklık getirmiş ve Habeşistan muhacirlerinin iki kat hicret sevabı kazandıklarını beyan ederek yüreklerine su serpmişti. Bkz. İbn Esir, Usudu’l-Ğabe, 2/491; Salihi, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşad, 5/136
281 Adını öğrenir öğrenmez, “Güneşin kulu olmaz” diyerek ona ‘Abdurrahman’ adını takan Allah Resülü (s.a.s.), daha sonraki yıllarda ona, kucağına aldığı kedi yavru¬larını göriince, ‘EM Hirr’ diye hitap edecek ve bundan sonra Hz. Abdurrahman, kediciğin babası manasında hep Ebu Hureyre diye anılacaktır. Bkz. Hakim, Müs¬tedrek, 3/579 (614ı); İbn Hacer, el-İsabe, 7/426 vd.: İbn Esir, Usudu’l-Ğabe, 3/258
Güvenlik Çemberi Genişletiliyor
Diğer taraftan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Muhayyısa İbn Mes’fıd’u Fedek halkına göndermiş ve onları da İslam’a davet et¬mesini istemişti; zira zaman zaman onlardan da farklı haberler geliyor ve Medine üzerine yürüme planları yaptıkları söyleniyordu. Hz. Muhayyısa Fedek’e geldiğinde onları İslam’a davet etti ve burada iki gün kaldı; ancak Fedek ehli, buna pek yanaşmak istemiyorlar; Hay¬berlilerin Müslümanları yenecekleri günü bekliyorlardı, Hatta on¬lardan biri ileri atılmış ve:
– Natat’da Amir, Yasir, Haris ve Yahudilerin efendisi Merhab gibi adamlar var; Muhammed’in, onların taşlıklarına yaklaşabilece¬ğini bile sanmıyoruz! Kaldı ki orada on bin de asker var, diyordu. Anlaşılan bunlar, Hayberlilerin galip gelecekleri zamana kadar mu¬hatapıarını oyalama taktiği uyguluyor ve Muhayyısa’yı boşuna meş¬gul ediyorlardı. Bunu gören Hz. Muhayyısa, tam da geri dönmeye karar vermişti ki, bu sefer de:
– Seninle birlikte biz, anlaşma yapmak üzere adamlarımızdan bazılarını göndereceğiz, diyor ve bir miktar daha beklemesini söylü¬yorlardı. Taktik devam ediyordu!
Derken Hayber’den hiç beklemedikleri haberler gelmeye baş¬lamıştı; kaleler teker teker düşmüş ve güvendikleri kahramanlar da birer birer yere serilmişlerdi! Kol ve kanatlarını kıran bir haberdi bu ve anında fikir değiştiriverdiler, Eski durum muhal olduğuna göre şimdi yeni hale göre bir tavır belirleme yolunu seçmişler, en az zararla bu işin içinden nasıl kurtulabileceklerinin hesabını yap¬maya başlamışlardı. Bu sefer liderleri Nun İbn Yüşa’ başkanlığında bir ekiple birlikte yola çıktılar ve Resülullah’la barış akdi imzalamak üzere Hayber’e geldiler. Can güvenliklerinin sağlanması karşılığın-da, geride bir tek çöp bile bırakmadan mallarıyla birlikte yurtların¬dan ayrılıp gitmeyi teklif ediyorlardı. Ancak Resül-ü Ekrem Efendi¬miz (sallal1ahu aleyhi ve sellem) bunu kabul etmeyecekti. Hatta onların bu tavrını gören Hz. Muhayyısa:
– Elinizde ne savaşacak adamınız ne sığınacak sağlam kalele¬riniz ne de sizi koruyacak bir gücünüz olduğu halde size ne oluyor. Şayet Resülullah size, yüz adam bile gönderse, hepiniz önünde sıra¬ya girer, teslim olursunuz, diyor ve onların bu üstten tavırlarını hoş karşılamadığını belirterek burunlarını kırmak istiyordu.
Önceki yandaşlarının başına geldiği gibi fazla ısrarın kendile¬rine daha pahalıya patlayacağını anlayan Fedekliler, mallarının ya¬rısını Müslümanlara vermek şartıyla anlaşmak zorunda kaldılar.
Buna göre Fedek arazisinin yarısı Allah Resülü’nün tasarrufu altın¬da olacak ve bu araziyi işlemelerine karşılık da Fedekliler, Efendi¬miz’e mahsulün yarısını teslim edeceklerdi.s'”
Hayber’den Ayrılış
Artık Hayber’in işi bitmişti; yaklaşık iki ay283 süren kuşatma ve savaşın ardından yirmi sekiz284 kişi şehit olmuş, buna karşılık Hay¬ber savaşçılarından doksan üç kişi öldürülmüşü. Takvimler, Cema-ziyelahir ayını gösteriyordu. Hayber’deki işler yoluna koyulduğuna göre artık vakit, ayrılık vaktiydi ve Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sel¬lem) de, ashabıyla birlikte Hayber’den hareket etti. Yiidi’l-Kurô’y« doğru ilerliyordu; zira burada bulunan Vadi’I-Kura ve Teyma Yahu¬dileri, Hayberliler gibi Beni Kurayzalıların cezalandırılmaları üzeri¬ne ittifak etmiş ve Medine’ye bir saldırı durumunda birlikte hareket kararı almışlardı.
Güneşin batımına yakın Vadi’I-Kura’ya gelinmişti ve Allah Re¬sı1lü, ilk olarak onları İslam’a davet etti. Ancak onlar, bu dilden an¬lamaya pek niyetli değillerdi ve davete ok yağmuruyla cevap verdi¬ler. Bunun üzerine Efendiler Efendisi de, onlarla anladıkları dilden konuşmak için ashabını savaşa hazırladı; sancak Sa’d İbn Ubade'< ye verilmiş ve ashab-ı kiram savaş düzenine girmişti. Buna rağmen Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellem), bir kez daha onlara seslenecek ve yeniden İslam’a davet edecekti. Bu daveti kabullendikleri tak¬tirde mal ve canlarını güvenlik içine almış olacaklarını bildiriyor, kalplerinde taşıyıp durduklarının hesabını ise Allah’a vereceklerini hatırlatıyordu.
282 Hz. Ömer zamanına kadar da bu uygulama devam edecekti; o gün Hz. Ömer, Hayher Yahudileriyle birlikte Fedek ehlini de sürmüş ve ellerindeki toprağın yan fiyatı olan elli bin dirhemi de, Irak’tan elde ettiği bir bedelle kendilerine ödemişti. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/707; Salihi, Siıbülü’l-Hüda ve’r-Reşad, 5/139
283 Hz. Enes’den gelen bir rivayette, bu sürenin altı ay olduğu ifade edilmektedir.
Bkz. Taberani, Mu’cemu’l-Kebir, 6/256 (6337); Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, 2/160
284 Bu sayının yirmi dokuz olması da muhtemeldir.
Yine kabullenmemişlerdi ve sırasıyla kahramanlarını çıkarma¬ya başladılar; onları Zübeyr İbn Avvarn, Ebı1 Dücane ve Hz. Ali gibi sahabiler karşılıyordu! Ortaya çıkıp da meydan okuyan her bir kah¬ramanın ölümünden sonra Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellem) da¬vetini yeniliyor ve daha fazla kan dökülmeden teslim olmaya çağı¬rıyordu. O gün tam on bir adamları öldürülmüştü ama Vadi’I-Kııra ehli bir türlü teslime yanaşmıyordu. Namaz vakitleri geldiğinde Efendimiz ashabıyla birlikte vazifelerini eda ediyor ve yeniden onla¬rı İslam’a davet ediyordu.
Bugünlerden birinde, Rifaa İbn Zeyd’in Efendimiz’e hediye etti¬ği Mid’am ismindeki siyahi bir köleye de ok isabet ederek onu öldür¬müştü, Bunun üzerine ashab, gıpta ile:
– Ne mutlu ona; cennete gitti, diyorlardı. Bunu duyan Allah Re¬sülü (sallallahu aleyhi ve sellern), tepki verdi:
– Hayır, diyordu. Nefsim, yed-i kudretinde olana yemin olsun ki şu anda o, henüz taksimat yapılmadan önce Hayber’den aldığı geniş bir örtünün içinde alevalev yanmaktadır!
Yürekleri ağza getiren ifadelerdi bunlar; Resülullah’ın develeri¬ne bakım yapıp ihtiyaçlarını gideren ve Allah Resülii’ne hizmet eden bir şahsın, er meydanında şehit oluşu bile, onun cehennem alevle-rinden kurtuluşuna yetmiyordu! Demek ki İslam’ı yaşamak, kıldan ince bir hassasiyet gerektiriyordu ve Allah Resfılii’niin bu ifadelerin¬den sonra bir başka sahabi, yüzünün rengi solmuş vaziyette huzura geldi; sanki kolu ve kanadı kırılmıştı. Elinde, bir ucundan tuttuğu ayakkabı derisi vardı; o da bunu, henüz ganimetler taksim edilme¬den önce Hayber’den almıştı. Önce onu Resülullah’a uzattı; korku-dan rengi atmış, Allah Resı1lü’nün vereceği tepkiyi bekliyordu. Niha¬yet Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Cehennemden bir veya iki ayakkabılık bir deri, buyurdu. Hay¬ber’ e sefer başladığı günden bu yana gelişmeleri takip eden ashab¬ı kiram, örneklerinden hareketle Allah Resı1lü’nün verdiği tepkileri müşahede ediyor olmanın hassasiyetiyle birbirlerine bakıyor ve ara¬larında, din adına bundan böyle çok daha titiz davranılması gerek¬tiğini konuşuyorlardı. Zira bugünün yarını da vardı ve yarın Hak di-vanında bunların teker teker hesabı verilecekti!
Artık sona yaklaşılmıştı; yine bir cumartesi günüydü. Vadi’l- Ku¬ra’ya gelişlerinin dördüncü günüydü ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), kuşatmayı daha da daraltarak yeni bir hücum başlatacaktı.
Güneş ışıklarının yükselişiyle birlikte başlayan bu kuşatma, Vôdi’l¬Kura için son kuşatmaydı ve çaresiz teslim oldular.
O gün, Vadi’I-Kura’dan elde edilen ganimetl er de beşe bölündü ve bunların beşte dördü ashab arasında paylaştınldı. Hayberlilerle olduğu gibi Vadi’I-Kura ehline da aynı haklar tanınmış ve toprakla-rı işleme ve elde ettikleri gelirin yarısını Medine’ye gönderme kar¬şılığında yurtlarında kalmalarına müsaade edilmişti. Vali olarak da başlarınaAmr İbn Said tayin edilmişti.
Medine’ye Yöneliş
Artık Allah Resülii, uzun zamandır ayrı kaldığı Medine’ye yö¬nelmiş, gece gündüz demeden yol alıyordu. O kadar ki geceleri de yola devam ediyor ve çok az mola veriyordu. Ashab da çok yorul-muştu; derken gece yarısının geride kaldığı bir sırada mola verilmiş¬ti. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabına döndü ve:
– Bizi sabah namazına kaldıracak gözü, uyumayacak salih bir adam yok mu? Belki uyuyakalırız, diye seslenmeye başladı. Bu yor¬gunlukla yatıldığı zaman kalkmak zor olabilirdi ve Efendiler Efendi¬si, namazlarının geçmemesi için ekstradan tedbir almak istiyordu. Bunun üzerine Hz. Bilal:
– Ya Resülullah, diye seslendi. Ben, Seni namaza kaldınrım! Artık herkes rahatlıkla dinlenebilirdi ve öyle de yaptılar.
Allah Resülii’nün ordusunu sabah namazına kaldırma görevini gönüllü üstlenen Hz. Bilal ise, gecenin karanlığını daha aydın kıla¬bilmek için namaza durdu. Rabbine yönelmiş nafile namaz kılıyor¬du! Bir müddet böylece devam etti. Ancak ilerleyen zaman, onun üzerinde de yorgunluğu n ağırlığını artınyordu. Derken biraz dinlen¬rnek maksadıyla devesine yaslanıp oturmayı denedi; oturduğu yer-den sabah namazının vaktinin girmesini bekliyordu!
Resülullah yerinden fırlayıp da kalktığında, ashabının hepsini uyurken gördü. Güneşin ışıkları yüzlerini ısıtmaya başlamıştı ama onlar, yorgunluktan hala uyanacak gibi gözükmüyordu. Gözleri, Hz. Bilal’i aradı; o da devesine yaslanmış ve oturduğu yerde uyuyakal¬mıştı!
– Sen bize ne yaptın ey Bilal, diye seslendi. Efendiler Efendi¬si’nin kadifeden daha yumuşak ses tonuyla yerinden fırlayan Bilal-i Habeşi, zaten bin pişmandı; ne olursa olsun yere oturmayacaktıl Ancak olan olmuştu ve olmuşu geri getirmenin imkanı yoktu.
Bu arada ashab-ı kiram da uyanınıştı ve her birisinin üzerinde, farz bir namazı geçirmiş olmanın üzüntüsii vardı. Nasılolur da bir mü’min, Allah’ın kendisine farz kıldığı bir namazı kılmadan zama¬nını geçirebilirdi! Hepsi bir olmuş, nöbete gönüllü rıza gösterdiği halde uyuyakalan Hz. Bilal’i çekiştiriyorlardı.
Onlar üzüntü içinde düşünedursun kader hükmünü İcra edi¬yordu; Allah (celle celaluhü), namazıarını kaçırmada bile ümmet-i Mu¬hammed’e olan rahmetinden bir kapı aralıyor ve bundan sonra aynı konumda kalanların nasıl davranacaklarına dair Resı1lullah’ın şah¬sında her bir mü’mine yol gösteriyordu. Önce:
– Burası, şeytanların eğleştiği bir vadidir, buyurarak hareket emri verdi ve o bölgeyi terk etti Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sel¬lem), Ardından yeni konakladığı yerde abdest alıp Hz. Bilal’e ezan okumasını emretti. Ashab-ı kiram da abdest almış, namaza hazır¬lanmışlardı. Ashabına, sabah namazıarının sünnetini de kılmalarını söylüyordu.
Derken yine cemaat yapıldı ve Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sel¬lem) önlerinde imam olarak sabah namazıarını kılmaya başladılar. Namaz bittikten sonra ashabına dönen Efendiler Efendisi, şunları söyledi:
– Hepimizin ruhu, Allah’ın yed-i kudretindedir; isterse onu tutar ve alıkoyar! Buna en çok layık olan da, şüphesiz O’dur. Öyleyse sizler, namazı unuttuğunuzda, hatırlar hatırlamaz onu hemen kılın! Çünkü Allah (celle celaluhü), “Beni anmak için namaz eda et” diye bu¬yurmakta ve bunu ernretmektedir.
285 Hz. Bilal, o gün kendisini en az kınayanın Allah Resülii (s.a.s.) olduğunu söyleye¬cektir.
286 Bu hadisenin, Huneyn Savaşı sırasında gerçekleştiğine dair de rivayet vardır.
Bkz. Salihi, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşad, 5/155
Ashabın üzerinde, Hayber’de elde edilen zaferin neşesi ve ay¬lardır ayrı kaldıkları Medine’ye kavuşmanın da sevinci vardı. Medine’ye yaklaştıklarında dağ taş tekbir sesleriyle inliyordu; Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), bu him de değerlendirecek ve:
– Sessiz olun, buyuracaktı. Zira sizler, ne sizden uzak olana ne de sesinizi duymayana dua edip sesleniyorsunuz; sizin dua edip de kendisine yöneldiğiniz Allah (celle celaluhü), her şeyi duyan ve hepini¬ze en yakın olandır; zira O (celle celôluhü), her an sizinle beraberdir!
Bunlan söyledikten sonra Allah Resülü, arkasında oturan Ebu Musa el-Eş’ari’ye dönecek ve:
– Ey Abdullah İbn Kays, diye seslenecekti. Belli ki bir şeyler söyleyecekti ve Ebu Musa:
– Annem-babam Sana feda olsun; buyur ya Resülullah, diye mukabelede bulundu Allah Resülü’ne, Bunun üzerine: – Sana, cennetin hazinesi olan kelimenin ne olduğunu söyleye¬yim mi, diye sordu. Belli ki, dikkatlerin iyice yoğunlaşmasını istiyor¬du. Ebu Musa: – Elbette söyle; anam-babam Sana feda olsun, deyince de: – La havle vela kuvvete illa billah, dedi.
Allah Resülü’nden bunu duyan ashab-ı kiram da, artık tekbir getirmeyi bırakmış cennetin hazinesi olarak öğrendikleri bu cümleyi tekrar ediyordu.
Gecenin bir vaktinde Ciirf denilen yere kadar gelmişlerdi; asha¬bına döndü ve acele edip de gecenin karanlığında evlerine gitmeme¬lerini söyledi.
Medine’ye girmeden önce onlan, uzaktan Uhud selamlamıştı; o gün Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabından yetmiş tanesi¬ne ev sahipliği yapan Uhud’a nazar ederek ashabına şunlan söyledi: – Bu, öyle bir dağ ki, biz onu severiz, o da bizi!
Uhud’u, ashab-ı Uhud’a anlatıyordu; belli ki insanların gönlün¬de Uhud’a karşı en küçük bir olumsuzluğun olmasını istemiyordu; zaten olumsuzluklar çoktan geride kalmıştı ve bundan böyle, yürek yakan acılar yerine mahz-ı lezzet olan hatıralar yad edilmeliydi! Sonra da mübarek ellerini kaldınp Rabbine yönelmişti:
– Allah’ım, diyordu. Ben, Medine’nin şu iki taşlığı arasındaki şeyleri haram ve dokunulmaz kıldım!
Medine’ye girerken de:
– Bizler, günahlarımızdan tevbe edip Rabbimize kullukta bulu¬narak, secde ve hamd edip Rabbimize yönelerek geri geliyoruz, di¬yordu. O’nun bu ifadelerini duyan ashab da, aynı şeyleri tekrar et¬meye başlamış ve Medine’ye ulaşıncaya kadar da bunları dillerinden düşürmemişti.

HAYBER SONRASI GELİŞMELER
Hayber ganimetleriyle Medine’ye dönen Efendiler Efendisi, bu imkanlarla iki önemli icraat yapacaktı: Öncelikle, mal ve mülklerini Mekke’de bırakarak Medine’ye hicret eden Muhacirlere, kapılarını açıp da mallannı onlarla bölüşen Ensar’a bu ma1lannı geri vermele¬ri talimatı verecek ve kendisi de bunu bizzat uygulayacaktı. Zira Hz. Enes’in annesi Ümmü Süleym’in, hicret sonrasında kendisine hedi¬ye ettiği bir hurmalık vardı ve o gün bu hurmalığı Allah Resülü (sallal¬lahu aleyhi ve sellern), kullanmaları için kendilerine tahsis ettiği Ümmü Eymen’den alarak sahibine geri iade edecekti.
İkinci icraat de yine Mekke ile ilgiliydi. O gün Mekke’de büyük bir kuraklık baş göstermiş ve insanlarla hayvanlar büyük bir kıtlıkla karşı karşıya kalmışlardı. Bunu duyan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), O güne kadar her fırsatta kendisine kılıç kaldırıp hayatına kasteden bu insanların bile elinden tutma adına bir adım atacak ve Hayber’den elde ettiği ganimetlerle Mekkelilere yardım gönderecek¬ti! Resülullah’ın hareketi, mü’minin şefkat ve duyarlılığını gösteri¬yordu. Allah’ın kulu olduklan için onların da ellerinden tutmayı he¬defliyor ve icraatindeki mesajla O (sallallahu aleyhi ve sellern), onları da Allah’a kulolma zeminine çağırıyordu.
Yardımı götüren sahabi, Amr İbn Ümeyye idi. Yardım gönder¬diği isimler yine Ebu Süfyan, Süheyl İbn Amr ve Safvan İbn Ümey¬ye idi; lider konumundaki insanlardı ve bu vesileyle düşünceleri yoklanmış ve böylelikle, İslam adına bulunduklan konum yeniden kontrol edilmiş oluyordu. Zira bunların üçü de, yarın gelip huzurda teslim olacak ve Allah Resülii’niin sahabisi olma şeretine nail ola¬caklardı.
Ancak o gün Süheyl İbn Amr ile Safvan İbn Ümeyye, bu yardımı kabule yanaşmayacaklardı. Etraflarındaki insanların ihtiyaçlarını görüp durmakla birlikte, düne kadaryapmadık kötülük bırakmadık¬lan bir kapıdan böyle bir yardımın gelmesini gururlanna yedireme¬mişlerdi! Ancak bu, yüreklerine kadar işleyen bir mesajdı; zira geç¬mişi gözlerinin önünden geçirdiklerinde herhangi bir insanın dönüp de kendilerine bu yardımı yapmayacaklarını çok iyi biliyorlardı; böylece Resülullah’ın farkını bir kez daha görmüş oluyorlardı.
Ebu Süfyan, daha temkinliydi; her ne kadar arkadaşları müspet bakmasa da ortada insanı çizgide bir cemile vardı ve bu iyiliğin gö¬rülmemesi şık kaçmazdı. Onun için o gün:
– Allah, kardeşimin oğlunu hayırla miikafatlandırsm; çünkü O, akrabalığın gereği olanı yerine getirip bizi gözetti, demiş ve bunların hepsini alarak Mekke’ deki fakirlere dağıtımştı. 287 Mekke’nin kıyme-tini bilemediği Muhammedii’l-Emin, sıkıntılarının farkına varmış ve ellerinden tutmak için kendilerine yiyecek ve altın göndermişti; gö¬nüIlerde, yarını adına umumiyet kesbedecek bir fetih yaşanıyordu!
Bu arada, Devslilerle birlikte Medine’ye gelen Ebu Hureyre, Mescid-i Nebeviye’ye yerleşmiş ve Ashab-ı Suffe arasına katılmıştı. Aradığını bulmanın huzuruyla doluydu ama kendisiyle birlikte Me-dine’ye kadar gelen annesinin bir türlü Müslüman olmayışı karşısın¬da duyduğu üzüntü sevincini kursağında bırakıyordu. Nihayet me¬seleyi Allah Resülü’ne açmayı denedi ve annesi için dua talebinde bulundu:
– Ya Resülullah, diyordu. Ben, annemi her defasında İslam’a davet ediyorum ama o, bana karşı koyup hakaret ediyor. Bugün de aynı teklifte bulundum; ancak yine o, Senin hakkında hoşlanmaya-cağını ve asla kabul edemeyeceğim sözler söyledi. Ebu Hureyre’nin annesinin de hidayete ermesi için Allah’a dua buyuruverseniz!
287 Hatta Efendimiz, EbU Süfyan’dan kendisine deri göndermesini talep etmişti.
Belki de bu, gönderilen emtiayı kabullenmemeleri ihtimaline karşı, ihtiyat akçe¬si olarak düşünülmiıştü. Yardımlan alan EbU Süfyan, Efendimiz’in bu isteğini de yerine getirecek ve talep edilen deriyi Medine’ye gönderecekti.
Çok samimi ve içten gelen bir talepti ve Resül-ü Kibriya Haz¬retleri de, ellerini açıp Ebı1 Hureyre’nin annesi için dua etmeye baş¬ladı.
Ebı1 Hureyre’nin sevinçten ayakları yerden kesilmişti! Şüphe¬si yoktu; Resı1lullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dua etmişse mutlaka bu duaya icabet olunur ve annesi de dünya ve ukbasını kurtarma yoluna girerdi. Bir çırpıda huzurdan çıkarak evlerine yöneldi; yaşadıklarını annesiyle paylaşacaktı! Kapının önüne geldiğinde kapalı olduğunu gördü; içeriden de su sesi geliyordu. Kapıyı açmak için zorladığında annesi ona:
– Olduğun yerde kal, diye seslendi. Nihayet annesi üzerine ör¬tüsünü takmış halde kapıyı açıp ona:
– Gir içeri, diyecekti. Bir şeylerin değiştiği muhakkaktı; ancak Ebı1 Hureyre henüz olanların farkında değildi. Nihayet Ebı1 Hurey¬re’ nin annesi Meymfıne Binti Subeyh:
– Ben şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve Muham¬med de, O’nun kulu ve Resı1lü’dür, deyiverdi. Dünyalar onun olmuş¬tu; Devs’in aslanı Ebı1 Hureyre (radıyallahu anh), sevincinden ağlıyor¬du. İman dolu bir gönül için dünyadaki en büyük bahtiyarlıktı bu ve müjdeli haberi, Allah Resı1lü’yle de paylaşmak istiyordu; koşarak mescide geldi:
– Ya Resulullah! Müjde, diye seslenmeye başladı. Allah (celle ce¬laluhi’ı), Senin duanı kabul etti ve Ebı1 Hureyre’nin annesini de İsla¬miyet’e hidayet etti!
Efendiler Efendisini de sevindiren haberdi bu ve önce, Allah’a hamd ü sena ettikten sonra, sonucunun da hayırlı olması için dua etmeye devam etti:
– Allah’ım, diyordu. “Şu kulun ve annesi hakkında, mü’min kul¬larınının kalbinde muhabbet hasıl eyle ve mü’min kullarını da onla¬ra sevdir!”
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellern), habeşistan’dan dönen Hz. Ca’fer için Hayber dönüşünde Mescid-i Nebevi’nin yakınında bir ev yaptırıp ona, kendisine Rum hükümdarının hediye ettiği atlastan cübbeyi hediye etti.288 Habeşistan muhacirlerine kucak açan Necaşi’nin, Müslümanları koruyup kollama adına yaptıklarını duyunca da, önce gidip abdest alacak ve sonra da, onun için ellerini kaldınp Rabbine dua dua yalvaracaktı.
Bu arada güvenlik adına atılması gereken adımlardan da taviz verilmiyor; hala içlerinde Medine’ye baskın düşüncesini barındı¬ranları ve bu konuda müşahhas adımlar atanları sindirmek ve artık Hicaz’da İslam’ın hakimiyetini tescil etmek adına etrafa güvenlik güçleri gönderilmeye devam ediliyordu. Bu maksatla Efendimiz (sal¬lallahu aleyhi ve sellern), Hz. Ömer başkanlığında otuz kişilik bir birliği Türebe’ye, Hz. Ebu Bekir kumandasındaki bir müfrezeyi de Necid bölgesindeki Hevazinlilere göndermişti. Bunun dışında Beni Mürre, Meyfaa ve Cin ab gibi bölgelere de seferler düzenlenmiş ve böylelikle Hicaz’daki umumi sulhun temini hedeflenmişti.
288 Ertesi günü bu cübbeyi Hz. Ca’fer’in üzerinde göriince, “Ben sana, onu giyesin diye göndermemiştim” diyecek ve daha sonra da, onu Necaşi’ye göndermesini söyle¬yecekti. Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/229 (13424); Salihi, Sübiilü’l-Hüda ve’r-Reşad,7/298
Zâtü’r-Rikâ
Gatafanlıların bulunduğu bölgeye yapılan bu sefer, Medine’den ayrılıp da yeniden geri dönülünceye kadar geçen on beş günlük süre içinde yaşanan barikulade hadiselerden dolayı ashab arasında, ola-ğanüstü haller seferi olarak da289 isimlendirilecektir.
Her zaman olduğu gibi o gün de Medine’ye bir tüccar gelmiş ve elinde bulunanları burada ashab-ı kirama satınıştı. Bir müddet otu¬rup konuşunca da:
289 Bu sefer sırasında ağaçların Efendimiz’e siper olması ve Efendimiz, ihtiyacını gi¬derdikten sonra da yeniden eski haline gelmesi; mezarında azap görmekte olan birisi için Efendimiz’in ağaçtan koparttırdığı iki dalı bu mezarların başına dike¬rek bu vesileyle azaplarının hafifleyeceğini söylemesi; Efendimiz’in duasıyla sar’a hastası olan bir çocuğun şifa bulması; Efendimiz’e suikast girişiminde bulunan Gavres’in Müslüman olarak hidayete ermesi; efendisinden şikayette bulunan bir devenin Allah Resülii tarafından teskin edilmesi; Hz. Cabir’in kaybolan devesi¬nin yerini haber vermesi; su ve yiyeceklerde bereket yaşayarak bir kova su ile ordunun tamamının ihtiyacım gidermesi; yolda giderken bulunan üç tane deve kuşunun bütün orduya yetmesi ve yine acıktıkları bir sırada sahile vuran dev bir balıkla karınlarım doyurmaları gibi mucizeler gerçekleşmişti. Bkz. Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, 9/8; Salihi, Siıbiılii’l-Hiida ve’r-Reşad, 5/175
– Enmar İbn Beğiz ve Beni Sa’ doğul1arı size karşı savaşmak için toplanıp durdukları halde onlara karşı sizin sessiz kaldığınızı görü¬yorum, demişti. Önemli bir haberdi; zaten sözü edilenler, daha önce de benzeri fırsatları kollayıp Medine’ye baskın yapmaya yeltenen tescilli insanlardı ve bu haber Allah Resülü’ne ulaşır ulaşmaz, yeri¬ne Ebü Zerr’i vekil bırakarak-?” dört yüz291 kişilik bir kuvvetle Mu-harrem ayının bir cumartesi günü sözü edilen yere doğru yola çıktı. Medik yolunu takip ediyordu ve Şukra vadisine gelince burada bir gün konaklayacak ve ashabını belli gruplara bölerek etrafı kontrol etmeleri için gönderecekti.
Gecenin ilerleyen saatlerinde geri dönen ashab-ı kiram, etrafta hiç kimseye rastlayamadıklarını, sadece bazı izler bulduklarını rapor etmişlerdi. Bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), yeni¬den hareket emri verdi; hedefe doğru hızla ilerliyorlardı. Yoruldukça ve sıcaklar bastırınca mola veriyorlar, yürümeleri için şartlar uygun hale gelince de yine yola koyuluyorlardı.
Nihayet Medine’ye iki günlük mesafede bulunan bir hurmalığa kadar gelmişlerdi; burası, tüccarın sözünü ettiği kabileIerin yerleşim yerleriydi. Ancak, ortalıkta kadınlardan başka kimse yoktu. Resülul¬lah’ın üzerlerine geldiğini haber alır almaz dağlara çıkmış ve geliş¬meleri gizlendikleri yerlerden takip ediyorlardı.
Ortalıkta gergin bir hava oluşmuştu; dağ başına kaçıp da sığı¬nan Gatafanlılar, artık sonlarının geldiğini düşünüyor ve köklerinin kazınacaklarından endişe duyuyordu; Efendimiz’le birlikte bulunan ashab ise, dağ başlarına çekilen insanların kendilerine aniden bas¬kın yapıp yapmayacaklarından emin olmak istiyorlardı. Sessiz bir bekleyiş başlamıştı!
290 Yerine vekil bıraktığı sahablnin, Hz. Osman olduğu da ifade edilmektedir. Bkz ..
İbn Hişam, Sire, 4/157; Vakıdi, Megazi, ı/8
291 Bu rakamın yedi yüz veya sekiz yüz olduğuna dair de bilgiler vardır. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/396; Salihi, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşad, 5/ı75
Derken öğle namazının vakti girdi ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), ashabıyla birlikte namaz kılmak için hazırlık yapmaya baş¬ladı; ezan okunmuş ve saflar tutulmuştu! Bunu gören Gatafanlılar, büyük bir fırsat yakaladıklarını düşünüyorlardı; önce, hemen saldırıp Müslümanlara büyük zayiat vermeyi planlamışlarsa da araların¬dan bir kısmının:
– Onları şimdi kendi hallerine bırakın; nasılolsa bundan sonra da namaz kılacaklar ve o namaz onlar için kendi evlatlarından bile daha sevimlidir, demesi üzerine bu saldırı planlarını bir sonraki na¬maza bırakmışlardı. Ancak hesap edemedikleri bir durum vardı; zira bu sırada Cibril-i Emin gelmiş ve onların bu sinsi planından Allah Resı1lü’nü haberdar etmişti. Bunun üzerine Efendiler Efendisi (sallal-lahu aleyhi ve sellern), ikindi namazının vakti girer girmez ashabını ikiye ayıracak ve yine cemaatle eda ettiği namazını Kur’an’ın kendisine tarif ettiği şekilde kılacaktı. Buna göre ilk tekatta kendisiyle birlikte namaza duran ashab, ikinci tekata kalktığında ayrılıp düşmandan gelebilecek tehlikelere karşı nöbete duracak ve bu sırada diğer ashab gelerek ikinci tekatı O’nunla birlikte tamamlayacaktı. Daha sonra her iki grup da, kılamadıkları bir rekatı kendi başlarına tamamlaya¬cak ve böylelikle, fırsat bekleyen düşmanın emellerine ulaşmasının önüne geçilmiş olacaktı. Dağ başlanna çekilenler için bir umut ışığı daha sönmüş oluyordu ve bundan sonra da bu umut ışığı bir daha hiç canlanmayacaktı.
Yaklaşık on gün bu bölgede kalan Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellern), düşmanın karşısına çıkma ihtimali ortadan kalkınca ashabı¬na Medine’ye dönme emri verdi; hatta öncü kuvvet olarak ashabın¬dan Cuôl İbn Süraka’yı Medine’ye gönderecek ve selamette oldukla¬rının haberini ulaştırmasını isteyecekti.
Bu arada ashabdan biri, bir kuş yuvası bulmuş burada bulunan yavrulardan birini alarak karargaha doğru geliyordu. Sahabinin dav¬ranışlannda bir farklılık olduğunu sezen ashab, merakla sahabinin elindekine bakmaya başlamıştı. Her hadiseyi birer lisan olarak de¬ğerlendiren Allah Resı1lü de ona bakıyordu ve gelişmeleri ashabıyla paylaşacağı anı bekliyordu.
Derken bir kuşun bu sahabinin üzerine doğru sürekli inip kalk¬tığı görüldü; yavrusunu o sahabinin elinden kurtarmak isteyen bir annenin çırpınışlanydı bu! Mesele şimdi anlaşılmıştı; yavrusuna olan şefkatinden dolayı kuş, yuvasını yıkan bu insana hücum ediyor ve yavrusunu ondan kurtarmak istiyordu. Gerçekten de garipsene¬cek bir durumdu; yavrusunun hayatını kurtarmak için kendi hayatını tehlikeye atıyor ve ne pahasına olursa olsun neticeye gitmek isti¬yordu. Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Şu kuşun halini görüp de garipsiyorsunuz, değil mi, diye sordu onlara. Sizler onun yavrusunu aldınız ve o da, yavrusuna olan mer¬hametinden dolayı kendisini tehlikeye atıyor! Unutmayın ki Allah (celle celaluhü), kullarına karşı şu kuşun yavrusuna olandan daha mer¬hametlidir!
Yine yola koyulmuş ve Medine’ye iyice yaklaşmışlardı. Niha¬yet gecenin karanlığı çökünceye kadar yol alıp Sırôr denilen yerde konakladılar. Efendiler Efendisi burada bir deve kesilmesini emre¬decekti. Fark etmemişlerdi; düşman saflarından biri ahdetmiş, bir Müslüman kanı dökmeden geri dönmernek üzere onları takip edi¬yordu. Rüzgarlı bir geceydi ve Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem), as¬habına dönerek:
– Bu gece bizi kim korur, diye sordu. Ayağa kalkanlar Abbad İbn Bişr ile Arnmar İbn Yasir idi:
– Biz koruruz ya Resülullah, diyorlardı ve Allah Resulü de bunu tahsin ederek istirahate çekildi. 292
Kaza Umresi
Yedinci yılın Zi’l-Kade ayıydı; Cibril-i Emin de gelmiş, “Hür¬metli ay, hürmetli aya bedeldir ve hürmetler karşılıklıdır.”293 me¬alindeki ayeti getirmişti. Geçen yıl yapılamayan umrenin, artık ger¬çekleşme vaktinin geldiğini hatırlatıyordu. Efendiler Efendisi de, bir yıl önce anlaşıldığı gibi ashabına umre için hazırlanmalan emri¬ni verdi; bu süre içinde şehit olanların veya kendi eceliyle ölenlerin dışında Hudeybiye’de bulunanlardan hiç kimsenin geri kalmaması gerektiğini ilan ediyordu.
292 Bu nöbet sırasında Abbiid İbn Bişr’e ardı ardına ok isabet edecek, ancak o, na¬mazında okuduğu Kehf suresinden aldığı hazzı zedelememek için yanındaki arkadaşı Hz. Ammar’a bunu haber vermeyecekti. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/396; Sa¬lihi, Sübillü’l-Hüdii ve’r-Reşad, 5/180
293 Bakara, 2/194
294 Bu umreye, ‘Kaza Umresi’ denildiği gibi bir önceki teşebbüste anlaşmaya vesi¬le olduğu için ‘Kazıyye’, yapılamayan önceki umreye bedelolduğu için ‘Kısas’ ve anlaşmaya vesile olduğu için de ‘Sulh’ umresi de denilebilmektedir. Bkz. Siilihi, Siibülıi’l-Hiida ve’r-Reşad, 5/196
Bu arada umre için hali vakti yerinde olmayan insanlar da yola çıkmak istiyorlardı; ne üzerlerine binebilecekleri bir binekleri ne de gidip gelinceye kadar kendilerine yetebilecek yiyecekleri vardı:
– Ya Resülullah, diyorlardı. Allah’a yemin olsun ki, bizim eli¬mizde yol azığımız hiç olmadığı gibi bizim elimizden tutup da bize yardım edecek birileri de yok!
Gönülden talepte bulunuyorlardı ama gerçekten de imkanla¬rı yoktu; aralarında, bilhassa Medine dışından buraya gelip hicret etmiş insanlar vardı! Öyleyse bu insanların da elinden tutulmalı ve birlikte yola çıkabilmek için gerekli olan yardım yapılmalıydı.
Bunun için Fahr-i Kainat Efendimiz, ashabım infaka teşvik etti; Allah için verene, Allah’ın da bol miktarda vereceğinden şüphe yoktu. Böylelikle fani olan dünya malının, ahiret adına ebedi bir ser-vete dönüşme fırsatı elde edilebiliyordu:
– Tasaddukta bulunun ve sakın elinizi çekmeyin; yoksa helak olursunuz, diyordu. Ancak bu sıkıntı, sadece belli insanlarda değil, ashab-ı kiramın genelinde vardı ve:
– Ya Resülullah, dediler. Elimizde hiçbir şey yokken ne infak edebiliriz ki!
– Bir hurmanın yarısı bile olsa elinizde olanlardan, buyurdu Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern). Zaten, Cibril-i Emin’in getir¬diği, “Allah yolunda infakta bulunun ve sakın ola ki kendi eliniz¬le kendinizi tehlikeye atmayın”295 mealindeki ayet de bunu anlatı¬yordu. Demek ki esas tehlike, insanın er meydanlarında cepheden cepheye koşması değil, muhtaçları görüp de onlara infakta bulun¬mamak suretiyle kendi kendisini helak etmesiydi! Mesele şimdi an¬laşılmıştı; vermek için illa da zengin olmayı beklemek gerekmiyordu ve ashab-ı güzin hazretleri, bulabildiği kadarıyla elindeki imkanları ortaya döküyor ve Beytullah’a yolcu olan kardeşlerine destek olma¬ya çalışıyordu.
295 Bakara,2/195
296 Bu sahabinin, Uveyf İbn Edbat veya Ebu Zerr el-Gıfiiri olduğuna dair de rivayet¬ler vardır. Bkz. İbn Hişam, Sire, 5/17; Belazuri, Ensabu’l-Eşraf, 1/155
Derken Medine’den Kabe’ye, kadınlarla çocuklar hariç iki bin kişilik bir yolculuk başlıyordu. Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellem) Me¬dine’ de yerine, Ebii Ruhm ei-Gıfôri’yı bırakmıştı.” Bir yıl önce görülen rüya ve geri dönüşte inen ayetlerde anlatılan müjde tahakkuk etmek üzereydi; emniyet ve güven içinde Kabe’ye gidecek ve asırlar¬dan beri ilk defa burada ibadetin nasıl yapılması gerektiğini bütün aleme göstereceklerdi! Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), Mescid-i Nebevi’nin kapısında ihrama girdi ve telbiye getirmeye başladı; O’nu duyan herkes, aynı telbiyeyi söylemeye başlamıştı. Medine:
– Lebbeyk Allahümme lebbeyk; lebbeyke la şerike leke lebbeyk.
İnne’l-hamde ve’n-Ni’mete leke ve’l-mülke la şerike lek, ifadeleriyle sarsılıyordu.
Yanlarına, kurbanlık olarak atmış deve almışlardı. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) kendi kurbanını bizzat hazırlamış ve boynu¬na nişan olarak bir işaret koymuştu. Kurbanlıklarının başına yine Nôciue İbn Cündeb’i tayin etmiş ve yanına kattığı beş kişiyle birlikte onları, yeşilliklerde otlatarak sağ salim Mekke’ye ulaştırmakla gö¬revlendirmişti.
Her ne kadar bu yolculukta esas maksat, Allah’a kulluk vazifesi¬ni ifa ise de Allah Resülü, tedbiri elden bırakmıyor ve yanına silah¬larını da almak istiyordu. Hatta ashab arasından Muhammed İbn Mesleme başkanlığında yüz kişilik bir grubu seçmiş ve bunları atlı birlikler olarak önceden göndermişti! Kılıç, kalkan, miğfer ve mız¬rak gibi silahların başına da Beşir İbn Sa’d’ı görevlendirmiş ve onları da Muhammed İbn Meslemelerle birlikte göndermişti. Gelişmeleri ashab da dikkatle takip ediyordu; Bir anlam verememişlerdi ve:
– Ya Resülullah, diyorlardı. Bizler Mekke’ye girerken onlar, ya¬nımızda sadece yolcu kılıcı olması ve bunun da kınında bulunma¬sını şart koştukları halde Seni bu kadar silah almaya sevk eden de nedir?
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu soruya:
– Biz, onlarla Harem’ e girecek değiliz; ancak onların, bize yakın bir yerde durmasında fayda var! Şayet onlardan, olur da bize karşı bir saldırı söz konusu olursa, bunlar elimizin altında olur, diyerek cevap verdi. Anlaşılan, Kureyş’in sözünde durup durmayacağından hala emin değildi; belki de ashabına, her halilkarda tedbire riayet etmenin lüzumunu anlatmak istiyordu.
Zü’l-Huleyfe’de ayrılıp da önden giden Muhammed İbn Mes¬leme ve arkadaşları Merrü’z-Zahran denilen yere geldiklerinde Kureyş’ten bir grup insanla karşılaştılar; endişelenmişlerdi ve onlara, bu hareketliliğin sebebini soruyorlardı. Muhammed İbn Mesleme ve arkadaşları onlara, Resülullah’ın da arkadan gelmekte olduğu¬nun haberini verdiler.
Hele Beşir İbn Sa’d ve beraberindeki silahla¬ra muttali olduklarında yürekleri ağızlarına gelmiş ve yüzlerinde de renk kalmamıştı! Koşarak Mekke’ye geldiler ve durumdan ileri ge¬lenleri haberdar ettiler. Kureyş’i büyük bir telaş almıştı:
– Nasılolur, diyorlardı. Bizler, sözleşmeyi ihlal eden yanlış bir şey yapmadık; anlaşmamıza da sözleşmemize de bağlıyız! Öyleyse Muhammed ve arkadaşları, ellerinde silahlarıyla birlikte bizim üs-tümüze niye geliyor ki!
Durumu daha yakından takip etmek ve gelişmelere muttali ola¬bilmek için de, Mikrez İbn Hafs başkanlığında bir heyet tertip edip Ye’cec denilen yere gönderdiler. Bu sırada Kainatın İftiharı da bura¬ya gelmiş bulunuyordu.
– Vallahi de ya Muhammed, diyorlardı. Senin, ne küçükken ne de daha sonraları insanlara gadrettiğin görülmemiştir; şimdi ise bu silahlarla birlikte kavminin üzerine Harem’e girmek istiyorsun! Hal¬buki Sen, kavminle yaptığın anlaşmada sadece yolcu kılıçları ve on¬ların da kınlarında olması şartını kabul etmiştin!’
Rahatlatan cevap Allah Resülü’nden geliyordu:
– Ben onların üzerine silahlarla birlikte girmeyeceğim ki! Mikrez ve arkadaşları rahat bir nefes aldılar; rahatlamışlardı!
Efendimiz’e dönerek:
– Zaten Sana yakışan da budur; zira Sen, hep iyilik ve vefa ile tanındın, dediler ve doğruca Mekke’nin yolunu tuttular. Şöyle di¬yorlardı:
– Şüphe yok ki Muhammed, sizinle yapmış olduğu anlaşmaya sadık ve buraya da silahlı olarak girmeyecek!
Bu arada Kureyş, ashabın zayıflıktan yürüyemeyecek kadar güç¬süzleştiklerinin dedikodusunu yapmaya başlamış ve bu ifadeler as¬habın kulağına da gelmişti. Medine hummasından kol ve kanatları¬nın kırıldığını ileri sürüyor ve onları küçümsüyorlardı! Bunu duyan ashab-ı kiram hazretleri, Resülullah’ın huzuruna gelip şunları söy¬leyeceklerdi:
– Şu develerimizi kesip etlerinden yiyip çorbalarından içsek de yarın onların yanına giderken daha zinde ve daha güçlü olsak!
Ancak bu, Allah Resülii tarafından makul görülmeyecekti.
Önce:.
– Sakın böyle yapmayın, dedi ve ardından da:
– Biz, elinizde bulunan azıklarınızın tamamını Bana getirin,
diyerek onlara yeni bir kapı daha aralanacağının müjdesini vermiş oldu.
Herkes, elinde avucunda ne varsa alıp huzura getiriyordu; orta¬ya bir sergi sermişler ve getirilen her şey bu serginin üzerine dökül¬müştü. Çok geçmeden ortada büyükçe bir tepecik meydana geliver-mişti! Sayıları iki binin üstündeki bu insanlar gelip buradan karnını doyurup geri gidiyordu ama ortadaki tepecik hala olduğu gibi duru¬yordu. Demek ki, yeni bir ikrama daha mazhar oluyorlardı. Artık her biri, develerini de kesme ihtiyacı hissetmeden doya doya bu ikram¬dan istifade etmiş ve azıklarını da doldurarak geri çekilmişti.
Efendimiz’in Mekke’ye Girişi
Zilhicce ayının dördüncü günüydü. Sabahın ilk ışıklarıyla bir¬likte Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) Merrii’z-Zehran denilen mevkiden hareket etmiş, Mekke’ye giriyordu; yıllar sonra Kabe, ilk defa ikiziyle buluşacaktı! Yedi yıl önce arkasını dönerek vedalaştığı bu yere şimdi, sürekli problem çıkaran insanlarıyla anlaşma yapmış olarak giriyordu. Kurbanlıkları öne geçirmiş, onların arkasından Kabe’ye doğru ilerliyordu. Zi Tuva denilen yere geldiklerinde tekbir seslerini yükseltmiş, telbiye getirmeye devam ediyorlardı. Kabe’ye saygıyı ilk defa Allah Resülü’nden (sallallahu aleyhi ve sellem) öğrenecek¬lerdi! Abdullah İbn Revaha. Kasva’nın yularını tutmuş Allah Resü¬lii’nün önünde yürüyor ve dünden bu yana gelinen noktayı ifade eden şiirler söylüyordu. Onun bu halini garipseyen ve yaptığının ne kadar doğru olduğunu kendisine hatırlatan Hz. Ömer’ e yine Allah Resülii cevap verecek ve Hz. Örner’e:
– Ben de duyuyorum ey Ömer! Ses etme, diyecek ve Abdullah İbn Revaha’yı kendi haline bırakmasını isteyecekti. Sözün ayrı bir gücü vardı ve “Bırak ya Ömer! Şüphesiz ki o, okların işlemesinden daha tesirlidir,” diyerek bu güce işaret edecekti. Bu arada Hz. Ab¬dullah’a da dönecek ve Mekke’ye girerken şunları söylemesini em¬redecekti:
– O (celle celaluhü), öyle bir ilah ki kendisinden başka ilah yoktur; kuluna nusretiyle yardım eder, ordusunu galip kılar ve karşısında yer alan yığınları da tek başına yok eder!
ArtıkAbdullah İbn Revaha. Allah Resülü’nden öğrendiği bu söz¬leri tekrar ediyor ve onun bu cümlelerini duyan ashab da aynı şeyleri seslendiriyordu! Yıllardır matem tutan Mekke, ilk defa bayram neş¬vesine bürünmüştü! Bilhassa muhacirlerin sevincine diyecek yoktu; onlar için her köşede bir hatıra gizliydi. Bilhassa Haşimoğullarının çocukları Efendimiz’in etrafında halkalanmış sevgi gösterisinde bu¬lunuyorlardı.
Derken Kabe’ye gelinmişti; Resfılullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile Kabe aynı noktada buluşmuş ve mihrabla minber yan yana gelmişti! Resülullah’a bir kötülük yapılma ihtimaline binaen ashab-ı kiram, O’nun etrafında etten duvar örmüş pervane gibi dönüyorlardı. An¬laşma gereği üç gün burada kalınacak ve dolu dolu Rabbe iltica ile kullukta bulunulacaktıl
Teveccüh tam ve kulluk adına kıvam da zirvedeydi; artık tavaf başlamak üzereydi ve Hacer-i Esved’i istilam etmeden önce Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ihramının bir ucunu koltuğunun al-tına alıp sağ omzunu açmış ve diğer ucunu da sol oınzunun üzerine atmıştı. Ashabına bir de tembihi vardı:
– Bugün kendisini daha güçlü gösterenlere Allah merhamet etsin, diye dua ediyor ve ‘Onlara, hoşlanmayacakları şekilde görü¬nün.” diye tembihliyordu. Maksadı, kendilerini zayıf gören ve bunu dillerine dolayan müşriklere, mii’rninin izzet ve azametini göster¬mekti. Bunun için de, bilhassa ilk üç şavtta sert adımlarla ve başlar dik, göğüsler de ileri çıkmış olarak Kabe’yi tavaf etmelerini isteyecek ve kendisi de bunu tatbik ederek ashabına örnek olacaktı. Sayıları iki binin üzerinde olan gözü yaşlı, sesi gür ve adımları sert bu insanların oluşturduğu manzara gerçekten de seyre değerdi ve dağ başlarına çekilen müşrikler de zaten onu yapıyorlardı. Tekbir ve telbiye sesle¬ri, Faran dağlarına kadar çarpıp geri geliyor, Bekke vadisinde tarifi imkansız bir yankı oluşturuyordu! Bütün bunların bir dili vardı ve Mekke müşrikleri, bu dilin ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlardı.
Öğle vakti girdiğinde Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz. Bilal’e seslendi ve ezan okumasını istedi; Bilal-i Habeşi, Kâbe’de ilk defa Allah’ın adını haykıracaktı! Onun için bu, en büyük idealdi; zira içinden geldiği gibi burada Allah’ın adım haykırma fırsatı bulama¬mış, hep işkenceler altında inim inim bir hayat yaşamıştı! Hemen çıktı Kabe’nin üstüne ve sesinin olanca gücü ve güzelliğiyle ezan okumaya başladı.
Kureyş’in Tavrı
Kuaukı’ôn dağının Hıcr tarafına bakan yamna oturup da Ka¬be’yi tavaf edenleri seyreden müşrikler, ilk defa kulaklarına gelen bu sesle irkilmiş, hayretten hayrete düşerek kendi aralarında konuşu-yorlardı. Ebu Cehil’in oğlu İkrime:
– İyi ki Allah, Ebu’l-Hakem’e ikramda bulundu da şu kölenin söylediklerini duyurmadı, diyor ve babası Ebu Cehil’in böyle bir manzaraya tahammül edemeyeceğinin altı m çiziyordu. Ona Safvan İbn Ümeyye katıldı:
– Şu am görmeden önce babamı alan Allah’a hamd olsun, di¬yordu. Onlara Halid İbn Esid de katılacaktı; o da:
– Bilal’in, Kabe’nin üzerine çıkıp da çığırtkanlık yaptığı şu gün¬leri görmeden önce babamı öldüren Allah’a şükürler olsun, diyor¬du. Süheyl İbn Amr ve onunla birlikte olan bir grup ise, Hz. Bilal’in ezan sesini duymamak için kulaklarını tıkayıp yüzlerini de kapatmış, Allah kelamını duymak bile istemiyorlardı. Kin, nefret ve kıskançlık¬tan köpürüp duruyorlardı; ama yapabilecekleri hiçbir şey yoktu. Her şey anlaşmamn kurallarına göre yerine getiriliyordu!
Gözlerine ilişip de kulaklarına kadar gelen her manzara, Ka¬be’ye ayrı bir canlılığın geldiğini gösteriyordu. Düne kadar hakla¬rında ileri geri konuşulan ve halsizlikten adım atacak mecallerİ kal-madığı söylenen insanlar bunlar olamazdı; öyleyse ya bugüne kadar kendilerine anlatılanlar yalandı, ya da Allah Resülü ve ashab-ı kira¬mı zinde tutan başka güçler vardı! Kendi kendilerine:
– Sizin, sıtmadan dolayı halsiz düştüklerini iddia ettiğiniz İn¬sanlar bunlar mı, diye soruyor ve “Bunlar, filan ve falanlardan daha güçlüler; baksanıza, tavafederken normal yürümekle bile ik¬tifa etmiyor, adeta ceylanlarm sekmesi gibi koşturuıjorlar” deyip şaşkınlıklarını gizleyemiyorlardı.
Bir aralık Fahr-i Kainat Efendimiz, onlara Kabe’nin içine girme isteğini ulaştırdı; burunlarından soluyorlardı ve:
– Anlaşmada böyle bir madde yoktu, diyerek hemen bu talebi geri çevireceklerdi.
Nihayet Efendiler Efendisi tavaf namazını da kılmış, Safa ile Merve’ye yönelmişti; burada da yedi kez gidip gelecek ve nihayet Merve’de durarak kurbanlar kesilecekti. Artık, ihramdan çıkma vak¬tiydi ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabından Hıraş İbn Ümeyye’yi yanına çağırarak mübarek saçlarını tıraş ettirdi; böylelik¬le kaza umresi tamamlanmış oluyordu.
Umre işi biter bitmez Efendiler Efendisi, iki yüz kadar ashabına emrederek, her ihtimale binaen Ye’cec’de bulunan silahların başın¬da nöbet bekleyen arkadaşlarının yanına gitmelerini ve nöbeti dev¬ralarak onları da Kabe’ye göndermelerini emredecekti. Böylelikle umre niyetiyle yola çıkan herkes, vazifesini yerine getirmiş olacaktı.
Mekke’den Ayrılış
Sayılı günler çabuk geçmişti. Buraya geldiği andan itibaren ken¬dini ibadete veren Allah Resfılii (sallallahu aleyhi ve sellem) için Abtah de¬nilen yerde bir çadır kurulmuştu ve kalan zamanlarında Resülullah buraya geliyordu. Dördüncü günün sabahında yine, Kureyş’i temsil eden Süheyl İbn Amr ve Huveytıb İbn Abdiluzza Allah Resülii’nün yanına gelecek ve:
– Artık vakit geldi ve süre tükendi; haydi burayı terk et, diye¬ceklerdi. Bu sırada Allah Resfılii, yanında bulunan bir grup Ensar’la konuşmaktaydı ve onlara dönerek:
– Bana birkaç gün daha mühlet verseniz de aranızda bir süre daha kalarak size velime yapsam, diye teklifte bulundu.w?
297 Meymı1ne Validemiz, Hz. Abbas’ın hanımı Ümmü’l-Fadl ile Hz. Ca’fer’in zevcesi Esma Binti Ümeys’in kız kardeşi idi ve kocasının ölümüyle birlikte dul kalmış¬h. Onun bu haliyle Mekke’de yaşadığı sıkıntıları gören Efendimiz’in amcası Hz. Abbas, daha Medine’den ayrılmadan önce meseleyi Allah Resülii’ne arz edecek ve onunla evlenmesi gerektiğini söyleyecekti. İşte Allah Resı1lü (s.a.s.), Mekke’¬ye gelmiş olmayı da değerlendirerek Hz. Meymı1ne validemizle nikah akdetmişti. Bu nikah dolayısıyla yemek verip nikahı Mekkelilerin gönlünü kazanmaya bir ve¬sile yapmak istiyordu. Bkz. İbn Hişam, Sire, 5/20; Süheyli, Ravdu’l-Unf, 4/117; Salihi, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşad, 11/208
– Bizim, Senin yemeğine ihtiyacımız yok, diyorlardı. Aramız¬dan bir an önce ayrıl ve git! Üç gün doldu ve Allah aşkına ya Muham¬med! Seninle yaptığımız anlaşmada, yurdumuzu hemen terk etmen¬den başka bir seçenek de yok!
Onların Allah Resülü’ne kaba davrandıklarını gören Sa’ d İbn Ubade ileri atıldı; çok kızmıştı ve:
– Ey anasız kalasıca, diye seslendi. Burası ne senin toprağın ne de babanın yeri! Vanahi de Resülullah buradan, ancak anlaşmanın gereklerine uyarak çıkar; yoksa sizin zorlamanızla değil!
Hz. Sa’d’ın bu çıkışı Allah Resülü’nü de tebessüm ettirmişti. Bu, bir insanın, liderine karşı göstermesi gereken bir hassasiyetti. Ancak durumun nezaketi bunu kaldıracak gibi değildi ve belli ki Allah Re¬sülü (sallallabu aleyhi ve sellern), nezaketiyle muhataplarını eritrnek isti¬yordu. Onun için Hz. Sa’d’e dönecek ve:
– Ey Sa’d, diye seslenecekti. Bizi kendi konağımızda ziyaret eden bu insanları incitme!
Bunun üzerine Allah Resülü (sallallabu aleyhi ve sellern), Ebu Rafi’e seslenerek yolculuk emri verdi. Artık Kabe’ den ayrılık vakti gelmişti. Ancak bu ayrılık, bundan sonra da buraya gelebilmenin kapılarını aralayan geçici bir ayrılıktı. Zira Mekke’de buz kesen yüzler yavaş yavaş erimeye durmuş ve zihinlerde de farklı soru işaretleri belirme¬ye başlamıştı. Şimdi Kabe’de, Ebu Rafi’in sesi yankılanıyordu:
– Akşama kadar Müslümanlardan burada kimse kalmasın! Yüreği Kabe’de kalan Allah Resülü de, Kasva’ya binerek yine yola koyuldu. Bu sırada arkadan bir kız çocuğunun yanık sesi duyul¬maya başlamıştı:
– Ey amca! Amcacığım, diye bağırıyordu. Allah Resülü (sallallabu aleyhi ve sellem) arkasını dönüp de sesin geldiği tarafa yöneldiğinde bu kızın, amcası ve süt kardeşi Hz. Hamza’nın emaneti Ümôme olduğu¬nu gördü. Gerçekten de yürekyakan bir manzaraydı; gözlere yaş yü¬rümüş ve gönüller de rikkat kesbetmişti. Uhud’un aslanı ve şehitle¬rin efendisi Hz. Hamza’mn yetim kızı, Resülullah’a koşuyordu! Kan çekmişti. Candan bir yönelişle kendisini de burada bırakmamalarını istiyordu. Bir çırpıda koşarak elinden tutan Hz. Ali:
– Amcamızın kızını ne diye müşriklerin arasında yetim bırakalım ki, diye Efendimiz’e sesleniyor ve onu da alıp birlikte Medine’¬ye dönmek istediğini söylüyordu. Zaten O da (sallallahu aleyhi ve sellem) farklı düşünmüyordu ve böylelikle Hz. Hamza’nın emaneti küçük Ümame de Medine yolculannın arasına katılmış oluyordu.
Resülullah, Meymüne Validemizi getirmesi için Ebu Rafi’i ge¬ride bırakmıştı ve Serife geldiğinde burada mola verip onlann gel¬mesini bekledi. Onlar da gelip arkada kimse kalmayınca, yeniden Medine’ye bir yolculuk başlayacaktı ve bu yolculukta, daha ziyade geceleri yol alıyorlardı. Böylelikle bir yıl önce görülen rüya gerçek¬leşmiş ve Allah’ın vaadi de yerine gelmiş oluyordu.
Zeyneb Validemizin Vefatı
Medine’ye dönüldüğünde takvimler, yedinci yılın Zilhicce ayını gösteriyordu. Döndükten sonra Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), yine güvenlik maksatlı seriyyelerini göndermeye devam edecekti. Bunun için elli kişilik bir süvari birliğini İbn Ebi’l-Aocô kumanda¬sına verip etrafa gönderecek, Şucô: İbn Vehb’i yirmi dört kişilik bir müfreze ile Heotizin istikametine çıkaracak ve Ka’b İbn Umeyr’i de on beş kişilik bir bölükle Beni Kada’a’ya yollayacaktı.
Bu sıralarda Efendimiz’in kızı Zeyneb Validemiz hastaydı. Bedir Savaşı sonrası esir olan kocası Ebu’l-As’ı, Efendimiz, kızını Medi¬ne’ye göndermesi şartıyla serbest bırakmış ve bu vesileyle Zeyneb Validemiz de babasının yanına gelmişti. Gelmişti gelmesine ama Mekkelilerin çıkardığı bir arbede sonucu, hamile olduğu çocuğunu düşürmüş ve bu hadiseden sonra kendisinde kalıcı bir rahatsızlık baş göstermişti.
298 Medine’ye geldiklerinde, Ümame için aralannda ihtilaf çıkacak ve bu ihtilafı da yine Allah Resı1lü (s.a.s.) çözecekti. Hz. Zeyd, Hz. Ali ve Hz. Cafer’in faziletleri¬ni sıraladıktan sonra Ümame’nin teyzesinin Hz. Cafer’le evli olduğunu belirterek onun Hz. Cafer’le birlikte kalmasının daha doğru olacağını ifade edecekti. Bkz. İbn Sa’d, Tabakat, 8/159; Vakıdi, Megazi, 1/739; İbn Hacer, el-İsabe, 7/706
Daha bir yıl önce Muharrem ayında Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) onu, Ebu’I-As’ın Müslüman olması üzerine yine eski koca¬sıyla evlendirmiş ve yuvalarını eski nikâhları üzerine yeniden bir¬leştirmişti. Şimdi ise o, dünyadaki dostlarından ayrılıyor ve başta annesi olmak üzere daha önce oraya intikal etmiş olan bütün sevdik¬lerinin yanındaki yerini alıyordu.
Hz. Zeyneb’in vefatı Allah Resülü’nü de çok üzmüştü; küçük yaşta vefat eden oğullarından sonra, önce Rukiyye validemiz, şimdi de Zeyneb validemizden ayn kalıyordu! Hatice validemizin Emaneti olarak yanında sadece Ümmü Gülsüm Validemizle Fatıma Anamız kalmıştı! Onu yıkayıp da kefenleyecek olan Ümmü Atiyye’ye, yap¬ması gerekenleri itina ile tarif edecek ve namazını da bizzat kendisi kıldıracaktı.
Mekke’nin Ciğerpareleri
Gönül dili ve hal şivesinin karşı tarafta çok derin izler bıraktığı muhakkaktı, Benimsenen düşünceyi zirvede temsil etmek, onu sözle başkalarına anlatmaktan daha tesirliydi. Allah Resülü (sallallahu aley¬hi ve sellern) ise, her ikisini birden yapıyordu. Her fırsatı davası adına değerlendiriyor ve her zaman daha fazlasını istiyordu. Kaba’ye girip de Allah’a kullukla serfürü etmeye başlayınca, meraklı gözlerle O’nu uzaktan süzenler olduğu gibi o gün, O’nunla karşılaşmamak için ka¬çanlar da vardı. Bunların hepsini tanıyordu ve kapılarını bunlara da açık tutmak istiyordu. Onun için o gün göremediği insanlara mesaj¬lar gönderiyor ve böylelikle onların da düşünmelerini temin etmeye çalışıyordu.
299 Hz. Zeyneb Validemizle ilgili olarak daha detaylı bilgi için bkz.Akademi Araştır¬ma Heyeti, En Öndekiler, s. 90 vd.
300 Bkz. İbnü’l-Esir, Üsüdii’l-Gabe, 5/423, 424
Halid İbn Velid de bunlardan biriydi. Resülullah’ın gelip de tes¬lim olmasını arzu ettiği kişilerden olmalıydı ki, daha önce Müslü¬man olup Medine’ye hicreti tercih eden kardeşi Velid İbn Velid’e:
– Halid İbn Velid nerede, diye soracaktı.
Hz. Velid o gün kardeşi Halid’i arasa da bulamayacaktı. Ancak ona mutlaka ulaşmalıydı; zira Resülullah’ın mesajı vardı ve o da, bir mektup yazarak bu mesajı ulaştırmayı denedi. Mektubunda Resü¬lullah ile aralarında geçen görüşmeden bahsediyor ve kendisi için Efendimiz’in:
– Onun gibi bir adamın İslamiyet’i bilip de tanımaması mümkün değil; keşke o, bütün savaşlanm Müslümanların yanında ve miişrik¬lere karşı yapsaydı! Onun için bu ne kadar hayırlı olurdu; böylelikle biz de kendisini, başkalarına tercih eder ve el üstünde tutardık, şek¬lindeki müjdesini paylaşıyordu. Şu cümle ile bitirmişti mektubunu:
– Ey kardeşim! Senin için en uygun zamanda karşına çıkan fır¬satlan değerlendir ve kaçırmış olduklarını da telafi edebilmek için hemengel!
Mektubu okuyan Halid İbn Velid kararını vermişti; zatenAllah Resülü’ne karşı, çıktığı her savaştan dönerken içinde anlam vereme¬diği bir burukluk hissetmiş, Hudeybiye’den bu yana da ciddi ciddi düşünmeye başlamıştı. Şimdi yanına yoldaş arıyordu; meseleyi EbU Süfyan, İkrime ve Safvan İbn Ümeyye’ye açsa da müspet cevap ala¬mayacaktı. Ancak o kararlıydı. Nihayet uzun bir tereddüt dönemin¬den sonra, niyetini Osman İbn Talha’ya açmayı denedi. Onun da kendisi gibi hazır olduğunu görünce anlaşarak ertesi gün yola çık¬tılar. Hedde denilen yere geldiklerinde Amr İbn As’la karşılaştılar; onlara:
– Hoş geldiniz, safalar getirdiniz ey cemaat, diyordu.
– Sen de, diye cevapladılar onu ve sordular:
– Hayrola; nereye böyle?
Soruya soruyla karşılık vermeyi tercih edecekti Amr: – Peki sizler nereye böyle?
Artık uzatmaya gerek yoktu ve:
– İslam’a girip Muhammed’e tabi olmaya, diye cevapladılar.
Amr İbn As:
– Ben de sizin gibiyim, diyordu.
Derken yılların arkadaşlan Medine’ye yönelmiş hızlı adımlarla yürüyorlardı. Nihayet Medine’ye yakın bir yerde durarak bir miktar dinlenip elbiselerini değiştirmek istediler; Resülullah’ın huzuruna daha temiz ve duru çıkmak istiyorlardı!
Bu sıralarda Allah Resülü, onların geliş haberlerini çoktan al¬mıştı ve ashabına dönerek:
– Mekke, ciğerparelerini kucağınıza attı, buyuracaktı. Mekke’¬de bulamayıp da mektup bıraktığı kardeşinin gelişini duyan Hz. Ve¬lid’in sevinçten ayaklan yerden kesilmişti adeta ve hemen yollarına çıkarak onları karşılamak istedi. Gerçekten de Halid İbn Velid geli¬yordu. Önce:
– Çabuk olun, diyordu. Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sizin geliş haberinizi aldı ve çok sevindi; şimdi sizi bekliyor!
Onlar da heyecanlanmışlardı; neredeyse koşar adımlarla gidi¬yorlardı. Huzura geldiklerinde mübarek yüzlerindeki tebessümü ta¬rife imkan yoktu; dolunay misali nur yüz, güneş gibi parlıyordu!
Önce Hz. Halid selam verdi Allah Resülü’ne: o kadar sıcaktı ki, selamını alışını yüreğinde hissediyordu! Kucağını açıp da kendisi¬ne davet edişi, tebessümündeki sıcaklık ve yüreğindeki sevginin be-denindeki tecessümüyle Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) fethet¬mişti onları. Ardından:
– Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur ve Sen de, O’nun Resülü’sün, dedi Hz. Halid. Yerini bulan bir kahramanın geli¬şi karşısında sevinen Efendiler Efendisi:
– Sana hidayeti nasip edene hamd olsun, diye mukabelede bu¬lunuyordu. Zaten Ben, sende büyük bir akıl göroyordum ve bu aklın bir gün, seni hayra getireceğini bekleyip duruyordum!
Hz. Halid, onca yıldan sonra esas şimdi Halid olduğunun far¬kına varmıştı; iltifat üstüne iltifatlara mazhar oluyor ve o ana kadar geçirdiği zamanlarına yanıyordu.
– Ya Resülullah, dedi. Senin de görüp bildiğiri gibi bugüne kadar ben, her dönüm noktasında Senin aleyhinde ve Hakka karşı hareket ettim; Allah’a dua etmeni ve bu vesileyle O’nun beni affet¬mesini talep ediyorum!
Amr İbn As ve Osman İbn Talha da benzeri duygular içindeydi.
Efendimiz’in eline uzanan Amr İbn As, bir aralık elini geri çekecek ve Efendimiz de bunun sebebini soracaktı:
– Benim bazı şartlarım var, diyordu Amr İbn As. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Nedir onlar, diye sordu. Dev insan, boyuunu bükmüş ve önce¬ki hayatının altında ezilmiş olmanın mahcubiyetiyle:
– Affedilmem, diyebildi. Yine ellerinden tutan Allah Resülü (sal¬lallahu aleyhi ve sellem) olacaktı:
– Bilmiyor musun, diye başladı sözlerine. İslam, Müslüman ol¬madan önceki hataları temizler!
Hudeybiye’nin fetih olduğu artık herkes tarafından görülebi¬liyordu; belki o gün Mekke’ye girilememişti ama şimdi gönüller İs¬lam’a açılmıştı ve en önde gelenler akın akın Medine’ye yöneliyordu, Bundan sonra bu süreç, hızlanarak devam edecekti.
Keyfiyet Eğitimi ve Gelinen Nokta
Hira’daki vuslattan bu yana hemen her gün, farklı münasebet¬lerle Cibril-i Emin geliyor ve insanlığın kemal noktasına ulaşması için onlara Allah’ın mesajlarını getiriyordu. Kalp ve ruhun kemale ermesi için bir yola girilmiş ve Efendimiz’e ilk muhatap olan bu top¬luluğun, kıyamete kadar gelecek her türlü ınü’mine model olabil¬mesi hedeflenmişti. Her yeni mesaj, onlar için ayrı bir dinamik de¬mekti; gelir gelmez toplumda yansımasını buluyor ve yaşanan birer talebe dönüşüyordu!
Yine Cibril-i Emin gelmiş, Efendimiz’e:
– Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ındır, hükmünü hatırla¬tıyor ve ardından da:
– Ey insanlar, deyip şunları söylüyordu:
– Siz içinizdeki şeyleri açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah
sizi onlardan dolayı hesaba çeker. Sonra dilediğini affeder, dilediğini azaba uğratır. Doğrusu Allah her şeye kadirdirl-””
Her yeni gelen emirde olduğu gibi bu mesaj da, dalga dalga Me¬dine ufuklarında yankılanacak, ashab arasında yeni bir heyecan tu¬fanı meydana getirecekti. Ancak bu seferki heyecan daha başkay¬dı; zira ayeti duyanın rengi soluyor ve dizlerinin bağı çözülüyordu. Çünkü Allah (celle celaluhü), sadece amel olarak dışa vurulanlardan değil, aynı zamanda akıl ve kalpten geçen düşüncelerden de hesaba çekeceğini bildiriyordu!
301 Bakara,2/284
Çok geçmeden sırasıyla herkes Mescid-i Nebevi’ye akın etmeye başlayacaktı; gelen, bir kenara çekiliyor ve sessizlik murakabesine dalıyordu. Renkleri atmış ve dizlerinin de dermanı kesilmiş bu in-sanlar nihayet:
– Ya Resülullah, diye sesleneceklerdi. “Bugüne kadar namaz, oruç, Allah yolunda mücahede etme ve zekat gibi üstesinden gelebi¬leceğimiz nice amellerle mükellef tutulduk; ancak bugün Sana öyle bir ayet geldi ki, bunun üstesinden gelmeye güç yetiremeyiz!
Elbette bu, gelen ayete itiraz manası taşımıyordu; bilakis bu, onun muhtevasındaki ağırlık karşısında çizgiyi tutturamama tela¬şından hareketle emr-i ilahıyi yerine getiremerne korkusundan do¬layı yeniden Rahmani şefkate sığınmanın adıydı! O şefkatin biricik Sultanı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), dizinin dibinde yetiştirdiği bu insanların ruh dünyasını çok iyi biliyordu; ancak O’nun muhata-bı, sadece kendi devrinde Mescid-i Nebevi’ye koşanlar değil, dünya¬yı kiilli manada bir mescide çevirecek olan her bir mü’mindi. Onun için, ilk etapta ashabını muhatap alarak şunları söyleyecekti:
– Yoksa, sizden önceki ehl-i kitabın söyledikleri gibi sizler de, “Işittik; ama isyan ediyoruz!” mu demek istiyorsunuz? Bilakis size düşen, “İşittik ve koşulsuz itaat ediyoruz! Ey kerim Rabbimiz! Her hcllükarda bizi bağışlamanı diliyor ve dileniyoruz; çünkü Senden başka müracaat edilecek kapı yoktur ve dönüş de Sanadır,” de¬mektir!
Zaten farklı düşünmüyorlardı; sadece kalplerine hakim olama¬maktan çekinmiş ve ellerinde olmadan Allah’ın emirlerini yerine ge¬tiremiyor olmaktan endişe duymuşlardı! Yoksa, elbette Rabbin is-teklerine ram olacaklardı; telaşlarının sebebi de zaten, emr-i ilahiyi yerine getirmeme isteği değil, O’nu hoşnut edememe kaygısıydı! Du¬rumlarını Rehber-i Ekmel’lerine arz etmiş, vereceği hükmü bekle¬rneye durmuşlardı!
Ancak yine O, emr-i ilahı konusunda mutlak itaati nazara veri¬yordu! Zaten başka bir alternatif düşünülemezdi ve Efendiler Efen¬disi’nin bu yönlendirmesiyle birlikte Mescid-i Nebevi lerzeye gelmiş, her bir köşesinde:
– İşittik ve itaat ediyoruz, sözleri yankılanıyordu. Aynı zamanda bu, Resülullah’ın yetiştirdiği cemaatin kalitesini gösteriyordu. Emri yerine getiremeyecek olmanın endişeleri ortaya konulmuş; buna rağmen itaatten başka bir alternatif olmadığını görür görmez de, iç¬lerinden gele gele bir inkıyad örneği sergilerneye başlamışlardı! Aynı zamanda bu, Rahman ve Rahim olan Allah’ı hoşnut edecek bir yak¬laşımdı; elde edilen keyfiyeti test etme adına ortaya bir hedef konulmuş ve ashab da, bu hedefi yakaladığını göstermişti! Çok geçmeden Cibril-i Emin, Allah Resülü’nün yanında yeniden beliriverdi; şu me¬aldeki ayetleri getiriyordu:
– Peygamber, Rabbi tarafından kendisine ne indirildi ise ona iman etti, müminler de. Onlardan her biri Allah’a, meleklerine, ki¬taplarına ve resüllerine iman etti. “O’nun Resullerinden hiçbirini di-ğerinden ayırt etmeyiz.” dediler ve eklediler:
– İşittik ve itaat ettik ya Rabbenii, affinı dileriz, dönüşümüz Sanadır!
Allah hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz. Herkesin kazandığı iyilik kendi lehine, işlediği fenalık da kendi aleyhinedir.
Ya Rabbena! Eğer unuttuk veya kasıtsız olarak yanlış yaptıysak bundan dolayı bizi sorumlu tutma!
Ya Rabbenal Bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükle¬me!
Ya Rabbenal Takat getiremeyeceğimiz şeylerle bizi yükümlü tutma!
Affet bizi, lütfen bağışla kusurlanmızı, merhamet buyur bize! Sensin Mevlamız, yardımcımız! Kafir topluluklara karşı Sen yardım eyle bize!302
Aynı zamanda bunlar, ashab-ı kiram hazretlerinin, keyfiyet adına geldiği yeri gösteriyordu; Allah’ın adı ve Resülullah’ın da san¬cağını dünyaya taşıyacak olanlar da zaten, vahyin yoğurduğu iklim¬de böylesine bir keyfiyete ulaşan bu insanlardı! Keyfiyet bu nokta¬ya gelince, az çoklardan daha çok olur ve kendisini yegane egemen gören nice kemiyetler de, bu keyfiyet karşısında silinip giderdi! İşte Müte, bunun açığa çıktığı en belirgin bir meşherdi!
302 Bakara, 2/285, 286
Mute
Sekizinci yılın Cemaziye’l-evvel ayıydı; sulh ortamının şartlan en üst seviyede değerlendiriliyor ve gelişmeler yakından takip edile¬rek İslam adına tebliğ ve irşad görevi yerine getiriliyordu. Bu sebeple Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Haris İbn Umeyr ile Busra vali¬sine yeni bir mektup daha gönderiyordu. Ancak o güne kadar hiç kar¬şılaşılmayan bir şeyolacak ve Efendiler Efendisi’nin elçisi Hz. Haris, Belka denilen mevkiden geçerken buranın valisi Şurahbil tarafından hunharca öldürülecekti. O, yolunu kestikten sonra Hz. Haris’i bağlat¬mış ve Allah Resülü’nün elçisi olduğunu öğrendikten sonra da şehit etmişti! Affedilmeyecek bir cürümdü bu ve açıkça savaş ilam anlamı¬na geliyordu. Zira en olumsuz durumlarda bile elçilere dokunulmaz ve onların can güvenliği garanti altında tutulurdu.
Hz. Haris’in şehit edildiği haberi Efendiler Efendisi’ne ulaşınca çok üzülecek ve yolunda giden elçinin varlığına bile tahammül ede¬meyen Şurahbil’e karşı ashabım teşvik ederek hazırlık yaptıracaktı. Zira O (sallallahu aleyhi ve sellern), eşkıyalığın kökünü kazımak için vardı ve bunu meslek edinenlere hadleri bildirilmeliydi. Gidilecekyön, Bi¬zans’ın hakimiyeti altında olduğu için mesele çok ciddi tutuluyor ve bunun için de her türlü ihtiınal düşünülüyordu.
Kısa zamanda üç bin kişilik bir ordu meydana gelmişti. Bu kadar kalabalık bir ordu bugüne kadar sadece Hendek’te bir araya gelmişti! Adeta Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), olacakları ön-ceden görür gibiydi. Beyaz sancağı kendisine teslim ederek bu ordu¬nun başına azatlı kölesi Zeyd İbn Harise’yi tayin etmişti; Haris İbn Umeyr’in şehit edildiği yere kadar gitmesini ve orada bulunanları İslam’a davet etmesini talep ediyordu. Bunu kabul etmedikleri tak¬tirde Allah’a güvenip O’na dayanarak üzerlerine düşeni yerine getir¬melerini istiyor ve neticeye gitmelerini arzu ediyordu. Bu hareketiy¬le de tabanda yerleşmiş köhne anlayışları teker teker söküp atıyor ve köleden de kumandan olabileceğini göstermek istiyordu. Zaten bu çıkışın, sadece Hz. Zeyd ile neticelenmeyeceğini biliyordu; onun için:
– Şayet Zeyd şehit olursa insanlara Ca’fer İbn Ebi Talib, Ca’fer de şehit olursa Abdullah İbn Revaha kumanda etsin, diyerek duru¬mun ciddiyetini bir kez daha ortaya koymuş oluyordu. Ashabın çoğu bu ifadelerden, zikri geçen kumandanların sırasıyla şehit olacağını anlamış ve vedalaşırken geri dönmeyecek olanlarla helalleşircesine bir vedalaşma yaşıyorlardı.
Ordusunu yola vururken, savaş hukukunun zirvesini temsil eden ve bugün de hepimizin kulaklarına küpe şu tembihlerde bulu¬nuyordu:
– Allah’ın adıyla savaşın; Allah’ı inkar edip de O’na karşı koyan¬lara karşı Allah yolunda cihat edin! Ancak sakın ola kimseye gadret¬meyin! Ahde vefasızlık gösterip de kimseye zulmetmeyin! Çocuklar¬la kadınları, pir-i fani adamlarla kendini kilisede ibadete adamış din adamlarını sakın öldürmeyin! Sakın ola ki ne bir ağaç kesin, ne de bir hurmalığı yok edin! Ve sakın ola ki binaları yakıp yıkmayın!
Efendiler Efendisi onları, Veda tepesine kadar uğurlayacak; on¬ları yola vurduktan sonra da uzun uzun arkalarından bakacaktı.
Yolda giderken Hirakl’in, yüz bin kişilik bir ordu hazırladığının haberini alacaklardı; durumdan Allah Resülü’nü haberdar edip et¬meme konusunda bir miktar tereddüt yaşamış olsalar da yollarına devam etme kararı alacak ve işin ucunda şehadet olsa da yollarına devam edeceklerdi.
Mean’daki iki günlük moladan sonra yeniden yola koyulmuşlar¬dı. Nihayet Meşôrif denilen yerde iki ordu karşılaşmıştı. Önlerinde, engin denizler misali ucu bucağı gözükmeyen bir asker sürüsü duru-yordu. Artık savaş kaçınılmaz görünüyordu. Hz. Zeyd ordusu, Mine denilen yerde karargah kurmayı tercih edecek ve burada savaşa ha¬zırlanacaktı! Sağ kanada Kutbe İbn Katiide. sol cenaha ise Ubô.de İbn Mô.lik kumanda edecekti.
Ertesi günün ilk ışıklarıyla birlikte Müte’de kılıçlar çekilmiş ve üç bin kişilik iman ordusuyla iki yüz bin kişilik Bizans ordusu karşı karşıya gelmişti. Güç dengesinin olmadığı bir savaştı; iki yüz bin ki¬şilik ordu hiçbir şey yapmadan sadece düz ovada yürüyüverse kendi adlarına neticeye gidiverirdi; ancak sonuç hiç de öyle olmadı. Yedi gün süren bu savaşta, Resül-ii Kibriya’rıın ifade ettiği gibi sırasıyla Hz. Zeyd, Hz. Ca’fer ve Hz. Abdullah şehit olmuştu. Sancağı, ashab arasından Sô.bit İbn Ekram alarak uzun bir arayıştan sonra onu Hôlid İbn Velid’e vermişti.
Medine’den Mute
Beri tarafta Allah Resfılii (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’ de dur¬muş, ashabına savaşın safhalarını haber veriyordu. Gözlerine yaş yürümüş, ağlamaktan sakal-ı şerifleri ıslanmıştı:
– Sancağı Zeyd aldı ve şehit oldu. Sonra onu Ca’fer aldı ve o da şehit düştü. Daha sonra ise onu İbn Revaha aldı ve o da şehit oldu. Şimdi ise onu, Allah’ın kılıçlarından bir kılıç aldı! İşte şimdi esas savaş başladı ve Allah (celle celaluhü), onun vesilesiyle bir fiitfıhat nasip etti!
Bunları söyledikten sonra her biri için Allah’ın cennette hazır¬ladığı ikramlardan bahisler açtı; isimlerini de zikrederek onlara dua ediyordu.
Bu sırada Ya’ld İbn Ümeyye Medine’ye gelmiş ve Müte’nin ha¬berini Allah Resülü’ne vermek istemişti. Resı1lullah:
– İstersen onu sen Bana anlat; dilersen Ben sana anlatayım, bu¬yurdu. Hz. Ya’la da şaşırmıştı: kendisinden önce bir başkasının gelip de olup bitenleri haber vermesine imkan yoktu. Ancak belli ki, yine Cibril gelmiş ve herkesten önce Müte’nin haberini Resı1lullah’a ulaş¬tırmıştı:
– Ya Resı1lullah, dedi. Onu Sen bana anlat!
Bunun üzerine Allah Resülü, başından itibaren saflıa saflıa Mı1¬te’de yaşanılanları anlatmaya başladı. Dinledikçe Hz. Ya’la’nın göz¬leri yerinden fırlayacak gibi oluyordu; eksiği yok fazlası vardı!
– Seni hak beyan ile gönderene yemin olsun ki, diye başladı söz¬lerine. ‘Sen, miicahidlerin yaşadıklarından bir harf bile eksik bırak¬madan hepsini anlattın; onların haberlerini ben vermiş olsaydım, ancak bu kadar aktarabilirdim!
Bu taaccübün ardından Efendiler Efendisi, minnet sadedinde şunları söyleyecekti:
– Benim için Allah (celle celaluhü), yeryüzü mesafelerini aradan kaldırdı da, onların savaş meydanlarını gözlerimle gördüm!
Daha sonra Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), hicret dolayısıy¬la yaklaşık on beş yıl ayrı kaldıktan sonra henüz bir yıl önce yeni¬den kavuşma fırsatı bulduğu amcaoğlu Hz. Ca’fer’in evine gidecek ve çocuklarının başını sıvazlayıp onları şefkatle kucaklayacaktı. Esrna Binti Ümeys, bu durumdan endişelenmiş ve:
– Ya Resı1lullah, diye seslenmişti. Anam babam Sana feda olsun; niçin oğullarıma yetim çocuklar gibi bakıp gözyaşı döküyor¬sun? Yoksa Ca’fer ve arkadaşlarından Sana acı bir haber mi geldi?
– Evet, buyurdu Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem). Onlar, bugün şehit oldular!
Bunu duyar duymaz:
– Vah efendim! Vah Ca’fer’im, diyerek ağlamaya başlayan Hz. Esma’ya dönecek ve şehidin arkasından takımlması gereken tavır adına da şunları tembih edecekti:
– Ey Esmal Sakın ola ki ağzından kaba ve uygunsuz sözler kaçı¬rıp kendini döverek ağlamaya kalkma!
Hz. Ca’fer’in çocuklarım dizine alıp da başlarını okşayan Allah Resülü’nün gözlerinden süzülen damlalar sakalım ıslatmıştı; mah¬zun Nebi, her zamankinden daha hüzünlüydü! Daha sonra da elleri¬ni kaldırıp şöyle dua etti:
– Allah’ım! Hiç şüphe yok ki Ca’fer, sevabın en güzeline doğru gidip ulaştı. Öyleyse Sen, iyi kullarına bulunduğu ihsanlarla ve en güzel şeylerle onları mükâfatlandır!
Bir süre Hz. Ca’fer’in evinde kalan Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem), oradan aynlacak ve kızı Fatıma validemizin kapısını çalacak¬tı. Bu sırada o da haberi almış:
– Vah amcacığım, diyerek ağlıyordu. Önce ona:
– Ağlayacaksan Ca’fer gibisine ağla, diyerek amcaoğlu Hz. Ca’fer’i takdir eden sözler söyledi. Ardından da:
– Ca’fer ailesi için yemek yapmayı ihmal etmeyin; onlar bugün başlarının derdiyle ve kaybettikleri aile büyüklerinin acısıyla meş¬guller! Onlar için yemek yapın, buyurdu.
O gün için bu da, daha sonraları adet haline gelecek yeni bir uygulama idi ve Müte şehitleri için Medine’de üç gün yemek pişiri¬lecekti.
Aradan üç gün geçtikten sonra yeniden Hz. Ca’fer’in evine gelen Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem), artık onlar için ağlamayı yasak¬layacak, arkada kalanları için de hayır ve bereket duasında buluna¬caktı. Ardından Ca’fer İbn Ebi Talib’in çocuklarının bakımını kendi üzerine aldığını bildirecek ve anneleri Hz. Esrna’yı da, bundan son¬rası için endişelenmemesi konusunda teselli edecekti.
Aynı hassasiyeti diğer şehitler için de gösteren Efendiler Efen¬disi, Hz. Zeyd’in küçük kızının mahzun ve mükedder duruşu karşısında duygulanıp kendini tutamayacak ve gözyaşı dökecekti. Bunu gören ashabdan:
– Ya Resülullah! Bu da ne, diye soranları da:
– Bu, sevgilinin sevgilisine özlemidir, şeklinde cevaplayacaktı.
Allah’ın Kılıcı
Kumandayı alan Hz. Halid, o gün akşama kadar savaşın seyrini bozmadan savaşmış ve bütün maharetini akşamın kararılığına bı¬rakınıştı. Bu kadar kalabalık bir ordu, bir avuç denilebilecek üç bin¬lik bir gücü beş gündür dize getirememişti, getiremeyecekti de! Zira o akşam Hz. Halid, ordunun nizamında köklü bir değişikliğe gitti. Buna göre en önde savaşanlar arkaya alınmış, sağ taraftakiler sola ve sol kanattakiler de sağ cenaha çekilerek gecenin karanlığında yeni bir orduyla takviye gördükleri izlenimi vermek istemişti.
Ertesi sabah olduğunda yeniden saf tutan düşman, akşamdan beri duyup durduğu gürültünün sebebini şimdi anlıyordu. Meğer Müslümanlara bu gece yeni ve taze bir kuvvet gelmişti; zira önle-rinde duran askerler, altı gündür savaştıkları insanlardan farklıy¬dı! Büyük bir şok yaşıyorlardı; üç bin kişiyle baş edemeyen bu ordu, takviye görmüş ve yüzünü değiştirmiş bir güçle nasıl savaşacaktı! Daha o gün savaşa başlamadan yenilgiyi kabullenmiş gibi bir halle¬ri vardı ve bu durumu Hz. Halid, ayrıca değerlendirmek isteyecekti. İntizamlı bir şekilde geri çekilmeye başlamış düşmanla arasını aç-maya çalışıyordu. Bunu gören Bizans ordusu, Hz. Halid’in bu ham¬lesini de yeni bir taktik olarak algılamış, saldırdıkları takdirde çem¬ber içine alınarak kendilerine büyük zayiat verileceğinin endişesine kapılmışlardı.
O günün akşamına kadar devam eden bu durum, iki taraf için de savaşın bittiği anlamına geliyordu. Zira Bizans, bu kadar kalaba¬lık bir orduya sahip olduğu halde, küçük bir ordu karşısında daha fazla zayiat verip de daha büyük kayıplarla geri dönmek ve bundan sonrası adına bir zaaf göstermek istemiyordu! Geri çekilmeye baş¬lamışlardı!
Zaten Hz. Halid’in de niyeti buydu; Allah Resülü’nün emanetle¬rini sağ salim Medine’ye getirme arzusundaydı ve sonuç da öyle ola¬caktı. Yedi gün göğüs göğüseyapılan bu savaşın sonunda, üçü komutan olmak üzere toplam on iki kişi şehit verilmişti ki bu, dillere destan bir kahramanlıktı! O günün dünyasında söz sahibi hakim bir devlete karşı savaşılacak ve güç dengesinin bu kadar aleyhte olduğu bir ze¬minde yine de on iki tane şehit verilecekti! İnayet-i ilahiyeden başka bir şeyle izahı mümkün değildi ve bunu duyan her bir kabile, artık Resı1lullah ordusuna bu gözle bakmaya başlayacaktı. Aynı zamanda Müte, Bizans’ın surlannda açılan ilk gedik anlamına geliyordu!
Mı1te’ye giderken kendilerine problem çıkarıp da kan döken bazı kabileler vardı. Hz. Halid, Medine’ye dönüş yolunda bunların yanına da uğrayarak hadlerini bildirip öyle geri gelmeyi tercih ede¬cekti.
Medine’deki Karşılama
Gelişlerinin haberini alan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern): – Toplanınız da kardeşlerinizi karşılamaya çıkınız, diyerek ashabına seslenecek ve çoluk çocuk hep birlikte onları karşılamak için Medine’nin dışına çıkacaklardı. Bu sırada Hz. Ca’fer’in çocuklarını da kendi terikesine almış, Cürüf denilen yere kadar gelmişti. Mı1te¬’nin kahramanları şimdi karşılarında duruyorlardı! İmkAnsızlıklar içinde Allah (celle celaluhü) inayet etmiş ve en az zayiatla; en önemli¬si de mağlubiyet yaşamadan geri dönülmüştü. Ancak herkes bunun farkında değildi ve ashabdan bazıları onlara:
– Savaş kaçkınlan, diye seslenmeye başlamıştı. Yüreğe işleyen acı sözlerdi bunlar ve dayanamayıp onlar da:
– Ya Resülullah! Bizler kaçaklar mıyız, diyerek bunu, Allah Re¬sülii’ne taşıdılar. bunun adının, gerçekten savaştan kaçmak olup ol¬madığını bizzat öğrenmek istiyorlardı:
– Bilakis sizler, yeniden toparlanıp da düşmanla çarpışmaya hazırlananlarsınız, diyerek Mı1te ashabının yüreğine su serpti Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern). Ardından da ashabına döndü ve:
– Onlar, Allah yolunda savaşmaktan kaçanlar değil; bilakis in¬şallah yeniden cepheye koşma azmiyle geri çekilmiş askerlerdir, bu¬yurdu. Meseleye son noktayı koyan cümlelerdi bunlar ve o ana kadar utancından gizlenme lüzumu hissedenler rahat bir nefes almışlardı ve Allah ve Resülü katında bir kusur işlememiş olmanın huzurunu yaşıyorlardı.
AYDINLIK DÜNYANIN HOŞGÖRÜ ZEMİNİ
Artık çok yönlü bir faaliyetin yürütüldüğü Medine, sulh ve sii¬künun, emniyet ve güvenin de merkezi haline gelmişti. Kaos ve kar¬gaşa dönemi çoktan sona ermiş ve medeniyet televvünlü yeni yüzün¬de huzurun tebessümleri müşahede edilmeye başlamıştı! Elbette bu, sadece zamanın belli bir dönemini içine alan geçici bir huzur olma¬malıydı; onun için Efendimiz (saIlallahu aleyhi ve sellern), insanlara dini n inceliklerini öğretme, asayiş ve güvenliği sağlama, İslam’ı daha uzak noktalara da ulaştırma, tebliğ maksadıyla gönderdiği mektupları ulaştırma, Müslüman1ığı kabul etmese bile Medine’nin otoritesini kabullenen insanlarla ittifak sözleşmeleri yapma, insanlara zarar verip huzursuzluk çıkaranların sesini kesip güçlerini dağıtma, İs¬lam’ın hakimiyetini kabullendiği halde Müslüman olmayanlardan cizye ve Müslümanlardan da zekat toplama gibi görevlerle asha¬bından bazılarını görevlendirerek etrafa göndermeye başladı. Söz konusu görevler için tavzif edilenlerin sayısı, elbette yapılacak işin niteliğine göre değişiyor, tek başına gidenler olduğu gibi etrafında yüzlerce insanla yola çıkanlar da oluyordu ve bu açılımlarla artık Hi¬caz’da, sadece İslam’ın hakim olduğu bir yapının varlığı herkes tara¬fından kabullenilmiş, zihinlerde oluşan tereddüt ve şüpheler de izale edilmiş oluyordu!
Bu sebeple Efendimiz (sallaIlahu aleyhi ve sellern), Medine’ye dön¬düğü andan itibaren farklı zamanlarda Uyeyne İbn Hısn’ı Beni Te¬mim’e, Yezid İbn Husayn’ı Eslem ve Gıfôr’e, Abbad İbn Bişr’i Süleym ve Müzeyne’ye, Rafi’ İbn Mekis’i Cüheyne’ye, Amr İbn As’ı Beni Fezdra’ya, Dahhak İbn Süfyan’ı Beni Kilôb’e, Beşir İbn Süf¬yan’ı Beni Ka’b’a, İbn Lüteybiyye’yi Beni Zübydn’a, Muhacir İbn Ebi Ümeyye’yi San’d’ya, Ziyad İbn Lebid’i Hadramevt’e, Adiyy İbn Ha¬tem’i Tayy’ ve Beni Esed’e, Malik İbn Nüveyra’yı Beni Hanzala’ya, Zibrikan İbn Bedr ile Kays İbn Asım’ı Beni Sa’d’ın farklı bölgelerine, Ala’ İbn Hadrami’yi Bahreyn’e ve Hz. Ali’yi de Necrôn’« gönderecek ve böylelikle, geniş bir coğrafyada İslam’ın hakimiyetini tescil etmiş olacaktı.
Meselenin bir diğer boyutu da; Kureyş’in Efendimiz ve Müslü¬manlığa karşı başlattığı amansız mücadele mağlubiyetle neticele¬nince, o güne kadar, “Hele O’nu kendi kavmiyle baş başa bırakalım; mağlup olursa zaten mesele kendiliğinden bitmiş demektir! Kavmi¬ne karşı O galip gelirse o zaman düşünürüz!” diyenlerin akıllannı başlarına alma zamanının gelmiş olmasıydı; düşünüyor ve neticeyi, Allah Resülü’ne gelip de teslim olmakta buluyorlardı. Bundan böyle Medine, sadece kendisinden dışarıya doğru bir gidiş e değil, aynı za¬manda ardı arkası kesilmeyen hey’etlerin gelişine de şahit olacaktı!
Daha düne kadar savaşların eritip tükettiği Medine, dokuz yıl¬lık süreç içinde eski kaos günlerini geride bırakmış, şimdi dünya¬ya emniyet ve güven dağıtan bir merkez haline gelmişti! İşte, ışığa koşan kelebekler misali aydınlığa hasret gönüller, farkına vardıkla¬n bu kıymeti daha yakından görüp huzurunda ashab olma şerefine ermek için akın akın Medine’ye geliyor, dört bir yandan kopup Allah Resülü’nün güven veren semtine sığınıyorlardı!
Artık zaman, İslam’ın güzelliklerini perdesiz ve daha yalın görme mevsimiydi; gelecek ve geçmişlerinden arınacaklardı! Bazı¬lan, o güne kadar farkına varamadıklan güzellikleri görmüş olma¬nın heyecanını taşırken, bazılan da daha önce farkına varıp da bütü¬nünü kavrayamadıkları İslam hakkında daha çok şey öğrenmek için geliyorlardı! Elbette bunlar arasında, İslarn’ı daha yakından görüp tanıyarak karar vermek isteyen mütehayyirler olduğu gibi, kendileri açısından gidişatı olumsuzlukla karşılayıp Efendimiz’den taviz elde etmek isteyen dünyeviler de vardı! Ancak bütün bunlar, Fahr-i Kai¬nat Efendimiz’in rahle-i tedrisine girince eriyip durulacak ve semti¬ne geldikleri ışığa teslim olup öyle geri döneceklerdi!
Elbette bu gidiş gelişlerin her birinin de kendine has bir hikaye¬si vardı; o güne kadar karşılaşmadıkları olaylarla muhatap oluyorlar ve böylesi durumlarla karşı karşıya kalındığında nasıl davranmala¬rı gerektiğini Efendiler Efendisi’ne arz ederek, aldıkları cevaba göre adımlarını tayin ediyor ve böylelikle din adına daha çok şeyi öğren¬mek durumunda kalıyorlardı!
Beni Temim
Etraflarında huzursuzluk çıkaran ve vaadettikleri cizyeyi ver¬mekten imtina eden Beni Terrıim’e elli kişilik bir süvari birliğiyle gönderilen Uyeyne İbn Hıstı, geceleri yol alarak geldiği Beni Temim diyarından yirmi biri kadın, otuzu da çocuk olmak üzere toplam atmış iki kişilik esirle Medine’ye dönmüş ve bu hadisenin üzerinden çok geçmeden Beni Temim, Akra’ İbn Hôbis, Utôrid İbn Hôcib ve Zibrikôn İbn Bedr gibi reisleri başlarında olduğu halde Medine’ye gelerek Efendimiz’le konuşmak istemişti. Kapıya kadar gelmiş ve:
– Bizim yanımıza çık, ey Muhammed, diye bağırıyorlardı. Ra¬hatsız edici bir durumdu'<? ama Hakkın hatın her şeyin üzerindey¬di; zira iman adına bir insanın elinden tutulması, her türlü değerin üzerinde bir anlam ifade ediyordu. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), karşılamak için dışarı çıktı. O’nu görür görmez:
– Biz, Sana büyüklüğümüzü göstermeye geldik; bakalım han¬gimizin şerefi daha yüksek? Yeter ki Sen, şairlerimizle hatiplerimize izin ver, diyorlardı.
Garip bir durumdu; önce Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem): – Biz, ne şiir söyleyip fazilet yarışında bulunmak ne de insanlar arasında fahirlenip böbürlenmek için gönderildik; madem öyle, bu¬yurun; diyecekti. Bunların hiçbiri asıl maksat değildi ama adamların bugün başka bir dilden anlamıyorlardı!
339 Hucurat suresinin 4. ayeti bu münasebetle inecekti. Bkz. Taberi, el-Camiu’l¬Beyan, 26/ı22; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/488; İbn Sa’d, Tabakat. 2/161; Vahidi, Esbabu Niizüli’l-Kur’an, 1/259
Derken aralarından birini öne çıkarmış ve kendilerini yere göğe sığdıramayan ifadelerle fazilet yarışına girişmişlerdi! İstenmeyen bir durumdu; ancak adamların başka bir dilden anlayacakları da yoktu ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), yanında bulunan Sabit İbn Kays İbn Şemmôs’e dönecek ve:
– Kalk ve bunlara cevap ver, diye seslenecekti. Bunun üzerine Hz. Sabit ayağa kalkacak ve İslam’la kendilerinin kazandığı konumu ifade eden sözlerle onlara cevap verecekti.
Öğle namazı sonrasında Mescid-i Nebevi, sanki şairlerin dü¬ello alanına dönüşmüştü; her bir köşesinden bir hatip veya şairin sesi yükseliyordu! Sözde, er meydanında üstesinden gelemedikleri bu güçle edebiyatın enginliklerinde mücadele edip galip gelecek ve üstünlüklerini ispat edeceklerdi! Zira çok geçmeden Beni Temim’in hatibi Utôrid İbn Hôcib ayağa kalkmış, uzun bir şiir söylemişti. Ar-dından Zibrikôn İbn Bedr öne çıkmış ve o da kendi sanatını konuş¬turmaya çalışmıştı! Adamların bu işi çok önemsedikleri her hallerin¬den belliydi ve ashabına dönen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Bana Hassan İbn Sabit’i çağırın, buyurdu.
Çok geçmeden Hassan İbn Sabit huzurdaydı ve onu gören Efen¬dimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), adamların söylediklerine mukabil ken¬disini savunmasını istiyordu. Artık birisi susuyor, öbürü başlıyordu ve bu durum, saatlerce devam edecekti! Temim şairlerinin hazırlık yaparak geldikleri bu meydanda önceden planlanlanmış bir zemin olmadığı halde İslam’ın söz sanatkarlan maharetlerini gösteriyor¬lardı; bu sırada Resülullah da (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Hassan’ı destekleyip cevap vermesi için teşvik ediyordu!
Bir aralık Efendimiz’in yanına torunu Hz. Hasan gelmişti; yanı¬na koşmuş ve kucağına atlayarak kendisini, Allah Resülii’niin şefkat¬li kollarına atmıştı! Resulullah da (sallallahu aleyhi ve sellem) onu almış koklayıp öpüyordu!
Her hadiseyi değerlendiriyorlardı ve bunu görüp garipseyen Akra’ İbn Habis:
– Benim on tane çocuğum var; ancak onların hiçbirini öpme¬dim, deyiverdi. Onun bu sözünü duyan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Merhamet göstermeyene, merhamet de edilmez, buyuracak ve ardından da, “Senin kalbinden merhamet duygusunu Allah (celle celaluhü) çekip almışsa Ben ne yapabilirim ki.” diye de ilave edecek¬til
Akra’ İbn Habis için her hadise, kalbini biraz daha yumuşatan önemli birer mesajdı. Dinleyip gördüklerini değerlendiren ve insafa gelenAkra’ İbn Hôbis, arkadaşlarına dönecek ve onlara şunları söy¬leyecekti:
– Eyahiili! Babam adına yemin ederim ki bu adamın işi her şey¬den üstün! Baksanıza; bu işin nasıl olduğunu bir türlü anlamış deği¬lim; bizim hatibimiz de konuşuyor ama onların hatibinin sesi daha gür ve etkili çıkıyor! Bizim şairlerimiz de çıkıp şiir söylüyor ama on¬ların şairlerinin söyledikleri daha etkili ve daha tesirli! Onların orta¬ya döktükleri sözler, hepimizinkinden daha tatlı!
Belli ki Akra’ İbn Habis için zaman gelmişti; Efendimiz’in yanı¬na yaklaştı ve:
– Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur ve Sen de, O’nun Resülü’sün, deyiverdi!
Söz erbabına sözle mukabele işe yaramıştı ve Efendimiz’in se¬vinci, yüzünden okunuyordu; zira onu, hey’ etle bulunan diğer insan¬lar takip ediyordu! Artık Beni Ternim hey’eti de gelip teslim olmuş ve yeni bir hayata adım atmıştı.
Bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), onlara he¬diyeler verecek ve esir alınan kadın ve çocuklarını da kendilerine iade ederek onları Medine’den uğurlayacaktı! Ne düşüncelerle Me¬dine’ye gelen bir hey’ et daha insafa gelmişti. Çok yönlü bir kazancın neticesinde iç huzurunu da elde etmiş olarak Temirn yurduna geri dönüyorlardı!
Vazife Şuuru Adına Önemli Bir Hatırlatma
Artık Medine’ye gelip gidenlerin haddi hesabı yoktu. Aynı za¬manda o günler, değişik vazifelerle Medine’den dışarı gidenlere de şahit oluyordu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), zekat memuru ola¬rak İbn Lüteybiyye’yi Zübyanoğullanna göndermişti; geri geldiğinde huzura giren İbn Lüteybiyye, yanında getirdiği malları göstererek:
– Bunlar sizin, bunlar da bana hediye edilenler, diyordu. O güne kadar yaşadıkları teamüHere göre bunu çok normal karşılamış ve bizzat şahsına verilenlerin tasarrufu konusunda tek yetkili olarak kendisini görmüştü!
Halbuki onun bu cümlesini duyan Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem) hiç hoşnut olmamıştı; farz bir ibadeti yerine getirip insanlar arasında organizasyon yapmak için gönderdiği bir memuru, işi için gittiği yerde şahsı adına hediye alıyordu! İş ile hediyeyi birbirine ka¬rıştırmamak gerekiyordu; zira hediyelerin ağırlığı nispetinde insan fıtratının baskı altında kalma ihtimali vardı ve makama verilenler yine makam adına kullanılmalıydı. Belli ki, herkesi bir arada bula¬bileceği müşterek bir zaman kolluyordu. Ve derken ashabına yine namaz kıldırmış, onlara dönerek hamd ü senada bulunmuştu. Belli ki yine onlara vereceği mesajları vardı; o günkü nasihatını yapıp ko¬nuyu İbn Lüteybiyye’nin söylediği söze getirdi:
– O memurlara ne oluyor ki, diye başladı sözlerine.
– Ben bir insanı zekat memuru olarak gönderiyorum ve o gelip
Bana, “Bu, sizin, bu da bana hediye edilenler!” diyor! Söyler misi¬niz, o şahıs şayet babasının veya annesinin evinde oturup bekleseydi bu hediyeler ona gelir miydi? Muhammed’in nefsi yed-i kudretinde olana yemin olsun ki, sizlerden birisi böyle bir şeye nail olur da onu alırsa, kıyamet gününde o aldığı şey boynuna dolanır da, deve ise böğürerek, sığır ise möğürerek ve koyun ise meleyerek ona ıstırap olur!
Tüyler ürperten ikazlardı bunlar ve Sultanlar Sultanı, bu beyan¬larının ardından ellerini koltuk altları görününeeye kadar yukarılara kaldırmış:
– Allah’ım! Ben, tebliğ vazifemi yerine getirdim mi, diye Rabbi¬ne nida ediyordu!
Tebük
Tebliğ ve irşad eksenli bu gidiş gelişler yaşanırken Şam cihe¬tinden yeni bir haber gelmişti. Hristiyan Araplar Hirakl’e mektup yazmış ve “Hani şu peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan adam vardı ya, işte O öldü ve arkadaşları da kıtlıktan kırılıyorlar; mal ve mülkleri yok oldu! Şayet onları da kendi dinine dahil etme gibi bir düşüncen varsa, bu işin tam zamanıdır!” diyor onu kışkırtmaya çalışıyorlardı. Bu arada, Lahm, Cüzam, Amile ve Gassan gibi kabi¬leler de ayaklanmış, Bizans’ın yapacağı böyle bir faaliyette, onlarla birlikte hareket edeceklerine dair sözler vermişlerdi.
Öbür tarafta Allah Resülü’nün elçisini öldürüp de Mute’de kar¬şısına çıkan Gassan meliki Şurahbil İbn Amr, Medine’ye saldırmak için fırsat kolluyordu! Belli ki ortada yine kiilli bir senaryo vardı; zira beri tarafta da Yahudiler Efendimiz’e gelmiş:
– Ya Eba’l-Kasım, diyorlardı. Şayet söylediklerinde gerçekten doğru isen, Şam taraflanna git; zira oralar, peygamberler diyan¬dır!340
Zamanlama açısından bakıldığında bunlann hepsi çok anlam¬lıydı! Kendilerinde karşı koyacak güç bulamayanlar, o gün için en güçlü devletlerden biri olan Bizans’ı harekete geçirmek istemiş ve uzaktan bakarak maksadına ulaşmanın planlannı yapmıştı! Üste¬sinden gelemedikleri bu yeni gelişme karşısında son kozlarını oy¬nuyorlardı!
Bu sıralarda Şam cihetinden Medine’ye gelen bir kısım tüccar¬lar, Bizans’ın öncü kuvvetlerinin Belkô’y« kadar geldiklerinin habe¬rini getirmişlerdi!
Üzücü bir haberdi; zira bu, İslam’ın aydınlık dünyasına koşup da gelen insanlar için yeni bir fasıla anlamına geliyordu. Ancak böy¬lesine büyük bir tehlike de görülmeden edilemezdi; on binlerce in-sanın, Medine’ye yürümek için hazırlık yaptığı bir yerde elbette eli boş durulmazdı! Bu arada Cibril-i Emın’in getirmiş olduğu mesaj¬lar, müşriklerle aradaki hatların daha da netleştirilmesi gerektiğini ifade ediyor ve imandan yoksun kimselere karşı savaşmaktan çekin¬memeleri gerektiğini anlatıyordu.>”
Bir yönüyle de bu, zaten beklenen bir gelişmeydi; zira Bizans, o günün dünyasını şekillendiren iki ülkeden biriydi ve bugün olmasa da yarın mutlaka onlarla da karşı karşıya gelinecekti! Çünkü İslam, sadece kendi ayaklan üzerinde bir inkişaf yaşıyordu ve bunu gören aktörlerin, bu kadar bağımsız ve duru bir inkişafı, öyle kolay haz¬metrneleri düşünülemezdi!
340 İsra suresinin 17/76. ayetinin bu faaliyetleri anlatmak için indiriIdiği ifade edil¬mektedir. Bkz. Taberi. el-Carniu’l-Beyan, 15/132; Vahidi, Esbabu Niizüli’l-Kur’an, 1/197; Süheyli, Ravdu’l-Unf, 4/293 vd.
341 Bkz. Tevbe, 9/28, 29, 123
Derken Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabına, savaş için hazırlık emri verdi. Etraftaki kabilelere de haber gönderiyor, böyle¬sine önemli bir dönemeçte onların da bulunmasını talep ediyordu! Bu arada Mekke’ye de haber salmış, aynı hassasiyeti orada bulunan¬lardan da istemişti.
Önceki savaşlannda nereye ve ne zaman gidileceğini, hangi yol¬ların kullanılıp kiminle savaşılacağını belli etmeyip gizli tutarken bu sefer hedefi de, atılacak adımlan da açıktan tayin ediyordu! Zira hem mevsim ve fiziki şartlar hem de karşılarında duran düşman açı¬sından bunun bilinmesi ve ona göre hazırlık yapılması gerekiyordu. Çünkü o gün Medine, en kurak mevsimlerinden birisini yaşıyordu; insanların gölgelikten dışan çıkmaya bile cesaret edemedikleri bir mevsim hakimdil Meyveler yeni yeni olgunlaşmaya başlamıştı ve in¬sanlar, bir yılın semeresini daha yeni yeni almaya hazırlanıyorlardı! Dışanda yakıp kavuran bir güneş, bağ ve bahçelerde ise cezbeden bir gölgelik vardı!
Onun için bazı insanlar açıktan tavır almış ve:
– Bu sıcakta da savaşa gidilir mi, diyorlardı. İmdada yetişen Cibril-i Emin, onlann bu sözlerini tekrarlayarak, cehennem ateşi¬nin bu sıcaktan çok daha şiddetli olduğunun haberini getirecekti.>” Tebfık günü; Allah davasında yürekten koşturan samimi mü’minler¬le, işi elinin ucuyla tutan ve içindeki nifakı bir türlü atamayanların ayrıştığı bir dönemeçti; bir tarafta Allah Resülü’nün bu çağrısına yü¬rekten koşup icabet edenler yeni bir heyecan yaşarken, diğer yanda bu Nebevi davete icabet etmemek için o gün yerlere kapananlar.e’e Efendimiz’le birlikte Tebük’e gitmemek için akla hayale gelmedik bahanelere sığınanlar da vardı!344
342 Bkz. Tevbe,9/81,82 343 Bkz. Tevbe, 9/38, 39 344 Bkz. Tevbe, 9/41, 42
Cedd İbn Kays, yanında bir grup yandaşıyla birlikte Mescid-i Nebevi’de bulunan Allah Resülü’nün yanına gelmiş:
– Ya Resülullah, diye sesleniyordu. Ben yoksul ve hasta birisi¬yim; benim için bunlar özürdür! Öyleyse burada kalmama izin ver!
Önce onu sabırla dinleyen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Hazırlığını yap; çünkü senin imkanların var, buyurdu. Ancak Cedd, kararlıydı; pişkin pişkin şunlan söylüyordu:
– Sen bana izin ver de, beni fitneye düşürme! ValIahi benim kavmim de bilir ki, onların arasında benim kadar kadına düşkün kimse yoktur; şayet oraya gider de Beni Asfar’ın kadınlarını görür¬sem sabredemem!
Perdeyi yırtan bu talep karşısında, Efendiler Efendisi yüzünü çevirecek ve itap dolu bir ses tonuyla Cedd İbn Kays’a:
– Sana izin verdik, buyuracaktı.
Cedd İbn Kays’ın oğlu Abdullah gelip de babasının yaptıklarını duyunca ona çıkışacak ve:
– Sen ne diye Resülullah’ın sözüne muhalefet ediyorsun; hal¬buki Beni Selime içinde senden daha zengin olan var mı? Ne diye savaşa çıkıp da hazırlık yapmıyorsun, diyecekti. Oğluna da şunları söylüyordu:
– Ey oğulcuğum! Bu kıtlık, şu kavurucu sıcak ve yakıcı rüzgar varken ben kim Beni Asfar’a gitmek kim! Şu anda evimde otururken bile Beni Asfar’dan çekinip korkarken, hangi cesaretle onlarla savaş¬maya çıkacağım! İyi bil ki ben, ey oğulcuğum, sonucun kimin lehine olacağını şimdiden görüyorum!
Oğul Abdullah elbette bunlarla ikna olacak değildi; babasına karşı sözlerini daha da ağırlaştınp yaptığının nifaktan başka bir şey olmadığını söylemeye başlayınca, babası yüzüne şiddetli bir tokat indirecek ve sesini kesmeye çalışacaktı. Ancak sesi hiç kesilmeye¬cek bir kanal vardı ve çok geçmeden Cibril-i Emin gelecek, Cedd İbn Kays’ın sözlerini nazara vererek esas fitneye düşenlerin kendileri ol¬duğunu haber verecekti.v’ö
Bu arada bir kısım insanlar, savaşa gitmemek için kendilerine yeni iş icat etmiş ve Efendimiz’in huzuruna gelmişlerdi:
– Ya Resülullah, diyorlardı. Karanlık ve şiddetli yağmur gecele¬rinde hasta ve yaşlı olanların da namaza gelebilmeleri için bir mescit yaptık; oraya gelip de bize namaz kıldırmanı istiyoruz!
345 Bkz.Tevbe,9/49
Dış görünüş itibariyle takdir edilebilecek bir davranış gibi görü¬nüyordu; ancak adamların niyeti, ne ibadet ne de hasta ve yaşlılan düşünmektil Tek hedefleri, aleyhtarlığını yaptıklan İslam aleyhinde atacaklan her türlü adım için merkez edinmeye çalışmaktı. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Şu anda Ben, yol hazırlıklarıyla meşgulüm; geri döndüğüm¬de belki, diye cevap verdi onlara. Böylelikle perdeyi de yırtmamış oluyordu; aynı zamanda bu yaklaşımıyla O (sallallahu aleyhi ve sellern), şüphe duyacakları bir tavır sergilememiş ve bunun yanında şerre odak olan bu mekanı da belirlemiş oluyordu!
Tebük’e gitmemek için bahaneler uydurup da Allah Resülü’n¬den izin isteyenlerin sayısı sekseni geçmişti; zahiri hallerine göre hepsine izin veren Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), içlerin¬de gizledikleriyle kendilerini Allah’a havale etmişti. Sadece samimi olanlarla bir hazırlık süreci yürütüyordu! Zira Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), Beni Gıfar’darı gelen yaklaşık otuz kişilik bir gruba aynı izni vermeyecek ve onların da Tebük’ e gelmelerini isteyecekti.s'”
Himmete Müracaat
Şartlar ağır, düşman kavi, yol uzun ve imkanlar da azdı; Efendi¬miz (sallallahu aleyhi ve sellern), hemen her gün minbere çıkıyor ve sıkın¬tılar içinde kıvrananların elinden tutmaları için imkanı olan ashabı¬nı iufaka teşvik edip:
– Allah’ım! Şayet bu insanların başına olumsuz bir şey gelip de helak olurlarsa, artık yeryüzünde Sana ibadet edilmez, diyor ve elin¬de imkanı olmasa da yüreği imanla kabaran bu insanları muvaffak kılması için Allah’a dua ediyordu! Zira o gün, savaşa gelmeyi yürek¬ten arzu ettiği halde, imkanı olmadığı için hazırlık yapamayanlar vardı; Resülullah’ın yanına gelmiş ve hallerine bir çare bulması için çaresizlere çare bulan Allah Resülii’ne müracaat etmişlerdi!
Artık ashab, vermeyi ôğrenrnişti; Efendimiz’in arzularını oku¬yan Hz. Ebu Bekir gitmiş ve evinde bulduğu her şeyi getirmişti! Onun bu halini görüp de kendisine:
– Evindekilere de bir şey bıraktın mı, diye soran Allah Resü¬lii’ne:
– Onlara, Allah ve Resülii’nii bıraktım, cevabını verecekti. O kadar içtendi ve tevekkülü tamdı ki, fakr u zaruret içine düşeceğin¬den hiç çekinmiyor ve yarınını aklına bile getirmeden bugünkü tale¬be cevap veriyordu!
346 Bkz. Tevbe, 9/86-93
Çok geçmeden onu, Hz. Ömer (radıyallahu anh) takip etti; o da bir heyecanla gelmiş ve getirdikleriyle Hz. Ebü Bekir’i geçeceğini hesap etmişti; ancak Hz. Ebü Bekir, başkaları tarafından geçilemeyecek kadar hızlı hareket eden bir değerdi!
O gün Hz. Osman, Hz. Talha, Hz. Abbas, Sa’d İbn Ubôiie ve Asım İbn Adiyy gibi önde gelenler, imkanı olmayanların elinden tutmak için servetlerini ortaya koymuş ve Allah Resülü’niin tasar¬rufuna bırakmışlardı. Neredeyse o gün, üç bin kişilik ordunun üçte birini Hz. Osman finanse etmiştile’? Her defasında eli dolu huzu¬ra gelen Hz. Osman’ın yeniden gelişini gören Allah Resnlü (sallallahu aleyhi ve sellern), ellerini açacak ve:
– Allah’ım! Sen de Osman’dan razı ol; çünkü Ben ondan hoşnu¬tum, diye dua edecekti. Ayrıca getirip de önüne koydukları altın ve gümüşleri avuçlarında evirip çevirirken yanındakilere dönecek ve: – Artık bundan sonra ne yaparsa yapsın Osman’a bir zararı do¬kunmaz, diye onun için serıada bulunacaktı.
Önde gelenleri verirken gören ashab da, gidip elindeki imkan¬larını getiriyordu; öyle ki elinde bir devesi olan onu getiriyor ve bir kardeşiyle paylaşıyor, bir lokma yiyeceğe malik olanlar da onu geti¬rip bir mücahide azık diye arz ediyordu. O gün hanım sahabiler de devreye girmiş, küpe, halhal, bilezik ve altın cinsinden ne kadar mü¬cevherata sahiplerse hepsini, Allah ve Resülullah davasının üstün gelmesi için kendi rızalarıyla himmet ediyorlardı! Hz. Aişe Valide¬miz, hanım sahabileri vermeye teşvik etmek için hücresinde bir sergi açmıştı. Onlar da, evlerinde buldukları kıymetli eşyalarını kap ıp ge¬tiriyor ve bu serginin üzerine bırakıp geri dönüyorlardı!
347 O gün Hz. Osman, yiiküyle beraber bin civannda deveyi getirip Efendimiz’e teslim etmişti. Bununla da yetinmemiş, verebileceği başka neler olabileceği dü¬şüncesiyle defalarca evine gidip gelmiş ve bu verme mevsimine, aynca kilolarca altın ve gümüşle katılmıştı. Bkz. İbn Hişam, Sire, 5/197; İbn Ebi Şeybe, Musan¬nef, 6/360 (32°3°)
Tebük günü Vasile İbn Eska’, Medine sokaklarında dolaşarak: – Savaşa gidecek birisine binek temin edecek yok mu? Elde ede¬ceği ganimet onun olacaktır, diye nida ediyordu. Onun bu sözünü duyan Ka’b İbn Ucre:
– Ne yani? Şimdi onu bindirip yükünü yokuşta taşıması karşılığında elde edeceği ganimeti bize mi ait olacak, diye taaccüp edip sormuştu. Hz. Vasile:
– Evet, diyordu. Gerçekten de bu, onun gibi yaşlı biri için bu¬lunmaz fırsattı; hemen:
– Haydi öyleyse Allah’ın izni ve bereketiyle yürü, diyerek Hz. Vasile’nin binecek ihtiyacını karşılayacaktı.
Her şeye rağmen o gün, ne binebileceği bir deve ne de kuşa¬nabileceği bir kılıç bulanlar da vardı; gelip durumlannı arz etmiş¬lerdi ama Resülullah’ın yanında da bir şey kalmamıştı! Boyunlannı büküp giderken yüreklerinde taşıdıklan iştiyak hissi içlerini parçala¬mış, gözleri ceyhuna dönmüştü; hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı!349 Utbe İbn Zeyd de onlardan biriydi; Resülullah’tan ayn kalmak istemiyor¬du. Ancak Efendiler Efendisi ona:
– Seni savaş için hazırlayacak imkan kalmadı; bir şey veremi¬yorum, deyince sanki dünya başına yıkılıvermişti; arkasını dönüp huzurdan aynlırken çocuklar gibi ağlıyordu.
Bu hüzünle evine gelmiş, içten içe kendini yiyip bitiriyordu!
Nihayet gecenin karanlığında kalkmış ve abdestini alarak iki rekat namaz kıldıktan sonra:
– Allah’ım, diye yalvarmaya başlamıştı. Sen, bize cihad emri verdin ve gitmeyi teşvik ettin; ancak elimde, onun bir için imkan yok; gidemiyorum! Resülii’niin katında da imkan kalmamış; yardım edemiyor! Yapabilecek bir şey kalmadı; cihada gidemiyorum. Ne olur Allah’ım; imkanıma musallat olan, bedenime fmz olan ve iffeti¬me uzanan her türlü zulmü Müslüman kardeşlerime helal ediyor, en değerli varlığım olan ırz ve namusumu, sadaka olarak kabul etmeni talep ediyorum!
Nihayet sabah olmuştu, Medine’de yine Efendimiz’in münadi¬sinin sesi yükseliyordu:
– Bu gece ırz ve namusunu Allah için sadaka olarak adayan da kim?
348 o gün Hz. Abbas iki kişiyi savaşa hazırlayacak, bunca verdikleri yanında Hz.
Osman da üç kişiye binek ve teçhizat sağlayıp Tebük’e gönderecekti. 349 Daha geniş bilgi için bkz. Salihi, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşad, S/438, 439
Olup bitenlerden kimsenin haberi yoktu ve herkes gibi Utbe de Mescid-i Nebevi’ye gelmişti. Efendiler Efendisi, namazı kılar kılmaz cemaate döndü ve:
– Bu gece sadaka dağıtan kimdi, diye sordu. Kimseden cevap yoktu; belli ki ne kastedildiğini kimse anlamamıştı. Aralarında, gece sadaka dağıtan kimse yoktu; elde avuçta olan ne varsa Tebük için hazırlanan ordu için getirilmiş ve sadaka olarak dağıtılacak başka bir şey kalmamıştı!
Efendimiz, sözünü ikinci kez tekrarladı:
– Bu gece sadaka dağıtan kimdi; kalksın ayağa!
Herkes birbirine bakıyordu! Çok geçmeden bakışlar Ulbe’nin üzerinde yoğunlaşıvermişti; zira Ulbe, Rabbiyle arasındaki bir sırrın açığa çıkmış olmasından dolayı renk atmış ve mahcübiyetten gözle¬rini kaçırır olmuştu. Boynunu bükmüş, utancından başını kaldıra¬mıyordu! Bu haliyle kendisini ele veriyordu. Efendimiz’in kastettiği kişinin kimliği ortaya çıkmıştı; ırz ve namusunu Allah için tasadduk eden demek ki Ulbe idi!
Ve Ulbe kalktı ayağa; çaresiz, gece döktüğü gözyaşlanndan, el¬lerini kaldırıp ettiği dualardan bahisler açtı huzur-u nebevide. Ça¬resizliğin çırpınışlanydı bunlar!.. Ancak, belli ki bunlar, Allah’ın da, Resfılii’niin de gözünden kaçmamıştı, kaçmazdı da!.. Demek ki, yok¬luğun en üst seviyeye ulaştığı yerde, varlık adına ortaya konulan en değerli şeylerin Allah için arz edilmesi, rahmet-i ilahi tarafından da kabul görmüş, icabet edilen birer duaya ınkılab etmişti!
Derken Resül-ü Ekrem şunlan söyledi, herkesi şahit tutarak:
– Müjdeler olsun sana! Nefsim yed-i kudretinde olana yemin olsun ki, bu gece sen, o çok verenlerin, sa’y ü gayreti ve zekatı kabul görülenlerin arasındaki yerini aldın!
Demek ki Allah (celle celaluhü) yürekten isteyince, isteğinde ısrar¬cı olanın talebine cevap veriyor, onu da çok verenlerin arasına alı¬yordu!
Medine’den Hareket
Artık gelen gelmiş ve sıra, İslam ordusunun yola çıkmasına gel¬mişti. Resülullah her kabileye sancak ve bayraklarını hazırlamalan¬nı söylüyor ve onlan savaşa teşvik ediyordu.
– Kişi, ayakkabıyla yola çıktığı sürece süvari gibidir, buyurarak ashabım ayakkabı giymeleri konusunda teşvik ediyordu. Zira bine¬cek bir hayvanı olmayanlar açısından, bu kadar uzun mesafelerin aşılabilmesi, ancak böyle mümkün olabilirdi!
Kendisinden önce hareket edenlere namaz kılma görevini de Hz. Ebu Bekir’e (radıyallahu anh) vermiş, büyük sancağı da yine ona teslim etmişti.
Ve takvimlerin, Recep ayının bir perşembe gününü gösterdi¬ği gün Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), yerine Medine’de Hz. Ali¬’yi bırakarak-e” otuz bin kişilik ordusuna hareket emri verdi. Ancak münafıklar, Hz. Ali’nin Medine’de bırakılmasını da dillerine dolaya¬caklardı; her adımda bir fitne kazanı kaynatıyor ve:
– Peygamber onu, küçümsediği ve yetersiz gördüğü için burada bıraktı, diyerek gündemi değiştirmek istiyorlardı. Maksatlarına ulaş¬mış, Hz. Ali’yi de tedirgin etmişlerdi ve bunu duyan Hz. Ali, Curfa kadar koşup arkadan yetiştiği Allah Resülü’ne durumu anlatacaktı. Kendisi gibi birisinin er meydanlarında olması gerektiğini söylüyor ve Sultan-ı Rusül’ün cephede koşturduğu bir dönemde, çoluk çocuk¬la birlikte Medine’de oturmak istemediğini beyan ediyordu! Bunun üzerine ona dönen Efendiler Efendisi (sallallalıu aleyhi ve sellem):
– Yalan söylüyorlar, buyuracaktı. Ben seni, Benden arka ka¬lanlara, ailerne ve kendi ailene zahir olman için bıraktım; hem sen, Benim yanımda, Hz. Musa’nın yanındaki Hz. Harun gibi olmayı is¬temez misin ey Ali? Şu kadar var ki, Benden sonra peygamber olma¬yacaktır!
Muhtemelen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) onu, kendileri¬ne merkez inşa eden ve gözünün içine baka baka yalan söyleyip de savaştan kaçan münafıklardan gelebilecek tehlikelere karşı uyanık kalması için özellikle Medine’de bırakıyordu ve talimatını alan Hz. Ali, yeniden Medine’ye geri dönecektil
350 o gün Medine’de görevlendirilen isimler arasında Muhammed İbn Mesleme, SiM’ İbn Urfuta ve Abdullah İbn Ümmi Mektfun gibi isimlerin de olduğu ifade e¬dilmektedir. Bkz. Viikıdi, Megazi, 1/996; Abdurrezzak, Musannef, 2/395 (3828); İbn Sa’d, Tabakat, 4/205; İbn Kesir, Sire, 4/12
Yolda geri dönen bir grup insan daha vardı; bunlar, Uhud’da da oyunbozanlık yapan İbn Selül ve arkadaşlarından başkası değildi! Aynı taktiği uyguluyor ve bilhassa Abdullah İbn Übeyy İbn Selül:
– Muhammed bugün, yokluk, sıcak ve bunca uzaklık dolayısıyla üstesinden gelemeyeceği insanlarla savaşmaya gidiyor! Herhalde O, Beni Asfar’la savaşmayı oyun sanıyor! ValIahi de ben, O’nun arka-daşlarını dağ başlarında esir alınarak bağlandıklarını görür gibiyim, diyordu.
Bir arınmaydı bu da ve belli ki Allah (celle celaluhü}, Restıl-ii Kibri¬ya’sıyla birlikte nifak içinde olanların yürümesini murad buyurmu¬yordu. O gün delil olarak Efendimiz’in önünde, Alkame İbn Feğvô. yürüyordu.
Vadi’-il-Kura’dan geçerken karşılarına bir bağ çıkmıştı ve ashab-ı kiram, bu bağdan çıkacak mahsulü tahmin etmeye çalışıyordu. As¬habının bu heyecanına Allah Resülii de katılıyordu:
– Tahmin edin, buyurdu. Herkes bir şeyler söylemişti; Sultan-ı Rusül de, on vesak olarak tahmin edip bahçe sahibine:
– Bu bahçenin ne kadar mahsül verdiğini iyi takip et; çünkü ge¬lirken buraya yine uğrayacak ve senden soracağım, buyurmuştu.
Vadi’I-Kura’da bulunduğu sıralarda, burada yerleşik bulunan Yahudilerden Aridoğulları Efendimiz’e yemek getirip ikram edecek ve o da, kırk vesak karşılığında bu ikrarnı kabul edip ashabıyla bir¬likte yiyecekti.
351 Tebük’ten dönüşte gerçekten bu bahçenin yanına uğrayan Efendimiz (s.a.s.):
– Bahçen ne kadar mahsül verdi, diye sahibine soracak ve kendi tahmin etti¬ği gibi on vesak olduğunu görecekti. Bkz. Buhari, Sahih, 2/539 (ı411); Miislim, Sahih, 4/1785 (1392); Ebu Davud, Sünen, 3/179 (3079)
Halice’den geçip de Zi’l-Merve denilen yere geldiklerinde iyice yorulan ashab:
– Ya Resülullahl Burası tam konaklanacak bir yer; hem su hem de gölgelik var, demişlerdi. Ancak Resülullah (sallalIahu aleyhi ve sel¬lem):
– Burası birilerinin ekin tarlası; burada konaklamak uygun olmaz, buyuracak ve yine devesinin yularını serbest bırakmalarını talep edecekti; zira onun da bir memur olduğunu söylüyor, nerede konaklamak gerektiğini onun da bileceğini ifade ediyordu! Gerçekten de deve gelmiş ve büyük bir ağacın altında durmuştu. Ashab-ı kiramla birlikte orada mala verecek olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), burada namaz kılacak ve bir miktar dinlenecekti.
Semüd Kavminin Kalıntıları ve Hıcr
Yine hareket başlayıp da Semüd kavminin kalıntılarının bulun¬duğu Hıcr denilen mevkiye geldiklerinde ashab, Semüd halkının ka¬lıntıları içine dalmış, kuyulanndan su çekip kırbalarını doldurmaya başlamışlardı. Halbuki Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), burayı görür görmez devesini hızlandırmış ve yüzünü de kapatarak hızla yol almaya başlamıştı! Ashabının bu halini görünce onlara seslendi ve:
– Kendilerine zulmedenlerin arkada bıraktıklan kalıntıları ara¬sında gezinirken, onların başlarına gelenlerin sizin de başınıza gel¬memesi için ibret nazarlarıyla ve hüzünle dolaşın; ayrıca onların ne suyundan için ne de namaz için buradan abdest alın! Yoğurduğunuz hamurları da develere verin, buyurdu. Sonra da, ashabım alıp Salih aleyhisselarnın devesinin çıktığı kayamn yanına geldi. Geçmişte ya¬şanan olağanüstü bir hadiseyi onlarla paylaşarak ashabına nasihat ediyordu:
– Durup dururken mucize istemeyin, diyordu. ‘Salih aleyhisse¬larnın kavmi de ondan bunu istemişlerdi ama talep ettikleri mucize kendilerine verilip de buradan bir deve çıkınca, tavırları değişiverdi. Zira Allah (celle celaluhü) onlara, dişi bir deve ihsan etmişti. Bu deve de, her gün şu yoldan suya iner ve suyunu içtikten sonra da tekrar geri dönerdi! Onlar buna tahammül etmeyip Rablerine karşı isyanla gerildi ve bu deveyi boğazladılar! Halbuki o, bir gün bu sudan içiyor ve diğer gün hepsine yetecek miktarda süt veriyordu! Öyle olunca da Allah (celle celaluhü), gökkubbe altında ne kadar Semud halkı varsa hepsini şiddetli bir sayha ile cezalandırdı; Harem’e sığınan bir adam dışında onlardan geride kimse kalmamıştı!
Merak içinde bu adamın kimliğini soranlara da, Taif’e giderken mezarım göstererek:
– O, Ebu Riğal’di, buyuracak ve şöyle ilave edecekti:
Ancak, Harem’den çıkar çıkmaz ona da kavminin başına gelen¬ler isabet edecekti; öyleyse sizler, gazab-ı ilahiye düçar olmuş bir kavmin yanına girmeyin!
Efendiler Efendisi bunları söylerken, aralarından biri Çıkıp da: – Ne kadar da ilginç, diye tepki verince Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Size bundan da ilginç olanı haber vereyim mi, diye sordu. ‘Sizin içinizden bir Zat, sizden önceki devirlerde olanları da sizden sonrakilerin başına gelenleri de size haber veriyor; öyleyse sizler, dosdoğru insanlar olun ve en doğru olanın peşinden ayrılmayın! Zira siz istedikten sonra Allah (celle celaluhü), size de azap etmekten sakınmaz! Allah (celle celaluhü), başlarına gelebilecek sıkıntılar konu¬sunda hiçbir şeyyapamayan bir topluluk da meydana getirecektir.
352 Bunları söyledikten sonra Efendimiz (s.a.s.), o gece şiddetli bir rüzgar eseceğinin haberini vermiş ve çok geçmeden söylediği husus aynen çıkmıştı. Aynı zamanda gidiş ve dönüş itibariyle Tebük yolu, yiyecek ve içecekler konusunda defalarca yaşanacak farklı mucizelere gebeydi. Bkz. Buhari, Sahih, 2/539 (1411); Müslim, Sahih, 4/1785 (1392); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/424 (23652)
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Hıcr’dan ayrılırken kuyu¬lardan su alıp da onları yanlarında taşımamalarını ashabına tem¬bihlemişti, fakat çok geçmeden yolun meşakkatiyle havanın sıcaklığı yine ashabı kasıp kavurmaya başlamıştı. İnsanlar susuzluktan kırı¬lıyordu; susuzluklarını gidermek için develerini kesiyor ve hörgücü¬nü sıkıp ihtiyaçlarını buradan karşılamak istiyorlardı! Nihayet Allah Resülü’nün yanına gelip de durumlarını arz etmeyi denediler; nebe¬vi şefkatin kapısını çalan yine Hz. EbU Bekir’di:
– Ya Resülullah, diyordu. Allah (celle celaluhü) Sana, dua gibi bir bereket ihsan etmiş; bizim için O’na duada bulunmaz mısın!
Aslında bunu söylerken Hz. Ebu Bekir, Iisan-ı haliyle bir dua haline gelmişti. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
– Bunu gerçekten istiyor musun, diye sordu.
– Evet, diyordu Hz. Ebu Bekir. Bunun üzerine Efendiler Efen-
disi, önce iki rekat namaz kıldı ve ardından da, ellerini kaldırıp dua etmeye başladı. O ne dua idi ki, daha mübarek eller semaya kal¬kıp da dudaklar kıpırdar kıpırdamaz semada bir gürültü koptu. Bu arada bulutlar da belirmeye başlamıştı; şakır şakır yağmur yağıyer¬du! Gözlerin içi gülmüş ve insanlar, ikram-ı ilahı olarak kendilerine bahşedilen bu yağmurdan kana kana içiyor ve kırbalarını dolduru-yorlardı. Bu lütfu münafıklara da hissettirmek gerekiyordu ve ashabdan bazıları onların yanına giderek, bütün bunlara rağmen hillil tereddütlerinin devam edip etmediğini öğrenmek istemişti; ancak iman bambaşka bir hadiseydi! Zira o şahıs, sanki az önceki sıkıntı¬ları hiç yaşamamışçasına bu ihsanın, her zaman olabilecek tabii bir olayolduğunu söylemeye çalışıyor ve:
– Bize bu yağmuru, gelip geçen filan bulut indirdi, diyerek Mü¬sebbibü’l-Esbabı görüp de O’na şiikredeceği yerde sebeplere takılıp yollarda kalıyordu!
Yine hareket edip de azıcık ınesafe aldıklarında, az önce nebevi duanın neticesinde başlarından aşağıya inen yağmurun, sadece as¬kerin bulunduğu yere iridiğine şahit olacak ve imanları bir kat daha güçlenerek Rablerine yürekten hamdedeceklerdi.
Bir taraftan da hayat devam ediyordu; insanlar arasında zaman zaman ihtilaflar da yaşanıyor ve insanlar bu ilitilaftan kurtulmak için soluğu Efendimiz’in huzurunda alıyorlardı! Askerler arasında bulu¬nan bir adamla kölesi arasında anlaşmazlık çıkmış ve bu anlaşmaz¬lık sırasında adam, kölenin elini ısırmıştı; ısırmıştı ısırmasına ama acının şiddetiyle elini çeken kölenin parmaklarıyla birlikte adamın ön dişleri de dökülmüş ve bu, yeni bir kavga sebebi olmuştu. Neti¬cede mesele Allah Resülü’niin huzuruna getirildi; ihtilafı çözmesi ve aralarında hüküm vermesi isteniyordu. Tarafları dinledikten sonra Efendiler Efendisi, önce:
– Sizden birisi, devenin ısırdığı gibi kardeşini mi ısırmaya baş¬ladı, diye tepki gösterecek ve:
– Elini senin ağzına, devenin ısırması gibi ısırasın diye mi bı¬raktı ki, buyurarak, beklentilerin aksine düşen dişler konusunda herhangi bir diyet takdir etmeyecekti!
Artık Tebük’e yaklaşılmıştı; ashabına dönerek:
– inşallah yarın Tebük pınarlarının olduğu yere ulaşmış oluruz:
Yarın ancak kuşluk vakti orada olursunuz! Sizlerden herhangi biri oraya Benden önce ulaşırsa, sakın ola ki o sulardan içmesin, diye¬cekti. Çünkü yine su sıkıntısı baş göstermişti; Efendiler Efendisi de, orada bulunan suları azami derecede değerlendirmek, ashabı ara¬sında berekete vesile kılmak istiyordu! Onun için münadiler vası¬tasıyla ashabına da seslenmiş ve bu konuda titizlik göstermelerini talep etmişti.
İslam Ordusu Tebuk’te
Ertesi gün olup da Tebük’ e ulaşıldığında, pınarların yanına iki askerin ulaştığı görülecekti; Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) onla¬ra:
– Pınarların suyuna dokundunuz mu, diye sordu.
– Evet, diyorlardı. Celallenmişti; zira bu kadar hassasiyet gös-
terilmesine rağmen emr-i nebevinin dinlenmemesi doğru değildi ve Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), benzeri durumlarda bir daha aynı hatanın yapılmaması adına o iki adama biraz çıkışacaktı!
Kuyuların suyu kurumuştu ve sadece birisinden, çok az bir mik¬tar su çıkıyordu. Sultan-ı Rusül Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), azar azar suyun üzerinden alarak önce onu bir kırbanın içinde topla¬dı. Sonra da ondan eliyle yüzünü yıkayıp ağzını çalkaladıktan sonra arta kalanı pınarın içine döktü, Rabbine teveccüh etmiş duaya dur¬muştu.
Kırbanın içindeki suyu pınara boşaltır boşaltmaz, sanki gök gü¬rültüsü gibi pınar kaynamaya başlayıverdi; namaz sonrasında her¬kesin gözü önünde yine bir mucize yaşanıyordu!
Allah Resülü o gün, ashabına uzunca bir hutbe irad edecek ve hayırla şer arasında birçok konuya değinerek insanların karşılaşabi¬lecekleri konularda onları uyaracaktı.
Güvenliği sağlaması için yine Abbad İbn Bişr’i görevlendirmiş, yanına da arkadaşlarından bir grubu tayin etmişti. Gecenin karanlı¬ğında arka taraflardan tekbir sesleri duymaya başlayan Hz. Abbad, Efendimiz’in huzuruna gelerek:
– Ya Resülullah, diyecekti. Yoksa Sen, bizden başka muhafızlar mı görevlendirdin ki gecenin bir vakti arka taraflardan tekbir sesleri duyar olduk!
– Hayır! Görevlendirmedim, buyurdu Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern). Ancak Müslümanlardan bazıları bunu, kendi istekle¬riyle yapmış olabilirler!
Bu konuşmalara şahit olan Silkan İbn Selame ileri atılarak: – Ya Resülullah, diye seslendi ve ekledi:
– Müslümanlardan on kişiyle birlikte atlarımıza atlayarak biz, nöbet tutmak maksadıyla geceleyin arkalara doğru gitmiştik!
Yine mesele, Efendiler Efendisi’nin tahmin ettiği gibi gerçek¬leşmişti; hayırda birbirleriyle yarışan cemaatine dönecek ve şunları söyleyecekti:
– Allah yolunda nöbet bekleyen muhafızlara Allah (celle eelalu¬M), rahmetiyle muamele etsin; sizin için, başında nöbet tuttuğunuz insan veya hayvanlar sayısınca bir kırat353 mükafat vardır!
Tebük’te bulundukları sırada bir Yahudi kadın gelecek ve Efen¬dimiz’e peynir getirecekti; eline bıçağı alıp da onu kesen Efendiler Efendisi, besmele çektikten sonra onu ashabına ikram edip kendisi de bu peynirden yiyecekti.
Arkada Kalan Samimi Gönüller
o gün Medine’de, “Şimdi çıkar, birazdan hareket ederim!” der¬ken gecikip Efendimiz’le birlikte Tebük’e çıkamayan Ka’b İbn Malik, Hilal İbn Ümeyye, Mürare İbn Rebi’, Ebu Hayseme ve EbU Zerr gibi samimi gönüller de vardı; yürekten inanan insanlardı ve hiç kimse onlar hakkında şüphe duymaz, Müslümanlıklarını da asla sorgula¬yamazdı! Ancak gecikmişlerdi! Belki de Allah (celle celaluhü), emr-i ila¬hiye ve Resülullah’ın taleplerine imtisalde ağırdan alarak gecikmesi muhtemel mü’minlere, onların şahsında seslenecek ve böyle bir ha¬tayı telafi adına daha sonra nasıl davranılması gerektiğini göstere¬cekti!
Zaman zaman ashab:
– Ya Resülullahl Filan da arkada kalıp gelmemiş, dediklerinde Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Onu kendi haline bırakın; zira şayet onda bir hayır var ise, Allah (celle celaluhü) mutlaka onu arkadan size ulaştırır, buyuruyor ve Medine’de kaldığı halde gelemeyen bu insanların, arkadan gelip de yetişmelerini beklediğini ima ediyordu. Ebu Zerr’in gelemeyişi de mevzu olduğunda aynı beyanda bulunmuş ve onun arkadan yetişe¬ceğinin müjdesini vermişti. Zira Hz. Ebu Zerr, zayıf1ıktan kırılan de-vesini birkaç gün besleyip de öyle çıkmak istemiş ve böylelikle ordu¬nun hareketine yetişememişti.
353 Kırat: Mücevher tartmakta kullanılan 0,20 gram ağırlığında bir ölçü.
Gerçekten de Ebu Zerr, arkadan geliyordu; Zil-Merve denilen yere geldiğinde yine devesi yürüyemez olmuş, belki hareket eder diye bir gün başında beklemiş ve ümidini kesince de, yükünü sırtına alıp yaya olarak arkadan Allah Resülü ile ashabına yetişmeye çalış¬mıştı. Kızgın çöl ve yakıcı güneş altında bitkin düşmüş, bir taraftan susuzluktan dudaklan çatlarken diğer yandan da açlıktan adım ata¬cak dermanı kalmamıştı.
Ancak Hz. Ebı1 Zerr’in bitip tükenmek bilmeyen bir azmi vardı ve nihayet bir gün, Allah Resı1lü ile ashabına yetişecekti. Günün or¬tasında arkadan birinin geldiğini görenler:
– Ya Resı1lullah, diyorlardı. Bakın, şurada yalnız başına yola düşüp de gelen biri var!
İşaret edilen yöne bakan Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sel¬lern), arkadan da olsa tanıdığı isimleri yanında görmek istercesine:
– Ebı1 Zerr ol, buyuracaktı. Gerçekten de gelen Hz. Ebı1 Zerr idi ve Efendimiz’in bu yöndeki temennisini de bilenler hemen koşacak ve:
– Ya Resülullahl o gelen, gerçekten de Ebı1 Zerr imiş, diyerek müjdeyi vereceklerdi. Bunun üzerine Efendiler Sultanı, bitkin ve yorgun olsa da sağ salim kafileye yetişen Ebı1 Zerr’i kastederek asha¬bına şunlan söyleyecekti:
– Allah Ebı1 Zerr’e rahmetiyle muamelede bulunsun; şüphesiz ki o, yalnız yürüyecek, yalnız ölecek ve öbür dünyada da yalnız haş¬rolacak!
Yol meşakkatleri sona erip de Efendimiz’in huzuruna gelen Hz.
Ebı1 Zerr, yol boyunca yaşadıklannı Sultan-ı Rusül’ e de anlatacak ve bunun üzerine O (saIIallahu aleyhi ve sellern), Ebı1 Zerr’ e:
– Allah seni rahmetiyle kucaklasın ey Eba Zerr! Unutma ki sen, Bana ulaşıncaya kadar attığın her adıma mukabil bir sevap elde ederken, yine her adımına mukabil de senin bir hatan silinmiştir, buyuracaktı.
O gün arkadan yetişenlerden biri de Ebı1 Hayseme (radıyallahu anh) idi. Efendimiz’in Medine’den aynlışından birkaç gün sonra ha¬nımlannın yanına gelmiş ve büyük bir ilgi ile karşılanmıştı. Leziz yemekler, buz gibi sular ve etrafında pervane gibi dönen insanlar¬la karşılaşınca aklına, ashabıyla birlikte Tebük’e giden Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellem) düşmüş ve:
– Subhanallah, diye tepki göstermişti.
Şu anda Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) -ki geçmişte günah nedir bilmediği gibi gelecekte de böyle bir zeminle tanışmasına imkan yoktur- fırtına, kızgın güneş ve kavurucu sıcaklar altında si¬lahı omzunda ıstırap çekerken, serin gölgelerde hazırlanmış mükel¬lef sofralara kurulup mal ve mülkü içinde hanımlarıyla birlikte sefa sürmek hiç Ebu Heyseme’ye yakışır mı? Bu, hangi insaf ölçülerine sığar’, demişti.
Resülullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dizinin dibinde yetişmiş, arkada kalan bir ashabın muhasebesiydi bu ve bana ne deyip bir ke¬nara atmayacaktı; hammlanna dönecek ve:
– Arkadan gidip de Resülullah’a yetişmedikçe hiçbirinize iltifat etmeyecek ve davetinize ‘evet’ demeyeceğim; siz benim bineğimi ha¬zırlayın, diye emredecekti.
Efendimiz’in ordusuna katılmak için artık Ebu Hayseme de yola çıkmıştı; Tebük’e yaklaştığında yolda, Umeyr İbn Vehb ile karşılaşa¬caktı. Birlikte bir süre yol aldıktan sonra Ebu Hayseme ona:
– Benim bir günahım var; Resülullah’a halimi arz ederken senin benden uzakta kalmanda mahzur yok, diyor ve göreceği tepkiye Hz. Umeyr’i de ortak etmek istemiyordu.
Derken Tebük’e varmıştı; onun uzaktan gelişini görenler hemen huzura koşmuş ve:
– Ya Resülullahl Şu yoldan bize doğru biri daha geliyor, deme¬ye başlamışlardı. Yine aynı tepkiyi veriyordu; gösterilen tarafa bak¬mış:
– Sen de Ebu Hayseme ol, diye temennide bulunmuştu. Gelen karartı yaklaşıp da gerçekten Ebu Hayseme olduğu anlaşılınca ashab:
– O, vallahi de gerçekten Ebu Hayseme imiş, diye heyecan duy¬maya başlamışlardı. Hem Resülullah’ın arzusunun gerçeğe dönüş¬mesine hem de Ebu Hayseme gibi samimi bir arkadaşlarının geride kalmayışına sevinmişlerdi.
Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) ona, Medine’de olup bitenleri ve yol boyunca karşılaştığı zorlukları soruyor ve dinledikçe de ona hayır duada bulunuyordu. Bir aralık konu, kendisi gibi geci¬kip de gelemeyen Ka’b İbn Malik’e de gelmiş ve Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), onu da sormuştu. Ashabından bir kısmı, göl¬gelikler altında uzanmak ona cazip geldi derken diğer bir kısmı ise Hz. Ka’b’ı hayırla yad etmeyi tercih edeceklerdi! Her adım, yeni bir bilgiye ulaşmanın kapısını aralıyordu ve böylelikle ashab-ı kiram da, benzeri durumlarda mü ‘min kardeşleri hakkında hep hüsn-ü zanla muamele etmeyi öğrenecek, bütününe muttali olmadıkları yerlerde insanlar hakkında zan oluşturacak ifadelerden kaçınmanın gerekli olduğunu anlayacaklardı!
Ganimet arzusuyla orduya katılan münafıkların durumu elbet¬te çok farklıydı; küçük bir açık yakalayıp da onu bütün aleme ilan edebilmek için sürekli fırsat kolluyorlardı! Yine bir kenara çekilmiş, kaynatıyorlardı! Efendimiz’in moralini bozup ashabını da korkut¬mak için Sa’lebe İbn Hatıb şunları söyler olmuştu:
– Beni Asfar’la savaşmayı sizler, Arapların kendi aralarındaki savaşlar gibi mi sanıyorsunuz? Vallahi de yarın hepinizi ben, derdest edilip de iplere bağlanmış olarak görür gibiyim!
Cülas İbn Amr ileri atılarak:
– Vallahi de, şayet Muhammed doğru söylüyorsa, hepimiz eşek¬ten daha berbat durumdayız, diyordu. Bu sırada orada bulunanlar¬dan Hz. Umeyr, ona dönmüş:
– Onda ne şüphe! Zaten sen eşekten daha kötü durumdasın; çünkü Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) her zaman doğruyu temsil ederken sen, yalancının tekisin, demeye başlamıştı. Bu arada Mu¬haşşin İbn Humeyyir söz almış ve:
– İçinde bulunduğunuz şu gereksiz tartışmalardan dolayı hak¬kınızda ayet gelip de mahcup olmaktansa, vallahi de her birimize yüz sopa had cezası vurulmasını bugün daha sağlıklı buluyorum, di¬yerek bir endişesini dile getiriyordu!
Onları uzaktan temaşa eden Allah Resülü (sallaHahu aleyhi ve sel¬lem) ise, yanına çağırdığı Arnmar İbn Yasir’e:
– Git de şu topluluğa bir bak bakalım; yine neler üretmeye baş¬ladılar! Yalan yanlış şeyler söylüyorlar! Git de onlara, ağızlarından çıkan sözü sor; şayet inkar ederlerse, şöyle şöyle söylediniz diye on¬lara haber ver, diye görevlendirmişti.
Efendimiz’in verdiği görevi yerine getirmek için yanlarına gelen Arnmar İbn Yasir, kendileriyle konuşup da ortaya attıkları fikir ve cümleleri kendilerine söyleyince vaziyeti kurtarmak için soluğu yine Allah Resüliı’nün yanında alacak ve:
– Ya Resülullah: Biz bunları, öylesine eğlenelim diye konuş¬muştuk, diyeceklerdi. Özürleri kabahatlerinden daha büyüktü ve çok geçmeden yine Cibril-i Emin’in sesi duyuldu; O, mukaddesata ait meselelerde bu kadar laubali davranmanın insanı nereye götüre¬bileceğini anlatıyor ve böyle bir durumda özür beyanına sarılmanın insanı felaketten kurtaramayacağını ifade ediyordu.w’ .Ayetler gelip de durumları ortaya çıkınca Cülas İbn Amr yemin edecek ve böyle bir ifade kullanmadıklarını söylemeye çalışacaktı; göz göre göre bir de yalan söylüyorlardı; zira yine Cibril gelmiş ve işin gerçek yönünü ortaya koyuvermiştilw
Resülullah, Tebük’te bulunduğu sıralarda ashabından Abdul¬lah İbn Zü’l-Bicddeyn356 adında biri vefat etmişti; şehitlik arzusuy¬la yanıp tutuşan bir sahabi idi. Hatta bu dileğini Efendimiz’e ulaş¬tırdığı bir gün Efendimiz ona, yatağında bile ölüm gelse kendisinin şehit olacağı müjdesi vermişti ve şimdi ecel onu Tebük’te yakalıyor¬du. Onun vefat haberiyle üzülen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), mezarının kazıldığı yere kadar gelecek ve içine girerek onu bizzat kendi elleriyle kabrine yerleştirecekti. Şöyle dua ediyordu:
– Allah’ım! Yaşadığı sürece Ben ondan hoşnut idim; Sen de ondan razı ol!357
354 Bkz. Tevbe, 9/65, 66 355 Bkz. Tevbe,9/74
356 Hz. Abdullah, Müslüman olduktan sonra ailesi tarafından her şeyine el konulan bir sahabi idi; bilhassa amcasının şiddetli tepkilerine muhatap olmuş ve nere¬deyse üzerindeki elbiseyi bile soyup ondan almışlardı. Annesinin yardımıyla bir parça kumaşı ikiye ayırıp birini üzerine diğerini de alt tarafına giyerek Medine’¬ye gelmiş ve bir sabah namazı sonrasında Efendimiz’e mülaki olmuştu. Hatta bu isıni ona, iki parça bez içindeki bu halini gören Efendimiz takmıştı. Yüksek sesle Kur’an okuduğu için Hz. Ömer’in ettiği ikazlara karşılık Allah Resülü (s.a.s.) Hz. Ömer’e, Hz. Abdullah’ı bırakmasını söyleyecek ve onun, Allah ve Resülü’ne hic¬retle buraya geldiğini beyan edecekti. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/1012 vd.; İbn Esir, Usudu’l-Gabe, 2/104; İbn Hacer, el-İsabe, 4/162
357 O kadar ki, Efendimiz’in bu denli yakınlık gösterip de hüsn-i niyetine şahit olan İbn Mes’üt, “Keşke o sırada o mezarda bulunan ben olsaydım!” diye temenni ede¬cekti. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/1014; İbn Cevzi, Sıfatu’s-Safve, 1/679
Fahr-i Kainat Efendimiz’in geceleri hep aydındı; çoğunlukla ge¬ceyi, Rabbine kulluk içinde geçiriyordu. Gecenin bir vakti bile olsa kalktığında dişlerini temizler, misvak kullanırdı.
Gidip Gelen Elçiler ve Tebük’teki İstişare
Günlerdir Tebük’te bekleniyordu ama ortalıkta ne bir ordu ne de ordu olmaya aday bir hareket görülebiliyordu! Ortada iki ihtimal vardı; ya savaşmaktan vazgeçenBizans askerlerini geri çekmiş ya da zayıf bir ihtimal de olsa İslam ordusuna akla gelmedik bir tuzak hazırlamıştı! Ancak her geçen süre, bu ikinci ihtimali zayıflatıyor¬dı! Meseleyi netleştirmenin yolu, karşı tarafla temas kurmaktan ge¬çiyordu ve Efendiler Efendisi, yıllar önce gönderdiği Dıhyetü’l-Kel¬bi’yi yine Hirakl’e gönderecekti; eline verdiği mektupta üç seçenek zikreden Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), İslam’a tabi olmak, cizye vermek şartıyla topraklarında kalmak veya savaşmaktan birini ter¬cih etmesi konusunda Hirakl’i muhayyer bırakıyordu!
Bu sıralarda Bizans kralı Hirakl, yine Hıms’ta bulunuyordu; Efendimiz’in mektubunu alır almaz meseleyi vezirleri ve din adam¬lanyla istişareye açtı; onlara, ellerindeki bilgileri hatırlatıyor ve hızla gelişmekte olan yeni dinin bir gün, kendi topraklarına da hakim ola¬cağını söylüyordu! Ancak vezir ve din adamlan aynı kanaatte değildi ve onların şiddetle karşı çıktığını gören Hirakl, makamını korumak için geri adım atacaktı.s'” Ancak buna rağmen Hirakl, Efendimiz’in ne karşısında yer alarak savaşmayı tercih edecek ne de yanında ye¬rini alarak O’na tabi olmayı isteyecekti. Tebük’ e kadar gelen ordu karşısında fikir beyan etmekten kaçınacak ve nötr bir tavır sergile¬yecektL
358 Hatta o gün Hirakl’in, Efendimiz’e bir elçi gönderip, aslında kendisine tabi ol¬duğunu, ancak makamını korumak için bunu izhar edemediğini ifade ettiğine dair rivayetler vardır. Buna göre Allah Resülü (s.a.s.), onun bu tavrını tasvip etmeyecek ve iman gibi önemli bir meselenin, krallık gibi diınyevi meselelerin gölgesinde kalmasına rıza göstermeyecektir. Bkz. Siiheyli, Ravdu’l-Unf, 4/300; İbn Kayyım, Zadu’l-Mead, ı/rıö: Salih!, Siibiilii’l-Hüda ve’r-Reşad, 5/457-459, 1l/356
Bu sırada Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), dört yüz kişilik bir kuvvetle Halid İbn Velid’i Dümetü’l-Cendel taraflarına göndermiş ve Beni Kinde’nin kralı Ükeyder İbn Abdilmelik’i esir alarak dönmesi talimatını vermişti. Hatta o gün Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), beraberindeki asker adedini azımsayıp gittiği toprağın geniş¬liğini ileri sürerek onun üstesinden gelmekte zorlanacağını kendisi¬ne beyan eden Hz. Halid’e:
– Onu sen, yabani sığır avlarken bulacak ve yakalayacaksın; ancak sakın onu öldürme ve Bana getir, diyerek Ükeyder’i nerede bulacağını ve bulduğu zaman da nasıl yakalayıp esir alacağını bile tarif ediyordu. Gerçekten de Ükeyder, üzerine Hz. Halid’in geldiği gün yabani sığır avına çıkmış; fakat kendisi, ava giderken avlanıver¬mişti! Bu sırada yanında, adamlarından bir kısmıyla birlikte kardeşi Hassan da vardı. Allah Resölü’nün verdiği bir haberin daha milimi milimine zuhür ettiğini gören Hz. Halid, aynı heyecanı kendileriy¬le de paylaşmak için Ükeyder’in boynundaki altın haçı alıp Efendi¬miz’e gönderecek ve o gün onu gören ashab da, kıynıet ve güzelliği karşısında hayranlığını gizleyemeyecekti. Bunun üzerine Allah Re¬sölü (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara:
– Sizin hoşunuza gidip de dikkatinizi çeken şey bu mu, diye so¬racak ve şunları söyleyecekti:
– Nefsim yed-i kudretinde olana yemin olsun ki, Sa’d İbn Mu¬az’a cennette ihsan edilen mendiller, bundan çokdaha güzel ve alım¬lıdır!
Daha sonra Hz. Halid’le birlikte Tebük’e geldiklerinde Efendi¬miz (sallallahu aleyhi ve sellern), Ükeyder ve adamlarına da İslam’ı tebliğ edilecek, ancak onlar bunu kabul etmeyeceklerdi. İslam hakimiye¬ti altında kalmakla birlikte yıllık cizye vermeyi kabulleniyorlardı ve Allah Resülii de (sallallahu aleyhi ve sellern), onlarla bir anlaşma yaparak iki kardeşi serbest bırakacaktı.
Bu arada, Ükeyder üzerine giden kuvvetler gibi kendi üzerine de benzeri birliklerin geleceğinden çekinen Eyle kralı Yuhanna İbn Riibe, yanına aldığı hediyelerle birlikte Efendimiz’in yanına gelecek ve cizye vermek karşılığında bir anlaşma yaparak geri dönecekti. 359
359 Getirdikleri hediyeler arasında beyaz bir katır da bulunuyordu. Efendimiz (s.a.s.) de ona, bir cübbe hediye etmişti. Bkz. Buhari, Sahih, 2/539 (1411); 3/1153 (2990); Ebu Davud, Sünen, 3/179 (3079); Beyhaki. Sünen, 9/215
İnsanlarla diyalog zeminlerinin kurulmasına ayrı bir önem veren Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), Yuhanna’ya yazılı bir te¬minat verecek ve Yuhanna ile birlikte bu teminata, Şam, Yemen ve Bahr cihetindeki insanları da dahil ederek mal ve can güvenliklerini üstlendiğini bildirecekti. 360
Tebük’te Bizans’la sıcak bir temas yaşanmamış olsa bile maksat hasıl oluyor ve bu vesileyle, İslam’ın kuşatıcı yüzüyle insanlar yeni yeni tanışıyordu; zira bu sırada Yahudi halklarından Cerbii ve Ezruh kabileleri de gelmiş, Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) ile anlaşma yapmışlardı; buna göre onlar da, her yıl Recep ayında teslim edil¬mek üzere yıllık yüz dinar cizye ödeyecek ve bununla İslam’ın hima¬yesine girmiş olacaklardı. Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), böyle bir tercih neticesinde onların da can ve mal güvenliklerini üst¬lendiğini ifade ediyor ve buna mukabilonların mükellefiyetIerini de, güvende olduklarını bildiren bu metne kaydediyordu. Hatta Cerba ve Ezruh halkı, o yılki cizyelerini, daha Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Tebük’terı ayrılmadan önce getirecek ve Allah Resülü’ne tes¬lim edeceklerdil
Bu sırada Meknii halkı da gelip Efendimiz’le bir anlaşma yap¬mıştı; buna göre onlar da, meyve mahsüllerinin dörtte biri ile doku¬dukları kumaşların dörtte birini cizye olarak vermeyi kabul ediyor ve İslam’ın huzur veren ikliminde kalmayı tercih ediyorlardı.
Tebük ,semeresini vermişti ve Resülullah (sallallahu aleyhi ve sel¬lern), daha fazlasını talep edip ordusuyla birlikte ilerleyip Şam istika¬metinde ilerlememe konusunda ashabıyla istişare etmeye başladı; Hz. Ömer (radıyallahu anh):
– Ya Resülullahl Şayet Sana bu da emredilmişse, yoluna devam et, dedi.
360 Bkz. Buhari, Sahih, , 2/539 (1411); 3/1153 (2990); Ebu Davud, Sünen, 3/179 (3079); İbn Ebi Şeybe, Musannef, 7/422 (37006); Beyhaki, Sünen, 9/215
Ancak O (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabının fikrini almadan ha¬reket etmek istemiyordu; zira O’na Allah (celle celaluhü), işlerini asha¬bıyla istişare etmesi gerektiğini bildirmişti ve hemen:
– Şayet daha ileriye yürümekle emredilmiş olsaydım, bu ko¬nuda sizinle istişare etmezdim, buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer, şunları söyleyecekti:
– Ya Resülullah! Rumlar büyük bir topluluk ve aralarında da hiç Müslüman yok! Şu anda onlara en yakın bölgedeyiz ve Senin buraya kadar gelmen, onlarda büyük bir korkuya sebebiyet vermiş durum¬dadır! Bundan sonraki gelişmeleri takip etmek ve Allah’ın bu konu¬da Sana vereceği hükmün ne olacağını beklemek üzere dilersen bu sene geri dönelim!
Genelin kanaati de bu istikamette olunca Efendiler Efendisi (sal¬lallahu aleyhi ve sellern), Tebük’ten ayrılma kararı aldı; artık hedef Me¬dine idi.36ı
Tebük’ten Ayrılış
Yaklaşık yirmi gündür ikamet edilen Tebük’ten ayrılma vakti gelmişti; ancak ne Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellernj’jn ne de as¬habın elinde azık adına bir şey kalmıştı! Medine’ye geri dönme kara¬rı alındığına göre yakın zamanda bir savaş ihtimali de yoktu ve bunu fırsat bilen ashab, huzura gelerek şöyle dedi:
– Ya Resülullah, diyorlardı. Bize izin versen de, develerimizi kesip hem yiyecek ihtiyacımızı karşılasak hem de yağlarından isti¬fade etsek!
Talep de kendilerinden geldiğine göre makul görünüyordu ve bir kısmı itibariyle çoktan kesim işine başlamışlardı bile … Bunu gören Hz. Ömer, onlara kesim işine bir miktar ara vermelerini söy¬leyip bir çırpıda Allah Resülü’nün yanına geldi: – Ya Resülullah, diyordu. Yüklerini taşıdıkları develerini kesip de yemeleri konusundaki izni insanlara siz mi verdiniz!
36ı Efendimiz’in, Tebük’ten daha ileriye gitmemesinde Şam cihetinde yaşanan taun hadiselerinin de etkili olduğu ifade edilmektedir. Hatta konuyla ilgili olarak, “Bir yerde taun olur ve siz de orada bulunursanız, sakın oradan dışarı çıkmayın; bu sırada siz bajka bir yerde bulunuyorsanız, bu durumda da sakın oraya ginneyin!” uyansının Tebük günlerinde yapıldığı bildirilmektedir. Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/373 (23214); Taberani, Mu’cemu’l-Kebir, 18/15 (21); Salihi, Sübiilii’l-Hiida ve’r-Reşad,5/462
Ne böyle bir izinde problem vardı ne de herkesin sahip olduğu develeri kesmesinde! Ancak yarınları omuzlayacak olan Hz. Ömer’in gerekçesi çok farklıydı. Onun bu telaşını gören Allah Resülü (sallalla¬hu aleyhi ve sellem):
– Açlık konusunda yaşadıkları sıkıntıları Bana gelip şikayet edercesine anlattılar. Ben de, geride kalanlara nöbetleşe binmeleri şartıyla ve yük için ayrılanlardan olmak üzere her bir grubun birer ikişer deve kesmesine izin verdim; zaten insanlar da evlerine dönü¬yorlar, diye cevapladı Hz. Ömer’i. Bunun üzerine Hz. Ömer bir adım daha atarak:
– Yil Resülullah, dedi. İnsanların elinde ihtiyat açısından bir miktar azık bulunması her zaman daha hayırlıdır; çünkü bugünler¬de develer iyice zayıf düştüler! Fakat, yil Resülullah, onların azıkla¬rından artan kısımlarını talep et ve onların hepsi bir araya getirilsin; sonra da Sen, Hudeybiye’den dönerken olduğu gibi yine bereket için Allah’a dua et; o zaman Sana icabet ettiği gibi Allah’ın böyle bir tale¬be yine bereket ihsan edeceği umulur!
İhtiyatlı bir yaklaşımdı ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), bu talebe de olumlu yaklaşmıştı. Şimdi sıra, insanlara bunun duyurul¬masına gelmişti. Tebük’te bir münadi sesleniyor ve herkesin, elinde azık adına ne varsa onu Resülullah’ın yanına getirmesini ilan edi¬yordu!
Çok geçmeden herkes, eline ne geçmişse getirmeye başlayacak ve ortada biriken üç öbek yiyecek, otuz bin kişilik ordunun tamamı¬nı doyurmaya yetecekti. Aynı yolculuk esnasında defalarca su mu-cizesine şahit olacaklar ve yorgun develerin de Allah Resülü’nün duasındaki bereket vesilesiyle en hızlı binekler haline geldiğini gö¬receklerdi.
Bir Suikast Girişimi Daha
Bu sıralarda münafıklardan bir grup, aralarında konuşup ittifak etmiş ve Resfılullah’a tuzak kurup hayatına kastetmeyi planlamış¬lardı. Bunun için fırsat kolluyorlardı:
– Vadiyi geçip de dağlara doğru tırmanırken O’nu sıkıştırır ve vadiye doğru uçurumdan yuvarlayıp öldürürüz, diyorlardı. Bunca mucizeye şahit oldukları Resülullah ile birlikte bu kadar müşterek zaman geçirdikleri halde akılları bir türlü başlarına gelmemişti ve halil bunu düşünebiliyorlardı! Ancak düşünmüş olmaları, maksat¬larına ulaşacakları anlamına gelmiyordu; sadece herkes, kendi ka-rekterinin gereğini yerine getiriyordu! Zira Cibril-i Emin gelmiş ve onların ne yapmak istediklerini Allah Resülü’ne bildirmişti.
Zaman, elmasla kömürün birbirinden aynlma zamanıydı; bunca yıldır içeride kaldığı halde hala küfür adına hareket edenlerle yürek¬ten iman edenler böylelikle birbirinden ayrılacak ve şerre kilitlenmiş kin tüccarlarıyla, gerçek manada Allah’a kulolanlar bütün berraklı¬ğıyla ortaya çıkacaktı! Vadide ilerleyenler arasında Allah Resülii’niin münadisinin sesi yankılanıyordu:
– Şüphesiz Resülullah, şu dağ yoluna girecektir; sizden hiç kimse bu yoldan gelmesin! Sizler, vadiden ilerleyip yolunuza devam edin; çünkü sizin için bu yol daha sağlıklı ve kolaydır!
Ortada nebevi bir emir olur da sahabe bu emri yerine getirmez miydi hiç! Bu emri yerine getirmeyen bir grup ise, düşündükleri sui¬kastı gerçekleştirebilmek için fırsat bulduklarını düşünüp çoktan işe koyulmuşlardı bile … Gecenin karanlığından da istifade ederek yüz¬lerini kapatmış ve herkesten önce hareket ederek dağ yoluna girmiş¬lerdi!
Ashab-ı kiram hazretlerinin vadide ilerlediği bu saatlerde, ya¬nında bulunan Amrnar İbn Yasir, Hamza İbn Amr ve Huzeyfe İbn Yemarı gibi ashabından bir grupla birlikte dağ yoluna giren Efen¬dimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), kendisinden önce buraya gelip de tuzak kuran nifak grubunun hışırtılarını işitti; verilen haber tahak¬kuk etmek üzereydi! Bir anda dört bir taraftan yüzleri kapalı insan¬lar yollarına çıkmıştı. Resülullah’ın devesini ürkütmüşler, hatta bu ürkmeyle birlikte devenin üzerinde bulunan bazı eşyalar da etrafa savrulmuştu! Zaten maksatları da buydu; deveyi sıkıştırıp korkuta¬cak ve Efendimiz’in düşmesini temin edip uçurumdan aşağıya doğru yuvarlayacaklardı!
Efendiler Efendisi celallenmişti; yanında bulunanlar da bu işten tedirgin olmuş ve üzerlerine birden üşüşüveren bu insanlara karşı tepkilerini ortaya koymaya başlamışlardı. Elindeki sopasıyla devele-rinin yüzlerine vurmaya başlayan Hz. Huzeyfe onlara:
– Defolup gidin, sizi gidi Allah düşmanları, diye çıkışıyor ve bun¬ların kim olduklarını anlamaya çalışıyordu. Ancak gecenin karanlı¬ğında ve yüzleri kapalı olan bu adamların kim olduklarını anlamaya imkan yoktu. Ancak adamlar da korkmuştu; tavır ve duruşundan, Resülullah’ın kendi hallerine muttali olup planlarından haberdar edildiğini anlamışlardı! Onun için daha fazla açık verip kendilerini belli etmeden hemen kaçmayı düşüneceklerdi. Bunu gören Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz. Huzeyfe ve Hz. Ammar’a sesle¬nerek arkadan onları takip edip kim olduklarını öğrenmesini isteye¬cekti. Ancak buna imkan bulamamışlardı; hızla dağ yolundan inen bu karanlık ruhlar, gelişmelerden habersiz vadide ilerleyen insan¬ların arasına karışıp çoktan izlerini kaybettirmişlerdi! Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Huzeyfe’ye sordu:
– Geri püskürttüğürı adamlardan herhangi birini tanıyabildin mi?
– Develerinden başka hiçbir şey görernedim; yüzleri maskeliydi ve gecenin karanlığında onları seçmeme imkan yoktu; görernedim, diye cevapladı Hz. Huzeyfe (radıyallahu anh). Bunun üzerine onlara sordu Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Onların niçin böyle yaptıklarını ve esas maksatlarının da ne olduğunu biliyor musunuz?
– Valiahi de hayır, bilmiyoruz ya Resi’ı.lullah, diyorlardı. Bunun üzerine Efendiler Efendisi:
– Onlar, dağ yoluna birlikte çıkıp Bana tuzak kurdular; geçitteki uçurumun kenarına geldiğimde Beni sıkıştıracak ve aşağıya yuvar¬layacaklardı! Ancak Allah (celle celaluhü), onların da, onların babala¬rının da kimliğini Bana haber verdi; inşallah onları Ben size bildiri¬rim, buyurdu. Ashab da taaccüp etmişlerdi; içlerinde bulundukları halde hala birilerinin bu türlü çirkin planlar düşünebilecek olması¬na bir anlam veremiyorlardı! Uğrunda canlarını vermeye and içmiş ashab, bir an önce bu adamların kim olduğunu öğrenip haklarından gelmeyi can ii gönülden istiyordu! Bazıları ileri atılıp:
– Ya Resi’ı.lullah! Onlar hakkında emir buyursanız da boyunları vurulsa, diye temennide bulunduklarında Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), genel ahenk adına bunu da istemeyecek ve Hz. Arnmar ve Hz. Huzeyfe’ye isimlerini verdiği halde bu insanlara, her şeye rağ¬men müeyyide uygulamayacaktı! Hatta ashabdan bazıları daha da ileri gidip bunların artık ‘ashab’ da olamayacaklarını beyan ettikle¬rinde Resi’ı.lullah (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Onlar, ‘La ilahe illailah’ diyerek şehadette bulunmuyorlar mı, diye buyuracaktı. Efendimiz’in bu sorusuna ‘Evet’ diye karşılık ver¬diklerinde O (sallallahu aleyhi ve sellem):
Onlar, Benim ‘Resülullah’ olduğumu da söylemiyorlar mı, diye soracak ve ashabından yine, ‘Evet’ cevabını alacaktı. Bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), hükmün dışa yansıyan görüntüye göre verilmesinin gerekliliğini tescil manasında:
– Bunlan öldürme konusunda Bana izin verilmedi, buyurarak o gün, meseleye son noktayı koyacaktı. 362
Medine
Artık yolculuk bitmişti; Medine’ye girmek üzerelerdi. Bir aralık ashabına dönen Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Şu anda Medine’ de öyle insanlar var ki, sizin gittiğiniz her yerde, adım attığınız her vadide hep sizinle beraberlerdi, buyurdu. Anlaşılan, arkada kalıp da gelemeyen herkesin münafık olmadığını anlatmak istiyordu; zira onlar arasında, Ka’b İbn Malik, Mürare İbn Rebi’ ve Hilal İbn Ümeyye gibi yürekten mii’min olduğu halde bazı sebeplerden dolayı gelemeyenler de vardı. Ancak bu beyanlar karşı¬sında şaşıran ashab:
– Ya Resülullah, diyorlardı. Onlar Medine’ de oldukları halde, öyle mi?
Taaccüplerini dile getiriyor ve sebebini öğrenmek istiyorlardı.
Bunun üzerine Efendiler Efendisi:
– Evet, onlar Medine’ de oldukları halde, buyurdu. Zira onları burada alıkoyan şey, mazeretleriydi!
Demek ki, yalan yanlış beyanlarla mazeret üretip Tebük’e gele¬meyenlerle diğerlerinin arasında fark vardı ve Resülullah da (sallalla¬hu aleyhi ve sellem) bu farka dikkat çekiyordu.
362 Ertesi gün ise, Hz. Huzeyfe’ye bunların hepsini teker teker çağırttıran Efendi¬miz (s.a.s.), on iki kişi oldukları ifade edilen bu insanlara, niçin böyle bir tercihte bulunduklarını soracak ve daha fazla üstlerine giderek perdeyi yırtmayacaktı. Ancak yine de ashab, bu on iki kişinin hepsinin de, dünyadan nifak içinde irtihal ettiklerini anlatacaktır. Bkz. Taberi, el-Camiu’l-Beyan, 8/207; İbn Kayyım, Zadu¬1-Me3.d, 3/477 vd.; Salihi, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşad, 5/467-468
O gün Efendimiz’in dikkat çektiği başka şeyler de vardı; Medi¬ne’yi görür görmez:
– İşte bu, Tabe’dir ki oraya Beni Rabbim yerleştirdi; körüğün demir üzerindeki çapakları temizleyip attığı gibi Medine de, ahalisi arasında bulunan kötülükleri silip attı, buyurdu. Bu arada gözleri, Uhud’u süzmeye başlamıştı; daha öncekilerde olduğu gibi yine du¬daklarından aynı cümle dökülüyordu:
– Uhud, öyle bir dağ ki, biz onu severiz, o da bizi!
Daha sonra özellikle Erısar’a yönelen Efendiler Efendisi onlara:
– Size, Ensar’ın evleri arasında en hayırlı olanları haber vere¬yim mi, diye soruyordu.
– Evet, ya Resulullah, diyorlardı. Bunun üzerine Efendimiz (saI¬lallahu aleyhi ve sellern), sıralamaya başladı:
– Ensar’ın evleri arasında en hayırlı olanları, Beni Neccar’ın, sonra Abdullah İbn Eşheloğullarının ve sonra da Beni Saide’nin ev¬leridir!
Hayır sıralamasında arkada kalan Beni Sôideoğullan, bu tasnif karşısında biraz üzüntü duymuşlardı. Huzura gelen Hz. Sa’d:
– Ya Resülullah, dedi. Ensar’ın evleri arasında hayır sıralaması yaptın ve bizim evlerimizi bu sıralamada en son zikrettin!
Böyle bir sıralamada elbette bazıları arkada kalacaktı ve bunu söyleyenlere dönerek Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Sizin de en hayırlılar arasında zikredilmeniz neyinize yetmi¬yor, buyurdu.
Yaklaşık iki aydır aralarında göremedikleri Allah Resülü’nün yeniden şehirlerine gelişini gören kadınlarla çocuklar yine yollara dökülmüş, Veda tepesinden üzerlerine doğan bu dolunay aydınlığı karşısında neşide ve güzel sözlerle sevinç izharında bulunuyor ve böylelikle bir bayram havası içinde O’nun gelişini karşı1ıyorlardı!
Gelir gelmez yine Mescid-i Nebevi’ye koşmuş ve şükür adına burada iki rekat namaz kılmıştı:
– Bizi bu seferimizde mükafat ve iyilikle rızıklandıran Allah’a hamd olsun, diyordu.
Tebük dönüşünde ashab, artık bundan sonra savaş olmaz dü¬şüncesine kapılmış ve ellerindeki silahlarını bile satmaya başlamıştı; Hicaz’da kendilerine karşı koyacak bir gücün kalmadiğını ve bundan böyle ne kılıca, ne de kalkana ihtiyaç duyacaklarını düşünüyorlardı! Onların bu tavrından haberdar olan Allah Resülü (sallaIIahu aleyhi ve sellern), hemen buna müdahale edecek ve:
– Ümmetimden bir grup, Deccal’ın zuhür edeceği ana kadar hep hak üzere cihad edecektir, buyuracaktı.
Mescid-i Dırar
Dönüş yolunda da Efendimiz’in karşısına, çozum bekleyen problemler çıkmıştı; Tebük’e hareket ettikleri sıralarda inşa edilen nifak mescidi, bir mazeret uydurup da Tebük’e gelemeyenlerin du¬rumu ve yokluğunda Medine’de biriken daha birçok konu, çözüm için bizzat O’nun gelişini bekliyordu.
Efendimiz’in Medine’ye yaklaştığı sıralarda yanına gelen Cib¬ril-i Emın, Allah’ın kesin emrini ulaştırmış ve Tebük’e çıkmadan önce gelen namaz taleplerine karşılık, “Dönüşte belki!” dediği Dırar mescidinde namaz kılınmaması gerektiğini tebliğ etmişti.363
Meselenin gerçek yönünü şimdi herkes görmüştü; böylesine hayırlı bir işte Efendimiz’in ağırdan aldığını görüp de taaccüp eden¬ler, ayetin gelişiyle birlikte Allah Resülii’niin attığı her adımda ne kadar hikmet bulunduğunu görüp Allah’a hamd ediyorlardı! Meğer ortada, Allah ve Resülü’ne karşı yürütülmeye çalışılan mücadelede nifaka merkez haline getirilmek istenen bir mescit vardı ve Efen-dimiz’in burada namaz kılmasıyla takdis edilecek olan bu mekan, bundan sonra odak haline gelecek ve adı ‘mescit’ bile olsa hep küfre hizmet edecekti.
Ayet gelip de meselenin iç yüzünü ortaya koyduğuna göre şimdi sıra, nifaka odak haline getirilmek istenen bu binanın ortadan kaldı¬rılmasına gelmişti. Efendiler Efendisi, ashabından bir kısmını yanı¬na çağırarak bu görevi onlara verince onlar, tereddütsüz gittiler. Bu binayı ateşe verip yerle bir ettiler!364
Nifak adına bir adım daha akim kalmıştı; her bir hamle Hicaz’ı, küfür ve nifaktan temizlerneye yarıyordu ve bundan sonra münafık¬lar için Medine, üzerlerindeki baskının daha da arttığı bir mekana dönüşecekti.
363 Bkz. Tevbe, 9/107-110
364 Efendimiz (s.a.s.) Dırar mescidinin yerine de bir ev yapması için burayı ashabın¬dan birisine tahsis edecekti; ancak yine ashabın şehadetiyle burada, ne bir çocuk dünyaya gelecek ne bir güvercin yuva yapacak ne de bir tavuk kuluçkaya yatacak¬tı! Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/1046; Salihi, Siıbiılii’l-Hiida ve’r-Reşad, 5/472
Mazerete Sarılanlar ve Bir Tevbe Kahramanı
İç yüzleri bir kez daha suretlerine akseden bu yüzsüzler, her şeye rağmen Efendimiz’in huzuruna geliyor ve Tebük’e gideme¬yişlerini meşru gösterebilmek için belli başlı mazeretler ileri sürü¬yorlardı. Yine perdeyi yırtmamak için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), mazeret diye ortaya sürdükleri yalanları kabullenmiş gözü¬küyor ve herhangi bir tepki vermiyordu. Peşi peşine hepsi gelip du-rumunu arz etmiş ve sıra, atılan her adımda aslında kendileriyle birlikte olduğunu söylediği samimi mü’minlerine gelmişti. Bir Ra¬mazan günüydü; büyük bir mahcübiyetle huzura gelen Hilal İbn Ümeyye ve Mürare İbn Rebi’ için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern) ashabına:
– Ben size izin vermedikçe hiçbiriniz, onlardan herhangi birisiy¬le oturup konuşmasın, diyordu. Aynı duygularla yanına gelen Ka’b İbn Malik, mescide gelip Allah Resülii’ne selam verdiğinde O (sallalla¬hu aleyhi ve sellem), önce acı bir tebessümle yüzüne bakmış ve sonra da bu samimi insandan yüzünü çevirmişti; dünyalar başına yıkılıyordu Ka’b İbn Malik’in! Allah Resülü’rıün haliyle vermek istediği mesaj, yüreğine oturmuştu ve: – Ya Resülullah, diye seslendi. Niye benden yüz çeviriyorsun?
Vallahi de ben, ne münafıkım, ne de dinim konusunda herhangi bir şüphe içindeyim ve ne de dinimi değiştirdim!
– Peki, öyleyse sen niye gelmedin, diye sordu Efendiler Efendi¬si. Halbuki sen, hazırlığını da yapmış değil miydin?
– Evet, ya Resülullah, diye başladı sözlerine Hz. Ka’b. Şu anda Senin değil de dünya ehlinden herhangi birinin yanında bulunuyor olsaydım, bir mazeret beyan edip de onun hışmından kendimi kurta¬nrdım; çünkü bende, insanları ikna etme kabiliyeti vardır! Fakat bi¬liyorum ki ben, bugün beni kurtaracak yalan bir beyanla Sana halimi arz etsem, yarın mutlaka Allah (celle celaluhü), Durumu Sonra haber verecek! Ancak bugün doğruyu beyan edip de Senin bana kızaca¬ğın bir beyanda bulunursam, işte o zaman Allah’ın beni affedeceğinİ umarım; işin doğrusu, vallahi de benim bir mazeretim yoktu!..
Ashabındaki samimiyeti büyük bir dikkatle izleyen Sultan-ı Rusül Efendimiz, ashabına dönerek önce:
– İşte buna gelince, bu doğruyu söyledi, buyurdu. Aslında sadece bu cümle bile, bu üç sahabiden önce gelip de yalan yanlış be¬yanlarla kendilerini kurtarmaya çalışan seksen civarındaki insanın halini anlatmaya yetiyordu! Ardından da ilave etti:
– Haydi kalk ve hakkında Allah (celle celaluhü) dilediği hükmü ve¬rinceye kadar bekle 365
İslam’a Koşuş Devam Ediyor
Mekke’nin fethinden sonra hızlanarak süreklilik kazanan he¬y’etlerin gelişi, Efendimiz’in Tebük’ten dönüşüyle birlikte yeniden hızlanmıştı ve bundan böyle Medine, hemen her gün yeni bir hey’¬eti misafir ediyordu. Daha düne kadar karşı koyma yarışma giren veya gidişatın sonucunu beklemeyi tercih edenler, Mekke’nin fethi, Huneyn ve Tebük gibi önemli dönüm noktalarında Allah Resülii ve ashabın elde ettiği muvaffakiyetleri görünce, gelip teslim olmaktan başka alternatifin olmadığını anlayıp bir bir teslim olmaya geliyor¬lardı. Bunun için münferit gelip de Müslüman olanlar olduğu gibi hey’etler halinde Medine’ye koşarak İslam’ın aydınlık yüzüyle tanı¬şanlar da vardı ve bu maksatla bir yıl içine Medine’ye, farklı sayılar¬da yaklaşık üç yüz elli hey’et366 gelmişti; geliyor ve çoğunluk itibariy¬le Müslüman olup kendi kabilelerine geri dönüyorlardı. Gelen de, gelip kabilesine geri dönende de artık farklı bir heyecan vardı; görüp duyduklarını arkada bıraktıklarıyla da paylaşmanın heyecanı¬nı taşıyor, yakınlarını da İslam’la tanıştırmak için adeta birbirleriyle yarışıyorlardı!
Medine’ye gelenler için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), zaman zaman mescidin içinde çadır kurduruyor ve günlerce burada misafir edip Kur’an dinlemelerini temin edip namazdaki huzura şahit olma¬larını istiyordu. Onları ağırlamak için yine Ensar cömertliği devreye giriyor, semtlerine gelen yeni yüzleri de ağırlamak için adeta birbir¬leriyle yarışıyodardı! Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de ashabına, dışarıdan gelen hey’etlerin daha sınırdayken karşılamalarını tavsiye ediyor, Medine’ye gelinceye kadar da kendilerine refakat etmelerini söylüyor ve sonra da her birine hediyeler vererek öyle geri gönderi¬yordu.368 Öyle ki bu yıla, ‘hey’etler yılı’ manasında ‘Senetii’l-Viifiui’ denilecekti.
Her birinin, kendine has özellikleri ve talepleri vardı; bazıları Efendimiz’den muallim ve mürşid talep ediyor, bir kısmı ise akılla¬rına takılan soruları sorup cevabını almak istiyorlardı. Bunların bir kısmı, sordukları sorularla Allah Resülü’nün sözündeki sadakati test etmeye çalışırken bir kısmı ise hiçbir şey sormadan mutlak kurtulu¬şu, O’na (sallallahu aleyhi ve sellem) koşulsuz itaatte buluyordu!
365 İçlerindekini samimi olarak ortaya koyan bu insanlara Allah Resı1lü (s.a.s.), ko¬nuşma yasağı getirecek ve adeta bir süreliğine toplumdan tecrit edecekti. O gün Ka’b İbn Malik gibi Mürare İbn Rebi’ ve Hilal İbn Ümeyye de, aynı müeyyideye muhatap olanlardandı ve bu yasak, tam elli gün sürecekti. Bkz. Haylamaz, Reşit, Saadet Asnna Doğan Yıldızlar, s. 207 vd.
366 Aslında hey’etlerin gelişi, hicri beşinci yılda Müzeynelilerle başlamıştı; sekizinci yılda bu süreç yeniden hız kazanmış ve dokuzuncu yılda zirveye çıkmıştı. Efen¬dimiz’in irtihaline kadar da devam edecek olan bu süreçte toplam 342 hey’et Medine’ye gelmişti. Bu hey’etlerin sayısı konusunda İbn İshak on beş rakamını telaffuz ederken İbn Sa’d gibi tarihçiler bu sayının atmış olduğunu ileri sörmüş, İbn Kayyim ve Kastalani gibi alimler de, bu sayıyı 332 olarak tespit etmişlerdir. Muhtemelen bu farklılığın altında, belli bir sayının üzerindekileri hey’et olarak kabul etmeme veya sadece dokuzuncu yıl içinde gerçekleşen ziyaretleri sayma gibi bir yaklaşım vardır.
367 Gelip de teslim olmak isteyen herkese hemen müspet cevap da verilmiyordu; hatta Kureyş’in gönderdiği elçi EbU Rafi’nin, Efendimiz’le karşılaştığında kalbi yumuşayacak ve O’na, Müslüman olma isteğini beyan edecekti. Bunun üzerine Allah Resı1lü (s.a.s.) ona:
– Ben bir elçiyi alıkoyamam; sen şimdi git ve gerçekten Müslüman olmak isti¬yorsan, daha sonra gel, tavsiyesinde bulunacaktı. Bkz. Ebu Davud, 3/82 (2758); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/8 (23908); Taberani, Mu’cemu’l-Kebir, 1/323 (963)
368 Misafir olarak Mescid-i Nebevi’ye gelen bu insanlara hizmette kusur edilmeme¬si gerektiğini hatırlatan Efendiler Efendisi, vefatı öncesinde de aynı konuyu dile getirecek ve onlara iyi davranılması gerektiğini söyleyecekti. Bkz. Buhari, Sahih, 3/1111 (2888),3/1155 (2997); Müslim, Sahih, 3/1258 (1637); Ebu Davud, 3/165 (3029)
Necran Hey’eti
Bunlar arasında, on dördü eşraftan olmak üzere toplam atmış kişilik bir hey’ etle Medine’ye gelen Necrôn grubu ayrıca dikkat çeki¬yordu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara mektup yazmış ve: – Ben sizi, kullara kulluğu bırakıp da Allah’a ibadet etmeye, insanların yakınlığını bir kenara bırakıp da Allah’ın velayetine davet ediyorum; şayet kabul etmezseniz cizye verirsiniz. Bunu da kabul-lenmezseniz, bilin ki bu, sizin için savaş sebebidir! Vesselam, diye¬rek maksadını ifade etmişti.
İşte, Allah Resülü’niin bu mektubundan sonra Necranlılar, me¬seleyi kendi aralarında müzakere etmiş ve bir hey’et göndererek du¬rumu netleştirmelerini istemişlerdi. Şimdi ise onlar, üstlerinde ipek elbiseler giyip parmaklarına da altın yüzükler takmış olarak şair, vezir ve din adamlarıyla birlikte Medine’ye gelmişlerdi. Mescid-i Nebevi’ye girince doğu cihetine dönmüş ve duaya durup namaz kıl-maya başlamışlardı. Ashab için bu, büyük bir yanlıştı; Resülullah’ın mescidinde yanlış bir kıbleye dönülür müydü hiç! Hemen müdaha¬le etmek istemişlerdi. Onların bu halini gören hoşgörü insanı Allah Resülü ise:
– Onları kendi hallerine bırakın, diyecek ve ashabını ikaz ede¬cekti. İbadetlerini rahatlık içinde eda ettikten sonra da gelip Efendi¬miz’e selam vermişlerdi; selamlarını alan Efendiler Efendisi onları İslam’a davet edecek, ancak onlar:
– Biz, sizden önce de zaten Müslüman’dık, diyerek bu davete icabet etmeyeceklerdi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara:
– Sizi Müslüman olmaktan alıkoyan üç şey; haça ibadet etme¬niz, domuz eti yemeniz ve Allah’a oğul isnat etmenizdir, diyecekti. Mescid-i Nebevi’de büyük bir gürültü kopmuştu; en temel meselele¬rini dile getiren Allah Resülii’nün bu yaklaşımından hiç hoşlanma¬mışlardı! Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara Kur’an okuyar ve yalan yanlış anlayışlarını tadil etmeye çalışıyordu.
Ortada nebevi bir cömertlik vardı ve bu süreç, günlerce devam edecekti. Efendimiz’e soru üstüne soru soruyorlardı! Ne sorula¬rı soru ne de aldıkları cevap karşısında takındıkları tavır anlaşılır bir tavırdı; sorularının ardı arkası kesilmeyince Efendimiz de onlara soru sormaya başlamış ve karşılıklı soru cevap şeklinde devam eden meclisler günlerce sürer olmuştu!
– Nasılolur da Sen, bizim sahibimiz hakkında kötü söz söyler ve onun, Allah’ın oğlu olmadığını ifade edersin, diyorlardı. Garip bir yaklaşımdı ve Efendiler Efendisi onları:
– Evet, şüphesiz ki o, Allah’ın kulu ve resülü, bekar ve iffetli Meryem’e Allah’ın ilka buyurduğu bir ruhtur, diye cevaplayacaktı. Kızmışlardı:
– Babasız bir insan gösterebilir misin; şayet sözünde doğru isen bize bir örneğini göster, diyorlardı.
Yine imdada Cibril-i Emin yetişmiş, Efendimiz’e şunlan tebliğ ediyordu:
– Allah yanında İsa’nın durumu, aynen Adem’in durumu gibi¬dir. Allah Adem’i topraktan yaratıp ‘ol’ dedi, o da derhal oluverdi. Hakikat, Rabbinin tarafından gelir. Bunda hiçbir tereddüdün olma¬sın. Artık sana bu ilim geldikten sonra, kim seninle İsa hakkında tartışmaya girerse de ki: “Haydi gelin oğullarımzzı ve oğullarznzzz, hanımlarımizı ve hammlarınızı ve bizzat kendimizi ve kendinizi ça¬ğzrzp, sonra da gönülden Allah’ a yalvaralzm da bu konuda kim ya¬lancz ise Allah’zn lônetinin onlarzn üzerine inmesini dileyelim!”369
Her şeyaçıktı ama onlar, Kur’an’ın haberlerine inanmıyor ve söylenilenlerin doğru olmadığını ileri sürüyorlardı. Buna rağmen sabır gösteren Allah Resnlü (sallallahu aleyhi ve sellern), düşünmeleri için bir gün daha mühlet tanıdı onlara. Ancak ertesi gün geldiklerinde de durum farklı değildi ve bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sel¬lern), başta Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin olmak üzere ehl-İ beytini yanına alıp mescide gelecek ve onlara:
– Ben dua edince sizler de ‘Amin’ deyin, diyerek Neoran hey’e¬tinin kararını beklerneye başlayacaktı! Açıkça bu, bir meydan oku¬maydı ve duruma muttali olan Necranlılar, düşünmek için müddet isteyeceklerdi. Zira iş, sandıklanndan daha ciddi idi; başlarındaki sözcülerine dönüp:
– Sakın böyle bir şeyi tercih etme; zira O, gerçekten de bir Nebi ise, bu duayı yaptığı zaman ne bizler ne de bizlerden sonra gelenler iflah olabilir! Bizim adımıza yeryüzünde en küçük bir kıl veya tırnak bile bundan etkilenip yok olur, diyorlardı.
369 AJ-i İrnran, 3/S9-6ı
Gerçekten de doğruydu; bunca alamet O’nun, beklenen Nebi ol¬duğunu gösteriyordu! Öyleyse bir inat uğruna helake doğru siiriik¬lenecek bir tercihte bulunmak olmazdı ve Efendimiz’in huzuruna gelip:
– Bizden ne istiyorsan Sana onu vereceğiz, diyorlardı! Müslüman olmasalar da teslim oluyor ve İslam’ın hükmüne göre yaşamaya rıza gösteriyorlardı. Bunun üzerine Allah Resülii (sal¬lallahu aleyhi ve sellem) onlarla, Receb ve Safer aylarında getirip teslim etmek üzere iki bin hulle ile bir o kadar da gümüş cizye takdir edip yeni bir sözleşme yapacaktı. Geri dönerken ellerinde, Allah Resü¬lii’niin kendileri için yazdığı emanname vardı; hem kendilerine tanı¬nan hakları hem de onların Efendimiz’e karşı olan mükellefiyetlerini ihtiva ediyordu!
– Bize, sulh gereği ödememiz gerekenleri teslim edebileceğimiz emin bir adam gönder, diyorlardı. Sultan-ı Rusül Efendimiz:
– Sizinle birlikte Ben, gerçek manada emin bir adam göndere¬ceğim, buyurdu. Daha sonra da:
– Ayağa kalk ya Eba Ubeyde İbn Cerrah, diye seslenecekti. Ar¬kasından da onlara dönerek:
– İşte bu, ümmetin eminidir, diyecekti.
Sakif Hey’eti
Sakif kabilesinin reisi olan Urve İbn Mes’iid, Efendimiz’in Taif seferinden dönüşünde gelmiş ve Müslüman olmuştu. Büyük bir he¬yecan duyuyor ve bir an önce kavminin arasına dönüp onları da İs-lam’a davet etmek istediğini söylüyordu. Ancak Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), onun içinde bulunduğu ruh halini okumuş ve Sakif kabilesinin genel karakterini de nazara alarak ona:
– Onlar seni öldürürler, diye ikazda bulunmuştu. Zira tebliğin de belli kuralları olmalıydı; yeni doğmuş bir çocuğa verilen gıdalar konusunda gösterilen hassasiyet ve duyarlılık kadar hassas davra¬nılmalı ve insanları Allah’a davet ederken de belli kurallar uygulan¬malı, muhatabın ihtiyacı mutlaka göz önüne alınmalıydı. Ancak Hz. Urve’nin heyecanı, muhtemel arızaları görmesine mani idi ve:
– Ya Resülullah, diye seslendi. Onlar katında ben, insanların en sevimlisiyim ve kesinlikle onlar benim sözümden dışarı çıkmazlar!
Konumundan dolayı kimsenin kendisine karşı çıkmayacağı ve davet ettiği İslam’a hepsinin müspet cevap vereceği düşünceleriyle memleketine dönen Hz. Urve, daha onlara ilk seslendiği andan itiba-ren tepki almaya başlayacak ve neticede kavminin hışmına uğrayıp şehit edilecekti. Üzücü bir durumdu; bunca yıldır el üstünde tutulan liderlerini, sırfMüslüman olduğu için hunharca öldürüyorlardı!
Ancak gidiş at onlar açısından hiç de iyi gözükmüyordu; Mek¬ke’rıin fethi ve Huneyn’den sonra şimdi de Müslümanlar, Bizans’a meydan okumuş ve Tebük’ten mutlak bir zaferle dönmüşlerdil Her geçen gün, etraf1arındaki çember daralıyordu ve mutlaka bir gün kendileri de bu çemberin içinde kalacaktı. Aradan birkaç ay geç¬tikten sonra bu düşüncelerle aralarında oturup durumu müzakere etmeye başladılar ve içlerinden birisini Resülullah’a gönderip ken¬dileri adına bir anlaşma yapmasını kararlaştırdılar. Bunun için ça¬lınan kapı, Abdiyaleyl İbn Amr’ın kapısıydı; durumu ona arz edip kendileri adına elçilik yapmasını istiyorlardı! Ancak Abdiyaleyl, Hz. Urve’nin başına gelenlerin kendi başına da geleceğinden endişe du¬yarak yalnız başına bu işi yapamayacağını beyan edecekti. Bunun üzerine onlar, yanına beş kişi daha katarak Ahdiyaleyl’i Medine’ye gönderme kararı aldılar. Bu sırada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sel¬lem), Tebük’ten yeni dönmüş, Ramazan orucunu tutuyordu.
Onların Medine’ye gelişlerini gören ashab, müjdeli haberi Allah Resülü’ne ulaştırmak için birbirleriyle yarışıyorlardı; zira Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), Sakiflilerirı Müslüman olmasını çok arzuluyordu.
Onları bir anda karşısında bulan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sel¬lem), Mescid-i Nebevi’nin bir köşesinde onlar için çadır kurduracak ve böylelikle onların, Allah kelamını duyup ibret almalarını, namaz vakitlerine muttali olup kulluktaki derinliği görmelerini hedefleye¬cekti. Nihayet bir gün Abdiyaleyl Efendimiz’e gelip:
– Bize de bir emanname yazsan da memleketimize geri dönsek, diye talepte bulunmuştu. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
– Evet, yazarım ama şu durumda olmaz; zira sizler hala Müs¬lüman olduğunuzu beyan etmediniz! Bu durumda ne aramızda bir sulh olabilir ne de size bir emanname yazarım, dedi.
Ancak onların birtakım takıntıları vardı; Müslüman oldukları zaman kendilerini bekleyen namaz gibi mükellefiyetler konusunda muafiyet beklentisi içindelerdi. Halbuki ibadet olmadan dindarlık da olamazdı. Kaldı ki onlar, kendi elleriyle inşa ettikleri putlara tapıyorlar, senenin belli günlerinde onun yanına gelip kurban kesiyor¬lardı! Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), onlara:
– Bünyesinde namaz olmayan bir dinde hayır yoktur, buyura¬cak ve kapıyı kapatacaktı.
İbadet konusundaki kapı kapanmıştı ama onlar, yasaklar konu¬sunda da bir taviz peşine düşmüşlerdi; Allah Resülü’ne yaklaşan Ab¬diyaleyl:
– Peki, zina konusunda ne diyorsun? Bizler, sıklıkla yolculuk yapan bir topluluğuz ki bunu yapmamız kaçınılmaz; bu uzun ayrılık¬lara dayanamayız, diyordu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
– O, Allah’ın mü’minlere haram kıldığı bir cürümdür; Allah (celle celaluhü) bu konuda, “Zinaya da yaklaşmayın; zira zina, apaçık bir kötülük, aynı zamanda da yolların en kötüsüdür!,,370 buyuru¬yor, cevabını verdi.
Zina konusunda arzu ettiği tavizi koparamayan Abdiyaleyl bu sefer de:
– Peki, faiz konusuna ne diyorsun, diyerek buradan bir pay ko¬parmayı denedi. Efendimiz’in duruşundaki netlikte hiç değişiklik yoktu. Önce:
– Faiz de haramdır, buyurdu. Abdiyaleyl:
– Bizim mallanmızın hepsi de faizdir, diye tepki gösteriyordu. Ancak hükm-ü ilahi, şahısların arzusuna göre şekil alamazdı ve Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Sadece ana paranızı geri alabilirsiniz, buyurarak faiz alış ve¬rişlerindeki fazlalığın kendilerine de haram olduğunu hatırlatıyor ve onlara, “Ey iman edenler! Allah’a itaat konusunda daha titiz ve du-yarlı olun ve şayet mii’min isenizfaizden arta kalan paraya el siir¬meyin!”‘371 ayetini okuyordu.
Bu kapının da kendilerine kapalı olduğunu görmüştü; bu sefer yeni bir konu daha ortaya attı:
– Öyleyse içki konusuna ne diyorsun? Bizler, üzümlerimizi sıkıp şırasını içiyoruz ve bizim için bundan kaçma imkanı da yok!
370 İsra, 17/32 371 Bakara, 2/278
Aynı temkinle yaklaşan Sultan-ı Rusül Efendimiz:
– Şüphe yok ki Allah (celle celaluhü), Ey iman edenler! Şüphesiz ki içki, kumar,Jal oklarz ve Allah’tan başkasz adına kesilip de putlara adanan sunaklar, şeytan işi pisliklerdir; onlardan sakının ki kur¬tuluşa eresinizls?” demek suretiyle onu da haram kılmıştır!
Bu kapı da kapalıydı ve attıkları her adımın kendilerini çıkmaz sokağa götürdüğünü gören Sakif heyeti, huzurdan kalkıp durumu kendi aralarında müzakere etmeyi denedi. Abdiyaleyl onlara:
– Yazıklar olsun size, diye çıkışıyordu. Şu üç konudan da mah¬rum olarak memleketimize geri döneceğiz! Vallahi de, billahi de Sa¬kifliler, ne içki içmeden durabilir ne de zinadan uzak kalabilirler!
Süfyan İbn Abdullah onun gibi düşünmüyordu; ayağa kalktı
ve:
– Eyadam, diye başladı sözlerine. Şayet Allah onlar hakkında hayır murad etmişse, onlar da bu konularda sabreder ve el uzat¬mazlar! Baksana, O’nunla birlikte olanlar da farklı değiller ama onlar sabredip eski alışkanlıklarını bir kenara bırakabiliyorlar! Biz, bu adamdan çekinmeliyiz; baksanıza O, yeryüzünü bir baştan bir başa hükmü altına alırken bizler, dünyanın bir köşesinde kalemizin içinde sıkışıp kaldık ve her geçen gün İslam, etrafınızı kuşatıyor! Vallahi de şayet O, bir ay gelip bizi kalemizde kuşatıverse, hepimiz açlıktan ölürüz! Ben, Müslüman olmaktan başka bir yol görmüyo-rum. Aksi halde başımıza, Mekke günü gibi bir günün gelmesinden korkarım!
Bu sırada Allah Resülü onları yemeğe davet etmişti; ancak on¬ların, yemekten daha önemli bir işleri vardı ve her şeye rağmen ken¬dilerine gösterilen bu civanmertlik karşısında gelip Müslüman ol¬dular!
Müslüman olmuşlardı olmasına ama bu sefer de, ‘Rabbe’ ismin¬deki meşhur putlarını dile getiriyor:
– Rabbe konusunda ne düşünüyor ve ne yapmamızı istiyorsun, diye soruyorlardı. Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellern), kesin korıuşu¬yordu:
– Onu da yıkmalısınız!
372 Maide, 5/90
– İmkansız, diyorlardı. Arkada kalan Sakiflilerle kadın ve ço¬cukların buna müsaade etmeyeceklerini düşünüyor ve böyle bir ha¬reketin çok büyük problemleri beraberinde getireceğine inanıyor¬lardı. Onun için önce üç yıl, ardından iki yıl, daha sonra da bir yıl zaman isteyecek; bütün bunlara olumsuz cevap alınca da, en azın¬dan kendilerine bu konuda bir ay zaman tanınması talebinde bu¬lunacaklardı. Ancak Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), bunların hiçbirine ‘evet’ demiyor ve O’na şerik koşulmasına razı olmuyordu! Hatta Abdiyaleyl’in bu ısrarları karşısında dayanamayan Hz. Ömer:
– Yazıklar olsun sana ey Abdiyaleyl, diye çıkışacaktı. Rabbe de¬diğin bir taştan ibaret; kimin kendisine ibadet edip kimin etmediği¬ni bile bilmekten aciz!
Doğru söylüyordu ve bu kapının da kendilerine kapalı olduğunu görmüşlerdi; anlaşılan İslam, şek ve şüphesiz dupduru yaşanması gereken bir sistemdi. Artık namaz kılıp oruç tutmaya da başlamış¬lardı; yaklaşık on beş gün Medine’de kaldıktan sonra memleketleri¬ne geri döneceklerdi.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara, aralarında yaş itiba¬riyle en küçükleri olan Osman İbn Ebi’l-As’ı imam tayin etti; zira Osman, İslam’ı anlayıp kavramada hepsinden daha titiz duruyor ve meseleleri özümsernede yürekten bir duruş sergiliyordu!
Diğerlerinde olduğu gibi, memleketlerine geri dönen Sakif hey’ eti de, kavimlerini İslam’a davetle işe başlayacak ve kısa zaman¬da bu kabileler de gelip Müslüman olacaklardı.v” Çok geçmeden Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara, Halid İbn Velid, Muğire İbn Şu’be, Ebu Süfyan gibi ashabından önemli isimleri göndererek putlarını da kırmalarını emredecek ve onlar için zor da olsa, böyle¬likle Sakifliler de şirkten temizlenmiş olacaklardı.
373 Memleketlerine geri geldiklerinde Sakif heyetinin, Müslüman olduklannı giz¬ledikleri ve Efendimiz’e yaptıklan tekliflerden bahisler açarak onlan Allah Resülü’nün kabul etmediğini söyleyip neticede savaştan başka seçenek kalma¬dığını ifade etmeleri üzerine Sakiflilerin, savaş için hazırlıklara başladıklan da anlatılmaktadır. Üç gün sonra gelip de savaşmanın makulolmadığında karar kıldıklannda, kendilerine gerçek söylenecek ve onlar da bu durum karşısında Müslüman olacaklardı. Bkz. İbn Kayyim, Zadu’l-Mead, 3/521 vd; Zehebi, Tari¬hu’l-İslam, 1/350
Ve Diğerleri
Elbette Medine’ye koşanlar, sadece bunlardan ibaret değildi; Abdikays, Uzre ve Beliyy hey’etleri de gelmiş ve Müslüman olarak geri dönmüşlerdi. Efendimiz’in dedelerinden Kusayy ile anne ta¬rafından akraba olduklarını söyleyen on iki kişilik Uzre hey’eti ile konuşan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), onlara yakında Şam cihetinin de fethedileceğinin müjdesini verecek ve onları kehanet parası yemekten menedip insanlara tazim için kestikleri etlerden de yemelerini yasaklayacaktı,
Yine bugünlerde, on küsur insanla birlikte Medine’ye Fezôra hey’eti gelmiş ve yaşadıkları kuraklık ve kıtlıktan şikayette buluna¬rak Allah Resülü’nden yardım talebinde bulunmuşlardı. Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), onları da yanına alarak yağmur du¬asına çıkacak ve ihtiyaçları olan rahmeti o gün, can ii gönülden yö¬neldiği Cenab-ı Mevla’dan talep edecekti.
O günlerde dikkat çeken bir başka hey’et ise, aralarında, daha sonraları yalancı peygamber olarak iştihar edecek olan Müseyleme İbn Sümame’nin de bulunduğu on yedi kişilik Beni Hanife hey’etiy¬di; Yername taraflarından gelmiş ve Müslüman olmuşlardı!
Gelenlerin ardı arkası kesilmiyordu; Yemen, Ezd, Beni Sa’d, Beni Amir İbn Kays, Beni Esed, Behrô; Haolôn, Muhôrib, Beni Hôris İbn Ka’b, Gômid, Beni Miuıtafık, Selômôn, Beni Abes, Müzey¬ne, Murôd, Zübeyd, Kinde, zl Miirre, Oassôn ve Beni Jyş hey’ etleri bunlardan belli başlı olanlarıydı. Efendimiz’e en son gelen hey’et, Neha’hey’etiydi; Yemen’de Hz. Muaz’a beyat etmişler ve Muharrem ayının ortalarında yaklaşık iki yüz kişiyle birlikte O’nun mü’minleri olarak Medine’ye gelmişlerdi!
Peşi peşine Medine’ye akın eden bu insanlar, aynı zamanda İsla¬m’a olan ihtiyacı da göstermiş oluyordu. Artık Medine, şek ve şüphe¬siz Ceziretii’l-Arap’ırı başkenti oluvermişti. Daha düne kadar nizam ve intizamı temin etmenin imkansız olarak görüldüğü, her kabilenin kendi başına hareket ettiği ve güçlünün zayıfı ezdiği Hicaz’da. bun¬dan böyle Allah Resülü’nün hakimiyeti hükümferma olacak, insan¬lar güven ve emniyet içinde hayatlarını devam ettirecek ve bundan böyle dört bir yanda hep nizam ve intizamın sesi duyulacaktı.
Efendimiz’in Elçileri
Bir taraftan da Fahr-i Kainat Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), insanlara dini öğretmek, onları İslam’a davet etmek, irşad ve teb¬liğ vazifesini yerine getirmek ve İslam’a ait güzellikleri oralarda da temsil etmeleri için ashabından belli başlı isimleri seçip etrafa gön¬dermeye devam ediyordu. Zira cahiliye dönemine ait hastalıkların toplumdan sökülüp atılması, kalplerin temizlenerek yüce hakikat-leri kavrayacak seviyeye gelmesi ve sosyal hayatta İslam adına bir mayanın tutabilmesi için buna ihtiyaç vardı!
Onuncu yılın Rebiiilahir ayında Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sel¬lem), bu maksatla Halid İbn Velid’ i Haris İbn Ka’b’a gönderecek ve eline de bir mektup verip ilk önce onları İslam’a davet etmesini, bunu kabul etmedikleri takdirde ise cizye mükellefiyetieri olduğu¬nu tebliğ etmesini isteyecekti; zira savaş, başvurulması gereken en son çareydi ve önlerine konulan alternatifleri bütünüyle reddeden insanlar için düşünülmesi gereken son çareydi!
Hedef gösterilen yere kadar gelen Hz. Halid, Efendimiz’in bu emrini yerine getirmek için hemen arkadaşlarını organize edecek ve aralarından seçtiği isimleri farklı bölgelere göndererek onları İs-lam’a davet edecekti. Çok geçmeden bu gayretlerinin neticelerini de almaya başlayacaklar ve Hz. Halid, Harisoğullan beldesinde yaşa¬nan bu gelişmeleri Efendimiz’ e bir mektupla bildirecekti.
Aradan altı ay geçmişti ve Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sel¬lern), Halid İbn Velid’ i Medine’ye çağırıyordu; o da, yanına aldığı bir grupla birlikte Allah Resülü’nün yanına gelecek ve Harisoğulları hey’¬etinin başına bu sefer de Kays İbn Husayn emir tayin edilecekti.374
374 Efendimiz’in bu taraflara bir mektup daha gönderdiği ve böylelikle yöre halkını İslam’a davet edip başlanna da emir olarak Malik İbn Nernat’ı görevlendirip, iş¬lerini onun vereceği hükümlere göre tanzim etmelerini istediği de gelen bilgiler arasındadır. Bkz. İbn Kayyim, Zadu’l-Mead, 3/539; Salihi, Sübülü’l-Hüda ve’r¬Reşad, 6/427
Geniş bir alana yayılan bu coğrafyada, din adına insanları bil¬gilendirmek, İslami konularda derinlemesine bilgi sahibi kılmak ve farzlarla haramları onlara öğretmek için ashabdan Amr İbn Hazm tayin edilecek ve daha sonra da Hemedan geneline Hz. Ali gönderilerek, o cihette İslam adına büyük bir fütuhat yaşanması hedeflene¬cekti.375
Hemedan’a gelip de Efendimiz’in mektubunu onlara okuyan Hz. Ali’yi Hemedan halkı yürekten kucaklamıştı! Zaten çok geçme¬den de, Müslüman olacaklardı! Hz. Ali, bulunduğu yerden müjdeli haber bekleyen Efendimiz’e hemen bir mektup yazacak ve bu rnek¬tubunda, Hemedan halkının da gelip Müslüman olduğunu haber verecekti. Efendimiz’in o gün sevincine diyecek yoktu; zira O (sal-lallahu aleyhi ve sellern), Yemen taraflarında da İslam’ın hüsn-ü kabul görmesini arzuluyor, böylelikle güney cihetinin de bu nurla aydın kı¬lınmasını istiyordu. Onun içindir ki, huzurunda okunan Hz. Ali’nin mektubunun hemen akabinde şükür seedesine kapanacak ve başını kaldırınca da:
– Selam ve esenlik, Hemedan halkının üzerine olsun! Selam ve esenlik, Hemedan halkının üzerine olsun, diye Medine’den onlara mukabelede bulunacaktı.
Yine o günlerde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabından Malik İbn Mürre’ye de bir mektup vererek onu Yemen hükümdarla¬rına göndermişti; onları Müslüman olmaya davet ediyor, şirk kokan her türlü hareketten kaçınmalarını talep ediyor, bunu yaptıkları zaman elde edecekleri diinyevi ve uhrevi miikôfatlardan bahsediyor ve aksi durumda karşılaşabilecekleri zorluklardan haber veriyordu! Ancak onlar, Müslüman olmak yerine, Efendimiz’in şartlarını ka¬bullenerek cizye vermeyi tercih edeceklerdi.
375 Hz. Ali’nin, Halid İbn Velid’in yerine gönderildiği de ifade edilmektedir. Bkz. Ta¬beri, Tarih, 2/197; Beyhaki, Sünen, 2/369 (3747)
Aldığı cevaplarla yetinmeyen ve halklarının gönlünü kazanıp onların da Müslüman olmalarını arzulayan Efendiler Efendisi, as¬habından Muaz İbn Cebel ve Ebu Musa el-Eş’ari’yı, Yemen’in farklı bölgelerine göndermiş ve onlara:
– Kolaylaştırıcı olun ve asla zorluk çıkarmayın; insanlara müjde ile yaklaşın ve onları nefret ettirmeyin ve karşılaştığınız problemler¬de çözüm tarafını tutup ihtilaf çıkarma eğilimi göstermeyin, diye tav-siyede bulunuyordu. Zira artık Yemen’de de maya tutmuştu ve İslam adına çığ gibi büyüyen bir talep vardı. Bütün bunlar, risalet vazifesinin kemale doğru hızla ilerlediğini gösteriyordu. Hira’ da başlayan nurlanma şimdi, kimsenin hayal bile edemediği hızda dünyaya yayı¬lıyor ve gittiği her yerde de kalıcı hale geliyordu.
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), barış elçilerini uğurlarkeri bir miktar onlarla birlikte yürüyecek ve gittikleri yerlerde dikkat et¬meleri gereken hususları onlara fısıldayacaktı, Hz. Muaz ve Hz. Ebu Musa el- Eş’ari devesi üzerinde ilerlerken Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) yaya olarak onları uğurluyordu. Bu sırada Hz. Muaz’a dön¬müş şunları söylüyordu:
– Şüphesiz ki sen, ehl-i kitap bir topluluğa gidiyorsun; oraya ulaştığında önce onları, Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet et¬meye ve Muhammed’in de Resülullah olduğuna imana davet et! Şayet bunu kabullenip sana itaat ederlerse, Allah’ın kendilerine günde beş vakit namazı farz kıldığının haberini ver! Şayet bu konuda da sana itaat ederlerse, o zaman da, zenginlerinden alınarak fakirlerine ve¬rilmek üzere Allah’ın onlara zekatı farz kıldığını beyan et! Şayet bu konuda da sana itaat ederlerse, insanların malları arasında en kali¬teli olanları seçip almaktan kaçın ve asla mazlumun bedduasını ala¬cak bir adım atma; çünkü onunla Allah arasında perde yoktur!
Allah rızası için yola çıkan her bir mü’ min için, her zaman ge¬çerli olacak kriterlerdi bunlar; daha o günden Allah Resülü de (sallal¬lahu aleyhi ve sellem) bunlara dikkatleri çekiyor ve yolunda yol alanla-ra, gittikleri yerlerde nasıl davranmaları gerektiğini söylüyordu. Bu arada yine ona dönecek ve aralarında şu tarihi konuşma geçecekti:
– Ne ile hükmedeceksin?
– Allah’ın kitabında bulduklarımla hükmedeceğim!
– Allah’ın kitabında bir dayanak bulamadığında?
– Resülii’niin sünnetiyle!
– Resülü’nün sünnetinde de bir dayanak bulamazsan?
– Kendi re’yime göre ictihad ederim!
Elçi olarak seçtiği adamının kıvamı tamdı ve işin burasında Allah Resülü, büyük bir ihtimamla Rabbine yönelip:
– Resülii’nün elçisini muvaffak kılan Allah’a hamd olsun, diye niyazda bulunacaktı. Bir taraftan da Hz. Muaz’ı süzüyordu; sanki ay¬rılmak istemiyormuşçasına bir nazarı vardı. Sanki o gün, Kur’an’a vuküfiyeti ve ahkama hakimiyetini nazara vererek ashabının müra¬caat etmelerini istediği dört kişiden biri olan Hz. Muaz ile Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) vedalaşıyordu. Yanına yaklaştı ve:
– Ey Muaz, diye seslendi. Bu yıldan sonra sen, bir daha belki burada Benimle buluşamazsın; artık mescidimi ve kabrimi ziyaret edersin!
Sanki vedalaşan Hz. Muaz değil de Allah Resülü’ydül Gerçi onun yüreğine de bir kor düşmüştü. Bir tarafta Allah ve Resülü adına hiz¬met için yola çıkmanın hazzı olsa da, beri tarafta kalbi, Allah Re-sülü’nden ayrılacak olmanın firak ateşiyle yanıyordu! Şimdi bir de, bundan sonra dünya gözüyle O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem) hiç göre¬meme ihtimali vardı ortada! Hele bunu Resı1lullah söylüyorsa, mut¬laka bir bildiği vardı ve düşünmek bile istemediği böyle bir durum karşısında Hz. Muaz’ın gözleri çoktan iki çeşme olmuş, hıçkıra hıç¬kıra ağlıyordu! Efendimiz’in şefkat ve muhabbet dolu bakışları ara-sında atını Yemen istikametine mahmuzlarken, yüreğini Medine’de bırakmış, gözü arkada gidiyordu.
Dokuzuncu Yılın Önemli Olayları
Tebük’ten döndükten sonra münafıkların reisi konumunda¬ki Abdullah İbn Übeyy İbn Seliii vefat etti; hakkında konuşulanları oğlu Abdullah da biliyordu ve Efendimiz’ e gelerek, babasının nama¬zını kıldırmasını talep etti. Babasına rağmen samimi bir mü’rnindi ve Efendiler Efendisi de onun bu samimiyetine müspet cevap ve¬recek, perde altından her türlü kötülüğü yapmış olsa bile, zahir iti-bariyle mü’min olduğunu söylediği için onun adına da istiğfarda bulunacaktı. Efendimiz’in bu tercihini duyan Hz. Ömer bir çırpı da huzura gelerek O’na:
– Onlar için Sen ister Allah’tan af dile, ister dileme. Yetmiş kere bile istiğfar etsen, Allah onları asla affetmeyecektir. Evet, böyle!
376 Gerçekten de öyle olacaktı; Efendimiz’in talimatlannı yerine getirmek için Ye¬men’de bulunduğu sıralarda Hz. Muftz, Allah Resülü’nün vefat haberini alacak ve ancak Medine’ye geldiğinde, Mescid-i Nebevi ile Efendimiz’in kabrini ziya¬ret edebilecekti. Bkz. İbn Esir, Usudu’l-Ğabe, 2/217; İbn Hacer, el-İsabe, 8/41 (11550)
Çünkü onlar Allah’ı ve Resülü’nü tanımayıp karşı geldiler. Allah da böylesi fôsıklar güruhunu hidayet etmez, emellerine kavuşturmaz.” mealindeki ayeti hatırlatıp münafık1ara reislik yapmış bir adamın namazını kıldırmaması gerektiğini söyleyecekti. Ancak, hakkında ke¬sinlik ifade eden bir beyan olmadığı sürece ashabımn lehine hareket etmeyi itiyat edinen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ‘ister dile, ister dileme’ ifadelerini birer açık kapı olarak değerlendirmiş ve:
– Ben, istiğfar etmek veya etmemek arasında muhayyer bıra¬kıldım; demek ki Allah (celle celaluhü) izin verdi ve Ben de yetmişten fazla istiğfar ederim, diyerek İbn Selül’iin mezarına kadar gidecek ve namazını da bizzat kendisi kıldıracaktı.
Ancak çok geçmeden yine Cibril-i Emin gelecek ve:
– Onlardan ölen hiçbir kimsenin cenaze namazını kılma ve kabri başında dua etmek üzere durma! Çünkü onlar Allah’ı ve Re¬sülü’nii tanımadılar ve yoldan çıkmış olarak öldüler,378 mealindeki mesajı getirerek, bundan sonrası için münafık1ara daha net bir tavır sergilenmesi gerektiğini anlatıp, bundan böyle onlara ne istiğfar et¬menin ne de namazlarını kılmanın mümkün olacağım bildirecekti.
Damad-ı Nebi Hz. Osman yine üzgündü; zira Efendimiz’in kız¬larından Ümmü Kiilsiutı Validemiz de bu yıl içinde vefat edecekti! Bilindiği üzere Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) onu, Rukiyye Va-lidemizin vefatından sonra Hz. Osman ile nikahlamıştı! Olacak ya, şimdi Üm mü Külsüm Validemiz de vefat etmişti! Onun vefatıyla üzüntüsü katlanan Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), kendi¬sine ikinci kez damat olan Hz. Osman’a dönerek:
– Şayet yanımda üçüncü bir kızım daha olsaydı, mutlaka onu da sana nikahlardım, buyuracak ve haya ôbidesi Hz. Osman’ı teselli etmeye çalışacaktı.
377 Tevbe,9/80 378 Tevbe,9/84
379 Bu emrin, Zilhicce ayında indiği de söylenmektedir.
Hac Farizasının Gelişi
Dokuzuncu yılın Zilkade ayı içinde gelen ayetlerde:
– Ziyarete gücü yeten herkese Beytullah’ı ziyaret etmek, Allah’ın onun üzerindeki hakkıdır, denilmek suretiyle bundan böyle hac ibadetinin de farz olduğu bildiriliyordu.
Emr-i ilahiyi alan ve Kabe’yi ziyaret etmeyi gönülden isteyen Efendiler Efendisi, müşriklerin orada yaptıkları yanlışları hatırlaya¬cakve:
– Beytullah’ta bulunacak ve onu çınlçıplak tavaf edecekler; bu halortadan kalkmadıkça Ben hac vazifesini yapmak istemem, bu¬yuracaktı. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir’i yanına çağırarak onu hac emiri olarak görevlendirecek ve Mekke’ye gönderecekti. Gönderir¬ken ona, hac ibadetlerini yerine getirirken insanların, nelere dikkat etmeleri gerektiğini gösterip öğretmesini talim edecekti. Kabe’de, ilk defa İslam adına bir hac yapılacaktı!
Ashabdan üç yüz kişilik bir grupla birlikte Hz. Ebu Bekir (radıyal¬lahu anh) hemen yola çıkacaktı; ancak vahiy, ardı arkası kesilmeden gelmeye devam ediyordu. Onun ayrılışından sonra Tevbe suresinin baş tarafındaki ayetler de gelmiş ve bundan böyle Harem bölgesinde bulunan müşriklerle ilgili yeni hükümler getirmişti. Hemen yanına Hz. Ali’yi çağıran Efendiler Efendisi, bu hükümleri bildiren bir ta-limatla birlikte onu arkadan Hz. Ebu Bekir’e gönderecek ve bu hii¬kümlerin de tebliğini isteyecekti.
Talimatları alıp hemen yola koyulan Hz. Ali, Are veya Dacnan denilen yerde hac kafilesine yetişecekti; Hz. Ebu Bekir de telaşlan¬mıştı. Ona dönüp önce:
– Emir olarak mı geldin, memur olarak mı, diye sordu. Zira böyle bir zeminde ihtilafa mahal olmamalıydı ve zaten Hz. Ebu Bekir de, Hz. Ali’nin memuru olmaya gönülden razıydı! Bu sorusuyla o, Efendimiz’e ait bir tasarrufu netleştirip adımlarını ona göre atmak istiyordu. Hz. Ali:
– Hayır, memur olarak geldim, dediğinde gelen ayetleri ondan alacak ve birlikte Mekke’ye doğru yol almaya başlayacaklardı.
Tavaflar yapılmış ve Safa ile Merve arasındaki sa’yler de yeri¬ne getirilmiş; Arafat’ta vakfeye durulup Müzdelife’de konaklanarak nihayet Mina’ya gelinmişti. Kurbanların kesildiği yere gelen Hz. Ali o gün, Cemre’nin yanında duracak ve Allah Resülü’nün tebliğ etme¬sini istediği hususları teker teker insanlara duyuracaktı; şunları di¬yordu:
– Hiçbir kafir cennete giremez!
Bu yıldan sonra hiçbir müşrik hac yapmayacak!
Bundan sonra Beytullah’ta hiç kimse çıplak tavaf yapmayacak! Kimin, Resülullah ile bir anlaşması varsa bu anlaşma, süresi bitinceye kadar geçerli olacak!
Müddet tayin edilmeyen anlaşmalar için dört ay süre tanına¬cak!
Bunlar dışında kalan her bir müşrike, emniyet ve güven içinde yurtlanna dönebilmeleri için, kendilerine tebliğ yapıldığı andan iti¬baren dört ay mehil verilecek!
Bundan böyle hiçbir müşrikle ne bir anlaşma ne de himaye söz konusu olacak; zira Allah ve Resülü, müşrikleri himayeden uzaktır!
Böylelikle Resülullah’ın arzusu da gerçekleşmiş oluyordu ve o gün için bu ilan, putçuluk düşüncesinin Harem’den tamamen uzak¬laştırılması anlamına geliyordu!
Diğer Gelişmeler
Bir tarafta bunlar olurken diğer yandan da beşer yolculuğu devam ediyor; doğumlan ölümler, ölümleri de doğumlar takip ede¬rek dünyanın yüzü sürekli değişiyordu.
Habeşistan’dan bir haber vardı; yıllarca mü’rninlere imkan ta¬nıyıp da onlan kabul eden Necaşi dünyaya gözlerini kapamıştı. Vefa insanı Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) bu haberi önce asha¬bıyla paylaştı. Ardından da onlan, gıyab! mü’min Necaşi için namaz kılmaya çağırdı:
– Bugün sizin salih bir kardeşiniz vefat etti; kalkıp onun cena¬ze namazını kılın, diyecek ve Medine’de durup Habeşistan’daki Ne¬caşi’nin cenaze namazını kılacaklardı! Bu salih kardeş, Mekke’nin şiddetinden bunalan muhacirleri sinesine basan Habeşistan kralı Ashama’dan başkası değildi ve Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), aradaki bunca mesafeye rağmen farklı bir vefa örneği sergileyecek, gıyabında ona dua edecekti!
Rebiiilevvel ayının bir salı günüydü; Efendimiz (sallallahu aley¬hi ve sellern), hasta olan süt yavrusunu ziyarete gitmişti. Tam da onu kucağına aldığında Hz. İbrahim son nefesini veriyordu! Kalp mahzun olmuş, göz de yaş döküyordu! Resülullah’ın gözlerinden süzülen yaşlara muttali olan biri:
– Ya Resülullah, diye seslenecekti. Sen de mi ağlıyorsun; halbu¬ki Sen, ölünün arkasından ağlamayı yasaklamamış mıydın?
Döndü ve şunlan söyledi:
– Şüphesiz ki göz, yaş döker ve kalp de mahzün olur; biz, Yüce Rabbimizin razı olacağından başka bir şey söylemeyiz! Benim ya¬sakladığım şey ise, üst baş yırtarak ve cahiliyede olduğu gibi feryad ü figan ederek ölünün arkasından ortalığı velveleye vermektir!
Yıkanıp kefenlenen yavruyu, namazı da kılındıktan sonra ala¬cak ve Baki Kabristanı’na götürüp Osman İbn Maz’ün’un yanına gö¬meceklerdi! İlk defa ashabından su istiyor ve onu, oğlu İbrahim’in mezan üzerine serpiyordu!
Aynı gün Medine’de güneş tutulması olmuştu:
– İbrahim’in vefatından dolayı güneş tutuldu, diyenler çıkmıştı, Kulağına ulaşır ulaşmaz hemen minbere çıktı ve:
– Ey insanlar, diye seslendi. Şüphe yok ki güneş ve ay, Allah’¬ın ayetlerinden iki ayetlir; bunlar, ne birisinin doğumu ne de ölü¬münden dolayı tutulurlar! Güneş ve ay tutulmasına şahit olduğunuz zaman hemen mescidlere koşun ve bu hal geçip de açılıncaya kadar Allalı’a dua edip namaz kılın!
Son dönemlerde Allah Resülii’niin yanına Cibril-i Emin’in gelişi artmıştı; bu yılın Ramazan ayında Kur’an’ı iki kez mukabele edecek ve böylelikle, hangi ayetin hangi surenin neresine yerleştirileceğiyle, sıralamada hangi surenin nerede yer alacağı da kesinlik kazanmış olacaktı!
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) yine bu sıralarda kendini yal¬nızlığa vermiş ve bir ay süresince hanımlanndan da iradi olarak ayn kalmıştı. Hatta onlara bu şartlarda, kendisiyle beraber devam edip etmeme tercihinde bulunabileceklerini söylüyordu. Zira onlardan bazılan, içinde bulunduklan şartlan nazara alarak dünyalık talebin¬de bulunmuşlardı; adeta bu halleriyle Resülullah’ın tavnnı netleş¬tirmek istiyorlardı! Ufkunu, insanların elinden tutma dışında başka bir şeyin doldurmadığı Resülullah’ı üzen bir talepti bu ve onlara, dünya ve dünyevi olanla ukba ve uhrevi olanlardan birini tercih ede-bileceklerini söylüyordu.
Belli ki, her haliyle insanları bir çizgiye getirmek istiyordu; yeri geldiğinde gürül gürül konuşarak, zaman zaman da sessizlik mura¬kabesine dalarak insanlara bir şeyler demek istiyor ve böylelikle her-kesin, kendi iradesiyle gelip teslim olmasını bekliyordu.
Yine bu dönemlerde Cibril-i Emin, bir insan suretinde gelerek dizini dizine vermiş, O’na İslam, iman ve ihsanın ne olduğunu ve kı¬yametin de ne zaman kopacağını soruyordu. Bu vesileyle Allah Resü¬lü (sallallahu aleyhi ve sellern), İslam’ı, imanı ve ihsanı anlattı teker teker; kıyametin ne zaman kopacağını kimsenin bilemeyeceğini ifade edi¬yor ve emarelerini haber veriyordu! Aldığı her cevabın arkasından:
– Doğru söyledin, diyen bu yabancının tavırları, ashab arasında da şaşkınlık meydana getirmişti; hem soruyor, hem de aldığı cevap¬lar karşısında söyleyeni tasdik ediyordu!
Maksat hasıl olup da yanından ayrılıp giderken arkasından as¬habına dönecek ve:
– Bunun kim olduğunu biliyor musunuz, diye soracaktı. Belli ki bilmedikleri bir durum vardı ortada ve sözü yine kendisine havale etmişlerdi. Bunun üzerine o:
– O, Cibril’di; size dininizi öğretmek için geldi, buyuracaktı.
VAKİT YAKLAŞIRKEN
Veda Haccı
Artık Kabe, müşriklerden temizlenmiş ve Beytullah da, kendi¬ne yakışır şekilde ibadetle tanışmıştı; onu tavaf edenler ne alkış tu¬tuyor, ne de elbiselerini çıkarıyorlardı! Resül-ii Kibriya Hazretleri¬nin gelip de hac vazifesini yapmasına mani bir durum kalmamıştı ve onuncu yılın Zilkade ayına gelindiğinde Allah Resülü (sallallahu aley¬hi ve sellern), ashabına da ilan ederek hac vazifesini eda etmek üzere Mekke’ye doğru yürüyeceğini söyledi. İnsanlar akın akın Medine’ye geliyor ve Efendiler Efendisi’yle birlikte hac vazifelerini eda edebil¬mek için hazırlık yapıyorlardı!
Zilkade ayının bitimine beş gün kala bir cumartesi günü, öğle namazını müteakip Medine’den hareket etti; şecere yolunu tutup Zü’l-Huleyfe’ye kadar gelecek ve o geceyi burada geçirecekti. Sabah olunca ashabına dönecek ve geceleyin Rabbinden kedisine bir elçi geldiğini ve bu mübarek vadide namaz kılmasını emrettiğini söyledi; aynı zamanda bu yolculukta hac ve umreye aynı anda niyetlerıdiğini ifade ediyordu.
İhrama girmeden önce gusül abdesti alan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), güzel kokular sürmüştü ve bayrama gider gibi hac yolculuğuna çıkıyordu. Yola çıkmadan önce insanlara dönmüştü ve ihramdan tekbir ve telbiyeye kadar birçok konuda ashabını bil¬gilendiriyordu. Kurban etmek için yanına yüz kadar da deve almış ve kurbanlık olduklarını bildirmek için bunların hepsine de işaret koymuştu! Derken ashabı da O’nun telbiyesine iştirak etmiş:
– Lebbeyk, Allahümme lebbeyk. Lebbeyke la şerike leke leb¬beyk. İnne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-miilk; la şerike lek, diye¬rek yeri göğü inietiuorlardıl
Hicret yolunu takip ediyordu ve sırasıyla Beudô; Melel, Şere¬jii’s-Seyyale, Revha, Irku’z-Zıbıia, Munsaraf, Esôue, Are, Lahy-ı Cemel, Sükya, Ebıiô, Cuhfe, Humm, Erzak, Kudeyd, Müşellel, Ufsôn, Gamittı, Merru’z-Zehrôrı, Serifve zi Tuva güzergahım tercih etmişti! Bir hafta sürecek bir yolculuk sonrasında Zi Tuva’ya geldi¬ğinde mola verecek ve geceyi de burada geçirecekti. Zilhicce ayının dördüncü günüydü ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), sabah namazını kıldıktan sonra gusül abdesti alarak Mekke’ye yürüyecekti. Güneşin tam zeval vaktinde Mekke’ye girecekti; yine üst tarafından giriyordu!
380 Bakara, 2/125
Gelir gelmez Kabe’ye yöneldi; Rüknü istilam etti ve ardından tavafa başladı. İlk üç şaftta adımlarını hızlandırmış reml yapıyordu; geri kalan dört şavtını ise, normal yürüyüşle tamamlayacaktı. Tava¬fını bitirir bitirmez Makam-ı İbrahim’e yöneldi: – Beytullah’ı Biz, insanlara sevap kazanmaları için toplantı ve güven yeri kıldık. Siz de Makam-ı İbrahim’i namazgah edininiz! İb¬rahim ile İsmail’e de, “Tavaf edenler, itikôfa girenler, riikii ve seede edenler için bu Eoimi tertemiz bulundurıuıt’w” diye emretmiştik, mealindeki ayeti okuyordu! Makamı, Kabe ile kendi arasına alarak burada iki rekat namaz kıldı; Kafirün ve İhlas surelerini okudu.
Sonra yeniden Rükn’ e gelip onu istilam ettikten sonra Safa’ya yöneldi; buraya yaklaştığında da:
– Safa ile Merve, Allah’ın belirlediği nişanelerdendir. Kim hac veya umre niyetiyle Kabe’yi ziyaret ederse, oraları tavaf etmesinde bir beis yoktur. Her kim de, farz olmadığı halde gönlünden kopa¬rak bir hayır işlerse, mükafatını görür. Zira Allah, şükrün karşılığını verir; O, az amele çok mükafat verir ve her şeyi bilir,381 mealindeki ayetleri okumaya başlamıştı.
Artık Resı1lullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Kur’an’ın zikrindeki önceliğe iktida ederek sa’yine Safa’dan başlamış Merve ile Safa ara¬sında gidip geliyordu! Safa’nın üzerine çıktığında Kabe’ye dönecek ve tekbir getirdikten sonra ellerini kaldırıp dua edecekti.
Ardından da, Hacim’si yöneldi; burası, ashabıyla birlikte üç yıl yaşadığı çile dolu günlerin geçtiği yerdi; amcası ve en büyük destek¬çisi Ebu Tülib burada vefat etmiş, kerim zevcesi ve 25 yıllık hayat ar¬kadaşı Hz. Hatice validerniz de, buradan Hakk’a yürümüştü. Mezarı da buradaydı; vefa insanıydı ve belli ki, ashabına da ehl-i vefa olma yollarını gösteriyordu.
Arafat
Pazar gününden itibaren dört gün Mekke’de kalan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashabıyla birlikte perşembe günü duha vak¬tinde Mina’ya yönelecekti; Nemira denilen yerde kendisine bir çadır kurulacak ve burada Efendimiz, beş vakit namazını kılacaktı. Batn-ı Vadi’den geçip Arafat’a geldiğinde onlara dönmüş hutbe irad edi¬yordu. Etrafında yüz yirmi bin sahabi vardı; her biri de, Resulullah’¬ın kendilerine söyleyeceklerini pür-dikkat dinliyorlardı:
– Ey insanlar!, diye başladı hutbesine ve şöyle devam etti:
– Sözlerimi iyi dinleyin! Çünkü Ben, bu yıldan sonra bir daha
sizinle burada buluşabileceğime ihtimal vermiyorum!
Efendiler Efendisi’nin gurüb edeceği kimsenin aklına gelmiyor¬du; ancak onu bugün, bizzat kendisi hatırlatıyordu! Yürekler yan¬mış, kalplerde derin bir hüzün esmeye başlamıştı. Resı1lullah (saI¬Iallahu aIeyhi ve sellem), tam da ikbal günlerine gelindiği bu demlerde ayrılık sinyalleri veriyordu! Şunları söylüyordu:
– Kanlarınız ve mallarınız, bugününüzün, bu ayınızın ve bu bel¬denizin haram olduğu gibi size haramdır! Dikkat edin; cahiliyyeye ait ne varsa hepsi ayaklarımın altındadır ve kaldırılmıştır!
Cahiliyyedeki kan davaları kaldırılmıştır; ilk kaldırdığım kan davası da, Rebia İbn Haris’in kanıdır ki onu, Beni Sa’d yurdunda emzirilmek üzere bulunduğu sırada Hüzeyl kabilesi öldürmüştü!
Cahiliyyedeki faiz uygulamaları da kaldırılmıştır; ilk kaldırdı¬ğım riba da, Abbas İbn Abdilmuttalib’in faiz alacağıdır ve şüphesiz o, bütünüyle kaldırılmıştır!
Kadınlar konusunda daha duyarlı olun ve Allah’tan korkun; çünkü siz onları, Allah’ın emaneti olarak alıp, Allah’ın kelimesi ile kendinize helal kıldınız! Onlar üzerinde sizin hakkınız, hoşlanmadı¬ğınız kimseleri mahreminize almamalarıdır; şayet bunu yaparlarsa ancak o zaman, aşırıya gitmemek kaydıyla onlara müeyyide uygula¬yabilirsiniz! Onların rızık ve giyimini güzel bir biçimde temin etmek de sizin üzerinize bir borçtur!
Size öyle bir değer bırakıyorum ki, ona tutunduğunuz sürece Benden sonra asla dalalete düçar olmazsınız; Allah’ın kitabı!
Resülullah’ın yokluğunda sosyal yapının sağlıklı yürüyebilme¬si için gözetilmesi gereken en temel meselelerdi bunlar ve Efendi¬miz (sallallahu aleyhi ve sellern), aralarından ayrılmadan önce onları bu konularda uyarıyor, istikbale emin adımlarla yürünüp Allah davası¬nın ebedlere kadar payidar olabilmesi için ümmetinin dikkatini çe¬kiyordu. Onun bu beyanlarını, Rebia İbn Ümeyye gibi insanlar dalga dalga uzakta kalanlara ulaştırmak için yüksek sesle tekrar ediyorlar¬dı! Bunları söyledikten sonra ashabına dönüp şunu soracaktı:
– Yarın size Benden sorulacak; hakkımda nasıl şehadette bulu¬nacaksınız?
Ashabda büyük bir şaşkınlık vardı; başlarını kaldırmış O’nu (sal¬lallahu aleyhi ve sellern):
– Biz şehadet ederiz ki Sen, üzerine düşen tebliğ vazifesini hak¬kıyla yerine getirip hepimize rehberlik yaptın ve nasihatını da hak¬kıyla eda ettin, diye cevaplıyorlardı. Arafat meydanından taşan bu ses, Paran dağlarına çarpıp geri geliyordu! Onların bu şehadetini alınca Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), işaret parmağını semaya kaldırdı:
– Allah’ım! Sen şahit ol, diyor ve bunu üç kez tekrar ediyordu. Derken ezan okunmaya başladı; öğle ile ikindiyi birlikte kılı¬yorlardı! Namaz sonrasında Cebel-i Rahme’nin eteğine gelecek olan Resül-ü Kibriya Hazretleri, burada duracak ve ‘vakfe’ yapacaktı!
Kıbleye dönmüş olarak o günün akşamına kadar burada dua dua Rabbine yalvanyordu; Nur insan, nurdan bir heykel gibi Rabbinden rahmet di1iyordu!
Ve yine Cibril-i Emin gelmiş, Resülullah üzerinde vahiy emare¬leri belirmişti; belli ki yine Allah’tan bir mesaj vardı: – Bugün Ben, sizin dininizi tamamladım; size olan nimetimi de kemale erdirdim ve sizin adınıza din olarak sadece İslam’dan razı oldum1382
Anlaşılan bu, Nur dağında, Hira’da başlayan sürecin son mey¬vesiydi; kulağına ilişir ilişmez bir kenara çekilip de ağlaşanlar vardı! Bu, Resülullah’ın da gözünden kaçmamıştı. Hz. Ömer’in yanına yak¬laştı ve:
– Niçin ağlıyorsun, diye sordu. Cevap verecek hali yoktu koca Ömer’in; kendini toparlayıp:
– Ağlıyorum, dedi. Çünkü, şu ana kadar biz, dinimizde sürekli bir ziyadelik yaşıyorduk. Şimdi anlıyoruz ki, tamamlanan her şey, bundan sonra noksanlaşma süreci yaşayacak demektir.
Ömer ferasetiydi bu ve Resülullah (salla1Iahu aleyhi ve sellem) ona: – Doğru söylüyorsun, diye mukabelede bulundu.
Daha sonra da, terikesine aldığı Üsame ile birlikte Müzdelife’ye doğru yöneldi. Akşam ve yatsı namazlannı, tek ezan ve iki kametle birlikte cem yaparak burada kılacaktı.
Mina
Zilhicce ayının onuncu günüydü; vaktin girişiyle birlikte sabah namazını da Müzdelife’de kılan Habib-i Zişan Hazretleri, Meş’ari’l¬Haram’a gelip kıbleye dönmüş, dua ve tazarru ile Rabbine iltica ile gerilmiş, dua, tekbir, tehlil ve zikirle meşguldü.
Güneş doğmadan önce yeniden Kasva’ya binecek ve Mina’ya ge¬lecekti; bu sefer arkasına Fadl İbn Abbas’ı almıştı. Bu sırada İbn Ab¬bas’a emretmiş, şeytan taşlamada kullanacağı taşlan toplatıyordu. Muhassir vadisine geldiğinde devesini daha da hızlandırmıştı; zira burası, fil ashabının helak edildiği yerdi!
382 Maide, S/3
Derken Mina’ya geldi; güneş yeni doğmuştu ve Akabe cemresi¬nin yanına gelip devesinin üstünde iken şeytan taşlamaya başladı.
Daha sonra yeniden ashabına dönen Efendiler Efendisi, daha önceki hutbenin bir yönüyle tamamlayıcısı mahiyetinde şunları söy¬lemeye başladı:
– Şüphe yok ki bugün itibariyle zaman, semavat ve arzı Allah’¬ın ilk yarattığı andaki yörüngesine gelip oturdu; bir yıl, on iki aydır. Bunlardan dördü haram aylardır; üçü, peşi peşine gelir: Zilkade, Zil¬hicce ve Muharrem. Öbürü de, Şaban ile Cemaziyelevvel arasında kalan Receb ayıdır.
Şeytan, sizin bu beldenizde artık kendisine kullukta bulunma ümi¬dini yitirmiştir. Ancak, sizin çok küçümsediğiniz birçok işinizde onun dediğini yapıp da bunların, şeytanı razı edeceği de bir gerçektir.
Hac vazifesiyle ilgili menasikinizi bugün benden alın; zira Ben, bu yıldan sonra hac vazifesi yapamayacağımı sanıyorum!
Ashabına bunları söyleyen Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellern), bundan sonra üslı1bunu da değiştirecek ve şimdi hangi ayda olduk¬lannı ve hangi günü yaşadıklarını soracaktı. Ashab:
– En doğrusunu Allah ve Resı1lü bilir, diye mukabelede bulu¬nuyordu. Zira bu ay ve güne başka bir isim vereceğini sanmışlardı! Bunun üzerine:
– Zilhicce ayı değil mi, diye sordu onlara.
– Evet, diyorlardı. Bu sefer de, mekanla ilgili bir soru soruyordu:
– Bu belde neresi?
Başka bir isimle tesmiye edeceğini düşünen ashab yine:
– En doğrusunu Allah ve Resı1lü bilir, diye cevaplamıştı. Onlara:
– Burası, belde-i haram değil mi, diye sordu. Yine:
– Evet, demişlerdi. Arkasından şunları söyledi:
– Şüphesiz ki Rabbinize kavuşacağınız güne kadar kanlarınız, mallarınız ve ırzınız; bugününüzün, bu ayınızın ve bu beldenizin haram olduğu gibi size haramdır!
Her cümlesinde bir veda busesi gizliydi. Yirmi üç yıllık birikimi siyah gözleriyle süzüyor ve cemaatini, kendisinden sonraki günlere hazır hale getirmek istiyordu.
Az önceki sorulan üst üste niçin sorduğunu şimdi daha iyi anlı¬yorlardı; bir taraftan ashabıyla vedalaşırken, diğer yandan da onları rahle-i tedrisine almış irfan ufkuna seyahate çıkarıyordul Arkasın¬dan, dikkatlerini çekip onlara bir soru daha sordu:
– Vazifemi tebliğ ettim mi?
Dizinin dibinde yetiştirdiği ashabına, kendine ait vazifeyi eda edip etmediğini soruyordu; çaresiz ashab yine:
– Evet, diye haykırmıştı. Bunun üzerine yeniden Rabbine yö¬neldi ve önce:
– Allah’ım! Sen şahit ol, diye nida etti. Ardından ashabına şu nasihatte bulundu:
– Bunları, bugün burada bulunanlar, bulunmayanlara ulaştır¬sın; zira kendisine tebliğ edilen nice insan, dinleyenden daha kav¬rayıcıdır! Ve sakın ola ki Benden sonra, birbirinizin boynunu vuran kafider gibi olmayın!
Ashabına bu nasihatleri yaptıktan sonra sıra kurbanını kesme¬ye gelmişti; o gün Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), yaşı kadar kurban kesecek ve geri kalan otuz yedi tanesini kesmesi için Hz. Ali’yi görevlendirecekti. Sonra yanına, ashabından birisini çağırıp saçını kestirdi. Mübarek saç tellerini yere düşürmernek için avuç¬larını açmış, bu arada yere düşenleri de teker teker alıp yüzlerine gözlerine sürüp gözyaşı döküyorlardıl Bu sırada Hz. Ebu Bekir gibi bazı sahabiler, ayrılık öncesi bir kenara çekilmiş, uzun uzun O’nu seyrediyorlardı!
Cemreler ve Veda
Derken yeniden Mekke’ye yöneldi; Kabe’ye gelecek ve ‘ifaza’ tavafını yapıp öğle namazını kılacaktı! Ardından Abdulmuttalibo¬ğullarının yanına gitti; kendisine zemzem takdim etmişler, O da bu Zemzemden içiyordul
Aynı gün yeniden Mina’ya geldi; o gece burada kalacaktı! Erte¬si günün zeval vaktine kadar burada bekledi; güneş zevale kayınca, önce birinci, ardından ikinci ve nihayet üçüncü cemrenin yanına ge-lerek şeytan taşlamaya başladı! Burada duracak ve ashabına bir kez daha seslenerek bilgilerini perçinIemek isteyecekti.
Teşrik günlerinde şeytan taşlama işini bitirdikten sonra yeniden Kâbe’ye gelecek ve gecenin geç saatlerinde ‘veda tavafı’ yapacak¬h; zira artık, ayrılık vaktiydi ve ashabına da yolculuk için hazırlan-maları emrini verecekti!
Zilhicce ayımn on sekiziydi; Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), yeniden Medine’ye doğru ilerlerken Cuhfe yakınlarında Hum deni¬len bir kuyunun başında durmuş, ashabına yine nasihat ediyordu; şunları söylüyordu:
– Dikkat edin ey insanlar! Şüphesiz ki Ben de bir beşerim ve umarım ki çok geçmeden Rabbimin elçisi gelir ve Ben de, ona icabet ederim! Size iki önemli şey bırakıyorum; onların ilki Allah’ın kitabı¬dır ki içinde hidayet ve nur vardır; ona sımsıkı tutunmalısımz! İkin¬cisi ise, Benim ehl-i beytimdir; ehl-i beytim konusunda sizi duyarlı olmaya çağırıyorum, ehl-i beytim konusunda sizi duyarlı olmaya ça-ğırıyorum!
Bu sırada damadı Hz. Ali’nin elinden tutup kaldıracak ve:
– Ben kimin veli si isem, iyi bilin ki bu da onun velisidir, diye¬cekti. Ardından da ellerini açacak:
– Allah’ım! Onu veli kabul edeni Sen de velin kabul et; ondan yüzçevirip de düşmanlık edeni Sen de düşman ilan et, diye dua ede¬cekti.
Yeniden yola koyulup da karşısına Medine çıkınca üç kere tek¬bir getirecek ve şunları söyleyecekti:
– Allah’tan başka ilah yoktur ve O (celle celaluhü) tektir; mülk de O’nun, hamd de O’nundur ve O, her şeye kadirdir!
Rabbimize dönenleriz. Tevbe ile O’na yöneliyor ve sadece O’na kullukta bulunuyoruz. Seedemizi de O’na yapıyor ve her türlü du¬rumda Rabbimize hamd ediyoruz!
Allah (celle celaluhü), vaadini yerine getirdi ve kuluna yardım etti ve ahzab ordusunu da, tek başına hezimete uğratıp tarumar etti!
Bu duanın ardından Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), gündü¬zün bir vaktinde yeniden Medine’ye gelmişti! Yine ilk olarak Mes¬cid-i Nebevi’ye gelecek ve burada iki rekat namaz kıldıktan sonra hane-i saadetlerinin yolunu tutacaktı!
Hac öncesi yaşanan yoğunluk, Medine’de kaldığı yerden yeni¬den başlayacak ve İslam’ın güzelliği daha geniş coğrafyalara ulaştırılmaya çalışılacaktı. Bunun için Cerir İbn Abdillah’ı Yemen’e gön-derilecek ve Hımyer krallanndan Zülkela İbn Nakür ile Zn Amr Müslüman olacaktı.
Yalancı Peygamberler
Medine’ye döndükten sonra devam eden elçilerin gönderilmesi ve hey’ etlerin kabulü sırasında beklenmedik olaylar da olmaya baş¬lamıştı; belki de Cenab-ı Mevlü, bu türlü arızaları Efendimiz’in ha-yatta olduğu dönemlere denk getirmiş ve böylelikle Müslümanlara, benzer durumlarda nasıl davranmaları gerektiğini Resülii’nün şah¬sında fiilen göstermek istemişti! İlk haber, Yemen taraflarından ge¬liyordu; Esvedü’l-Ansi adında birisi çıkmış peygamberlik iddia edi¬yordu! Kehanet ve hokkabazlıkla etrafında bazı safderün insanları toplamış, onları da kendi peygamberliği konusunda inandırmıştı. Efendimiz’in Hz. Cerir ile gönderdiği mektuplardan biri de ona ya¬zılmıştı; ancak o, Allah Resulü’nün hastalığından da cesaret alarak söz dinlemeyecek ve iddiasından vazgeçmeyecekti. Sahik ve Şerik adında iki meleğin kendisine de vahiy getirdiğini söylüyor, halkın başına gelecek haberleri de kendisinin verebildiğini iddia ediyordu!
Yazdığı mektuplarda Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), vali¬lerinden Esved konusunda daha tedbirli ve duyarlı olmalarını iste¬yecek ve halkın yalan yanlış beyanlarla oyalanmasının önüne geç-melerini söyleyecekti.
383 Nişadırı keskin sirke içinde erittikten sonra günlük yumurtayı onun içinde bir gece ve gündüz bekletir. İyice yumuşattıktan sonra da onu alarak dar şişenin içine koyardı; ardından üzerine soğuk su dôker ve insanlara, kabuğunu kırına¬dan yumurtayı dar ağızlı şişeye bir mucize eseri olarak soktuğunu iddia ederdi. Bkz. İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 5/61, Sire, 4/95; İbn Seyyidinnas, Uyünu¬Eser, 2/284; Süheyli, Ravdu’l-Unf, 4/354 vd.
Bir diğer haber, Yername taraflarından geliyordu; Müseylime de peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkmış, etrafına bazı safdertın in¬sanlan toplamaya başlamıştı! Halbuki bu adam, Beni Hanife hey’-etiyle birlikte daha birkaç ay önce Medine’ye gelmiş ve Müslüman olmuştu! Şimdi ise hokkabazlık ve sihirbazlık sanatlarını konuştu¬rarak kendisinin de mucize sahibi olduğunu söylemeye başlamış,383 olağanüstü haller gösterme yarışına girişmişti. Hatta hırsla önüne gelen her meseleye el attığı için gülünç durumlara da düşüyordu. Efendimiz’in yaptığı gibi kendisinin de insanlara su mucizesi göster-mesi istenince kuyuların başına gidip ağzında çalkaladığı suları ora¬lara boşaltacaktı. Ancak bereketlenip sularının çoğalması bir yana kuyuların hepsi de kuruyordu! Bereket umarak yeni doğan çocuklar¬dan hangisi kendisine getirtilip de ağzına hurma vermişse, onların her birisi ya kel ya da 131 olmuşlardı!
Gözünü saltanat hırsı o kadar bürümüştü ki, insanlar nezdinde düştüğü bu gülünç durumlar onun için bir şey ifade etmiyordu. Bu sefer de tutmuş, Kur’an’a nazire getirmeye çalışıyor, kendisine de vahiy geldiğini iddia ederek birtakım sözler sarf ediyordu! Bu sırada Allah Resülü’ne bir mektup göndermiş ve kendisini risalette O’na şerik ilan etmişti!
Hz. Ali’yi yanına çağıran Efendiler Efendisi, haddini aşan bu adama bir mektup yazacak ve yeryüzünün Allah’a ait olduğunu ve onun hiç kimseyle paylaşılamayacağını ifade ettikten sonra Allah’ın, yeryüzünü dilediği kuluna has kılacağını ifade ederek neticede takva sahibi olanların üstün geleceğini bildirecekti,
Üsame Ordusu
Safer ayının çıkmasına dört gün kala bir pazartesi günü Allah Resülü (sal1allahu aleyhi ve sellern), ashabına sefer hazırlığı yapmaları emrini verdi; zira Rum diyarından tehdit sesleri yükseliyor ve orada bulunup da iman edenlere karşı akla-hayale gelmedik işkenceler uy¬gulanıyordu. Bardağı taşıran son damla, Rum diyarına yakın belde olan Mean valisi Ferve İbn Amr’ın başına gelenlerdi; kendi toprakla-rında İslam’a ait herhangi bir eserin mevcudiyetinden aşırı derece¬de rahatsızlık duyan Bizans, Efendimiz’in valisini de öldürme cür’eti göstermişti!
Karargâhın kurulacağı yer Cürüftü. Ashab-ı kiram hazretleri¬ni yine cihad heyecanı sarmıştı. Yeni bir hedefe doğru gidecekleri için sabırsızlanıyorlardı! Ertesi gün Allah Resülii (sal1allahu aleyhi ve sel-lern) yanına, azatlı kölesi Zeyd İbn Harise’nin on sekiz yaşındaki oğlu Üsame’yi çağırdı; ona:
– Seni, hazırlanan bu orduya kumandan tayin ettim; süratle ha¬rekete geç ve babanı şehit edenlerin üzerine yürü, diyor ve hangi cihete gideceğini ve oralarda nelere dikkat ederek nasıl adım atması gerektiğini tarif ediyordu! Hatta ordusuyla birlikte ilerlerken, ha¬berden daha hızlı hareket etmeleri gerektiğini söylüyor ve ancak, muhaberata hâkim olarak muharebeyi kazanabileceklerine dikkat çekiyordu!
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) genç Üsame’ye ordunun sancağını bizzat kendi elleriyle veriyordu; sancağı alan Hz. Üsame onu, hicretin sancaktan Büreyde İbn Husayb’a verecek ve Cürüfe gidip Resülullah’ın ordusunu hazırlamaya başlayacaktı. Artık hazır¬lığını yapan Cürüfe koşuyordu!
Efendimiz’in Hastalığı
Bir çarşamba günüydü. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Üsame’ye sancağı verdiği günden bir gün sonra hastalanmıştı; yük¬sek ateşe maruz kalmış şiddetli baş ağrısı çekiyordu! Ancak O’nun bu hastalığı, ihtimamla hazırladığı bu ordunun teşekkülüne engel olmuyordu. Aksine, her şeye rağmen bu ordunun hedefine ulaşma¬sım arzuluyor ve ashabını da bu istikamette teşvik ediyordu.
Hz. Üsame’nin kumandanlık yapacağı bu ordunun içinde Hz.
Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali gibi çok önemli isim¬ler vardı! Demek ki Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabım gençleştirmek istiyor ve misyonunu, gençliğin üzerine bina etmek istiyordu! Aynı zamanda bu, eskiye ait bazı telakkilerin ortadan kal¬dırılması anlamına geliyordu; zira Hz. Üsame, azatlı bir kölenin oğ¬luydu ve Araplar, bir köleyi asla başlarında kumandan olarak gör¬mek istemezlerdi! İşte Restıl-ii Kibriya Hazretleri, cehalete ait ne kadar ‘put’ varsa teker teker hedeflemiş, toplumun içinden söküp atıyordu! Ancak, ilk etapta herkesin anlayabileceği bir husus değildi bu ve Üsame’nin yaşınm küçüklüğü ile söz konusu olan devletin, o gün için iki süper güçten birincisi olduğunu düşünerek bazı insan¬lar, Hz. Üsarne’nin komutanlığı konusunda farklı düşünceler üret¬meye başlamışlardı. Bilhassa Ayyaş İbn Ebi Rebia gibi kimseler:
– İlk muhacirler bir kenarda dururken şu genç onlara kuman¬dan tayin ediliyor, demiş ve böyle bir tavzifi garipsediklerini ifade et¬meye başlamışlardı. Cumartesi günüydü; durumu haber alan Allah Resülü (sallallahu aleylıi ve sellem), başına sarığını sararak minbere çıka¬cak ve ashabına:
– Ey insanlar, diye seslenecekti. Vallahi de siz, Üsame’nin ku¬mandanlığına itiraz edip karşı çıktığınız gibi onun babası konusun¬da da aynı tavrı sergilemiş, onun kumandanlığı konusunda da ileri geri beyanlarda bulunmuştunuz! Allah hakkı için o, imaret vazifesi¬ni yerine getirmeye en layık kişidir. Şu da bir gerçek ki, onun babası, benim için insanların en sevimlisiydi; ondan sonra da Üsame, bana en sevgili olandır!
Bu arada Hz. Usame ile birlikte savaşa gidecek olan ashabın ileri gelenleri huzura gelip Allah Resülü’yle vedalaşıyorlardı. Aslın¬da bu, O’nun da ashabıyla vedalaşması anlamına geliyordu. Bu sı-rada Resülullah’ın hastalığı gittikçe ağırlaşıyordu; ancak O (sallallalıu aleyhi ve sellern):
– Üsame ordusunu sakın geri bırakınayıp onu gönderme işini yerine getirin, diyerek ashabına tembihte bulunuyordu. Bunun üze¬rine ashab, Cürüf e akın etmiş ve pazar gecesini orada geçirmişlerdi.
Pazar günü yeniden Allah Resülii’niin yanına gelen Hz. Üsame, gözyaşlarına hakim olamamıştı; zira Resülullah (sallallahu aleyhi ve sel¬lem) ateşler içinde yanıyor, ağrılarını dindirmek için ağzına ilaç dam¬latılıyordu! Vedalaşmak için gelmişti ama gönlü, O’nu bu halde bı¬rakıp da gitmeye bir türlü razı olmuyordu! Eğilip Allah Resülii’nii öptü. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) konuşamıyordu; ellerini bir müddet semaya doğru kaldırrnış ve ardından da Üsame’nin üzerine indirmişti; belli ki genç kumandanına dua ediyordu!
Hz. Üsame, o gün Cürüfe geri dönmüştü ama yüreği Allah Re¬sülii’niin yanında kalmıştı; onun için ertesi gün yine huzura gele¬cekti. Bir pazartesi günüydü; Resülullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) üzerindeki sıkıntılı hal geçmiş gibiydi ve Hz. Üsame, Allah Resü¬lü’nün emrini yerine getirmek üzere ordusunun başına geri döne¬cektil
Guruba Doğru
Bir tarafta bu aksiyon devam ediyor olsa da Allah Resülü (sallalla¬hu aleyhi ve sellem), ashabıyla vedalaşmaya çoktan başlamış ve yönünü ‘Refik-ı A’Ia’ya tevcih etmişti! Bir yıldır bu vedanın işaretlerini veriyordu; Hz. Muaz’ı Yemen’ e gönderirken söyledikleriyle veda haccın¬da ashabıyla helalleşmesi hep bu ayrılığın sinyalleriydi.
Önceki senelerden farklı olarak, bu yılın Ramazan ayında yirmi gün irikafa çekilmişti. Halbuki, önceki yıllarda, on günlük itikafı iti¬yad edinmişti. Aynı zamanda Cibril-i Emin gelmiş ve bu yıl, iki defa karşılıklı olarak Kur’an’ı mukabele ederek hatmetınişlerdi.
Ashabını emanet ettiği Uhud’u ziyaret etmişti. O sırada etrafın¬da bulunanlarla vedalaştığı gibi onlarla da konuşup selamlaşıyor ve teker teker vedalaşıyordu. Onlarla vedalaştıktan sonra minbere çı¬kacak ve ashabına şöyle seslerıecekti:
– Şüphe yok ki Ben, size ulaşmak için arzuluyum. Sizin şahi¬diniz Benim. Allah’a yemin olsun ki, şu anda Ben, havzımı ternaşa ediyorum. Yeryüzü hazinelerinin anahtarlarının Bana teslim edildi¬ğini görüyor gibiyim. ValIahi de Ben, Benden sonra sizin şirke gire¬ceğinizden değil de, şirk etrafında birbirinizle atışmanızdan korkup endişe ediyorum.
Sefer ayının son pazartesi günüydü. Ashabından biri hakkında son vazifeyi eda için yine Cennütü’l-Baki’ye gelmişti. Kendisinden önce buraya emanet ettiği ashabını da unutmannştı; onların yanı¬na da uğruyor, adeta her biriyle konuşarak helal1eşiyordu. Bu helal¬leş me sonrasında, yanında bulunan azatlısı Ebu Müveyhibe’ye şöyle seslenmişti:
– Ey Eba Müveyhibe! Şu anda Bana, dünya hayatının hazinele¬rine ulaştıracak anahtarlarla burada ebedi kalma imkanı, ardından da cennet vaadedildi ve Ben, Rabbime kavuşmak ve cennetle bunlar arasında muhayyer bırakıldım!
Böyle bir tercihten memnuniyeti dile getirmek isteyen azatlı Ebu Müveyhibe:
– Anam-babam Sana feda olsun ya Resülullah, diyecekti. Önce dünya hayatının hazinelerine ulaştıracak anahtarları ve burada ebedi kalmayı, ardından da cenneti tercih et!
O (sallallahu aleyhi ve sellern), tercihini çoktan yapmıştı:
– Vallahi de ey Eba Müveyhibe! ‘Ben, Rabbimle buluşmayı ve cenneti tercih ettim!
384 Buhari, Sahih, 1/451 (1279), 3/1317 (3401); Müslirn, Sahih, 4/1795 (2296)
Dönüşte, şiddetli bir baş ağrısı başladı. Harareti de yükselmiş ve ateşler içinde kalmıştı. O kadar ki, vücud-ü mübareklerinin hara¬reti, mübarek başlarına sardıkları sarığın dışından hissediliyordu!
Belli ki bu, hemen geçecek bir hastalık değildi ve devam eden on bir gün boyunca, bu haliyle namazlarını ashabıyla birlikte kıldı.
Her haliyle edep ve haya dersi veriyordu. Hastalığının şiddetlerı¬diği bu dönemde, etrafında toplanan Ezvac-ı Tahirata yönelecek ve:
– Yarın Ben, neredeyim?, diye soracaktı. Halden anlayan insan¬lardı ve hepsi birden, kendi haklarından feragat ettiklerini ve bun¬dan böyle Efendilerinin, Hz. Aişe Validemizin hücresinde kalmasını istediklerini söylediler.
Ayakları üzerinde durmakta zorlamyor ve çoğu zaman ayakları yerde sürüyerek gidebiliyordu. Onun için bir koluna Fadl İbn Abbas, diğerine de Hz. Ali girmiş ve Efendiler Efendisi’ni, Hz. Aişe Valide¬mizin hücresine taşımışlardı. Son günlerini burada geçirecektil
Çarşamba günü hastalık daha da şiddetlenmiş, harareti de ar¬tınca kendinden geçerek bayılmıştı. Bu haldeyken bile, ashabından ayrı kalmak istemiyordu; birazcık kendine gelir gelmez:
– Değişik kuyulardan alınmış sudan, üzerime yedi kez dökün kı Ben, insanların arasına çıkıp onlarla ahitleşmek istiyorum, diyecek¬ti. Denilenler yapılıp da bir miktar kendine gelince:
– Artık yeter’ Artık yeter, dedi ve güçlükle ayağa kalkarak mes¬cide yöneldi ve burada:
– Ey insanlar! Bana yaklaşın, diye seslendi. Ashabını yanına ça¬ğırıyordu; belli ki, önemli bir mesajı vardı ve dikkatlerini bir konuya çekmek istiyordu. Önce, diğer ümmetlerin yanlışlıklarından bahset¬ti onlara. Ardından da:
– Sakın, Benim mezarımı, ibadet edilen bir puthaneye çevirme¬yin, uyarısında bulundu. Üzerinde, yakında ayrılacak olmanın he¬yecanı seziliyordu ve bunun için adeta herkesle helalleşmeye başla-mıştı:
– Sizden kimi incitmişsem, işte sırtım; gelsin ve sopasıyla sırtı¬ma vurarak hakkını alsın! Her kime de ağır söz söylemiş ve gönlünü kırmışsam, gelsin ve içindekini Bana söyleyerek hakkını alsın, diyor¬du. Diyordu ama kimseden ses çıkıyordu. Ancak O (sallallahu aleyhi ve sellern), ısrarlıydı; öğle namazını kıldıktan sonra aynı talebini yeniden tekrarlayacaktı. Bu sefer, birisi ayağa kalktı ve kendisinden üç dir¬hem alacağı olduğunu söyledi. Bunun üzerine amcaoğluna seslenip: – Ona bunu ver, ey Fadl!, buyurdu. Ardından da, Ensar hakkın¬da şunları söyledi:
– Size, Erisar’ın kıymetini bilmenizi vasiyet ediyorum. Çünkü onlar, benim gözümün nuru, göz bebeklerimdir; onlar, kendilerine düşeni hakkıyla yerine getirmişlerdir ve yaptıklarının mükafatını da alacaklardır. Artık insanlar çoğalmış, Ensar ise azınlıkta kalmıştır; onlar, yemekteki tuz gibidirler! Sizden her kim, onlar üzerine emir olur da, onlardan bir fayda veya zarar görürse, iyi ve faydalı olanları kabul etsin ve hoşuna gitmeyen bir muameleye maruz kaldığında da affedici olsun!
Ardından da şunları söyledi:
– Şüphe yok ki Allah (celle celaluhü), dünya hayatının güzellikle¬rinden dilediğini vermek ve katındakilere nail kılmak arasında kulu¬nu muhayyer bıraktı; kul, Allah katında olanı tercih etti.
Daha cümlelerini tamamlamamıştı ki, ilk günden beri yanında¬ki sadık yari Ebu Bekir’in olduğu yerden bir çığlık duyuldu:
– Anamız-babarnız Sana feda olsun ya Resfılullah, diyordu. Şaşkınlıkla bakıyorlardı sesin geldiği tarafa! Zira onun anladığı¬nı anlamamışlardı. Zira o, muhayyer bırakılanın Resülullah’ırı ken¬disi olduğunu anlamıştı ve onun için böyle bir tepki veriyordu.
– Adama bak, diyorlardı. ‘Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), bir adamın dünya ile huzur-u ilahide olan konusunda muhayyer bı¬rakıldığını ve onun da Allah katındakini tercih ettiğini haber veriyor; Ebu Bekir ise, tutmuş, “Analarımız-babalarımız Sanafeda olsun ya Resiilullah!” deyip ağlıyor!
Anlayan anlamıştı! İlk günlerden beri yanından hiç ayrılmayan sadık yarinin bu duyarlılığını gören Resül-iı Kibriya Hazretleri, as¬habı için Hz. Ebu Bekir’i nazara verecek ve onun ashab içindeki ko¬numu yerleştirmek isteyecekti; elinden tutmuş şöyle sesleniyordu:
– Benim için EbU Bekir, maddi manevi fedakarlığı açısından in¬sanların en eminidir; şayet, Rabbimden başka bir dost edinecek ol¬saydım, mutlaka Ebu Bekir’i dost edinirdim. Ancak, bundan böyle sadece İslam kardeşliği ve bu kardeşlik merkezli muhabbet vardır.
Mescide açılan bütün kapılar kapatılsın; ancak, Ebu Bekir’in kapısı açık bırakılsın!
Hastalığının ağırlaştığını duyan, mescide koşuyordu; dışarıda büyük bir kalabalık birikmiş, gelişmeleri merakla takip ediyordu; Resülullah’ın vefatından endişe duyuyorlardı! Önce, amcaoğlu Fadl, ardından sırasıyla Hz. Ali ve Hz. Abbas girdi huzura; her biri, dışa¬rıda bekleşen topluluktan bahsediyorlardı. O gün, iki kişinin yardı¬mıyla huzurlarına çıkmış ve şunları söylemişti cemaatine:
– Ey insanlar! Bana ulaştığına göre sizler, nebinizin vefatından endişe ediyormuşsunuz; Benden önce hangi peygamber ebedi yaşa¬dı ki Ben, burada ebedi kalayım! Dikkat edin! Ben de Rabbime kavuşacağım, sizler de!
Sonra da şu hakikati aktardı onlara:
– Şüphe yok ki sizin için, Benim hayatım da hayırlıdır, ölümüm de!
Zihinlerdeki hatıralar tazelenmeye çalışılıyordu; açıkça bir ve¬dalaşmaydı sanki bu sözler! Daha önceki beyanlarını hatırlamaya çalışıyorlardı. Zira bir gün aralarına çıkmış ve onlara şunları söyle¬mişti:
– Sizler Beni, aranızda en son vefat edecek olan kişi sanıyorsu¬nuz!
– Evet, demişlerdi o gün. Halbuki, o gün O (sallallahu aleyhi ve sel¬lem):
– Şüphesiz ki Ben, aranızda en önce vefat edeniniz olacağım, buyurmuştu.
– Şüphe yok ki Ben, yolculuk için davet aldım ve bu davete ica¬bet sözü verdim, demişti başka bir gün.
Yaklaşık bir ay önce de, yakın akrabalarını bir araya toplamış ve ruhu pervaz edip vuslata erince, bedeni konusunda kimin ne yapa¬cağım anlatmıştı onlara bir bir …
Amcası Hz. Abbas bir gün, rüyasını anlatmış ve semaya doğru sağlam bir halatın yükseldiğini söylemişti O’na. O zaman da:
– O gördüğün, senin kardeşinin oğlunun vefatıdır, demiş ve bunu, yüce dostluğa pervaz edişi olarak yorumlamıştı.
Artık Allah Resülü’nün her günü bir veda idi. Perşembe günü olduğunda ashabına seslenecek ve:
– Haydi! Yanıma yaklaşın, diye onları huzuruna çağıracaktı.
“Size bir şeyler yazdırayım ki bu vesileyle Benden sonra bir daha da¬lalete düçar olmayasınız!” diyordu.
Ancak hastalığı her haline aksetmiş. Kendini zorlayarak ayakta durmaya çalışıyordu. Onun için huzurunda bulunan Hz. Ömer gibi önde gelenler:
– Görmüyor musunuz, Resülullah’ırı ağrıları bir hayli arttı ve ıstırap çekiyor! Nasıl olsa aramızda Kur’an var ve Allah’ın kitabı her şeye yeter, diyor ve O’nu daha fazla yormak istemiyorlardı. Buna mukabil diğer bir kısım ashab da, Efendiler Efendisi’nin bu talebine karşılık verilmesi ve ıstırap çekse de, söyleyeceklerinin kayda geçi¬rilmesi yönünde fikir beyan ediyorlardı. Bu, aralarında ihtilaf konu¬su olmuştu; konuşmaların uzayıp gittiğini gören Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), bu durumdan rahatsız olduğunu bildirecek ve başından dağılmalarını isteyecekti.
Bugüne kadar, ağrısının şiddetine ve ateşinin yüksekliğine rağ¬men, ashabının arasına çıkmış ve namazlarını kıldırmıştı.
Namazdan sonra hastalığı, daha da arttı ve yatsı namazının vakti girmiş olmasına rağmen mescide gelemedi. Zaten son kıldır¬dığı namaz da, Perşembe günkü akşam namazıydı ve bu namazda, Miirselôt suresini okumuştu.
Yatsı namazı için Hz. Bilal ezan okumuş, mescide koşan cemaat de imamını beklemeye durmuştu.
Hücre-i saadetlerinde olanlardan habersizlerdi; zira, hastalı¬ğı şiddetlenen Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), orada kendinden geçmiş ve bayılmıştı. Ayılır ayılmaz:
– Namaz kılındı mı, diye sordu Aişe Validemize.
– Hayır ya Resülullah! Sizi bekliyorlar, cevabını aldı.
– Abdest alabilmem için su hazırlayın, buyurdu. Belli ki, gözü de gönlü de mescidindeydi! Derken denilen yapılmıştı. Kalktı ve güçlükle abdest aldı. Tam, namaza çıkmak için niyetlenmişti ki ol¬duğu yerde yeniden bayılıverdi. Telaşla yanına koştular. Bir müddet sonra, kendine gelir gibi oldu. Tekrar sordu:
– İnsanlar namaz kıldılar mı?
Namaza çıkmak istiyordu ama bunun için takati yoktu; zira, tekrar tekrar bayılıyordu. Nihayet, namazı Hz. Ebü Bekir’in kıldırmasını isteyecek ve daha sonra da kendisi, ancak iki kişinin yardı¬mıyla namaza çıkabilecekti.ve
Gelişini bekleyenIerin üzerine dolunay misali doğuverince o gün, mescide bir heyecan dalgası yayılıvermişti. Feraset insanı Hz. Ebu Bekir, işi sahibine bırakmak için geri çekilmek istiyordu. Resü-lullah ise, elleriyle işaret ediyor ve “yerinde kal!” diyordu. Açılan saf¬ların arasından, imarnın yanına kadar geldi. Ayakta duracak takati yoktu ve o gün, ancak oraya oturarak nanıazını tamamlayabildi.
Artık Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), ‘Gözümün nuru’ dediği namazını cemaatinin arasına gelip de kıldıramaz olmuştu! Bundan böyle namazları, yerine tayin ettiği imam Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) kıldıracaktı.
Ayrılık Vakti ve Son Gün
Perşembeden bu yana Allah Resfilii (sallallahu aleyhi ve sellern), na¬mazlara çıkamaınış ve ashabına imaın olup namaz kıldıramamıştı. Ancak ashabın ümitle bekleyişi devam ediyor, o gün geldiği gibi, belki bugün de gelir diye ümit ediyorlardı.
Yine bir pazartesi günüydü; takvimler, Rebiülevvel ayının on ikisini gösteriyordu! Bugünün sabah namazına da, bir umut deyip gelmişlerdi; iyileştiğini görmeyi ve yine önlerine geçip de namaz kıl-dırmasını istiyorlardı.
İbn Ümınü Mektüm’un ezanıyla müdaviınlerini toplayan mes¬cid, Bilal’in ezanıyla birlikte yine dolup taşmıştı.
Yine gelememişti; o günün sabah namazını da, yerine tayin etti¬ği imam Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) kıldınyordu.
Bir aralık mescidin köşesinde bir hareketlilik olmuştu; Aişe Va¬lidemizin hücresindeki perde aralanmış ve Nur Cemali, dolunay mi¬sali mescide doğuvermişti. Yine mübarek başını sarmış, öylece kapı¬da duruyor, mushaf sayfası gibi duru ve aydın Sima, mihrabındaki imama nazar ediyordu! Mübarek yüzlerindeki tebessüm dikkatler¬den kaçmadı; huzur doluydu.
385 Hatta bu sırada, namazı Hz. Ebu Bekir’den başka birinin kıldırması konusunda ısrar eden Aişe Validemize dönecek ve bu tavırlarını, Hz. Yusuf karşısında tavır alan kadınların haline benzetecekti. Bkz. Buhari, Sahih, 1/236 (633). 1/240 (646¬647); Muslim, Sahlh. 1/313 (418). 1/316 (420)
İşte bu nazarlar, aynı zamanda ashabını dünya gözüyle görebil¬diği son nazarlardı! Sevinçten, neredeyse namazlarını bozacaklardı!
İkinci rekata kalkınışlardı. İntizam içinde saf tutmuş cemaati, gelişini hissedip yol veriyorlardı! O (sallallahu aleyhi ve sellem) da, Ebu Bekir’in arkasına kadar geldi; geri çekilmek isteyen Ebu Bekir’in omzuna koydu ellerini. Belli ki, yerinde durup da namazına devam etmesini istiyordu.
Tayin ettiği imarnın arkasında O (sallallahu aleyhi ve sellem) da, oturduğu yerden namaza durdu. İmam selam verince, yetişemediği rekatı da kıldı. İşte bu, O’nun son namazıydı. Ardından, direklerden birisine sırtını dayayıp sesini de yükselterek, fitneler konusunda as¬habını uyardı ve daha sonra da nazarlarını, yeniden Kur’an’a çevirdi. Ceziratü’l-Arap’da iki dinin bulunmasını fazla buluyor ve İslam’dan başka bir anlayışın burada barınmasını istemiyordu. Oradan ayrılır¬ken şunları söyleyecekti:
– Bir Nebi, cemaatinden biri kendisine imamlık yapmadan vefat etmez!
İyileşmiş gözüküyordu. Endişeler geride kalmış gibiydi. Cema¬atinin sevincine diyecek yoktu. Yeniden aralarına dönmüş ve ken¬dileriyle birlikte saf tutup namaz kılmıştı. Sanki her şey, normale dönüyor gibiydi.
Bir aralık, Rum diyarına komutan tayin ettiği genç Üsame, ya¬nına girdi; hareket etmek üzereydi ve ordusu hakkında tekınil verip vedalaşmak için geliyordu! Bir gün önce de gelmiş ve ‘işin ucunda ayrılık da olsa’ hareket emri almıştı. Yanına yaklaşıp oturduğunda, mübarek elleriyle başını sıvazlayacak ve on sekiz yaşındaki genç ko¬mutan Hz. Üsarne’ye, giderayak dua edecekti.
Güneş doğup da kuşluk vakti yaklaşınca, kızı Fatıma’yı yanına çağıracak ve kulağına bir şeyler fısıldayacaktı. ‘Benden bir parça’ dediği kızı Fatıma, bir çığlık kopardı; hıçkırıklara boğulmuş:
– Vah benim başıma gelenlere! Babacığım beniml, diye ağlıyor¬du. Ona bir kez daha döndü ve:
– Bugünden sonra senin baban, hiç sıkıntı yaşamayacak!, müj¬desini verdi. Ancak bu, firakın acısını azaltmaya yetmemişti; Hz. Fa¬tıma ağlamaya devam ediyordu!
Rahmet peygamberi, bu manzaraya dayanamayacak ve kızının yeniden yanına yaklaşmasını isteyecekti. Tekrar kulağına eğildi ve yeniden bir şeyler fısıldamaya başladı ona! Az önce, matem havası¬na bürünüp feryad ii figan koparan Hz. Fatıma, sürurundan uçacak gibi olmuştu, tebessüm ediyordu; sanki biraz önceki Fatıma gitmiş, yerine bir başka Fatıma gelmişti!386
Ona yeniden yaklaştı ve kendisinin, alemdeki kadınların hanı¬mefendisi olduğunun müjdesini verdi!
Torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i yanına almış, öpüp kok¬luyor ve hayır tavsiye ediyordu.
Aynı şekilde, huzurunda bulunan hanımlarını da muhatap alı¬yor ve onlar için de nasihatte bulunuyordu.
Amcası Hz. Abbas’da. ayrılığın telaşı çoktan başlamıştı; yeğeni Hz. Ali’yi bir kenara çekmiş, Resülullah’ın ebedi aleme göç etmek üzere olduğunu haber veriyor ve kendisiyle konuşup sonrası için va¬siyette bulunmasını talep etmek istiyordu.
Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, yanındakilere nasihatte bulunuyor ve henüz imkan varken burada ahireti kazanmak gerekti¬ğini hatırlatıyordu; zira eldeki imkanlar, hayır adına kullanılmalı ve bunlara ebediyet libası giydirilerek, daha buradayken ahiret yurdu kazanılmalıydı.
Daha önce de ashabına dönmüş ve:
– Dikkat edin! Sizden ölüm emarelerini kendisinde hisseden herkes, Allah’ın kendisini affedeeeğine dair hüsn-i zanla ölsün, tav¬siyesinde bulunmuştu.
386 Efendimiz (s.a.s.) kendisine, “Ben, artık gidiyorum.” dediğinde ağlayıp çığlık ko¬paran Hz. Fatıma, “Arkamdarı bana ilk kavuşan sen olacaksın.” cümlesini duyar duyınaz da sevince gark olmuş, tebessüm etmeye başlamıştı! Bkz. M üslim, Sahih, 4/1905 (2450), İbn Mace, Sünen, 1/518 (1621); Taberani, Mu’cemu’l-Kebir, 22/415 (1027)
Bir gün önce de, hizmetçi ve kölelere hürriyet yollarını gösterip serbest bırakmış, Aişe Validemizde bulunan altı dinarı da, ihtiyaç sahiplerine dağıtmalarını söylemiş ve bayılmıştı. Ayılır ayılmaz, al¬tınların dağıtılıp dağıtılmadığını sordu. Henüz dağıtılmamıştı. İste¬di onları ve avucuna koyup teker teker saydı önce. Ardından onları, yeğeni ve damadı Hz. Ali’ye göndererek, hepsini ihtiyaç sahiplerine dağıtmasını emredecekti:
– Bunlar yanındayken Muhammed, nasıl olur da Rabbinin hu¬zuruna gidebilir, diyordu.
O güne kadar yanında bulundurduğu kılıç ve kalkan gibi savaş malzemelerini de, mü’minler arasında paylaştırmıştı. Belli ki, dünya adına neye malikse, hepsini dağıtıyor ve ebedi dünyaya intikal eder¬ken yalnız ve yalın gitmeyi hedefliyordu. O kadar ki, o günün akşamı Hz. Aişe Validemiz, kadınlardan birisine kandilini gönderecek ve:
– Bizim kandile, birkaç damla yağ damlatabilir misin, diyerek, akşam karanlığında odacığını aydınlatacak kadar ödünç yağ talebin¬de bulunacaktı!
Başka alternatif bulamayınca da, otuz sa’ arpa karşılığında, sa¬vaşlarda kalkan olarak kullandığı zırhını, bir Yahudi’ye rehin ver¬mişlerdi!
Gün, zevale doğru kayıyordu; zira mevsim, artık buluşma mev¬simiydi. Derken, sancılan yeniden şiddetlenmeye başladı. Hz. Aişe Validemizle şunu paylaşıyordu:
– Ey Aişe! Şüphen olmasın ki Ben, hala Hayber’de yediğim o yemeğin elemini duyuyorum! İşte bundan dolayı, sanki o zehirin te¬siriyle içirnin parçalandığını hissediyorum.
Ardından, mübarek yüzünü örttü. Bir ara bunalınca da onu ye¬niden açtı. Peygamberlerinin kabirlerini puthaneye çevirenlerin la¬netle karşılanacaklannı tekrarlıyordu. Bu arada, yeniden sözü na¬maza getirdi ve defalarca:
– Namaz! Namaz! Ve, elinizin altında bulunan emanetler, diye tekrarlamaya başladı. Belli ki, “Namazı aman ihmal etmeyin ve köleler başta olmak üzere sorumluluğunu üzerinize aldıklarınız konusunda da daha duyarlz olun!” demek istiyordu. Dünyaya ve dünyadakilere veda etmeden önce ashabına son tavsiyeleriydi bun¬lar …
Cibril-i Emin ve Melekü’l-Mevtin Gelişi
Cumartesi ve Pazar günü yanına gelen Cibril-i Emin yine hu¬zurdaydı; bir farkla ki bu sefer huzur-u nebevi, başka meleklerle de doluvermişti. Her biri yetmiş bine hükmeden yetmiş bin melek vardı huzurda!
– Ya Muhammed, diyordu yine. Allah’ın selamı var ve beni özel¬likle Sana, Seni tekrim ve tazim için gönderdi. O (celle celaluhü), bildiği halde Sana sormamı istedi; kendini nasıl hissediyorsun, nasılsın?
– Biraz halsizim ve ağrılar içindeyim, ey Cibril, buyurdular. Ya¬nına daha da yaklaşmasını istiyordu.
– Rabbin diyor ki, dedi Cibril. Şayet dilerse O’na şifa verir, ister¬se huzuruma alıp O’nu rahmetimle kucaklarımı
– Bu, Rabbime ait bir iştir; O (celle celaluhü), Benim için dilediğini yapar, diye mukabelede bulundu.
Daha sonra da, Cibril-i Emın’in tanıştırdığı melekü’l-mevt, izin istedi:
– Allah’ın selam ve rahmeti Senin üzerine olsun ya Resülullah, diyordu. Allah beni Sana gönderdi ve ne emredersen onu yapmamı emir buyurdu. Ey Alımed! Şimdi sen, emaneti almarnı emredersen ben onu yerine getirecek; bırakıp da geri gitmemi dilersen de onu yapacağım!
Tercihinde bir değişiklik yoktu ve:
– Ey ölüm meleği, diye seslendi ona da. Sen, yapman gerekeni yap!
Bu arada, hafifçe ıslattığı eliyle mübarek yüzünü sıvazlayacaktı.
Bunu yaparken de:
– Allah’ım, diyordu. Ölümün sıkıntılarına karşı Bana yardım et!
Veda Zamanı
Artık, vakit tamamdı; yolculuk emareleri iyice belirmişti Resü¬lullah (sallallahu aleyhi ve sellern), dünya ile ahiretin arasındaki incecik perdenin öbür tarafına geçmek üzereydi. Mübarek başlarını, Aişe Validemizin sinesine yaslamış, siyah gözlerini de tavana dikmişti.
Bu sırada huzura, Hz. Ebu Bekir’in oğlu Hz. Abdurrahman girdi; elindeki misvak dikkatini çekmişti. Feraset sahibi Hz. Aişe, çok hoş¬landığı misvağı arzuladığını anlamış ve:
– Onu senin için alayım mı, demişti.
Resülullah:
– Evet, dercesine başını sallıyordu.
Hz. Aişe kardeşinden aldı ve onu, Âlemlerin Efendisi’ne vermek istedi. Ancak, misvak çok sertti. Bunun üzerine Aişe Validemiz:
– Onu senin için ıslatıp yumuşatayım mı, diye teklif etti. Yine mübarek başlan hareket ediyor ve:
– Evet, diyordu. Belli ki, artık dil süküta başlamış, gözler konu¬şuyordu.
Maksat anlaşılmıştı; hemen rnisvağı ağzına aldı ve onu ıslattık¬tan sonra Efendiler Efendisi’ne uzattı.
Aldı onu ve inci misal dişleri üzerinde gezdirmeye başladı. Ebedi âleme giderken bile, dişlerini temizliyordu. Bir taraftan da:
-Lâ ilahe illallah! Gerçekten de ölüm için ciddi sekerat var, di¬yordu.
Bir aralık, sıhhat ve afiyet bulması için elinden tutup da dua etmek isteyen Aişe Validemize baktı:
– Hayır, diyordu. Belli ki, asli vatana giderken burada kalmayı talep uygun değildi. Onun için elini şiddetle geri çekiverdi.
Yine bayılmıştı.
Bir müddet sonra, yeniden kendine geldi.
Bu arada parmağını da yukanya doğru kaldırmıştı. Gözleri ta¬vana yeniden yönelmişti ve dudakları da hareket ediyordu. Söyle¬diklerini duymak için kulağını fem-i mübareklerine doğru yaklaştı¬ran Aişe Validemiz, Resülullah’ırı şunları söylediğine şahit olacaktı:
– Peygamberler, şehitler, sıddikler ve salihlerden kendilerine nimette bulunduklarınla beraber, Beni de affet ve rahmetinle kucak¬la! Artık Beni, ‘refik-i a'[a’ya, yüce dostluğuna kabul buyur!
Allah’ım, yüce dostluğunu istiyorum! Allah’ım, yüce dostluğunu istiyorum! Allah’ım, yüce dostluğunu istiyorum!
Altmış üç yıl önce bir pazartesi günü başladığı bu yolda, yine bir pazartesi günü son noktayı koyuyordu. Vahyin sağanak olup yağdığı yirmi üç yıllık hayatında, kıyamete kadar karşılaşılacak her türlü ih¬tiyaca cevap verecek dolu dolu bir hayat yaşamıştı. Tebliğ vazifesini de arkadakilere emanet ederek yoluna devam ediyordu.
Odaya, enfes bir koku yayılmıştı.
Derken eli, bir kenarda duran su kabının üstüne doğru akarken, mübarek parmaklan arasında duran misvak da, yere doğru kayıver¬miştil
Yolu ve yolculan arkadakilere emanet eden Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), artık arzuladığı vuslata ermiş ve ebedi âleme pervaz etmişti.
Artık O’nun emanet ettiği sancak, Hz. Üsame gibi fütüvveti tem¬sil edenlerin omuzlarında dalgalanacaktı!
BİTİRİRKEN BİRKAÇ SÖZ
Elbette gönül, Efendiler Efendisi’nin dopdolu hayatından hiç ayrılmak istemiyor; ancak her şeyin de bir sonu var. Umarım, mak¬sat yerini bulmuş ve eser de istifadeye vesile olmuştur. Bundan sonrası için arzu edilen, okunup da kendimize mal ettiğimiz yönle¬riyle Efendimiz’i, tavır ve davranışlarımızı belirleyen biricik misafi¬rimiz olarak her anımızda görebilmek! Bu da ancak, emanet olarak tevdi ettiği sancağı, güneşin doğup battığı her bir beldeye: taş, ker¬piç, tuğla ve topraktan inşa edilmiş her bir eve; deve tiiyii, keçi kılı ve koyun yünü gibi malzemesi farklı olsa da dünya üzerinde kurulu her bir çadıra ulaştırma gayretini ortaya koyabilme; en azından, bu gayreti ortaya koyanlarla birlikte olma azmini ortaya koyabilmekle mümkün!
Konuyu bitirirken birkaç hususu paylaşmayı lüzumlu görüyo¬rum;
Öncelikle, birinci ciltten farklı olarak bu kitapta daha az dip¬notla karşılaştığınızı fark etmişsinizdir. Bir yönüyle buna mecbur olduk; zira Medine döneminde gerçekleşen olayların yoğunluğu ve sınırlı sayıdaki sayfalara bunları yerleştirme zorunluluğu söz konu¬su olduğunda bir yerlerden tasarrufta bulunmak gerekiyordu ve bu tasarrufu öncelikle dipnotları azaltarak yapmak zorunda kaldık.
Birinci cildin önsözünde de ifade edildiği gibi eseri meydana ge¬tirirken müracaat ettiğimiz kaynaklar zaten en temel eserler ve işin doğrusu, konunun mütehassısı olan kimselerin onlara ulaşması da çok zor değiL. Kaynaklara ulaşma imkanı olmayan büyük çoğunluk için ise, dipnottan ziyade bilgi daha ön planda. İki tercihten birisi söz konusu olduğu yerde biz, daha fazla bilgiye yer açabilmek için çoğunluğun beklentisine cevap vermeyi daha uygun gördük. İşin er¬babı olanlar için de, -öncelikle aflarını istirham ederek- kitabın so¬nunda yer alan ve istifade edilen kaynaklar hakkındaki bilgileri ihti-va eden bibliyografyanın, bir fikir vereceği kanaatindeyiz.
Elbette yapılan tasarruf sadece dipnotlarla da sınırlı değil; mah¬dut sayfalara sığmayacak kadar zengin bir hayatı iki cil de sığıştır¬manın elbette imkanı yok. İşte bunun için bazı olayları da, ya özet¬lemek ya da birkaç cümle ile ifade etmek zorunda kaldığımız yerler de oldu. Hatta bazıları itibariyle -gönül istemese de- kitabın içinden çıkarmak durumunda kaldık. Örnek vermek gerekirse, farklı olaylar münasebetiyle Efendimiz’in eliyle gerçekleşen mucizeleri, başka bir eserin konusu olur düşüncesiyle birkaç cümleyle geçiştirmek gibi bir tasarrufa mecbur kaldık.
. Allah Resülii’nün insan kazanma adına ortaya koyduğu gayret¬ler ve o gün dindar veya müşriklerden muhatabı olduğu diğer dü¬şünce sahipleriyle olan münasebetlerini de -aynı gerekçeyle- çoğun¬lukla özetleyerek vermeyi uygun bulduk.
Allah Resı1lü’nün, olayların ikinci derecedeki muhataplarıyla olan muamelesinde ortaya çıkan ve bugün eğitim adına çok muhtaç olduğumuz metodolojik yaklaşımları da, yine başka bir esere havale etme durumunda kaldık.
Bugün muhatap olduğumuz ve hemen her toplumda beklenen. nebevi değişime katkısı açısından, Siyer geleneği içinde çok göreme¬diğimiz ve Hadis külliyatı içinde dağınık olarak yer alan ancak siyer¬le birlikte verildiğinde meseleyi daha da anlamlı kılacağına inandı¬ğımız bazı bilgilerin ilgili bölümlere yedirilmesi de, böylelikle başka bir çalışmaya havale edilmiş oldu.
Düşünüp de kitabın hacmine sığıştıramadığımız konular, elbet¬te bunlarla da sınırlı değil; Efendimiz’in yeme ve içmede ortaya koy¬duğu hassasiyeti, alış-verişteki rehberliği, bir mektep haline gelen aile hayatı, kerem ve cömertliği, komşuluk münasebetleri, şefkat ve merhameti, zühd ü takvası, hilm ü simli, sabr usebatı, şecaat ve kah¬ramanlığı, tevazuu ve çok yönlü kulluğu adına ortaya koyduğu en-girilikler gibi daha nice hususları da, başka bir kitabın konusu olur düşüncesiyle burada değerlendirememiş olduk.
O’nun hayatını ciltlerin arasına sığıştırmaya zaten imkan da yok! Bütün bunlar, Efendimiz’in mümtaz hayatını yeniden ve daha kapsamlı bir şekilde ele almanın ne kadar lüzumlu olduğunu ortaya koyan önemli hususlar.
Zaten bizim yapabildiğimiz, olayların diliyle Allah Resülü’nün hayatını anlatmaya çalışmaktan ibaret. Yorum ve tahlillerle O’nun dünyasını uzun uzadıya bugünün insanına mal etme de, başlı başı¬na bir konu. Ümit ederim ki, bütün bu eksiklikler, ehl-i hamiyetin sa’ye şevkini kamçılar ve günün birinde -inşaallah- arzu edilen çapta böyle bir eser de ortaya çıkar.
Diğer taraftan, O’nun dünyasını anlatmaya çalışırken ortaya çıkan bütün bu eksiklik ve konunun enginliği adına kendini hisset¬tiren bu hususların, işe yeniden başlama adına insanda nasıl bir iş¬tiyak uyandırdığı da ayrı bir gerçek. Böylesine külli bir eserin ortaya konulabilmesi ise, elbette omuz omuza vermiş ve nabzı aynı aşk u şevkle atan şahısların bir araya gelip himmetlerini bir noktaya teksi¬fe bağlı. Kim bilir, belki bir gün bu rüya da gerçeğe inkılap eder!
Velhasıl, her türlü kusur ve eksikliğin bendenize ait olduğunu baştan kabullenmekle beraber, bütün iyi niyet ve gayretlerimize rağ¬men muhtemel hata ve zühullerimiz için de, başta Ruh-u Seyyidi’l¬Beşer Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve yüreğini O’nun sevgisiyle doldurmuş hassas ruhlar olmak üzere herkesten affımı talep ediyor, bunca vebalin altında ezilip kalmamak için de, hayır dualarınızı is¬tirham ediyorum.
Reşit Haylamaz Üsküdar 10.01.2007

 


Reşit Haylamaz

Sitemizde sanatçıya ait toplam 2 eser bulunmaktadır. Sanatçının sayfasına gitmek için tıklayın.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.